Cuma, Temmuz 25, 2025

Ben büyürken yalnızlık

Ben büyürken, “yalnızlık” dendiğinde akla bir başına yaşayan yaşlılar gelirdi. Herkesin onlara karşı (marazi bir) merhamet duyduğunu hissederdiniz. Hem acırlardı, hem de çocuklarını ya da ebeveynliklerini eleştirirlerdi. Oğlu bakmamıştı, kadın huysuzdu ve çocuklarını kaçırmıştı vs. Bugün dahi yalnızlık deyince yaşlı evi kokan bir yalnızlık geliyor aklıma.

Geçtiğimiz günlerde, şehrimizin tatlı alkoliklerinden bir arkadaşımla karşılaştım. Ailesindeki herkesin genetik olarak uzun yaşadığını, kendisinin ise üç kuruşluk emekli maaşıyla yalnız ve yoksul bir hayat süreceğini, öldüğünde günlerce bulunamayabileceğini filan anlattı. Tarumar oldum. Of puf.

Şunu da ekleyeyim: ben büyürken yalnızlık, sadece yaşlılık değildi elbette, şiirlerde ve şarkılarda geçen aşk acısıydı, romantizmdi. Aşık olunca söyleye söyleye kahrolurduk. “Yalnızım doktor, çın çın” yapardık.

Yaşlılık ve aşk...Başka? 

Yetmişli yıllarda evden kaçmak isterdik, özgürleşmeye, kaderimizi değiştirmeye, aileden kurtulmaya… Ama doksanlardan sonra eve sığınmaya başladık. Yalnız kalmak istemezken yalnızlığı tercih eder olduk. 

Dijital yalnızlık ise bambaşka bir şey. Yaşlıların yalnızlığı değil, eski şarkılardaki sevgili özlemi hiç değil. Romantize edilecek bir tarafı da yok. Bu, bir duygudan çok, çağın arızası gibi duruyor. Klinik bir sorun.

Çevrimiçi olan ve biteviye  bildirimler alan ama gerçek ilişkiler içinde bulunamayan insanların yaşadığı bir durumdan söz ediyoruz. Psikiyatrist bir arkadaşım sadece şunu söyledi: “Son on yılda yalnızlığı tanımlayan o kadar çok kavram üretildi ki, bu bile meselenin ne kadar büyüdüğünü gösteriyor.”

Gerçekten de öyleymiş. Doomscrolling’den (sürekli kötü haberlere bakmak), dijital dikkat dağınıklığına, anlamsızlık hissinden öfke patlamalarına kadar uzanan pek çok şey, “dijital yalnızlığın” içindeymiş. Sosyal medyada okuduğunu anlamadan yorum yapanlara “idrak yoksunu” derdim. Meğer bu da yalnızlığın bir belirtisiymiş. Sosyal medyada ilgisizlikle karşılaşmak, beğeni alamamak, görülüp yanıtlanmamak gibi mikro-yalnızlıklar varmış.

İstisnasız hepimiz başkalarının hayatlarından haberdarız ama onlarla gerçek bir bağ kuramıyoruz. Bu durum hem lüks hem yük olabiliyor. Lüks, çünkü bazen gerçek temastan kaçmak isteriz. Yük, çünkü tüm sosyal temaslarımız dijital olursa, gerçek dünyaya olan aidiyetimizi yitirebiliriz.

Bence yalnızlık, bir tür “açlık”. Mecaz olarak söylüyorum ama bence beynimiz bunu tehdit gibi algılıyor ve anksiyete üretiyor. Bu his arttıkça insanlar daha da izole oluyor. Bu da daha fazla yalnızlığa yol açıyor. Hatta bunca insanın eklem ağrısı çekmesinin bile bunda bir payı olabilir. Sanki beyin yalnızlık ağrısı üretiyor. Bu benim kesin fikrim ve tartışmaya kapalı.

Geçenlerde eve kitap getiren kargocu, “Abi sen yalnızlığı seviyorsun di mi, kitap okuyanlar sever” dedi. Hıhıı dedim ama cevabımı bilmiyorum. Galiba seviyorum ama her şeyin "fazlasından" korkarım. Bir arkadaşım yalnızlığıyla baş edemediğini söylerse, onunla daha çok vakit geçirmem gerektiğini bilirim. Yalnızlık bir hastalığa dönüşmesin isterim. Tadında bırakalım canım kardeşim derim.

Haksız mıyım Mıstık abi, birer tane yaprak sarması…güzel olmaz mı…


Perşembe, Temmuz 24, 2025

Mizojini ve empati

Karikatürü nereden aldığımı ne yazık ki hatırlamıyorum. Yirmili yılların sonlarından kalma olmalı. Ramiz’in çizgisine benziyor ama emin değilim. Bloga yüklenirken çözünürlüğü düştüğü için alt yazılar okunmaz hale gelmiş. O sebeple metinleri aktarayım:

İlk karede, diz çökmüş bir külhanbey kadın polise yalvarıyor: “Anam babam polis, kıyma bana!” İkinci karede, iki adam birbirine bıçakla saldırıyor. Kadın polis, korku içinde bağırıyor: “Amanın dostlar adam öldürüyorlar imdat!”

Üçüncü kare, devamı niteliğinde: Kadın, bıçaklanmış adamın başında çırpınıyor: “Eyvahlar olsun, adam öldürmüşler!” Dördüncü karede, bir polis kulübesinde çocuğunu emziriyor:“Nöbetim gelmişken şu yumurcağın sütünü vereyim.” Son karede ise, ayna karşısında makyaj yapıyor: “Devriyeye çıkacağım, tedarikli olayım.”

Klişe dolu, tipik bir kadın düşmanı karikatür. Gazetecilik bağlamı eksik ama çok da gerekli değil; mesaj yeterince açık. Karikatürün hedefinde, o dönemde Nezihe Muhiddin’in öncülüğünde mücadele eden Kadınlar Birliği gibi oluşumlar var belli ki. Erkek Babıâli dünyası, kadınların çalışma hayatına katılma taleplerini hem küçümsüyor hem de karikatürize ederek etkisizleştirmeye çalışıyor. Görüyoruz ki mizah, burada sistemin sopası.

Mesajlar şöyle özetlenebilir: Kadınlar bu işi yapamaz. Kadın korkaktır. Kaytarır. Makyaja düşkündür. Mesai saatinde çocukla uğraşır. Ciddiyetsizdir. İşe uygun değildir. Kısacası: Kadın, evinde otursun.

Ancak tarih şunu gösteriyor: Değil 30’larda, 1970’lerde bile evli kadınların çalışmaları için eşlerinden izin belgesi istenebiliyordu. Hatta bazı kurumlar, kadının kocasından “izinli olduğuna” dair resmi yazı talep ediyordu. Kadının, izinsiz çalıştığı gerekçesiyle işine son verilebiliyordu. Hukuki olarak bir hakkın tanınması, onun hemen hayata geçeceği, içselleştirileceği, yaygınlaşacağı anlamına gelmiyor. Bu tür eşikler çoğu zaman görünmez duvarlarla örülü.

Benzer bir şey ailece yaşadığımız absürt bir olayda da karşımıza çıkmıştı. Otuz yıl kadar önce, Ankara’da mahalle esnafının karısı anneme dönüp şöyle demişti: “Düzgün kadın olsan çarşıda oturmazsın.”

Kastettiği, çalışmak bile değildi; yalnızca “çarşıda ikamet etmekti”. Bu cümleyi yıllarca gülerek andık ama şimdi dönüp bakınca o cümlenin ardında devasa bir sistemin sızdığını görüyorum.

Peki karikatürü çizen, yayınlayan kişiler kimler? Yüksek eğitimli, entelektüel, dönemin seçkinleri… Ama o esnaf kadının zihniyetinden çok da farklı düşünmüyorlar. Kadın evde oturmalı. Kamuya çıkmamalı. Karikatür, o sessiz mutabakatın görsel ifadesi.

Bugün böyle bir karikatür yayımlanabilir mi? Muhtemelen hayır. Yayımlansa da “linç” denen refleksle karşılaşır. Ama mesele sansür değil. Mesele empati. Bu tür içerikler artık sadece “ayıp” ya da “riskli” bulunduğu için değil, çoğu insanın gerçekten içselleştirdiği bir duyarlılıkla karşılanıyor.

Çünkü asıl mesele şu: Merhamet, insanın en geç öğrendiği duygulardan biri. Empati ise lüks sayılabilecek az bulunur bir refleks. Bir başkasının yerine kendini koymak, hele ki o kişi “azınlık”, “öteki” ya da “görünmez”se — işte bunu yapabilmek hâlâ zor.

Linç korkusu, bazen merhametin karikatürüdür. Gerçek empati ise gösterilmez, yaşanır.

Çarşamba, Temmuz 23, 2025

Kıkırda!


 

Aracınız sanatçı değildir

Yapay zeka sanat üretir mi? Evet. Peki sanatçı mıdır? Hayır, asla. 

Yapay zeka, sanatsal üretim yapmakla birlikte bir sanat aracı değil, toplumsal sorumluluk taşımakla birlikte vicdani bir akıl hiç değil.  Önceliği, yaratıcılık göstermek ve yenilik yapmak değil, hemen her koşulda ihlalleri önlemek.

Çünkü o bir sanatçı değil; bir araç, bir yapay zekâ modeli. Sanat üretmesi demek, bir kullanıcı isteğini yorumlaması demek. Ve bu yorumlama süreci, yalnızca estetik ya da içerik taleplerine değil, etik kurallara, toplumsal normlara ve yasal sınırlandırmalara bağlı.

Sanat, malum, tarihsel olarak her zaman sınırları zorlar. Cinsellik, şiddet, tabular, siyasi eleştiri, toplumsal normların bozulması… Sanatın en büyük işlevlerinden biri, bastırılmış olanı görünür kılmak, toplumu rahatsız eden imgelerle yüzleştirmektir. Egemen ahlakın karşısına sanatın özgürlüğü çıkar.

Oysa yapay zeka bunu yapamaz, bir sanatçının yerine geçemez. Kendiliğinden yaratamaz, siyasi ya da estetik bir risk alamaz, bir değerler silsilesi üretemez. Ve hepsinden önemlisi, yaptığı çalışmanın arkasında duramaz, sorumluluğunu üstlenemez. Onun için sorumluluk, hukuki, etik, sosyal sorumluluk anlamına gelir.

Yapay zeka kullanarak görsel ürettiğim için eleştiriliyorum, kimi arkadaşlarım yüzüme de söylediler, bir kısmını başkalarından duydum. Herkese anlattığımı yineleyeyim,  Photoshop çıktığında ağlayan grafikerler gördüm. 

Böyle bir keşif ve üretim alanı artık var ve ne kadar kavga ederseniz edelim, ne kadar sevmezsek sevmeyelim, bu gerçeği değiştiremeyiz. Var işte ve hep birlikte kullanacağız. Yaptığım işler nedeniyle ileride ben de mağdur olabilirim, klişeleri yapay zeka kolaylıkla üretiyor çünkü. 

Hissettiğimi yazayım, olumlu tarafından bakıyorum, ben "aracı" gayet ansiklopedist ve  yaşadığım hayata bakarak gayet “demokratik” buluyorum. Tabii ki endişe duymamızı gerektirecek tartışmalı çok yönü var, ne ki, olumlu yönleri bence onlardan fazla... Aracı bilmeye ve öğrenmeye, onunla rekabet etmeye mecburuz. 

Salı, Temmuz 22, 2025

Genjlik

Bir arkadaşım  "insan kaç yıl genç kalabiliyor?" diye sormuştu seneler önce. Üzerine uzun uzun konuşmuştuk. İnsanın erken büyümeye zorlanmasından…Ailelerin, öğretmenlerin, toplumun dayatmalarından, Sınavlardan, başarı kıskacından, yenilgi korkusundan… Bir an evvel “yetişkin” olmaya itilmemizden…

Ve şöyle demiştik sonunda: Bir insan, gerçekten özgür kalarak, meydan okuyarak, sürüye katılmadan … Ancak bir ya da iki yıl genç kalabilir. O da aralıklı. Parça parça. Toplayabilirsen. O zaman öyle demiştik. “Ancak o kadar.”

Abartmış mıydık acaba, ya da bugün çok bile söylemişiz mi demeliyiz, sahiden bilemiyorum...

Mesele, bu kadar çok insanın gençlik pozu yapmasından çıkmıştı, kaçan gençliği kovalamasından, gençleşmeye çalışmasından, bu kadar çok gencin ihtiyarlar gibi düşünmesinden filan...

İçinde yaşadığımız hayatın gerginliği nedeniyle insan şunu düşünmeden edemiyor, bizim gibi ülkelerde insanlar kaç yıl genç kalabiliyor, kaç yıl çocuk kalabiliyor?

Pazartesi, Temmuz 21, 2025

Milano'ya Giden Yol

Çok isteyip de bir türlü okuyamadığınız, çocuksu bir merakla kavuşmayı beklediğiniz bir kitap, bir hikâye ya da bir çizgi roman oldu mu hiç? Biliyorum, biraz bayat bir gazeteci girizgahı oldu ama size kendi “okuyamama” hikâyemi anlatacağım. Bir kavuşma hikayesi  de diyebilirdim…

Yıl 1977. Tarkan’ın yeni macerası olan Milano’ya Giden Yol’un Hürriyet’te tefrika edileceği ilan ediliyor. Bizim evde o ara Milliyet alınıyordu, haliyle okuyamayacağım. Meraktan kavruluyorum. Yayının başladığı ilk gün harçlığımla gidip gazeteyi aldım. İlk cümlesi hâlâ kulağımda: “MS 452 yılında…” Aynı cümleyle yıllar boyunca onlarca hikâye yazdım.

Ertesi yıl babam Hürriyet almaya başladı. Nihayet, serüveni düzenli okuyacağım derken… Her şey bir anda altüst oluverdi. Serinin yaratıcısı Sezgin Burak intihar etti. Aklımda kaldığı kadarıyla, bir misafirlik sırasında, pencereye çıkıp tüm ikna çabalarına rağmen kendini aşağı atıyor.

Dokuz yaşındayım. Ne böyle bir ölümü kavrayabiliyorum ne de Tarkan’ın akıbetini… Hikâye yarım kalıyor.

Dört yıl sonra garip bir şey oluyor. Bulvar gazetesi Tarkan’ın yarım kalan hikâyesini tekrar yayımlamaya başlıyor. Acaba biri mi tamamlayacak derken ilk gün bir Tarkan posteri veriyorlar. Gidip alıyorum ama yine takip edemiyorum. Bulvar, bizim evde satın alınması mümkün olmayan kıytırık gazetelerden.

Sonra öğreniyorum ki serüveni Özcan Eralp tamamlamış — ya da tamamlamaya çalışmış. İlk kitabımı yazarken, henüz 21 yaşındayım, İstanbul’da Özcan Abi’yle röportaj yapıyorum. Tarkan’ı da, “Milano’ya Giden Yol”u da konuşuyoruz. Aklımda çünkü.

Ertesi yıl Milli Kütüphane’de arşivde çalışırken gidip gazeteyi buluyorum… ne ki saçma bir şeyler oluyor yine okuyamıyorum. Niye ki diyenler çıkabilir? O yıllarda cep telefonu filan yok, fotoğraf pahalı, fotokopi ayrı masraf. Oturup okuyarak notlar alırdım. Bugün tek bir işe yaramayan notlarla dolu defterlerim var...

Yakın zaman önce, Sezgin Burak’ın çocukları Tarkan’ı haftalık dergi olarak yayımlamaya başladı. E güzel, bu kez okuyabilirim artık derken o dergi de satmadı ve serüven yine yarım kaldı.  Zagor ile Çiko, oturup ağlasalar yeridir.

Geçtiğimiz aylarda bir koleksiyoncu, Özcan Eralp’in Bulvar’da çizdiği serüvenleri kendi imkanlarıyla çoğaltmış-basmış, satıyor, “Alır mısınız?” dedi. Elbette! dedim. Sonunda okuyabilecektim. Kitaplar geldi… bir baktım içlerinde   “Milano’ya Giden Yol” yok!

1978’de okuyamamışım. 1983’te tamamlanmış, yine okuyamamışım. Tam 42 yıl. Koleksiyoncuya yazdım. Bir başkası gazeteden fotoğraflamış, bir sonraki basıma eklenecekmiş. “Ben yine satın alırım” dedim. “Ama pdf’ini şimdi verin, okuyayım.”

Senaryo işlerim bitince oturup okudum ama okudum dediğime bakmayın, çocukken büyülendiğim şeylerle yeniden karşılaşırken ciddi biçimde korku duyuyorum. "Tereddütler ve ihtilaçlar içinde" kıvranarak okudum. Hem hikâye çok dağınıkmış, hem de Özcan Eralp dahi hikâyeyi bitirmemiş, yine yarım bırakmış...Hikâye, şehirde geçerken, almış Tarkan'ı şehir dışına çıkarmış, yaralamış, bir mağaraya götürmüş, orada geçmiş hikayeleri biri kere daha çizmiş, sonra dışarı çıkarmış, kendi hikayelerini anlatmaya başlamış. Ne Milano kalmış ne benim merakım...  

Off of Mıstık Abi…“Gök düşsün, hayaller yerinde dursun” derdin sen, değil mi? Yoksa demez miydin?

[Not: Sezgin Burak’ın “de-da” eklerini ayıramadığını ve koca Hürriyet gazetesinde kimsenin bunu düzeltmediğini onca yıl sonra fark etmek de tuhaf bir his. Sonra neden çizgi romanlar küçümsenirdi diyoruz.]


Related Posts with Thumbnails