Cuma, Aralık 12, 2025

Ürün ben miyim?

Yaşadığımız zaman hepimizi tedirgin ediyor; bütünüyle kuşkudayız, her dalganın, her bildirimin ardında bir manipülasyon arıyoruz. Bu aralar çok duyduğum bir cümle var: “Uygulama bedavaysa ürün sensin.”

Günlük hayatın, yazdığımız mesajların, lokasyonun, tıklamaların, ilişki ağlarının birer hammaddeye dönüştürülmesi demek bu.

Bir yanıyla zihin açıcı, ama nihayetinde yarı doğru; dolayısıyla politik olarak da yarı tehlikeli bir cümle.

Şöyle deniyor: Telefonunda bir bedava uygulama kullanıyorsan, yani para ödemiyorsan, o uygulama şirketi gelirini senin dikkatinden, zamanından ve verilerinden kazanıyordur. Sen kullanıcı değil, maden ocağında bir damarsın.

Buraya kadar iyi hoş da, bu cümleyi ilk duyduğumda aklımdan geçen şuydu: “Ben mi suçluyum?” Çünkü yapısal bir sorunu benim “tercihime” indirgiyor. Başka seçeneğim mi var? Para mı ödemeliyim? Neden ödemeliyim?

E kullanma o zaman!” deniyor. İyi de dijital altyapı “Big Tech” üzerinden yürüyor; kullanmazsam dışlanırım, blogum olamaz, bu yazıyı bile paylaşamam. Üstelik ücretli uygulamalar da veri topluyor. Abonelik modeli gözetimden muaf değil ki, Mıstık abi.

Yani “ürün sensin” derken aslında duyduğumuz şey, politik bir analiz değil, hafif tiksinti içeren bir ahlaki çığırtkanlık. Soru şuna indirgenmiş oluyor: Bedava hizmete tav olan enayi kullanıcı mısın, değil misin?

Oysa asıl soru şöyle olmalı: “Dijital altyapılarımız neden birkaç şirketin veri madenine dönüştürülmüş durumda ve biz neden onlara mahkûm ediliyoruz?”

Hepimiz “dünyayı çözmüş” bir tonla konuşuyoruz ya: “Uygulama bedavaysa ürün sensin.” Arka planda şu kabullenme çalışıyor: “Düzen zaten böyle. Yapacak bir şey yok. En azından farkında ol.”

Böylece cümle, eleştiri gibi görünüp normalleştirme mekanizmasına dönüşüyor. Yapısalı görünmezleştiren şık bir neoliberal slogan kalıyor elimizde. Hatta mesele, tüketici hakları meselesine indirgeniyor: “Verilerimiz paylaşılmasın, tercihlerimizi doğru koyalım, cookie’ler şeffaf olsun…”

Sanki ormanda dolaşıyoruz da, “çakallar, sırtlanlar etoburdur, seni beni yerler, doğa böyle işliyor” diye anlatılıyor her şey. “Piyasa da böyledir canım, ne sandın?” Doğa yasası gibi.

Yine duydum, yine "sinirlendim" Mıstık abi.

Sorun şu: Biz “ürün sensin” cümlesini tekrar ettikçe, veri sömürgeciliğini konuşur gibi yapıp, asıl failleri rahatlatıyoruz.

Perşembe, Aralık 11, 2025

Son Okuduklarım 107

Yerdeniz Büyücüsü, pirimiz Ursula Le Guin’in ünlü romanının çizgi roman uyarlaması. Fordham, anlaşılan o ki mirasçıların özellikle tercih ettiği bir çizer ve ortaya çıkan işle onları memnun etmiş görünüyor. Hakkını teslim edelim: Zor bir işe girişmiş, romanı sevenlerin hoşlanacağı epey bölüm var. Metne büyük ölçüde sadık kalınmış; romanı yeniden kurmaktan ziyade resimlemeye odaklanmış. Kişisel olarak “akabilen”, kare içinde akış ve ritim yaratabilen çizerleri seviyorum. Burada çizgiler bana çok donuk geldi; özellikle aksiyon anlarında bu durgunluk iyice hissediliyor. Eskisi kadar güçlü çizerlerin çıkmamasından da olabilir, bazen tip devamlılığı da yitiriliyor. “Kim kimdi, niye bu kadar çok figür birbirine benziyor?” sorusunu en azından editörlerin sorması gerekirmiş. Öte yandan, bütün bu itirazlarıma rağmen, yılın en ilgi çekici işlerinden biri olduğunu söylemem gerekiyor. Romanı yeniden okumuş gibi oldum. Hoşuma gitti.

Yedi Ölümcül Gün, Turgut Yüksel’in son çizgi romanı. Turgut’un kendine özgü bir karamsarlığı vardır; kederli bir bıkkınlık ve keskin bir eleştirellik taşır. Hikâye, bu tonu koruyarak ilerliyor. Bir plaza çalışanını, otobiyografik bir benzerlikle, tıpkı Turgut gibi bir grafikeri, büyük bir medya şirketinde dergi işlerinde çalışan orta yaşlı bir erkeği anlatıyor. Turgut, grafik olarak “rutin” istiflemeyi, kare tekrarlarıyla yeknesaklık kurmayı seven bir anlatıcı. Kahramanının sıkıntısını bu tür tekrarlarla görünür kılıyor. Onu bize sevdirmeye çalışmıyor; soğuk ve yalıtılmış plaza yapaylığını, mesafeli ardışıklığıyla çoğaltıyor. Tahkiyesi itibarıyla en iyi çalışması olabilir.

Tavşan Yılı, Fransa’da yaşayan Kamboçyalı çizer Tian’ın, Kızıl Kmerler’in 1975’te Kamboçya’da iktidarı ele geçirerek ülkeyi bir hapishaneye çevirmesini aile hikâyesi üzerinden anlatıyor. Albüm, tam da bu dönemde, toplama kamplarında geçiyor; hayli trajik, hayli sert bir anlatı. Epey uzun ve yer yer tekrara düşüyor ama yaşananları düşününce az bile anlatıldığını fark ediyorsunuz. Tian, ailenin ülkeden kaçış serüveni içinde doğmuş… O kabustan çıkmak ailesi için hiç kolay olmasa gerek; ne yapsanız konuşur, tekrar tekrar hatırlarsınız, hem şükreder hem kahrolursunuz. Yok yere ölenlerle dolu, inanılmaz bir şiddet hikâyesi bu bakımdan. Diğer yandan, bütün bu şeditliğine karşın, albümün karikatürize ve “komik” bir çizgi evreni var. Bilemiyorum; bazen “kim kimdir” sorusunda kayboluyorsunuz ama bu bile hikâyeye tuhaf bir katkı sağlıyor olabilir.

Bela Lugosi, ünlü oyuncunun biyografisi. Tatlı ve matrak bir dili var. Lugosi’nin başka roller hayal ederken oyuncu olarak nelere razı geldiğini, pragmatizmini, narsistik manevralarını, hayatın tadını çıkarma iştahını, kadınlarla ilişkilerini, yalanlarını – daha doğrusu mitomanlığını (her koşulda ve her zaman rol yapışını) çok iyi anlatıyor. Hızlı bir kurgusu var; ilk bakışta derinleşmiyor gibi görünen ama aslında epey “akıllı” bir derinlik bu. Başarılı bir albüm. Editöryel olarak not düşmüş olayım: Bazen özellikle durup yavaşlaması gereken yerleri varmış hikâyenin. Çizgi olarak da bunu yapması, başka bir estetik katman kurabilmesi iyi olurmuş. Hikâyenin “şimdiki zamanı” ile geri dönüşler kimi yerde karışabiliyor çünkü.

Çarşamba, Aralık 10, 2025

Vampir İstanbul'da

Vampir İstanbul’da, 1987’de Tan gazetesinde yayımlanmış bir çizgi roman. Yıllar önce not almışım ama yanına doğru dürüst bir açıklama düşmemişim. Aradan geçen zamanda bildiğim kırıntıları da unutmuş olmalıyım ki, defterdeki “Vampir” notuna bakıp bakıp, “Ne Vampir’i bu?” diye kalakaldım. Merak ağır bastı, sahafları dolaşıp örneklerini toparladım. Elbette bu Vampir, bildiğimiz o meşhur Vampir değil.

Aslında karşımızdaki, Killing fotoromanını temel alan, tepeden tırnağa kopya bir çizgi roman. Kareler tek tek başka yerlerden alınmış, antiskoptan geçirilerek yeniden çizilmiş. Öyle ki, sayfanın ilk karelerindeki genç kadın o kadar acemice “apartılmış” ki, görür görmez insanın aklından şunu geçirmek kaçınılmaz: “Faruk Geç çizdi beni!” diye bağıracak neredeyse.

Bu kopya meselesi bana oldum olası tuhaf gelmiştir. Nedense o yıllarda pek kimseyi rahatsız etmiyordu; çizgi roman camiasının önemli bir bölümüne tamamen “normal” geliyordu. Kopya çekenlere kulak verirseniz, çizemeyenler “boş boş konuşuyordu” zaten. Aradan otuz yılı aşkın zaman geçti. O tarihlerde Türkiye Çocuk dergisinin müdürüyle konuşmuştum; dergideki çizgi romanların yabancı örneklerden birebir alınmasıyla ilgilenmediğini, bunu dert etmediğini söylemişti. Hatta “Yapabiliyorsan sen getir, senden de alayım,” diye meydan okumuştu. Hâlâ bir yerlerde ses kaydı duruyor olabilir.

Laf dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyordu: Kopya çekmek zorundaydılar, çünkü zaman azdı; ücret düşüktü; piyasayı beslemek gerekiyordu; herkes böyle yapıyordu ve saire… Gerekçeler tek tek sıralanıyor, her biri “haklı mazeret” gibi masaya konuyordu. Ünlü sayılan bir çizer, hiç sıkılmadan şöyle demişti: “E işte Suat Yalaz’la tanıştım, o kötü oldu, bana kopyacılığı öğretti.” Yani özetle: Ben kopya çekiyorum, çünkü bana öğrettiler. Suç üst kuşağa, üst kuşak da “dönem koşulları”na devrediliyordu.

O zamanlar öyleydi” diyerek yapılan bu toplu meşrulaştırmayı hâlâ pek anlayamıyorum. Çocukken okuyup sevdiğim kimi çizgi romanların yabancı örneklerden birebir kopya olduğunu sonradan fark ettiğimde yaşadığım hayal kırıklığını çok iyi hatırlıyorum. Ortada “masum bir hile” falan yoktu; doğru değildi, etik değildi ve üstelik hukuken de karşılığı olan bir fiilden söz ediyoruz.

Elbette, geriye dönüp baktığımızda o dönemin koşullarını anlamaya çalışabiliriz. Anlamak, katılmak ya da kabullenmek zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. İnternet yoktu, dünya bugünkü kadar iç içe geçmiş değildi, telif takip etmek zordu; dolayısıyla “daha rahat” hırsızlık yapılabiliyordu, evet. Ama yine de yapmayanlar vardı. Özgün işler de üretildi, hem de hiç azımsanmayacak kadar. Tam da bu yüzden, kopyacılığın “başka çare yoktu” diye topluca aklanmasını, bugün bile, pek inandırıcı bulmuyorum.

Sabah duası (3)

Kaplan bakışlı Vampirella. Kuytudaki gotik ninni, imlalı cıvıltı. Bir hatre öfke, bi kızgın pervane. Oy yokuşları, oy inişleri kalbimin. O’nun attığını vuran ağzı, ak boynunda tıp tıp atan hayallerin geceleri. Bin üstüme ejderha soyu. Ot içen deliler yaylasında gezdir beni.

Salı, Aralık 09, 2025

Ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Fotoğraftaki bir kül tablası. Kime göstersem imalı imalı gülüyor; trajediye mi, salaklığa mı, ergen zekâsına mı, vasatlığa mı, artık adına ne dersek ona gülüyor. Ben salakça buluyorum. Bunu tasarlayanların neyi düşünerek yola çıktığını, nasıl olup da rahatsız olmadıklarını hayal etmeye çalışıyorum. Bir süre önce paylaştığım ahşap kül tablasını hatırlayanlar olabilir; onda da çıplak bir kadın figürü vardı, sigaranızı o bedenin üzerine bastırarak söndürüyordunuz. Ona da gülen çıkıyordu.

Ürünün “dikkat çekeceğini” bilerek bu tasarıma başvurulduğu, erotik vurgunun ürünü benzerlerinden ayıracağı filan tahmin edilebilir şeyler. Anlamıyor değilim. Fakat tam da bu “pazarlama zekâsı”, kadın bedeninin hâlâ en ucuz afiş, en risksiz hakaret, en masum sayılan nefret nesnesi olmasına yaslanıyor.

Üstelik bu tür işleri üretmek ve satmak, “şimdiki zaman koşullarında” eskisi kadar kolay da değil. Ayıplanıyorsunuz, doğru bulunmuyorsunuz, hoş karşılanmıyorsunuz. Varyantları bol, ama tablo bu. Bir feminist de, bir İslamcı da, bambaşka gerekçelerle de olsa bu kül tablasına itiraz eder muhtemelen. Ortaklaştıkları yer, kadının aşağılanmasının hâlâ rahatça “espri” diye paketlenebilmesi.

Çocukken mahalledeki Ülkücü gençlerden biri, yanımızda dolanan sevimli bir sokak köpeğine “Stalin” adını koymak istemişti. Nedenini anlamamıştık. Biz yedi sekiz yaşındaydık, o taş çatlasa on beş. Bunu yaparak kendini önemli hissedecekti herhalde. Yıllar sonra asistanken, kütüphanede gazete taraması yaparken, kırklı yıllarda köpeğine Stalin adını verdiği için “komünistlik” suçlamasıyla yargılanan bir gencin haberine rastlamıştım; aklıma o Ülkücü çocuk geldi. Nefretin çeşidi bol; hedefi zamanla değişiyor, yöntemi pek değişmiyor.

Daha önce yazmıştım, yineleyeyim: yaşadığımız dönemin en kalıcı, en yaygın ayrımcılığı kadınlara yönelik nefret. Arada patlayan korkunç bir olay olduğunda, “anormal” olduğu için kahroluyoruz ya… Asıl mesele, tam da normalliğin içine gömülmüş marazlarda; gündelik şakalarda, hediyelik eşyalarda, “eğlenceli” bulunduğu için paylaşılabilen bu küçük aşağılama jestlerinde. Onları görünür kılmadan, büyük felaketlerin iklimini de anlayamayız.

Bir an için düşünelim: O kül tablasında yarı çıplak bir kadın yerine bir Müslüman din adamı olsaydı? Ya da tipik klişeleriyle kodlanmış bir Yahudi figürü, bir Arap, ya da transfer olup takımdan ayrılan bir yıldız futbolcu… Trump, Putin, veya bugün nefret etmeyi sevdiğimiz herhangi bir “figür”… Ne olurdu? Neye kızardık, neye gülerdik? Hangi hedefi “hak etmiş” sayardık?

Soruyu biraz abartarak kendimize şunu soralım: Bu tür nesnelere gülerken, ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Pazartesi, Aralık 08, 2025

Sahaflar

En az yetmiş yıl önce üretildiğini düşündüğüm bir gravür geçti elime. Muhtemelen bir öğrenci işi, ince ama tereddütlü çizgiler taşıyor. Taş duvarlı dükkânları ve ağaç dallarıyla gölgelenmiş avlusuna bakılırsa, Sahaflar Çarşısı’ndan ilham alınarak çizildiği aşikâr. Ressamın eli ürkekmiş; çekingenliği, çizgilerinden sızıyor. Tam da bu yüzden sevdim belki.

Sadece hoşuma gittiği için almadım. Nadir Kitap’ın olmadığı zamanlarda, İstanbul’a her gelişimde mutlaka uğradığım yerlerden biriydi burası. Yirmili yaşlarımın başında, sıcak bir yaz günü; kendimi çok çaresiz hissettiğim bir dönemdi. Orada öylece oturup o “manzaraya”, kitaplara, gölgelerin yer değiştirişine, ağır ağır dolaşan insanlara, zamanın yavaş akışına uzun uzun bakmıştım.

İnsanın her üzüntüsü zamana yeniliyor. Ne kadar büyük olursa olsun, gücünü kaybediyor. Elbette bir tortusu kalıyor; biz de konuşa konuşa, yaza yaza onu bir klişeye dönüştürüyoruz. O yıllarda “yazarak yaşamak” benim için gerçekleşmesi güç bir dua gibiydi.

Önümdeki tek gerçek ihtimal, beyaz yakalı bir işe girip hayata karışmaktı. Kendimden, yeteneğimden, kapasitemden şüphe duyuyordum. “İyi değilsin, vasatsın, senden çok var” denilmesinden korktuğum için yüzleşmeyi erteliyordum. Üniversite bitmek üzereydi ve yazmak, çocukluktan kalma bir inat gibi geride kalacak sanıyordum. Durup durup içleniyordum.

Sahaflar Çarşısı’nda tek başıma, cebimde çay ve simit parasından fazlası yokken, ne yapacağımı düşünmüşüm. Yıllar sonra bu gravürü elime aldığımda, sanki resme bakan ressam değil de benmişim gibi geldi. Belki de gravürü değil, o günkü hâlimin hayali sıkıntısını satın aldım. Kaybolacağını sandığım yarım nefesi…

Çarşı V1, by LeCe

Çarşı V2, by LeCe

Pazar, Aralık 07, 2025

Üzüntü ve muzkabuğu


Sosyal medyada spotify ile ilgili yılsonu değerlendirmeleri yapılıyor. Kullanıcılar da paylaşıyorlar. Neyi dinlediğimizle ilgili yaş ortalamamızı da çıkartmışlar... Yirmi yaşındaki oğlumun "yetmiş küsur" çıktığı bir yerde ben "yirmi dört" olmuşum. 2010'lu yılların sonundan şarkılar dinlemişim hep. E günde ortalama üç buçuk saat de dinleyince... 

Yeni olan izlemekle ilgili iştah ve açlığım olduğu için abartmış olabilirim ama bu yine de bana fazla geldi. O kadar değil Mıstık abi...

Related Posts with Thumbnails