Fransa’nın yaşayan en önemli çizgi romancılarından Tardi’nin yeni bir albümü, eleştirel bir çalışması, Siperlerdeydik 1914-1918 (C'était la guerre des tranchées) Türkçede yayınlandı. Tardi, çizgi romancılığı kadar araştırmacılığına da kıymet verilen bir isim, öyle ki yüz yıl öncesinin Fransa’sı hakkında uzman olarak gösterilebiliyor. Desenleri pek çok tarih metninde belgeselci bir tutumla kullanılıyor. Diğer yandan Tardi’nin belgeselciliğinin, işine ve okuruna olan saygısından kaynaklandığını, otoriteyle didiştiğini, hikâyelerinde cevap vermekten çok sorular sorduğunu, kendini olabildiğince geride tutarak, hiçbir biçimde ajitasyona ve hatipliğe soyunmadığını belirtmek gerekiyor.
Siperlerdeydik, isminden anlaşılacağı gibi geçen yüzyılın ilk büyük savaşını resmeden bir çizgi roman; yalnızca savaşı değil siper gerisinde yaşanan gündelik yaşamı betimliyor. O ağır ve iç acıtan koşullarda askerlerin nasıl yaşadığına, direndiğine ve ölümle-ölüm fikriyle nasıl baş ettiklerine odaklanılıyor asıl olarak. Bir dönemi anlatmakla birlikte kronolojik bir tutumu tercih etmemiş Tardi, sonu ölümle biten kısa hikâyeler seçmiş. Askerler, episodların başında, bazen daha ilk kareden bizimle konuşuyorlar ya da bir üst ses, günlük ya da mektup yazar gibi yaşadıklarını anlatıyor. Konuşanların hepsi içli, bıkkın ve öfkeliler. Savaşın anlamsız yüzünü gösteren hırpanilik, açlık, yoksunluk ve sair ne varsa epigraflar, vesikalar, rakamlar ve tahlillerle tasvir ediliyor. Tardi, kısa, alaycı, ısırıcı nitelikte araya girmeler yapmıyor değil… Her dizesinde bir boru sesi, her cümlesinde şaha kalkan süvariler, şehitler ve feda edilen kan olan hamaset edebiyatını diline doluyor. Hani insan uzun süre maske taşırsa bir gün yüzü müdür, maskesi mi fark edemezmiş ya… Tardi hamaset maskesiyle uğraşıyor, “yalan söylüyorsunuz” dedirtiyor anlatıcılarına, onların ağır tecrübelerinin posasını çıkartıyor sayfalarına… “Böyle geçiyor işte günler!” diyor askerler, silah taşımaktan bükülmüş kolları, sakallı yüzleri, tükenmiş inançlarıyla ölümü bekler gibi mırıldanıyorlar; cesetler, sıçanlar ve çamur tamamlıyor prelüdü.
Çizgi olarak siyaha ve tram kullanarak griye yüklenilmiş… Eprimişliği ve sakilliği, daha önemlisi karamsar atmosferi belirginleştirmek için griye ziyadesiyle başvurulmuş. Süngü hücumlarında, mitralyöze karşı saldırıya geçilen sahnelerde, ekseriyetle ölüme gidilen anlarda, balon veya anlatım kutusu benzeri iç ve dış sesi imleyen hiçbir şeye yer verilmemiş. Karelerdeki efektsizlik sözün bittiği yeri imliyor. Ölümün eşiğinde olmak, hikâyelerin en önemli belirleyeni. Bütün hikâyelerde gülen, neşeli görünen tek bir kişi var; belki gamsızlıktan, belki her ne olursa olsun koşullarla baş edebilme mahareti yüzünden gülümsüyor. Onun da sonu fark etmiyor gerçi… Kimi hikâyelerde naturalistik bir etki kendini hissettiriyor. Eden bulur ya da rüzgâr eken fırtına biçer gibi bir şey bu… Öyle ya da böyle herkes öldüğü için fark edilmiyor ama Tardi, kötülük yapanı-vahşileşeni cezalandırmayı tercih etmiş.
Tardi’nin anlatım dili, meselesi nedeniyle doğal olarak edebiyata yakın. Bu yüzden de geleneksel çizgi roman okurunu hemen cezbetmiyor anlattıklarıyla. Bilmeyenler için hatırlatalım, Tardi her türden milliyetçilikten muzdarip olduğundan lafını da esirgemiyor. “Kanım Fransa’ya feda olsun diyordum, bitler sürüyor kanımın sefasını” diyebiliyor askerlerden biri alay ederek. Boşuna öldük-ölüyoruz öfkesi diyaloglarda ve kahırlanmalarda epeyce yineleniyor. Kurşundan sakınanlar, duralayanlar, emre itaatsizlik edenler, kaçanlar, ölmekten korkanlar, düşmanla hasbıhale kalkışanlar derhal kurşuna diziliyorlar. Önde Almanlar arkada Jandarma siperdekilere ölümcül bir tazyik yapıyor. Tardi, disiplinsizliğin ölümle cezalandırıldığını anlatırken infaz mangalarının cepheye yeni gelen acemilerden kurulmasına özellikle işaret ediyor. Askerler, öldürmeye soydaşlarıyla başlıyorlar, “kaçarsan” başına ne geleceğini, kurşuna dizileceğini daha ilk günlerden öğreniyorlar. Rahatsız edici, insanı hemen çarpan hikâyelere iki örnek: İlkinde, Almanlar, Belçikalı kadın ve çocukları önlerine katarak yürürken Fransızlar, Fransız olmayan herkese, ayırt etmeksizin ateş etmekten çekinmiyorlar; İkincisinde seferberlik ilan edildiğinde söylenen marşlara eşlik etmeyen yaşlı bir adam linç ediliyor. Tatsız, yürek burkan yaşanmışlıklar bunlar. Savaşta olur öyle şeyler deyip geçemiyorsunuz: Fransızca bilmeyen bir Korsikalı emirlere uymadığı (hayır, söyleneni anlamadığı) için kurşuna diziliyor, bir Yahudi kolaylıkla ön saflara, ölüme gönderilebiliyor.
Lisans derslerinde yaptığım, severek ve defaatle yinelediğim bir oyun var. Barthes’ın da yorumladığı bir fotoğrafta, Cezayirli bir asker Fransız bayrağına karşı selam durur. Öğrencilerden bunu yorumlamasını isterim: Sömürgecilik, emperyalizm, doğu-batı vs kavramlar üzerinden bir tartışma açılır. Soruyu değiştirir, “peki ya bu bayrak Türk bayrağı olsaydı ne derdiniz?” diye tekrar sorar, kenara çekilirim. Tartışmaya şaşmaz biçimde “gurur duyarım” diyen bir boyut eklenir. Bunu şu yüzden anlattım, meseleler bizim hayatımıza yakınlaştıkça sağduyumuzu daha kolay kaybedebiliyoruz. Tardi’nin çalışması savaş karşıtı içeriğiyle ayrıksı ve rahatsız edici bir anlatı. Uzak bir geçmiş, farklı bir etnisite ve başka bir bağlam deyip geçebilir miyiz anlattıklarına? Savaşın yıkıcılığı, o savaşın acıları dinmeden, yas süreci bitmeden pek tartışılamıyor. Tardi, böyle bir hikâyeyi yıllar sonra, seksenli yılların sonunda çizebildi. Çoğunluk değerleriyle yüzleşebilmek sahiden kolay değildir. Kendimizi düşünelim, 1914-1918 ile ilgili biz bugün her şeyi tartışabiliyor muyuz?. Tehcir tartışmalarını bir kenara koyalım, büyük bir siper savaşı olan Çanakkale’yi hamasete bulaşmadan anlatabilir miyiz? Benim ilk gençliğimde “Çanakkale Zaferi” bugünkü kadar önemli değildi. Nasıl oldu da bu denli popüler oldu? Kurtuluş Savaşı neredeyse bu siper savaşıyla başlatılıyor artık. Azımsamak adına yazmıyorum bunu. Tardi’nin savaş karşıtı hikâyesinin bir benzerini, örneğin Çanakkale savaşı hikâyeleri içinde kurgulayabilmek ne kadar mümkün?
Son söz: Siperlerdeydik, Türkçedeki savaş karşıtı literatürün sınırlı örneklerinden biri, bu yüzden ayrıca değerli.
Radikal Kitap, 25.2.2011
Siperlerdeydik, isminden anlaşılacağı gibi geçen yüzyılın ilk büyük savaşını resmeden bir çizgi roman; yalnızca savaşı değil siper gerisinde yaşanan gündelik yaşamı betimliyor. O ağır ve iç acıtan koşullarda askerlerin nasıl yaşadığına, direndiğine ve ölümle-ölüm fikriyle nasıl baş ettiklerine odaklanılıyor asıl olarak. Bir dönemi anlatmakla birlikte kronolojik bir tutumu tercih etmemiş Tardi, sonu ölümle biten kısa hikâyeler seçmiş. Askerler, episodların başında, bazen daha ilk kareden bizimle konuşuyorlar ya da bir üst ses, günlük ya da mektup yazar gibi yaşadıklarını anlatıyor. Konuşanların hepsi içli, bıkkın ve öfkeliler. Savaşın anlamsız yüzünü gösteren hırpanilik, açlık, yoksunluk ve sair ne varsa epigraflar, vesikalar, rakamlar ve tahlillerle tasvir ediliyor. Tardi, kısa, alaycı, ısırıcı nitelikte araya girmeler yapmıyor değil… Her dizesinde bir boru sesi, her cümlesinde şaha kalkan süvariler, şehitler ve feda edilen kan olan hamaset edebiyatını diline doluyor. Hani insan uzun süre maske taşırsa bir gün yüzü müdür, maskesi mi fark edemezmiş ya… Tardi hamaset maskesiyle uğraşıyor, “yalan söylüyorsunuz” dedirtiyor anlatıcılarına, onların ağır tecrübelerinin posasını çıkartıyor sayfalarına… “Böyle geçiyor işte günler!” diyor askerler, silah taşımaktan bükülmüş kolları, sakallı yüzleri, tükenmiş inançlarıyla ölümü bekler gibi mırıldanıyorlar; cesetler, sıçanlar ve çamur tamamlıyor prelüdü.
Çizgi olarak siyaha ve tram kullanarak griye yüklenilmiş… Eprimişliği ve sakilliği, daha önemlisi karamsar atmosferi belirginleştirmek için griye ziyadesiyle başvurulmuş. Süngü hücumlarında, mitralyöze karşı saldırıya geçilen sahnelerde, ekseriyetle ölüme gidilen anlarda, balon veya anlatım kutusu benzeri iç ve dış sesi imleyen hiçbir şeye yer verilmemiş. Karelerdeki efektsizlik sözün bittiği yeri imliyor. Ölümün eşiğinde olmak, hikâyelerin en önemli belirleyeni. Bütün hikâyelerde gülen, neşeli görünen tek bir kişi var; belki gamsızlıktan, belki her ne olursa olsun koşullarla baş edebilme mahareti yüzünden gülümsüyor. Onun da sonu fark etmiyor gerçi… Kimi hikâyelerde naturalistik bir etki kendini hissettiriyor. Eden bulur ya da rüzgâr eken fırtına biçer gibi bir şey bu… Öyle ya da böyle herkes öldüğü için fark edilmiyor ama Tardi, kötülük yapanı-vahşileşeni cezalandırmayı tercih etmiş.
Tardi’nin anlatım dili, meselesi nedeniyle doğal olarak edebiyata yakın. Bu yüzden de geleneksel çizgi roman okurunu hemen cezbetmiyor anlattıklarıyla. Bilmeyenler için hatırlatalım, Tardi her türden milliyetçilikten muzdarip olduğundan lafını da esirgemiyor. “Kanım Fransa’ya feda olsun diyordum, bitler sürüyor kanımın sefasını” diyebiliyor askerlerden biri alay ederek. Boşuna öldük-ölüyoruz öfkesi diyaloglarda ve kahırlanmalarda epeyce yineleniyor. Kurşundan sakınanlar, duralayanlar, emre itaatsizlik edenler, kaçanlar, ölmekten korkanlar, düşmanla hasbıhale kalkışanlar derhal kurşuna diziliyorlar. Önde Almanlar arkada Jandarma siperdekilere ölümcül bir tazyik yapıyor. Tardi, disiplinsizliğin ölümle cezalandırıldığını anlatırken infaz mangalarının cepheye yeni gelen acemilerden kurulmasına özellikle işaret ediyor. Askerler, öldürmeye soydaşlarıyla başlıyorlar, “kaçarsan” başına ne geleceğini, kurşuna dizileceğini daha ilk günlerden öğreniyorlar. Rahatsız edici, insanı hemen çarpan hikâyelere iki örnek: İlkinde, Almanlar, Belçikalı kadın ve çocukları önlerine katarak yürürken Fransızlar, Fransız olmayan herkese, ayırt etmeksizin ateş etmekten çekinmiyorlar; İkincisinde seferberlik ilan edildiğinde söylenen marşlara eşlik etmeyen yaşlı bir adam linç ediliyor. Tatsız, yürek burkan yaşanmışlıklar bunlar. Savaşta olur öyle şeyler deyip geçemiyorsunuz: Fransızca bilmeyen bir Korsikalı emirlere uymadığı (hayır, söyleneni anlamadığı) için kurşuna diziliyor, bir Yahudi kolaylıkla ön saflara, ölüme gönderilebiliyor.
Lisans derslerinde yaptığım, severek ve defaatle yinelediğim bir oyun var. Barthes’ın da yorumladığı bir fotoğrafta, Cezayirli bir asker Fransız bayrağına karşı selam durur. Öğrencilerden bunu yorumlamasını isterim: Sömürgecilik, emperyalizm, doğu-batı vs kavramlar üzerinden bir tartışma açılır. Soruyu değiştirir, “peki ya bu bayrak Türk bayrağı olsaydı ne derdiniz?” diye tekrar sorar, kenara çekilirim. Tartışmaya şaşmaz biçimde “gurur duyarım” diyen bir boyut eklenir. Bunu şu yüzden anlattım, meseleler bizim hayatımıza yakınlaştıkça sağduyumuzu daha kolay kaybedebiliyoruz. Tardi’nin çalışması savaş karşıtı içeriğiyle ayrıksı ve rahatsız edici bir anlatı. Uzak bir geçmiş, farklı bir etnisite ve başka bir bağlam deyip geçebilir miyiz anlattıklarına? Savaşın yıkıcılığı, o savaşın acıları dinmeden, yas süreci bitmeden pek tartışılamıyor. Tardi, böyle bir hikâyeyi yıllar sonra, seksenli yılların sonunda çizebildi. Çoğunluk değerleriyle yüzleşebilmek sahiden kolay değildir. Kendimizi düşünelim, 1914-1918 ile ilgili biz bugün her şeyi tartışabiliyor muyuz?. Tehcir tartışmalarını bir kenara koyalım, büyük bir siper savaşı olan Çanakkale’yi hamasete bulaşmadan anlatabilir miyiz? Benim ilk gençliğimde “Çanakkale Zaferi” bugünkü kadar önemli değildi. Nasıl oldu da bu denli popüler oldu? Kurtuluş Savaşı neredeyse bu siper savaşıyla başlatılıyor artık. Azımsamak adına yazmıyorum bunu. Tardi’nin savaş karşıtı hikâyesinin bir benzerini, örneğin Çanakkale savaşı hikâyeleri içinde kurgulayabilmek ne kadar mümkün?
Son söz: Siperlerdeydik, Türkçedeki savaş karşıtı literatürün sınırlı örneklerinden biri, bu yüzden ayrıca değerli.
Radikal Kitap, 25.2.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder