Cuma, Mayıs 23, 2025

Uğur Böcü

Yedi sekiz yaşındaydım, uğur böceği beslemeye karar verdim. Çocuksu bir saçmalık ve eziyet elbette... İşte, yakaladım bir tane, ev olarak seçtiğim şeffaf plastikten bir kutucuğa attım. Şunun da farkındayım, bu böceğin karnı acıkacak ve ben ne yer bilmiyorum. Küçük bir yaprak parçası attım, tık yok.  E hiç ilgilenmeyince, ne  olacağını da merak ederek kutunun içine bir kara sinek attım. Bizim  "uç uç" "terlik merlik" dediğimiz sevimli pırpır, çıtır çıtır sineği yemesin mi? Dehşetle izlemiştim.

Yıllar içinde karşılaştığım ziraatçiler ve ilgili kişilere bu hikayeyi ne zaman anlatsam, onlardan uğur böceklerinin böyle bir "yeme" halinin olmadığını duydum. Öyle oldu ki, onlara inandırmaya çalışırken buldum kendimi. Uğur böcekleri, bitkilere zarar veren yaprak bitlerini yiyerek yaşarmış ve sırf bu nedenle organik tarımda doğal böcek ilacı gibi kullanılıyorlarmış. 

Bana inanmayarak (atıyorsun-yanlış hatırlıyorsun tadında) açıklama yapanlara göre, bizim böcekler, kara sinekleri tehdit olarak görerek onlardan uzak dururlarmış filan ... Yese yese, ancak küçük beyaz sinekleri yerlermiş... O da üzerlerinde yumuşak doku artığı ya da bitkilerden bulaşmış fanfinifonfon sıvısı olursaymış (ketçap ve mayonezle yiyebilir gibi yani)...

Önce akademik bir nanik yapayım, Foucault, "bilginin tarihi benzerliklerin değil farklılıkların ayıklanmasıdır" diyordu, sinek değil yaprak biti öyle mi, bilgi, doğru olanı seçiyor, benim dehşetli hatıramı dışarıda bırakıyor.

Yahu yedi işte, bir tane de değil, en az üç tane tek kanadı kopuk sineği gümletti. John Berger, "görmek, bilgiden önce gelir" filan diyordu. Ben besledim, ben gördüm, ben şaşırdım. 

[Bunu yazmasam olmaz, bir arkadaşıma anlattığımda "David Lynch hikayesi lan bu" dedi. Of puff yaptım. "Charles Burns versem, olmaz mı?" demedim tabi... Susan Sontag, o zihin açıcı tespitlerinden birinde sıradan olanın içindeki tuhaf olanı keşfedebilmenin gözlemin en karanlık noktası olduğunu söyler. Sanat da estetik de buralardan çıkar diyerek bize gülümser. En azından ben, bana gülümsediğini hayal ediyorum.]

Her canlı için rutin dışına çıkma hali vardır, evet, uğur böcekleri sert kabuklu böcekleri yiyemezlermiş, bunu anladım, diğer yandan benim yarattığım "açlık koşullarında" büyük olasılıkla sineğin yumuşayan kısımlarını yiyip, gerisini de lime lime etmiş olabilirlermiş. Doğalarında olmayan ama benim sunduğun şartlar içinde gerçekleşen bir davranışmış bu... Umwelt diye bir kavram var, her canlının kendine ait çevresel bir dünyası var, cognitive map filan deniyor ya, biraz onu andıran bir algı evreni diyelim. Yani, o böcük, benim kutumda artık başka bir dünyada yaşamaya başlamıştı belki de...

Hayatım boyunca hep şuna inandım, koşullar bizi değiştirir, silahlardan hoşlanmıyorum ama askerde mecbur kaldım, çarşı izni alabilmek için hedefi onikiden vurdum. Normalde vuramazdım, vurdum, gözüm kapalı tüfek söküyor, insanlara neyi nasıl yapacaklarını anlatıyordum. Şu an zerre bi şey hatırlamıyorum, üzerinden otuz yıl geçti, bir daha elime silah almadım. İçinde bulunduğumuz "sistemler" bizim rollerimizi ve becerilerimizi biçimlendirir, genellikle bu durumu fark etmeyiz.

Benim uğur böcü, yemezmiş, ağzına sürmezmiş filan ama aç kalınca yedi işte... Kutuya giren bir başka böceği, kendisine saldıracak sanıp dürtüsel olarak normalin dışına çıkıp bertaraf etti. Gerçi, hatırlayanlar olabilir, Giorgio Agamben mealen yazıyorum, "hayvanların bir açıklık (yoksa belirsizlik miydi) içinde yaşadıklarını" söyler, "bu durum onları hem yönsüz hem de tepkisel (dürtüsel) yapar" diyordu. Yani sadece açlık değil, anlayamadığı şeyin tehdidi de davranışını dönüştürmüş olabilir...

"Uç uç böceğim, annen sana terlik merlik..." Yok Mıstık abi, şiirle ilgim yok, o okuduğun şiir değil...

Perşembe, Mayıs 22, 2025

Pızıtıf bik bik

Yazmıştım, devam ediyorum. Şimdiki zamanın sahiden en ağır baskılarından biri olabilir, konuşmalarımızı, beğenilerimizi, ihtiyaçlarımızı belirleyen “mutlu olma” baskısından söz ediyorum.  Mutluluk, bir ruh hali veya içsel bir deveran falan değil, bir ürün gibi pazarlanıyor biliyorsunuz, eksiklik hissiyle bir deneyimi yaşamaya sevkediliyoruz. Bitimsiz bir “kendini geliştirme” vaadini ise hiç saymıyorum.

Mutsuzsanız eğer “şunu yapmalısınız” ancak o zaman mutlu olabilirsiniz denebiliyor, inanıyoruz, mutluluk bireysel bir karara indirgenebilir bir şey değil ki cümlesi, bu kadar basit bir akıl yürütme akla dahi gelmiyor. Öyle çok tekrar ediyor ki, bir bakıyoruz, hepimiz aynı yolda yürüyoruz, “yahu bu adam külyutmazdı, nasıl düştü aramıza?” diyemiyoruz, şaşırmıyoruz, normal buluyoruz. Mutlaka mutlu olmalıyız.

Sevdiğim bir arkadaşım, matrak olsun diye, şekspiryen bir tonla “sinsiii kapitalizm” diye söze girerdi, bana Türkleri kandıran sinsi Çinli klişesini çağrıştırdığından yaptıkları daha da komik gelirdi. Sinsi ya bu kapitalizm, yoksa biz iyiyiz…Kanar mıyız yoksa biz? Haksız mıyım Mıstık abi?

Byung-Chul Han, modern insanın artık dış baskılarla değil, kendi içindeki başarı ve mutluluk zorunluluğuyla ezildiğini söylüyor. Bu yüzden her birimiz “özne” değil, birer “proje”yiz. Kendimize yatırım yapıyoruz. Sabah erken kalkıyor, spor yapıyoruz, çelik gibi irademizle şekersiz yaşıyoruz, gülümseyerek pozitif bakıyor, haftalık hedeflerimizi birer birer tamamlıyoruz… Ve en sonunda, “iyi hissetme hakkını” kazanmayı hakediyoruz. Ama kazanamıyoruz. Çünkü sistemin ödülü yok. Sadece ötelenmiş vaatleri var.

Bauman, yaşadığımız çağı geçicilik, istikrarsızlık ve zamanın akış hızıyla değerlendirir biliyorsunuz…Mutluluk da kaçınılmaz olarak devamlılık göstermeyen bir “aralıktır”, o yüzden onu kaçırmamak için cebelleşiriz, bu yüzden ticarileştirilir ve bir ödeve dönüştürülür.  Oysa biliyoruz ki, mutsuzluk da mutluluk kadar insani, yaşamsal bir haldir. Hatta daha sahici ve daha öğretici bile olabilir. Hayal kırıklıkları bizi dönüştürebilir, içimize baktırabilir… Mutsuzluk olmasa mutluluğu da tanıyamazdık.

Mutluluk zalimleştirildi, sahiden olan bu… Her şeyin “iyi hissetmek” olduğu bir dünyada, kaçınılmaz olarak hissizlik başlar.

Siyaseten romantik çıkışları sevmiyorum ama  “iyi hissetme” zorunluluğu, insanları yıkımına sebep olacak gibi geliyor bana…  Delirdiğimizi düşünüyorum. Bir yandan aman “negatif” olmayalım, toksik ilişkilerden kaçınalım şu bu… Diğer yandan “verimli olma ve mutlu olma zorunluluğu” öz-yıkımdan başka nereye varabilir ki… 

Kendimizi yönetiyoruz, doğru çalışıyor ve gülümsüyoruz, mutluluğu bozan kişi değiliz.. Çok güzel, aferin bize…

İleride, mutluluktan performans sanatı olarak bahsedilecek, ondan artık eminim. 

Çarşamba, Mayıs 21, 2025

Fayda


  Çizgi: Berat Pekmezci

Tosann

Yakın çevrem biliyor, global popüler kültürün, ortak algının ve hakim zihniyetin ne olduğunu anlayabilmek (en azından izleyebilmek) için yapay zeka programlarını kurcalıyorum. Aralıklarla deneyimlerimi anlatacağım.

Genel olarak pulp evreninde gezindiğim için  ister istemez sansüre daha fazla uğradığımı söyleyebilirim. Sistemin içerik politikalarıyla uyuşmadığı gerekçesiyle kolaylıkla "engelleleniyorsunuz" ve program içeriğinizi üretmiyor. Topluluk kuralları çok değiştiği için 1950 yılında üretilmiş bir korku çizgi romanı kapağının bir versiyonunu yapmanız pek mümkün olmuyor. 

Denemek (ve sınırları ölçmek) için Tosann (Tosun) isimli bir çocuk kahramanı tasarladım. Kızıl saçlı, çilli ve hafif şişman bir çocuk hayal ettim. Kızıl saç ve çilleri, global gerekçelerle seçtiğimi tahmin edersiniz. Diğer yandan çocuk kitabı ya da Disney tarzı bir kodlamaya girmek istemediğimi, çocuksulukla fantastik evrenin sert kahramanlarını birarada ve bir kontrast gibi kullanmaya çalıştığımı belirtmem gerekiyor. 

Ne ki yine engellendim. Çilek yiyen bir aile resminde Vampirella'yı kullanamadım örneğin, Elvira'ya razı oldum. Yapay zekanın kodları bir çocukla erotik olduğu bilinen bir kahramanı (hatta bikinili bir kadını) yanyana getirmemek üzerine kurulmuş... Masum bir tasarım bile olsa üretim birdenbire durabiliyor ve "resmi" yarım bırakabiliyor... 

Salı, Mayıs 20, 2025

Mıtsızlık

Bir süredir “mutlu olma ” histerisine “takılmış” durumdayım, elbette mutluluk güzel bir şey, ama sürekli iyi hissetmek, üretken olmak, olumlu kalmak gibi beklentilerle istiflenince insana eyhh dedirtiyor. Başarılıysam benim sayemde, başarısızsam benim yüzünden mi oluyor yani. Mutsuzsan sen “yanlış yapmışsındır” falan. Kişisel gelişim kitapları, mindfulness uygulamaları, mutluluk reçeteleri…Ya valla öyle değil Mıstık abi!

Çok değil, yirmi yıl önce mutlu olmak bu kadar mesele edilmezdi. Daha eskilerden aklıma çizer bir abimiz geldi, rahmetli de oldu, meğer bu çağın insanıymış, beni her gördüğünde, kolumu sıkarak tutar, gerçekten gözünü gözüme diker ve dublaj ciddiyetiyle “Levent mutlu musun? En önemlisi bu, mutluysan mesele yok” derdi. İlk duyduğumda teatralliği nedeniyle şaşırmış ve doğrusu nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. “İyiyim abi, sevdiğim bir işi yapıyorum” şu bu diye gevelemiştim… Bu sahneyi defaatle yaşadım,  cevabım ancak pozunu çoğaltmaya yarar, mutsuzluk hakkında “kişisel gelişimci” laflar ederdi. Arada mutsuz da olduğum oluyor abi diyemediğime üzülüyorum. Yahu bi de kolumu niye sıkıyorsun?

Geçen doğum günümde arayanlar oldu. Kutlayanlar, ne yapacağımı soranlar…Önce açık açık söyledim: “bir şey yapmayacağım, yalnızım.” Ama sonra fark ettim ki, bu cevap arkadaşlarımı tedirgin ediyor. “Aaa, tüh!” türünden tepkiler geldi hemen. Sanki mutsuz olmam başlı başına bir sorunmuş gibi üzüntüyle mırıldandılar… Anladım ki “mutlu bir kutlama an’ı” uydurmam gerekiyor. Yarı şaka, yarı ciddi, “akşam işte arkadaşlarla iki tek atacağız” dedim. Süpaneke amin, yalan söyledim. Ama işe yaradı, herkes bir rahatladı. “Demek ki neymiş, yalnız değilmişim, hayatım yolundaymış.”

Bitip tükenmek bilmeyen bir mutluluk arayışı içindeyiz. Çok huzurlu, çok keyifli, kendimizi bulduğumuz, nihayet “başardık” dediğimiz anları göstermeye çalışıyoruz . Instoş’a yakışacak bir gülümseme, bir filtreli kahkaha, bir motto, bir tatlı “pozitif” cümle…  Gülümsediğin, başarıya ulaştığın, tatilde olduğun anları paylaşıyorsan “var”sın. Yoksa aa yoksun. E bu baskı insanları mutsuzluklarını saklamaya, dertlerini görünmez kılmaya, her daim pozitif olmaya zorluyor. Hemen çöz, hemen olumlu düşün, hemen “değiştir.” Mutsuzluk bir tür başarısızlık gibi algılanıyor. Mutluluk şimdiki zamanın obsesyonu. Mutlu olamayan, bozulmuş kabul ediliyor. İade edilmesi gereken kusurlu bir ürün!

Ama yahu insan hep mutlu olamaz ki! Günah işlemeden sevabı anlayamaz. Hayat düz akmaz. Muğlaklıklarla gelişir. İyiyle kötü arasında, kederle neşe arasında salınır durur. Melankoli, duraksama, keder ya da boşluk hissi, “iyileştirilmesi gereken kusurlar” gibi algılanamaz. Bunlar da insani deneyimin doğal parçalarıdır.

Devam edeceğim.

Pazartesi, Mayıs 19, 2025

Kediler

Yaşadığım binanın arka cephesinde yağmur sularının tahliye edilebilmesi için bahçe boyunca yeraltından giden bir boru döşenmiş. Borunun bir ucu binanın ön tarafına kaldırıma çıkıyor. Aşağı yukarı otuz metre yerin altından giden bir borudan söz ediyorum. Bunu niye anlattım, apartmanın kedi kolonisi borunun bir ucundan girip diğerinden çıkmayı bütün gün boyunca sürdürüyor.

Kediler biliyorsunuz, dışarıdan seyretmesi hoş bir biçimde avcı pozlarına girerler. Boruya girerken çıkarken onların gizlenme tripleri yapıyorlar, ona bayılıyorum. O borunun içinde gelip giderken kendilerini güvende hissediyorlar, bu çok anlaşılıyor. İçerisi sıcak da olabilir, termal bir konforu sevdiklerini biliyoruz.

Arada çevreden insanlarla konuştuğum oldu, birisi, kedilerin bu borunun kullanımı ile ilgili bir güç hiyerarşisi oluşturduklarını söyledi. Mutlaka yaparlarmış filan. Normalde kendilerine ait alanlar olmasını isterlermiş ama bu boruların kolektif kullanılması için birbirlerine tolerans gösterirlermiş... Ama buna içlerindeki en güçlü olanı karar verirmiş şu bu... Kim önce kim sonra girer gözlemek iyi olabilirmiş... 

Böyle şeyler benim pek aklıma gelmiyor, ben sadece onların rutin seviciliğine odaklanıyorum galiba... Kediler, değişiklik sevmiyorlar ve hoşlandıkları hareketleri tekrar edip duruyorlar. 

Bunu yapmak onların anksiyetesini azaltıyormuş, bir arkadaşım öyle söyledi. Hepimizin mutlulukla kafayı bozduğu bir çağda kedilerin anksiyetesi olmaz mı yahu...

Pazar, Mayıs 18, 2025

Döner durur v2

Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz.

Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz. Acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz: Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.

[Judith Butler, bu ortak acı hissini “başkasının kırılganlığını kendi varlığımıza dahil etme” biçiminde tanımlıyor. Acıya tanıklık etmek yalnızca bakmak değil, ahlaki bir sorumluluğu üstlenmek demektir diyor.]

Üstleniriz ve hissederiz ama acı ve keder kesilmedikçe, zülüm bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız. İnsanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.

[Toplumlar, zamanla öğreniriz ki “günah keçisi mekanizması” ile yaşarlar. Toplumda gerilim büyüdükçe, bu gerilimi soğuracak bir hedef aranır ve bulunur: bir kişi, bir grup ya da figürün yok edilmesiyle geçici bir düzen sağlanır. Bu, linçin antropolojik esasını oluşturan bir mekanizmadır.]

Eğer inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah’ın da gördüğünü, er ya da geç bu haksızlığı gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz. 

[Oysa Allah “sessizdir.” Simone Weil, Tanrı müdahale etmez çünkü “insanın özgürlüğünü kutsar” derken tam da buna işaret eder. Çünkü Allah’ın sessizliği insanı harekete geçmeye zorlayan ahlaki bir boşluk üretir.]

Tabii ki bu bir temennidir; gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.

[Martha Nussbaum’a göre intikam, geçmişte yaşanmış bir acının gelecekte telafi edilme hayalidir. Ancak bu telafi, çoğu zaman yeni bir haksızlık üretir. Hukuk öfkeye teslim olduğunda, adalet duygusunun yerini kana susamışlık alır.]

Suç bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.

[Robert Cover, hukuk yalnızca kurallar bütünü değildir, şiddet uygulama biçimi derken bunu vurgular. Yani birine ceza verildiğinde sadece kural işletilmez; o kişi gerçek anlamda canı yanan biri haline gelir.]

Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.

[Girard’a göre linç, adaletin değil, kolektif şiddetin törenselleşmiş hâlidir. Linç edilenin suçlu olup olmaması önemli değildir; önemli olan onun şiddeti taşıyacak figür haline gelmesidir.]

Peki ya kanunlar?

Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine…

[Derrida, hukukun “mistik bir temele dayandığını” söyler. Kanunlar güçlerini, mantıklı oluşlarından değil, gücün meşrulaştırılmasından alırlar. Bu yüzden kanunlar, bizim duygularımızla çeliştiğinde bize “yabancı” gelir.]

Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allah’ı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır; hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.

[Sara Ahmed, öfkenin kolektif meşruiyet üretme gücünü vurgularken grup olarak aynı öfkeye sahipseniz, o öfkeyi “doğal” ve “haklı” saymaya başlarsınız der. Linç, tam da bu duygusal yapışkanlıkla meşrulaşır.]

Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur. Döner, durur…

Cumartesi, Mayıs 17, 2025

Vipi





 Yapay zeka programlarında yaptığım bir karakter tasarımı, Vipi isimli "vampirim"

Cuma, Mayıs 16, 2025

Mıstık Abinin Muhasebe Defteri


Psikodinamik ve bağlanma kuramları, bireyin çocuklukta yaşadığı deneyimlerin kişilik yapılanmasında temel belirleyiciler olduğunu savunur. Özellikle John Bowlby’nin geliştirdiği bağlanma kuramına göre, erken dönem bakım ilişkileri —özellikle de anne-çocuk etkileşimi— insanların ileriki yaşantısındaki duygusal ve ilişkisel örüntüleri belirler.

Benim terapist arkadaşlarımdan duyduğum şahane bir deyiş var, “anasının doyuramadığını biz nasıl doyuralım” diyorlar. İlk duyduğumda tam anlamamıştım, mecazen ana sütünden mahrum kalmış biri, yani çocukken şefkati ve temel güven duygusunu alamamış birey, siz ne yaparsanız yapın, eksik kalan o boşluğu dolduramaz. O boşluk mıh gibi kalıcıdır. Çocukluk mühimdir. Mutsuz çocuklar, çoğu zaman mutsuz yetişkinlere dönüşür.

Mıstık abim, insanları kendince ikiye ayırır, borçlu mu alacaklı mı derdi… “Sen önce bana onu söyle”

Alacaklı gibi yaşayanlar, erken dönemde yeterli şefkat, ilgi ve koşulsuz kabul görememiş olanlardır. Winnicott,  çocuğun ihtiyaçlarının uygun şekilde karşılanamaması, bireyin “gerçek benliğinin” gelişimini engeller diyordu. Böyle bireyler, yetişkinlikte yaşadıkları ilişkilerinde sürekli onaylanma, takdir edilme ve farkedilme ihtiyacı duyarlardı. Hep “eksik bırakılmış” gibi hissettiklerinden; kendilerini duygusal olarak sürekli alacaklı bir konumda görüyorlardı. Ne ki doyurulamayan geçmişin açığı kapanmıyor, genellikle kırgınlık ve hayal kırıklığıyla sonuçlanıyordu.

Diğer uçtaki “borçlular” ise, varoluşlarını meşrulaştırma ihtiyacıyla hareket ediyorlardı. Kendini hayata, ailesine ya da geçmişine karşı sürekli bir telafi yükümlülüğü içinde hissediyorlardı. Bu kişilik yapılanması, Kohut’un “kendilik objesi” eksikliğiyle tanımladığı narsisistik kırılmalarla yakından ilişkiliydi. Böyleleri, içsel bütünlüğü koruyabilmek ve sağlam kalabilmek için çevrelerine sürekli hizmet ediyor, aşırı uyum gösteriyorlardı filan. Bu vericilik, kaybetme korkusundan kaynaklanıyordu.

Her iki durum da —alacaklılık ve borçluluk— ilişkisel dengenin bozulması demekti. Jessica Benjamin’in “tanınma” kuramına göre, sağlıklı bir ilişkide öznellikler karşılıklı olarak kabul görmeliydi. Ancak alacaklı ya da borçlu pozisyondaki bireyler, bu tanımayı engelleyen bir tekrar döngüsüne saplanıyorlardı. Alacaklı birey başkalarının onu anlamasını beklerken, borçlu birey kendini bastırarak başkasının varlığını yüceltirdi Her iki durumda da karşılıklılık zedelenirdi.

Yaşadığımız şimdiki zaman, mutlu olamazsam endişesiyle istiflendiği için insanlar sürekli olarak “ben kimim?” sorusunu duyuyor ve kendilerine soruyorlar. Borçlu muyum? Alacaklı mı? İnsanın kendi ilişki dinamiklerini fark etmesi bekleniyor, geçmişin eksiklerini bugüne taşımak yerine bu eksikleri tanıyıp anlamlandırmamız isteniyor, iyileşmek istiyoruz.  Yeni bir öznel deneyim inşa etmemiz falan filan…

Bu kadar yükle pek olmuyor tabii, ruhumuzu geren ve gevşeten bir sürü şey arasında salınıp duruyoruz, kolay olsaydı bu kadar çok antidepresan olmazdı ya da o ilaçlar bize yeterdi… Eve selam Mıstık abi…

Perşembe, Mayıs 15, 2025

Muhabbetle kandırmak

Eve yakın bir yerde her ayın ilk pazar günü bir sahaf ve antika pazarı kuruluyor, aralıklarla da olsa gidip dolaşıyor, denk düşerse bir şeyler alıyorum. Geçtiğimiz aylarda komik bir şey oldu...

Daha önce görmediğim bir satıcıda çeşitli çizerlerin orijinal çizimleriyle karşılaştım. El hak, uygun bir fiyat söyledi ve dedi ki, "normalde kimseye bu fiyatı söylemem, size niye söyledim bilmiyorum" filan...E bunlar, ticarette sarfedilen klişe laflardandır... Haliyle üstünde durmadım, teşekkür ettim ve istediği parayı verdim.  

Adam, parayı aldı ama eli de havada kaldı, parayı alacak, orijinalleri verecek, bir duraladı, anlamıyorum da... Gözümün içine bakarak "en iyi parçamı verdim"  "doğru kişiye mi sattım" diye sordu. Kendimi tanıtmak zorunda kaldım, "içiniz rahat olsun, bu işleri seven ve ilgilenen biriyim" dedim. İsmen tanıyormuş filan...  Aradaki tereddüdünü saymazsak, alışverişimiz iki dakika bile sürmedi aslına bakarsanız... Bu kadar kısacık yani.

Ertesi ay, pazara gittiğimde, aynı satıcıyı gördüm, selamlaştık, "yok mu yeni bir şey" diye sordum. Öyle işleri Ankara'ya getirmeyeceğini, "benim muhabbetle kendisini kandırdığımı, ucuza kapattığımı, internette daha yüksek fiyatlara satacağını" söyledi. Aa demişim, "peki" dedim, gittim...
 
İnsanlarla bu sertlikte konuşamıyorum, beyfendinin bana yaptığını ben herhangi bir insana yapamam, kendim gerilirim, anlamsız bir husumeti yüklenmiş olurum, kaçınırım demek istiyorum. Galiba diyorum, orijinalleri ilgili biri alınca ucuza sattığını düşündü, içine oturdu, kendine kızdı... 

Bilişsel çelişki (cognitive dissonance) diyorlar buna, hem satarak memnun olmak istiyor hem de kendini kandırılmış hissediyor... Pişmanlığını bana öfke olarak sunuyor.... Orijinallere duygusal bir bağ da kurmuş olabilir. 

İnsan ilişkileri zordur ama tek derdi, tek işi, tek meselesi olan insanlar her zaman daha zordur. Tek meselesi olan insanlar, o meseleye tutunarak varolurlar. Onu kaybedince sadece o şeyi değil, kendilerini kaybetmiş gibi yoksunluk hissederler.

Salı, Mayıs 13, 2025

Çeşitli mahvoluşlar

Çeşitli mahvoluşlar yaşanmadı değil... Değerli dostum Poe'yu saymazsam, birlikte poz verdiğim arkadaşlar, yz ile yaptığım karakter tasarımlarım... Doğum günüm vesilesiyle paylaşıyorum.

Pazartesi, Mayıs 12, 2025

Eksiklik

Eskiden “az gelişmiş” denirdi, sonra “geç modernleşen” demeye başladılar filan. Belki “geç ulus-devletleşen” de denebilir. İşte öyle ülkelerde —ve doğal olarak bizde de— eğitim meselesi, temelinde bir eksiklik duygusuyla şekillenir. O millet, o devlet mutlak ve kaçınılmaz “geride kalmıştır”; gelişememiştir; yetişmesi gereken bir yer, birileri, bir standart vardır. Partha Chatterjee, bu tahayyülü, kolonyal modernliğin mirası sayıyor: Batı’nın çizdiği rotaya uymayan her yer “geri” sayılır, diyor.

Bizdeki millî eğitim haliyle bu anlayışla kurulmuştur. Eğitimin (bir varoluş sorunu olarak) amacı, yalnızca bireyi geliştirmek ya da meslek kazandırmak değildir. Eğitim, bir açığı kapatmak üzere kendini vareder. Her birimiz memleketin eksikliğini gidermek için eğitim alırız; bu yüzden mezuniyet bir son değil, bir göreve çağrıdır. Bitirdiğiniz okul ne olursa olsun, sizden birer öğretmen, birer dönüştürücü, birer toplum mühendisi olmanız beklenir. Gramsci’nin “organik aydın” dediği figür bizim gibi rejimlerde devlet eliyle tesis edilir.

Yeni bir şey söylediğimi iddia etmiyorum, duyduğunuz-bildiğiniz, aşina olduğunuz şeyler yazdıklarım… Ama mesele de tam bu aşinalıkta başlıyor. Çünkü dünyaya —ve özellikle yaşadığımız toprağa— eksiklik hükmüyle bakmaya alışıyoruz. Hep bir “yetişme”, hep bir “tamamlama” telaşı içindeyiz… Bu da bizi fark etmeden kibirli kılıyor, önemliyiz, görevliyiz, farkındayız, dönüştürüyoruz. Etrafımıza bakıyoruz ve herkesi ya cahil, ya da cahil bırakılmış sayıyoruz. Toplumun her hâli bir problem, her birey kusurlu gibi geliyor bize. Bourdieu’nün dediği gibi, bu sistem hem eşitsizliği üretir hem de  onu görünmezleştirir.

Bu eksiklik duygusuyla büyürüz. Mezun oluruz, çalışırız, evleniriz, çocuk sahibi oluruz… ama hep o kırılgan eksiklik hissiyle yaşarız. Hem öfke taşırız, hem aşırı iştahlı oluruz, hem de kolay inciniriz. Nurdan Gürbilek, mealen yazıyorum, eksiklik bizde sadece bir durum değil, bir ruh hâlidir diyordu.

Öyle ki çocuklarımıza, torunlarımıza devrederiz bu yükü. Ne söylesek yetmez gibi gelir. İçten içe, hepimiz, az ya da çok, birbirimizin cahil, yetersiz, hatta düpedüz salak olduğuna inanırız. Kırıcı olmamızın, hor görmemizin, her şeyi düzeltme telaşımızın altında bu eksiklik duygusu yatıyor olabilir.

Bauman diyordu: modernlik, sürekli bir düzen kurma, tanım koyma ve dışlama gayretidir. Belki de bu yüzden, kendimize benzemeyeni düzeltmek ister, eğitimi bile bir düzeltme çabası olarak yaşarız. Yaşadığımız ve yaşattığımız kavgaların kökeninde bu eksiklik güdüsünün büyük bir payı olduğuna inanıyorum. 

Pazar, Mayıs 11, 2025

Asılacak Adam

Asılacak Adam, Yılmaz Güney'in yazdığı (ve muhtemelen yönettiği) bir fotoroman. Güney,  kaç tane fotoromanda oynadı bilmiyorum, mutlaka ilgilisi vardır, yorum yazarsa biz de öğreniriz. Bir dönemin çok satar yayınları oldukları için yerli fotoromanları denk düştükçe okuyorum. Güney bile oynamış demek gerekiyor aslında, o ölçüde ilgi görüyor, az buz değil, bir çeyrek asır popüler kalıyorlar... Özel televizyonların ortaya çıkmasıyla unutulup giden yayın türlerinden oluyorlar.

Asılacak Adam, Güney oynadığı için özel bir okuru olmuş olabilir, Adana ve Kürt coğrafyasında ayrı bir ilgi gördüğü tahmin edilebilir. Fotoromanlarla ilgili akademik bir çalışma yapılsa, en azından çıkan yayınları birileri derlese, Asılacak Adam'ın ayrıksı bir örnek olduğunu teslim edecektir. Benzerlerine göre edebi bir dile sahip, sadece göstermek değil "okutmak" isteyen, hatta bazen "gevezeleşmiş" bir metin yazılmış. 

O yılların deyişiyle, kör bir kadınla idam mahkumu trende karşılaşıyorlar ve birbirlerine aşık oluyorlar. Mahkum idam oluyor, kız geçirdiği ameliyatta ölüyor vs, onların yerine arkadaşları, onlarmış gibi "birbirlerine" kavuşuyorlar filan... Klişenin dibi derler ya o ölçüde bayık bir romantizmi var ama okutuyor, fotoromanların vasatlığının üstüne kolayca çıkıyor. Abartılı bir sembolizmi var; tren, hayatın akışını (kaderi) geri dönülemezliği vurgulayan bir yolculuk hissi üretir. Körlük, hakikati bilme-hissetme anlamında bir içgörüdür, idam ise nihai bir son'dur. İki karakterin kısa ama masum aşkı, ölümlerin kaçınılmazlığıyla birleşerek okura yüksek gerilim ve haz veriyor. Aşk, geçici bir süreliğine bir kurtuluş aracı ya da varoluşun anlamı haline geliyor demek istiyorum. E, o fasıl ilginç.

Cumartesi, Mayıs 10, 2025

Yürümek ve depresyon

Yürümekle ilgili yazmıştım. Ben seviyorum demiştim, altı yıldır her gün bunu yapıyorum filan ama yürüyüşün depresyonla ilişkisinin basitleştirildiğini, kesin çözüm gibi gösterildiğini de eklemiştim. Yürüyüş yapmak, hafif ve orta şiddette depresyon için olumlu etkiler gösterebilir. Endorfin ve serotonin salınımını artırıyor biliyorsunuz. Ruminasyon denen sürekli aynı düşünceler etrafında dönme halini azaltabiliyor. Rutini değiştirmek, kendilik deneyimini yeniden kurmak ve yürüyüş yapmak tabii ki iyi şeylerdir ama hiçbirisi depresyonun altında yatan nedenleri çözmez- buna yetmez.

Diğer yandan, yazıyı bu yüzden yazıyorum, depresyon meselesinin kolektif bir ruh hali (affect) olarak her birimizi baskıladığını düşünüyorum. Hepimizden bir mutluluk performansı bekleniyor. Hemen her yerde, “pozitif düşün”, “yeter ki iste” “çalışırsan başarırsın” gibi söylemlere maruz kalıyoruz. Bu beklentiye uymayan, mutsuz olan, kırgın ya da depresif biri “uyumsuz” ya da “problemli” olarak görülüyor. Heteronormatif aile yapısına, çalışma hayatına, başarı tanımlarına uymayan biri,  dışlanıyor ya da görmezden geliniyor. Bu da zamanla duygusal olarak yalıtılmışlık yaratıyor. Tek tek her birimizi etkileyen bir “görünmez el” bütün toplumu değiştiriyor. Depresyon, bireysel değil aynı zamanda toplumsal olarak üretilmiş bir “yük” demek istiyorum.

Yıllar önce Amerika’da doktorasını yapan sevdiğim bir “küçük kardeşim” ülkedeki pozitif olma, güleryüzlü görünme baskısından usandığını, bütün alışverişlerini bunlarla hiç ilgilenmeyen Sırp bir marketçiden yaptığını anlatmıştı. Gülmüştük.

Hüzün ve mutsuzluk bir direnme ve itiraz biçimi olabilir. Yani “mutluluk vaadine” inanmamak, onunla uzlaşmamak,  dışarıdan “mutsuzluk” gibi gözükebilir. Tersten düşünürsek, bu bazen kişinin kendine sadık kalmasının bir yolu dahi sayılabilir. Yürümemek bu bağlamda bir tercih bile olabilir. “Depresyonu azaltıyor diyorlar, hayır yürümüyorum.”

Sara Ahmed, mealen yazıyorum, “eğer mutluluk, belirli bir hayat tarzının karşılığında (bize) vaat edilen bir şeyse, mutsuzluk da o vaadi reddetmenin bir yolu olabilir” diyormuş, hemfikirim, depresyondaki kişi, sadece yardıma ihtiyaç duyan biri değil; bazen sistemin yalanlarını daha derinden hisseden, o yüzden kırılan, haklı bir şekilde mutsuz olan biri olabilir.

Yani Romalılar, mesele yürüyüş değil, hakikatin ağırlığıyla "itişme" hadisesidir…

Cuma, Mayıs 09, 2025

Yaz benden soğudu

Önemli bir şey değil aslında, görme-gösterme kültürünün içinde “Yaz arıyor” diye bir sosyal medya kampanyası başlamış. Görebildiğim kadarıyla vücuduna güvenen genç kadınlar da gecen yazdan kalan fotoğraflarını paylaşmaya başlamışlar. İçimden geldi, yazla ilişkilendirilen “ışıltılı”, “fit vücutlu”, “mutlu” yaz imgelerine karşılık, ironik ve grotesk bir oto-karikatürümü paylaştım. Klişe yaz bedenleri yerine, yaş almış, gövdesini filtrelemeyen bir bedenin, üstelik neredeyse linol baskı gibi kazınmış, karikatürize edilmiş halini sundum. Malum karikatür böyle bir şey, abartıyor ve kanırtıyorsunuz.

Aynaya bakan, selfie çeken ben, bana bakan izleyiciye “Bu muydu beklediğin yaz estetiği?” diye kıkırdamak istedim. Yaz estetiğine yönelik bir taşlama,  kendilik sunumlarına karşı sarkastik bir gönderme, gövde politikalarıyla (yaş, erkeklik, beden temsili) ilgili bir oyunbazlık da diyebilirdim. Pastiş tabii…Hem komik hem rahatsız edici… Ve bir kere daha yineliyorum, karikatür böyle bir şey…

Yaz arıyor…” ama aradığı ben değilim. Yaz arıyor ama benimle konuşmadı. “Yaz arıyor…” geçen yıl da aramıştı. “Yaz arıyor…” meşgule attım, aradığı ben değilim… 

Perşembe, Mayıs 08, 2025

Yürümek


Altı yıl önce bir televizyon dizisi yazıyordum, iş giderek ağırlaşıyordu, bitsin istiyordum... Moral olarak irtifa kaybettiğimde vücudum tepki veriyor, artık biliyorum. Doktora gittim, kan tahlilleri şu bu... bir sürü "şeyim" yerle yeksan olmuş, işte D vitamini, B vitaminini pıyy yüklemem gerekiyormuş, pilim biteyazmış... 

Hallettim filan ama... O gün karar verdim ve günde en az beş kilometre yürümeye başladım, bugüne değin de bunu hiç sektirmedim, her ne olursa olsun yaptım bunu. Hayatımın en doğru kararlarından biri oldu. Sağlıktan söz etmiyorum, yürürken düşünmek, zihni boşaltmak, günü değerlendirmek, hayaller kurmak, sevdiğin birisiyle sohbet etmek...hoşuma gitti. Yürüyüşlerim günümün en tatlı saatleri oldu, ruhuma iyi geldi. Ağaçlara bakmak, insanların koşturmacasını seyretmek, araba kullanmadığıma şükretmek, bulutları izlemek, tuhaf şarkılar dinlemek ve yalnız kalmak...

Çok az insan gördüğüm bir  hayat sürdürüyorum, insan azaltmayı ben istedim. Mümkün olsa en azından bir dönem tam anlamıyla kaybolmayı dahi hayal ediyorum. Yaptığım işler nedeniyle yapamayacağım aşikar, ama o kaybolmak bir hayal bile olsa hoşuma gidiyor. Kaybolursam bir şeyleri geride bırakabilirim gibi geliyor. Sanki. Evet, sanki kere sanki. Hoyratlığı, kargaşayı, rekabeti, insan sevmezliği, usandıran falanları filanları... Saçmalık elbette, bir arkadaşımın dediği gibi "nereye gitsek götümüz bizimle geliyor, onu geride filan bırakamıyoruz". Diyeceğim o ki, o kadar anlattım, şunu da eklemem gerekiyor, yürürken "kaçıyormuş gibi olmanın" huzuru (komik gururu) da eşlik ediyor bana...

En iyisi yürüyelim Romalılar...



Salı, Mayıs 06, 2025

Bayan Karaltı

Bir süredir yapay zeka uygulamaları inceliyorum, küçük üretimler yapıyorum, paylaşımlarımın bir kısmını blogta kullanıyorum, seyretmiş olabilirsiniz... Video işlerine girişmiştim ama karakter tasarımının işleyişiyle pek ilgilenmemiştim.

Pulp evreninden bir şeyler yapmak istedim, Bayan Karaltı diye bir karakter tasarladım. Biraz Vampirella'yı andıran femme fatale görünümlü biri olsun istedim. Yanına da kendimi koydum. Şöyle anlatayım, yapay zeka uygulamaları tasarım yapmakla birlikte, karakter devamlılığını henüz kuramıyor diyelim... 

Gerek "ben" gerekse "Bayan Karaltı" dediğim karakterlerimi ardışık biçimde "üretebilmek" sahiden kolay olmadı. Telif haklarıyla ilgili çok sorun olduğu için aralıklarla kilitleniyor da...Benimle ilgili yorumu da haliyle "kel adam" klişesinden gidiyor, fotoğraf referansları filan, kolay değiştiremiyor... Bir noktadan sonra "tarz" olarak devamlılığı önemsemek durumunda kaldım. 

Neyse, Bayan Karaltı tasarımıyla pulp evreninde epey gezindim...Arada paylaşırım.

"Hayatta ne var ve ne yoksa..." Derin Hakikatler'in sloganıydı, onu da kattım işin içine... 




Pazartesi, Mayıs 05, 2025

Turistik Persona

Daha önce “fake” ve anonim” hesaplarla ilgili yazmıştım, kullanıcıların kimileriyle (elbette izin veren ve kabul edenlerle) internet üzerinden sohbet ettiğimi belirtmiştim. İlginç olduğu için birinden söz edeceğim. Midjourney gibi programlarla görsel üretildiği çok belli olan bir kullanıcı ile yazıştım. Yapay zeka benzeri bir program kullanmadığını, makyaja ve giyime çok para harcadığını söyledi. Tabii ki doğru söylemiyordu.

Hemen bir parantez açayım, konuştuğum insan gerçek mi değil mi kısmıyla ilgilenmiyorum, insanlar, çeşitli nedenlerle istedikleri gibi davranabilir, başkalarına “zarar” vermedikçe istediklerini yapabilirler. Zaten de yapıyorlar. Sosyal medya hepimize bu imkanı tanıyor, üstelik bütünüyle şeffaf görünen biri de sırf “gerçek” diye daha doğru-daha dürüst daha ilginç filan da olmuyor. Kim olursa olsun, konuşursun, takip edersin, istediğin zaman vazgeçersin-bırakırsın-gerekiyorsa engellersin geçer gider.

Benim ilgimi çekense şu, yukarıda sözünü ettiğim hesap, ilk gördüğümde Uzak Doğu’daydı sonra Ankara, sonra Amerika, daha sonra Göreme’deydi. Anlattığına göre geziyordu, tabii ki gezdiği ettiği yoktu. Oturduğu yerden fotoğraf üretiyor, kendisini oralara gitmiş gibi gösteriyordu. “Yer belirtmek” ve kendisini “oradaymış gibi göstermek” sosyal medyanın görsel performans kültürü içinde çok önemli bir yer tutuyor artık. Özellikle Instagram gibi platformlarda kullanıcıların kimliklerini sahneleme biçimi hâline gelmiş durumda.

Çünkü “yer göstermek” “şu ülkedeydim”, “şu mekandaydım” demek bir konum değil, bir anlam ve itibar üretmek anlamına geliyor. Konum etiketlemek, insanların kim olmak istediğini ima ediyor demek istiyorum.  Baudrillard buna simülakr diyordu, gerçekliğin yerini almış bir temsilden söz ediyordu. Orada olmadan, orayla ilgili pozlar paylaşmak, konum uydurmak, etiketlemek “oradaymış gibi görünerek oranın anlamını bir kostüm gibi giymek” oluyor. Buna dijital turzim ve kimlik transferi deniyor…

Popüler yerlerde olmak sosyal statü kazandırıyor, bunu yapanlar kendilerine yönelik bir tür arzu yarattıklarına inanıyorlar. Yapay zeka artık insanlara hiç bulunmadıkları yerlerde “olmuş gibi” gösteren sahneler yaratabiliyor. Bu da ister istemez gerçeklikten kopuşun yeni bir biçimini üretiyor. Birinin Kapadokya’da olması, New York sokaklarında poz vermesi ya da Bali’de bir salıncakta sallanması, sadece coğrafi bir bilgi değil; insanın kim olduğu, nasıl yaşadığı ve hatta neyi hak ettiği hakkında bir gösteriye dönüşüyor.

Ne diyeceğiz buna bilmiyorum, bir arkadaşım “Geotag ile itibar yönetimi” dedi. Olabilir, turistik bir persona yaratıyorlar kendilerine. Bu persona, hem mekâna hem de estetiğe hükmediyor. Sahte de olsa, belli bir mekânda bulunuyor olmanın kültürel sermayesini kullanıyorlar. Önemli olan gerçekten orada olmak değil zaten, oradaymış gibi gözükebilmek. Sosyal medya, “yaşanmışlık” hissini imaj üzerinden devralmış durumda. Anı yaşamak değil, gösterilebilir bir estetikle temsil etmek çok daha değerli.

İş yapay bir üretime dönüştüğü için istiflenen temsilde, yerin özgünlüğüyle bedenin kusursuzluğu birleştiriliyor. Çünkü yapay zeka ile (en azından benim gördüğüm hesapta)  turistik “yeri”, güzelliği teyit eden bir fona dönüştürmüş durumda. Kadın bedeninin belirli estetik kodlara göre üretildiği, cildin kusursuzlaştırıldığı, pozların öğrenilmiş bir zarafetle istiflendiği görseller, yalnızca güzelliği değil, kıskanılası bir hayatın coğrafyasını da işaretliyor. Kapadokya’da bir kadın kırmızı elbiseyle balonlara karşı poz veriyorsa, bu yalnızca bir seyahat değil; bir sahneleme, bir arzu imgesi, bir dijital üstünlük demek oluyor. Sadece mekan değil beden de sahte oluyor… Sahteliğin anlaşılmadığına inanılıyor. Eğer bir görsele yeterince kişi "inanırsa," yani fav’larsa mesele çözülmüş oluyor.

Pazar, Mayıs 04, 2025

The medium is the echo

Sosyal medya tartışmalarında “yankı odası” (echo chamber) ve “yankıyı yaymak” gibi kavram ve ifadeler kullanılıyordu, doğrusu önce ne denmek istediğini anlamadım. Sonra bağlama dahil oldukça, “düşüncenin kendisi yerine onun etkisini, gürültüsünü yaymak” manasında bir kavramsallaştırma yapıldığını fark ettim. İnsanlar, “söylemekten çok, söylediklerinin yarattığı etkiyle ilgileniyorlar” gibi bir şeyi kastediyorlardı. Aziz Nesin’in “biz söylemeyiz, söyleniriz” derken buna benzer bir şey mi anlatıyordu acaba?

Siyasal iletişim çalışmalarında sıkça anlatılır: “[rejim adına] bir düşünceyi alırsın, slogan hâline getirirsin, her yerde tekrar edersin — bu artık düşünce değildir, tekrar ede ede ezbere dönüşür.” Antropologların ritüelleştirme dedikleri tam da böyle bir şey. Ezber denilen bir şey bir tür “yankı” sayılabilir elbette. Yankı, ses değil çıkan sesin tekrar etmesidir. Yani düşünce, tekrar ede ede bağlamdan-içerikten ve eylemden koparsa yankıya dönüşür.

Sosyal medya düşünmeden tekrarlamakla özdeşleştiriliyor, bu yüzden yankıya benzetiliyor. Haklı olmak değil, duyulmak önemseniyor. Paylaşımlar, görünür olma iştahı ve arzusuyla yapıldığı için fikrin yerini ses vermek-yankı yapmak alıyor. Ses sesi, yankı yankıyı çağırıyor. Bir paylaşımda içerik değil, paylaşılan düşünce değil, o düşüncenin nasıl karşılandığı daha önemli oluyor... “Kim ne dedi?” “Ona nasıl tepki verildi?” vs konuşuluyor.

Düşünce değil, düşünceye verilen tepkiler dolaşımda oluyor demek istiyorum. Bir düşüncenin değeri artık içeriğinde değil, kaç kişi tarafından tekrarlandığıyla ölçülüyor. Viralse ilginçtir, ilginçse doğru olup olmaması o denli önemli değildir. Bu sabırlı, mesafeli ve özgün düşüncenin değil, popüler olanın kazanmasına yol açar.

Marshall McLuhan’ın “The medium is the message” önermesini hatırlayan olacaktır, bugün “iletişim aracı mesajın kendisidir” değil, “iletişim aracı yankının düzenleyicisidir” şeklinde yeniden yorumlanabilir: “The medium is the echo” Medya artık düşünce değil tepkiler üretir, yankılar düzenler. Böylece medya, mesaj olmaktan çıkıp yankının algoritmik kalıbına dönüşür.

Romantik kaçmak pahasına biraz ileri gideceğim, yaşadığımız yankı çağında konuşmamak bir tavır, beklemek bir fikir, susmak bir direnç bile sayılabilir. 

Cumartesi, Mayıs 03, 2025

Sensin cüce!

Yirmi yıl kadar önce sadece bana değil pek çok insana komik gelen bir gelişme yaşandı. Dokuz gezegenden biri olarak bildiğimiz, yıllarca bize sınav sorusu olan Plüton’un gezegen olmadığına karar verildi ve gezegen sayısı sekize düşürüldü. O yıllarda internet bu kadar yaygın değildi ve bunu neden yaptıklarını anlamak kolay olmamıştı. Uluslararası Astronomi Birliği, toplanmış, az sayıda üyeyle şıpınişi bir oylama yaparak bu kararı almıştı.

İşte bir gezegen güneşin etrafında dönmeliydi, kendi yerçekimiyle küresel bir şekle sahip olmalıydı filan. Plüton küçük de olsa böyle bir gezegendi ama yörüngesinde cisimleri temizleyemiyordu. Bu nedenle onca yıl sonra onu cüce (dwarf) gezegen saydılar.

O tarihte üniversitede asistandım, bu karar bana inanılmaz komik gelmişti ve günlerce esprisini yapmıştım. “Plüton’a bunu yapan bize neler yapmazdı” diye başlayan sayısız lakırdı düşünün “Jüpiter tabii ki sesini çıkartmadı, şerefsiz Neptün” filan diyordum. Bizim kültürümüzde yeri olmadığı için esprilerim obsesyonuma bağlanıyor, Plüton’u bu kadar çok tekrar etmem insanlara komik geliyordu.

Sonraları “Make Pluto a planet again” (Plüton’u yeniden gezegen yapın) türünde kampanyalar yapıldığını öğrendim. Kıkırdadığım şeyin özellikle Amerika’da bir karşılığı olduğunu görmek hoşuma gitmişti. Tıpkı benim gibi onlar da Plüton’u ezilenlerin, görmezden gelinenlerin, dışlananların sembolü gibi mizahileştiriyordu. Karikatürlerde ağlayan ufak tefek Plütonlar vardı filan…  Küçük, gururlu bir yalnızlıkla simgeleştiriliyordu. Bayılmıştım. “Size küçük görünebilirim ama kalbim kocaman!” diyordu aziz dostum Plüton. Kahrediyor, sitem dolu konuşuyor, kimseler farkında olmasa bile tavır koyuyordu.

Stay strong Pluto (kim tutar seni)…

Bir ay kadar önce niye bilmiyorum, Plüton döndü dolaştı dilime bir kez daha pelesenk oldu. Soranlara “Plüton’la evde oturuyoruz”, “Plüton’la rakı içiyoruz” “gelemem Plüton iyi değil” demeye başladım.

Ve inanın Romalılar, hiç abartmıyorum, Plüton kardeşimdir…bu devran da dönecek, bu böyle gitmeyecek…

Cuma, Mayıs 02, 2025

Botlar

Üzerinden on yıl geçmiş,  Uzak Şehir grafik romanımdan bir sayfa bu... Berat'ın (Pekmezci) tatlı çizgileri...Sosyal medyada hatırlatıldı. Kitap çıktıktan sonra ister istemez sunumlar yapmıştım, bu sayfa ile ilgili güzel hatırladığım bir tartışma olmuştu. İnsanın yazdığı şeyleri "açıklamak" zorunda kalması kadar tatsız bir şey yok bence...Bu kerre öyle olmamıştı.

Sayfayı okursanız,  ilk bakışta israfın meşrulaştırılması ile zenginliği, buluntuya razı olmakla yoksulluğu tartıştığım anlaşılabilir. “Bot”un sadece maddi bir nesne değil,  sembolik bir değer taşıdığını vurgulamak istemiştim. “Sen fakirsin, onlar zengin” gibi repliklerin, sınıf bilincinin oluşma/oluşamama sürecine işaret etmesini hayal etmiştim. 

İnsan üniversitede konuşma yapınca birileri konuyu bir yerinden Pierre Bourdieu'ya getiriyordu o yıllarda. Şimdi nasıl bilmiyorum. Konu, oralara gelince herkesin anlayamadığı bir bağlam da oluşuyor ki ben popüler anlatıları bir mücadele mevziisi olarak görüyorum, zihin açmak benim için basit görünmekten daha önemlidir. Burdiyo denince mamboya jamboyla karşılık verip Zizek demiştim. Tatlı bir mavra yapmıştım kendimce. 

Zizek, mealen yazıyorum, şöyle bir şeyler söylüyordu: "İdeoloji gözlük gibidir; onunla bakmayız, onunla görürüz". Bu şu demek, çocuklardan biri, zenginliğin israf hakkını, yani “atabilme” özgürlüğünü doğal ve hatta meşru bir hak olarak görüyordu. Onun ideolojik gözlüğü, zenginliğin keyfini değil, yoksulluğun suçunu imliyor. Bot çöpte olabilir, çünkü zengin öyle istemiştir. E o zaman mesele kapanmıştır. Bu, ideolojinin tam da Žižek’in anlattığı şekilde işlediği bir ana tekabül eder: yani çocuk, yalnızca olan biteni değil, olması gerekeni de ideolojik bir bakışla algılar. Zenginin atma hakkını sorgulamaz; çünkü düzenin öyle işlediğine çoktan ikna edilmiştir. Diğer çocuk ise öfkeyle sistemi teşhir ederken başka bir ideolojik pozisyondan konuşur. Bir hak arayışı içinde değildir, daha çok isyan ediyordur. Bu da bize şunu gösterir: ideoloji, taraf seçtirerek değil, gerçeklik algımızı biçimlendirerek işler.

Perşembe, Mayıs 01, 2025

Aşk ve Devrim

De Certeau, bilenler için tekrar olacak, (daha iyi bilenler de beni affetsinler) yeri geldi vikvikliyorum, dualistik bir ayrım yapar, strateji derken hakim sınıfların (devleti yönetenler, şirketler, zenginler) düzeni tesis etme biçiminden, bunla ilgili uzun dönemli planlarından söz eder. Kurallar koyarlar der, tabii olanlar için davranış alanları belirlerler. Taktik ise güçsüzlerin hakim sınıflar karşısındaki geçici ve fırsatçı eylemleridir. Taktik, herhangi bir mekâna sahip olmadan onun içinde gezinme sanatıdır, fırsat kollamaktır, sistemde açıklar yaratmaktır der.

Yaşadığımız her yer bir mücadele alanıdır ona göre,  çünkü, hakim sınıflar, her yeri ve her alanı yeniden ve yeniden biçimlendirmeye çalışır. Ama sıradan insanlar bunu her zaman ve her biçimde bozarlar.

Pikaçu’dan devrim çıkmaz elbette, bir tür gündelik direniş biçimi çıkar, imgesiyle doğrudan politik değildir ama ideolojik bir karşılık üretir. Ve o üretim, sistemin kendisine sunduğu alanları, kendi ihtiyacına göre dönüştürmektir. Anlamı çarpıtan, bükerek yeniden kullanan, sistemin kurduğu düzlemde, beklenmedik bir kullanım biçimi doğuran bir direnişten söz ediyorum. 

Ve 1 Mayıs'ı Pikaçu ile karşılıyorum...

Related Posts with Thumbnails