Yıllar içinde karşılaştığım ziraatçiler ve ilgili kişilere bu hikayeyi ne zaman anlatsam, onlardan uğur böceklerinin böyle bir "yeme" halinin olmadığını duydum. Öyle oldu ki, onlara inandırmaya çalışırken buldum kendimi. Uğur böcekleri, bitkilere zarar veren yaprak bitlerini yiyerek yaşarmış ve sırf bu nedenle organik tarımda doğal böcek ilacı gibi kullanılıyorlarmış.
Bana inanmayarak (atıyorsun-yanlış hatırlıyorsun tadında) açıklama yapanlara göre, bizim böcekler, kara sinekleri tehdit olarak görerek onlardan uzak dururlarmış filan ... Yese yese, ancak küçük beyaz sinekleri yerlermiş... O da üzerlerinde yumuşak doku artığı ya da bitkilerden bulaşmış fanfinifonfon sıvısı olursaymış (ketçap ve mayonezle yiyebilir gibi yani)...
Önce akademik bir nanik yapayım, Foucault, "bilginin tarihi benzerliklerin değil farklılıkların ayıklanmasıdır" diyordu, sinek değil yaprak biti öyle mi, bilgi, doğru olanı seçiyor, benim dehşetli hatıramı dışarıda bırakıyor.
Yahu yedi işte, bir tane de değil, en az üç tane tek kanadı kopuk sineği gümletti. John Berger, "görmek, bilgiden önce gelir" filan diyordu. Ben besledim, ben gördüm, ben şaşırdım.
[Bunu yazmasam olmaz, bir arkadaşıma anlattığımda "David Lynch hikayesi lan bu" dedi. Of puff yaptım. "Charles Burns versem, olmaz mı?" demedim tabi... Susan Sontag, o zihin açıcı tespitlerinden birinde sıradan olanın içindeki tuhaf olanı keşfedebilmenin gözlemin en karanlık noktası olduğunu söyler. Sanat da estetik de buralardan çıkar diyerek bize gülümser. En azından ben, bana gülümsediğini hayal ediyorum.]
Her canlı için rutin dışına çıkma hali vardır, evet, uğur böcekleri sert kabuklu böcekleri yiyemezlermiş, bunu anladım, diğer yandan benim yarattığım "açlık koşullarında" büyük olasılıkla sineğin yumuşayan kısımlarını yiyip, gerisini de lime lime etmiş olabilirlermiş. Doğalarında olmayan ama benim sunduğun şartlar içinde gerçekleşen bir davranışmış bu... Umwelt diye bir kavram var, her canlının kendine ait çevresel bir dünyası var, cognitive map filan deniyor ya, biraz onu andıran bir algı evreni diyelim. Yani, o böcük, benim kutumda artık başka bir dünyada yaşamaya başlamıştı belki de...
Hayatım boyunca hep şuna inandım, koşullar bizi değiştirir, silahlardan hoşlanmıyorum ama askerde mecbur kaldım, çarşı izni alabilmek için hedefi onikiden vurdum. Normalde vuramazdım, vurdum, gözüm kapalı tüfek söküyor, insanlara neyi nasıl yapacaklarını anlatıyordum. Şu an zerre bi şey hatırlamıyorum, üzerinden otuz yıl geçti, bir daha elime silah almadım. İçinde bulunduğumuz "sistemler" bizim rollerimizi ve becerilerimizi biçimlendirir, genellikle bu durumu fark etmeyiz.
Benim uğur böcü, yemezmiş, ağzına sürmezmiş filan ama aç kalınca yedi işte... Kutuya giren bir başka böceği, kendisine saldıracak sanıp dürtüsel olarak normalin dışına çıkıp bertaraf etti. Gerçi, hatırlayanlar olabilir, Giorgio Agamben mealen yazıyorum, "hayvanların bir açıklık (yoksa belirsizlik miydi) içinde yaşadıklarını" söyler, "bu durum onları hem yönsüz hem de tepkisel (dürtüsel) yapar" diyordu. Yani sadece açlık değil, anlayamadığı şeyin tehdidi de davranışını dönüştürmüş olabilir...
"Uç uç böceğim, annen sana terlik merlik..." Yok Mıstık abi, şiirle ilgim yok, o okuduğun şiir değil...