Ülke tarihinin önemli siyasi olaylarını hikâye olarak
anlatamadığımızı düşünüyorum. Epik bir akışkanlık, hamasi bir dil ve piyesvari
bir teatrallikten fazlasını çıkaramıyoruz. Yayıncılar, yapımcılar, bürokratlar,
geniş anlamıyla üreticiler tarihe bakarken çocuksulaşıyorlar. Krallar olmadan
tarihi anlatmak bize ya nafile geliyor ya da günah raddesinde suç. Onlar
olmadan hikâyeler tatsız, yavan, yetersiz bulunuyor. Sıradan insanların hükmü
yok bizim için. Dönüp dolaşıp marş söyletiyoruz onlara, geçit törenine
sokuyoruz. Tarihin kahramanı binbir çeşit versiyonuyla Ulubatlı Hasan oluyor ve
hiç şaşmıyor. Öğretmenleri, imamları, devrimcileri, şehitleri, askerleri,
sanatçıları sloganlarla sunuyoruz. Başka türlüsü hoşumuza gitmiyor, bizi
kesmiyor. Bu kadar gökdeleni boşuna yapmıyoruz, her yerden görünsün, hayran
olunsun istiyoruz. Meramım yanlış anlaşılmasın, ah vah etmiyorum, biz böyle
anlatmayı seviyoruz demek istiyorum. Gezi Ayaklanmasını anlatabilecek miyiz
örneğin? Romantize edilecek, poster havasında bir dönemden diğerine
devşirilecek orası muhakkak ama Gezi için nasıl bir hikâye aklediyoruz acaba?
Erkan Yıldız’ın
yazdığı Arda Güler’in çizdiği #İsyan eli yüzü düzgün, temiz
çalışılmış, emek verildiği anlaşılan bir albüm. Bir hikâyesi var diyemem,
belgeselci bir niyetle oluşturulmuş çünkü. Makale veya siyasi bir deneme gibi
duruyor. Yazıya eşlik eden bir illüstrasyon albümü olduğu bile iddia
edilebilir. Yayınevlerinin, üretici arkadaşların siyaset ve çizgi roman
dendiğinde bu tarza başvurmasından şikâyetçiyim. Mesele Gezi de değil. Önümüzdeki yıl
göreceksiniz, Çanakkale Savaşının yüzüncü yılı nedeniyle albümler çıkacak,
sizce hikâyeleri olacak mı? Neden hikâye anlatmıyoruz? Ne yapıp
edip bir öğreten adam sesi çıkartıyoruz ortaya, davudi, hakikati yüzümüze
çarpan, dramatik, göz yaşartıcı bir anlatıcı sesi. Sıradan insanları
konuştururken bile büyük laflar ettiriyoruz böyle olunca. Bu ajit-prop refleksi
hangi ara sarıp sarmaladı bizi, hep mi böyleydik?
Yapılabilir mi? Yapılabilir. Küçük bir örnek vereceğim,
maksadım iyi kötü ayrımı yapmak değil. Yakınlarda Dirençizgiroman, Gezi Direnişinden Çizgiler adlı
bir albüm daha çıktı. Fanzin havasında, ekseriyeti amatör çizgiler ve
metinlerden kurulu bir derleme denebilir. Batıda benzerlerini gördüğümüz
underground çizgi roman albümlerini de andırıyor. Albümde, Diren Kalbim isimli üç ayrı çizer
tarafından çizilen ve birbirini izleyen üç bölümlü kısa bir aşk hikâyesi yer
alıyor. Can Yalçınkaya yazmış, Gürdal Akkoç, Emre Yüce ve Çağrı Coşkun çizmiş.
Sevdiği kız için eyleme dâhil olan, olup bitenlere sevdiği kız için katlanan
gencin hikâyesi büyük siyasi olayların nasıl anlatılabileceğine dair iyi bir
alternatif aslında. Hamaseti ve kendine hayranlığı olmayan, bizim o “büyük ve
daha büyük” algımıza yakıştıramadığımız sıradanlıkta bir hikâye mi demeli
yoksa. Bana kalırsa Gezi’nin kaotikliğini, çeşitliliğini, hatta apolitikliğini
ve heyecanını gösterir türden bir potansiyeli var hikâyenin. Tamamlanamıyor,
bazen hızlı çizildiği hissi veriyor ama bir tadı var. Fonda bir seyyah gibi
dolaşan genç aşığın büyük derdiyle yan yana durduğu meydandaki insanların büyük
derdini mukayese edebilir miyiz? Orada insanlar öldü, kör kaldı, dünya kadar
dram yaşandı bunu mu anlatacağız diyerek sinirlenecek miyiz yoksa o kalabalığın
ve deveranların içindeki küçük dertleri de mesele edecek miyiz?
Çizgi roman, hikâye anlatırsa güçlenebilir, gücünü
gösterebilir. Belgeselci, propagandist yönü elbette olabilir ama bu esasından
uzaklaşması, zayıflaması demektir. Türkçe yayınlandıkları için hatırlatıyorum,
Satrapi’nin Persepolis'i, Spielgelman’ın Maus'u siyasi çizgi romanlar değil
mi? Bu kadar çok dile tercüme edilmelerinin nedeni insani hikâyeleri olabilir
mi? Bu hikâyeler muhalif değiller mi? Çizgi romanı muhalif kültürün bir parçası
olarak teşvik etmek ve yeniden kurmak zorundayız. Çizgi roman, Occupy
hareketinin bir parçası olabildiyse eğer bunu hikâye anlatma gücü sayesinde
başardı.
Bu yazı daha önce ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link
Bu yazı daha önce ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder