Annem Sen misin?,
Alison Bechdel’in Türkçede yayınlanan ikinci grafik romanı. İlki, bizde 2010
yılında çıkan, dilimizde yayınlanmış en ilginç üç-beş grafik romandan biri olan
Cenaze Evi-Şenlik Evi’ydi. Bechdel,
biseksüel olan babasını ve aile geçmişini anlatıyordu, dokunaklı olduğu kadar,
cesur ve yenilikçi bir hikâyeye kalkışmıştı. Yeni çalışmasında annesini
anlatmak istemiş. Aradan geçen zamanı düşünürsek, Bechdel daha iyi bir çizer
olmuş, kare içi istiflemesini, derinliği, devamlılığı daha iyi anlatabiliyor
artık.
Grafik roman akımı değerlendirilirken sadece Türkiye’de
değil, her yerde geleneksel okurlar çizgilerden duydukları rahatsızlığı
dillendirirler. Onların beğenilerini biçimlendiren ve piyasaya hâkim olan
endüstriyel çizgiyle kıyaslayarak grafik romanları naif bulurlar. İkna etmek
için değil ama hatırlatmak için bir not düşeyim: İyi çizgi ve iyi çizer olmakla
hikâye anlatmak birbirlerinden farklı şeylerdir. Maus’un çizeri Spiegelman ya da Persepolis’in
çizeri Satrapi esasen büyük çizerler değillerdir. Çizgilerini gerektiğinde farklılaştırabilen,
tablo gibi baktırabilen, seyirlik sahneler kurabilen yaratıcılar başkadır;
kurguyu bilen, kareler arası devamlılığı sağlayabilen, hikâyesinin nerede
yavaşlayıp hızlanacağını bilen yaratıcılar başkadır. Maus’u ve Persepolis’i
farklı kılan hikâyesidir: anlatma iştahı ve maharetidir. Türkiye’den şöyle bir
örnek vereyim: Gırgır yaşamaya devam
etseydi, büyük ihtimal, örneğin Can Barslan hiç çizmeyecek, senarist olarak
kalacaktı. İlk grafik romancıların fanzinlerden, underground ekolden ve az
satışlı dergilerden çıkması buna benzetilebilir. Çizgileri, güzel, hoş veya piyasaya
uygun olmadığından endüstride yer bulamıyorlardı işte.
Bechdel, daha iyi bir çizer olmuş dedim ama bana kalırsa hikâyeciliği
gerilemiş. Zor bir hikâye anlattığının farkındayım. Aile tarihi, ister istemez
karanlık bir kuyuyu andırır. Şimdiki zamanımızın arıza ve eksiklikleri, mutsuz
çocukluğumuzdan beslenir. Üstelik lezbiyensiniz, hem anneyle ve geçmişle hem de
kendinizle ve toplumla, hâkim değerlerle mücadele ediyorsunuz. Bechdel, kitabı
bir terapi seansı ve günlük gibi düşünmüş, öyle tasarlamış. Yazım sürecine
ilişkin sıkıntılar, annesiyle yaptığı -yazarak kaydettiği- telefon görüşmeleri,
çocukluk, ergenlik ve yetişkinliğe dair hatıralar, terapistiyle yapılan
konuşmalar, başta Woolf, Winnicott gibi yazar ve düşünürlere ait göndermeler ve
mahrem hayatına dair savrulmalarla bir kitap oluşturmuş. Tahkiyeyi ise o denli
önemsememiş. İlk kitabında cenaze evi sessizliğinden, babanın ölümünün sonucu
olan matem havasından, iç dökme hallerinden hikâye adına faydalanıyordu
Bechdel. Oysa annesi yaşıyor ve onunla yüzleşebilecek bir entelektüel
potansiyele sahip. Üstelik anı kitaplarını teşhirci ve doğruluktan uzak bulan
bir anne bu. Bechdel de annesini anlatmaktan giderek uzaklaşıyor bu yüzden,
ondan bahsederken kendini arayan ve kendini terapi eden birine dönüştüğünü
izliyoruz. Psikoloji, terapi tarihi, kendi hayatına paralellikler kurduğu
entelektüel teferruatlar bu noktada devreye girip hikâyenin önüne geçiyor.
Anlatının bir sonuca bağlanmayacağını hissettiriyor bize. Tam da böyle olmuyor aslında,
tipik bir Amerikan hikâyesi olduğu için “annem bana yardım etmedi ama çıkış
yolunu gösterdi” gibi bir iyimser mesajla sonlanıyor kitap. Buna ihtiyaç var
mıydı emin değilim.
Amerikan hikâyesi demem şu yüzden: Bechdel, dağılan ve
tekrara düşen anlatısında yaşadığı topluma, toplumun büyük sorunlarına atıfta
bulunmuyor; kendini sakındığını veya olup bitenleri umursamadığını bize göstermiyor.
Bir arkadaşının dünyada olup bitenlerle ilgisi var ama Bechdel oradan da
kendine dair mesajlar çıkarıyor. Duyduğu her söz, okuduğu her kitap, aklına
takılan her hatıra, her yaşanmışlık kendini açıklamasına fayda sağlaması için
kullanılıyor. Kitap bittiğinde kendini iyileştireceğine inanıyor olmalı ki söz
dönüp dolaşıp “ben” derdine geliyor, çörekleniyor. Bechdel, gay kültüründen,
diğer lezbiyenlerden veya mainstreamdan o denli bahsetmiyor. Oysa kitabın en güçlü
kareleri annesinin sözleri yüzünden ağladığı bölümden çıkıyor. Neden? Çünkü
annesi, kızının ötekiler –ve toplum- tarafından nasıl anlaşılacağını hesap
ediyor. Sanki, bir otorite olarak annenin bildiği ama sakladığı, izin verdiği
ama teşhir etmediği kızının durumu (!) ve “iktidar mahremiyeti” hikâyeye çok
katkı sağlarmış.
Yazar bir tercihte bulunmuş bunu anlıyorum ama akademik
bir tez-makale havasının kitaba entelektüel bir derinlik katmadığını hatta
aksine hantallaştırdığını düşünüyorum. Cenaze
Evi- Şenlik Evi’nin sahici sıkıntıları, o yavaşlığı
anlamlı ve derinlikli kılıyordu çünkü geriye ve ileriye dönüşlerle anlatılan
karakterler vardı. Bechdel, Annem Sen
Misin de annesini bile anlam olarak sabitlemiş, kartonlaştırmış, kendisi
dışında kimseye bir karakter atfetmemiş, güzelleşen çizgisi ve ilginç konusu bu
zaafı örtememiş. Yine de el hak, Türkiye’de eşcinsel edebiyatının
sınırlılıkları düşünülürse, meraklısı için, bu listeye kimi açılardan ilginç
bir grafik roman katıldı diyelim.
Radikal Kitap, 2.5.2014
"Entelektüel Teferruatlar Hikâyenin Önüne Geçiyor" adıyla yayınlandı.
Fotoğraf: Elena Seibert |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder