Futbolun dünü yoktur derler, hafızası olmadığını işaret etmek için. Yarın bu kadar konuşulacak mı bilinmez ama bugün için herkesin yediği hatalı gollerle hatırladığı bir kaleciden, Fevzi’den bahsedeceğim; Dünya Kupası için milli takıma girip girmemesi önemli değil, muhtemelen giremeyecek de! Aslolan futbol folkloruna ters düşen bir davranışı... İhanet de diyebilirdim, çünkü futbolda folklor dediğimiz “dün” bütünüyle romantizmden beslenir. Bütün seyircinin sustuğu anlar, havada asılı kalan “golcüler”, beli kırılan defans oyuncuları, emektar kaptanlar, gözyaşları, çocukça gol sevinçleri, tribünden atılan bir lafa verilen cevap, kaleciden gol için özür dileyen forvetler vs bu derin ve bereketli romantizmin unsurlarıdır. “Görmeliydiniz” diye başlar çoğu zaman sözler. İhanet, vefa, kadirşinaslık, bağlılık gibi bir çok romantik ifade sayısız hikayenin ana fikridir.
Hatırlayanlar olacaktır, Fevzi, geçtiğimiz sezon Rizespor hezimetinden sonra kendisine yönelen kameraları iteleyerek, elindeki eldivenleri sahaya doğru fırlattı. Kötü günü gömme isteği ya da eldivenlerin uğursuzluğu, her ne olursa olsun bütünüyle unutma arzusu taşıyordu. Top toplayıcı “iki-buçuklar” çoktan eldivenlere atlamışlardı bile! Fevzi, öfke ve buruklukla, ağlamanın eşiğinde kameraları yeniden iteledi. Fevzi’nin eldivenlerine yaptığı medyatik olduğu kadar romantik bir kalecilik ritüeli sayılabilir (!). Eldivenler, handiyse futbol sahalarının “kavuğu”dur. Emektar kaleciler kaleyi genç haleflerine teslim ederken çoğunlukla, içinde zaman taşıyan futbol bilgeliğinin sembolü eldivenlerini de bırakırlar onlara.
Kaleciler en çok uğura inananlardır, görürüz. Maç öncesi kale direklerine dayanarak dua edenler kalmıştır aklımızda. “O golü normalde yemezdim ama bir uğursuzluk vardı üzerimde” deyişi bir kalecilik hayıflanmasıdır. Adettendir, sağda solda en kötü maçları sorulur kalecilere, bol gollü hezimetlerdir bunlar, istemeyerek dökülür sözcükler ağızdan. Bir de tribün deyişiyle “ballı maçlar”... Hani forvet, defans külliyen tüm takım ne yapsa top girmez ya kaleye, eline koluna çarpar, hep kurtarır kaleci, saç baş yoldurur, “adam yemiyor” olur ya. Büyük kaleciler, şanslı günlerden iyi beslenirler. Güvenlerini getiren, kaledeki duruşlarını sağlamlaştıran maçlardır bunlar. Bu türden maçlardan seyirci, takım ve kenar yönetimi güvenini kazanarak çıkarlar ki, kaleciliğin olmazsa olmazıdır bu güven.
Fevzi’yi katarak konuşalım, kaleciliğin gençliği taşımayacak kadar tecrübe istediğini anlatmak için “genç kaleci yoktur futbolda” denir. Genç kalecinin “kumaşı”, yeteneği, arzusu ve hatta özgüveni olabilir. Ama kaleci olmak maç tecrübesine - hayal kırıklıklarına, hatalı çıkışlara, yanlış duruşlardan çıkartılacak derslere – dayalıdır, kolay kaleci olunmaz. Dikkat edilirse, bugün dünyanın en iyi kalecileri sayılan isimler otuz yaşın üzerindedir. Hatta futbol dervişleri kaleciliğin yirmi altı yaşından sonra başladığını, otuzundan sonra kaleci olunduğunu, otuz beşinde kalede durmalarının yettiğini söylerler. Peter Schmeichel bugün kırkına merdiven dayadı. Brondby’den ün kazandığı Manchester United takımına geldiğinde otuzunu çoktan devirmişti. Onun için hâlâ dünyanın en iyi kalecisi diyenler var.
Futbolcu transferlerinde yaşlı olmanın handikap olmadığı tek mevkidir kalecilik. Oliver Kahn, Fabien Barthez, Angelo Peruzzi, Santiago Canizares yaşları otuzun üzerindeki dünyanın en pahalı kalecileri muhtemelen. Elbette ki transfer ücretleri birçok değişkene bağlı olarak spekülatiftir. Ancak bu isimler önümüzdeki beş yıllık dönemde konuşulacak kaleciler olacaklar. Bu listeye onları izleyen genç bir kuşak daha teğellenebilir: Kike (Enrique Burgos), Mark Bosnich, Richard Dutruel, Mohammed Al-Deayea, Shay Given, Dida (N’elson Silva) ve gerçekten Rüştü. En sona en genç Gianluigi Buffon (bu da yazar kontenjanı).
Bütün bu isimlerden daha yaşlı ve kıymetli kaleciler yok değil. Kimileri sayıldı, kimileri ise bu küçük listede “karizma bahsinden olmak üzere” sona bırakıldı. İlki, Kamerunlu Jacques Songo’o: soğuk ve korkutucu, bazen plonjon yaparken uzadığını düşünüyorum. Başka bir iş yapıyormuşçasına duygusuz kalabiliyor. Schmeichel’ın bağırışları ya da gol yediği anda gösterdiği öfke yok onda. Bu bir oyun diyen bir sükunet yüzündeki. İkincisi Meksikalı Jorge Campos. Dünya Kupası maçlarından hatırlanabilir, en son 98’de oynamıştı. Esmer tenine tezat çingene renkli formaları bir yana garip bir meydan okumayla, sahanın her yerinde olma isteği taşıyor. Toplara çıkışı Hong Kong sinemasını andıran vücut hareketleriyle dolu. Neye benziyor denseydi, kırlangıç derdik. Duygu ve aşırı konsantrasyonun karşılığı Campos. Birine “uçan tekme” atarken ya da ağlarken, tribünle kavga ederken görebiliriz onu. Sirk futbolcusu, “havacı” ya da kaleci; şüphesiz sürekli adrenalin salgılatan bir adam. Bir diğeri Jose Luis Chilavert, Paraguay’ın frikik atan kalecisi.98’ Dünya Kupası’nda hemen her futbolseverin gol atmasını beklediği ve o anı yaşamak için can attığı spektaküler bir oyuncuydu. Ve elbette o şut atarken topun geri dönüp gol olacağını uman tribünleri de hesap etmeli. Futbol bu kadar risk kaldırmaz, ama itiraf edelim seyri güzel. Chilavert, kavruk teni, konuşkanlığı, rakip takımın attığı kornerlerdeki endişeli yüzü, kurtarış yaptıktan sonra çocukça sıçraması ve kaçırdığı frikik sonrası telaşla sahasına koşarken hatırlanacak bir futbol meseli kuşkusuz. Ve bizim listemizde son isim: Nigel Martyn... Yetiştiği futbol geleneği itibarıyla Campos ve Chilavert gibi riske girmesi düşünülemez. Ya da Songo’o gibi duygusuz kalamaz Nigel Martyn. İngilizler uzun yıllar kaleci değişikliğine-sahaya yedek kaleci çıkmasına karşı çıktılar. Martyn o yasağın zorlamasıyla büyüyen nesilden. Her ne olursa olsun, sahada kalma şartı kaleciliği derinden etkiler. Sahadaki yalnızlığı katmerlendirir. Oradan çıkış yoktur. Sakatlık nedir bilmez sağlam bir bünye gerektirir. Martin oldukça kalın bir kaleci, atletik özellikler taşımıyor. Bir başka İngiliz David Seaman gibi artistik özellikleri ve medyatik çıkışları yok. Sakin ve çileci bir kariyerden gelmiş olduğunu sürekli hissettiriyor. Bristol Rovers’ta geçmiş kaleye. Sonra Cyrstal Palace ve nihayet Leeds. Geçen sezon sonu İspanyol takımlarının listesindeydi. Gitmeyeceğini biliyorduk. Tipik bir İngiliz zira, çalışması gerektiğini bilen sabırlı bir işçi. Ona bakarken çocukluğunu görebilmek mümkün, çilli ve kısa pantolonlu; çamura bulanmış bir iyimserlik.
Önümüzdeki dünya kupası gibi turnuva maçları, kalecinin moral olarak sağlam durmasını zorunlu kılan bir zaman dilimine denk düşer. Vasat bir kalecinin özgüvenli ve yoğun bir konsantrasyonla turnuvaya başlaması, onun “kaderini” değiştirebilir ya da ümit bağlanan – “sağlam” bilinen bir kaleci tüm takımı “yıkabilir”. Dört yılda bir yaşanır olması, kalecilerin nasıl kendilerini geliştirdiklerini de gösterebilir. İtalya 90’da vasat bir kaleci olduğundan iz bırakmayan İsveçli Ravelli bir sonraki kupanın tartışmasız en iyi kalecisi olmuştu. Yüzündeki lâkaydı ifadeyi besleyen çikleti, sürekli düşen şortu, bacaklarını yana açarak yürüyüşü, sanki biraz daha uzun olması gereken boyu, saçsız başı ile Ravelli, futbol magazininin bereketli aktörlerinden biriydi. Kolay kart görebiliyor, rakiple hatta hakemle dalaşıyordu. Aklımda rakiple ya da hakemle burun buruna yaptığı “konuşmalar” ve yerden bir karış yükseklikte, dizine doğru gelen topları çıkartışı var. Kıvrılır, canı yanmış-sıkıştırılmış bir solucanın içgüdüsel refleksi gibi kapanıverirdi. Ha, şu var: Ravelli dünyanın en kolay gollerini de yiyebilecek bir kaleciydi. Hırstan çatlayacak öfkeli halleri veya “amaan sen de!” lâkaytlığı bu goller sonrasında rahatlıkla görülebiliyordu. Tribün oyuncusu olduğu için “malzeme”ydi, seyircinin üzerine oynayacağı, oyunla ilişkisini azaltarak “madara” etmek isteyeceği türden kalecilerdendi. Ravelli, bundan hoşlanıyor, gülüyor, konuşuyor, top çıkarttıkça tribüne “hareket” çekiyordu. Deli, divane bir ırmak olmak istiyordu; Akdenizli ruhu ile hayatı futbol saymayan İskandinav dervişliğini katıp çoğalıyordu içinde.
Kişisel olarak, seyrettiğim en büyük kaleci Sovyet takımının Dasaev’iydi. İlk kez 1982’de İspanya’daki kupada gördüm onu. Yaşlı kuşaklar geriye giderek başka isimlerden söz edebilirler, bilemem... Onun çizgi üzerinde duruşu, geriye çekilirken kaleyi kapatışı, yan toplardaki zamanlaması ve nereye vurulacağını hisseden içgüdüsünün daima inanılmaz olduğunu düşünmüşümdür. Brezilya ile oynadıkları maçta, gol atılmasını beklediğim her atakta ona karşı hayranlığım oluşmuştu. Soğuk ve duygusuz diyorlardı hakkında, ne de olsa bütün Ruslar, Komünistler ve Moskovalılar soğuk ve duygusuzdu. Köşe atışlarında arkadaşlarıyla konuşurken görürdük onu ama fazla bağırmazdı; kalecilerin konuşması söylenir, konuşsun istenir. Böylelikle hem oyundan kopmamış olurlar hem de önünde oynayan savunmaya yardımcı olurlar. Hayır! Dasaev o denli konuşmazdı. İstenmeyen bir adam, yoksul bir kapıcı çocuğu, umutsuz bir aşık kadar sessizdi. Sanki kurtaracak ve ölecek gibiydi. Hatırlayanlar olacaktır, 88 Avrupa Şampiyonası’nda da yaptı bunları. Hollanda’nın “gökten üç elma düşmüş” diye anlatılacak forvetlerine nasıl da direnmişti. Dasaev, bir ara İspanya’da oynadı, fazlasını bilmiyorum. Hiçbir bahçenin eyleyemeyeceği bu yalnız adam yapamadı oralarda. Alışkanlıkların kozasında büyümüş bir adamın tek başınalığını körüklemişti gurbet. Şimdi nerelerdedir, ne yapar, onu da bilmiyorum. Umarım, mutludur ve futbolun kadir bilmezliğinden nasiplenmemiştir.
Yukarıda, turnuvalarda moral ve zihnen yoğunlaşma becerisi gösteren kalecilerin kahraman olabildiklerinden söz etmiştim. Sanıyorum, bunun en tipik örneği Arjantinli Goicoechea’ydı. 1990 yılında, turnuvaya Pumpido’nun yedeği olarak gelmişti. Derler ki, Latin Amerika’da herkes gol atmak istediğinden iyi kaleci yetişmez. Doğrudur da. 86’da şampiyon olan Arjantin’in kalecisini kim hatırlıyor? Arjantin, pek iyi başlamadı turnuvaya. Sovyetler maçında (hafızam beni yanıltmıyorsa) Pumpido’nun ayağı kırılınca, kaleye Goicoechea geçti. Zaten kötü olan takımın başına gelebilecek en fena işlerden biriydi bu. Ama öyle olmadı. Melodramatik bir futbol meseli çıktı ortaya. İtalya 90’da Arjantin’i sadece Maradona ve Caniggia değil, belki daha çok, kurtardığı penaltılarla Goicoechea finale taşıdı. Oysa turnuva öncesi takımlarını sürükleyebilecek kaleciler olarak Alman Illgner, Hollandalı Van Breukelen ve İtalyan Zenga’dan söz ediliyordu. Goicoechea, kırılan ümitleri – kolay lokma ihtimalini her tehlikeli pozisyonda değiştirdi. Arjantin’le ilgili bir ara not düşmeli: Arjantin, İtalya 90’da her maça yenilmekten korkarak çıktı. Hemen herkesin dua ettiği ve mucize beklediği maçlarda Maradona’nın o bildik ağlamaklı yüz ifadesiyle Allaha yalvardığını sıklıkla görüyorduk. Çeyrek ve yarı finallerde maçlar penaltılara kaldığında, zayıf olanın kazanmasını isteyen futbolun büyülü taraftar dünyası kendine yeni bir hikaye çıkarıyordu. Her iki maçın sonunda Arjantinliler, bütün kalecilik kariyerinin en parlak başarısını elde eden Goicoechea’ya sarılıyorlardı. İlginçtir, finalde Almanlara bir penaltı golüyle yenildiler. Hemen herkes Goicoechea’dan bir başka mucize bekledi; eh o kadar da mucizeyi futbol kaldırmaz. Almanlar daha iyiydi ve Arjantin kazanamayacak kadar yorgundu. Dünya Kupası’nda belki de en ilginç kaleci, benim o yaş için tuhaf bir tercihle tuttuğum – kimse onları beğenmiyor ve futbol adına kazanmalarını istemiyordu – 82 yılının İtalyasının kaptanı Dino Zoff’tu. Yaşlıydı, kırkını aşmış gibi hatırlıyorum. Bugün televizyonda onu gördüğümde, yüzüne bakıp kaç yaşında olabileceğini düşünüyor, çıkarıp topluyorum. 78 yılında Hollanda’yı tutmuştum. Arjantin’in o coşkulu, konfetili, gerçekten korkunç seyircisinin karşısında Hollanda’yı tutmuştum. Henüz 9 yaşındaydım ve sayıca az olandan yana olmak gibi bir temayülüm vardı. Hollanda kaybetti, o finalden birkaç gün önce ya da sonra Zengin ve Yoksul’daki Tom / Nick Nolte de Falconetti adlı kötü adam tarafından öldürülüyordu. 78 yazı benim için kötü geçti. 82’de bu kadar takım arasında Socrates yüzünden Brezilya’ya, Platini yüzünden Fransa’ya sempati duyuyordum. Ama inanın, asıl tuttuğum yaşlı bir kaptanın, bir türlü gol atamayan takımı İtalya’ydı. Polonya, Peru ve Kamerun’la berabere kalarak averajla çıkmıştı gruptan. Zoff, kalecilik için fiziken ağırlaşmıştı ama nerede duracağını öyle iyi biliyordu ki, risksiz oynuyor, asla zamanlama hatası yapmıyordu. Zoff kadar İtalya’dan da söz edilmeli: İtalya daima sağlam bir defansla oynadı. Bıktırıcı bir pas alışverişleri vardı. Conti, ortada topu aldığında kanatlara açılıyor, çapraz koşular yapan Rossi ve Graziani savunmayı sağa sola çekerek boş alanlar yaratıyorlardı. İtalya hep daha fazla gidemez, “buraya kadar” denilen maçlardan çıktı. Zoff, ikinci tur maçlarında kazandıkları –ve onları aslında finale taşıyan- Arjantin ve Brezilya maçlarında, kesinlikle hatasız oynadı. Ahir zaman kalecilerinin ilmek ilmek kazağı vardı üzerinde. Sanki saçları hiç bozulmadı, hiç terlemedi, bir nefesti.
Kaleciler eldivenlerini atmazlar, bunun bir gençlik hezeyanı olduğunu öğrenmişlerdir çünkü.
[2002 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası Kitabı için yazılmıştı]
Hatırlayanlar olacaktır, Fevzi, geçtiğimiz sezon Rizespor hezimetinden sonra kendisine yönelen kameraları iteleyerek, elindeki eldivenleri sahaya doğru fırlattı. Kötü günü gömme isteği ya da eldivenlerin uğursuzluğu, her ne olursa olsun bütünüyle unutma arzusu taşıyordu. Top toplayıcı “iki-buçuklar” çoktan eldivenlere atlamışlardı bile! Fevzi, öfke ve buruklukla, ağlamanın eşiğinde kameraları yeniden iteledi. Fevzi’nin eldivenlerine yaptığı medyatik olduğu kadar romantik bir kalecilik ritüeli sayılabilir (!). Eldivenler, handiyse futbol sahalarının “kavuğu”dur. Emektar kaleciler kaleyi genç haleflerine teslim ederken çoğunlukla, içinde zaman taşıyan futbol bilgeliğinin sembolü eldivenlerini de bırakırlar onlara.
Kaleciler en çok uğura inananlardır, görürüz. Maç öncesi kale direklerine dayanarak dua edenler kalmıştır aklımızda. “O golü normalde yemezdim ama bir uğursuzluk vardı üzerimde” deyişi bir kalecilik hayıflanmasıdır. Adettendir, sağda solda en kötü maçları sorulur kalecilere, bol gollü hezimetlerdir bunlar, istemeyerek dökülür sözcükler ağızdan. Bir de tribün deyişiyle “ballı maçlar”... Hani forvet, defans külliyen tüm takım ne yapsa top girmez ya kaleye, eline koluna çarpar, hep kurtarır kaleci, saç baş yoldurur, “adam yemiyor” olur ya. Büyük kaleciler, şanslı günlerden iyi beslenirler. Güvenlerini getiren, kaledeki duruşlarını sağlamlaştıran maçlardır bunlar. Bu türden maçlardan seyirci, takım ve kenar yönetimi güvenini kazanarak çıkarlar ki, kaleciliğin olmazsa olmazıdır bu güven.
Fevzi’yi katarak konuşalım, kaleciliğin gençliği taşımayacak kadar tecrübe istediğini anlatmak için “genç kaleci yoktur futbolda” denir. Genç kalecinin “kumaşı”, yeteneği, arzusu ve hatta özgüveni olabilir. Ama kaleci olmak maç tecrübesine - hayal kırıklıklarına, hatalı çıkışlara, yanlış duruşlardan çıkartılacak derslere – dayalıdır, kolay kaleci olunmaz. Dikkat edilirse, bugün dünyanın en iyi kalecileri sayılan isimler otuz yaşın üzerindedir. Hatta futbol dervişleri kaleciliğin yirmi altı yaşından sonra başladığını, otuzundan sonra kaleci olunduğunu, otuz beşinde kalede durmalarının yettiğini söylerler. Peter Schmeichel bugün kırkına merdiven dayadı. Brondby’den ün kazandığı Manchester United takımına geldiğinde otuzunu çoktan devirmişti. Onun için hâlâ dünyanın en iyi kalecisi diyenler var.
Futbolcu transferlerinde yaşlı olmanın handikap olmadığı tek mevkidir kalecilik. Oliver Kahn, Fabien Barthez, Angelo Peruzzi, Santiago Canizares yaşları otuzun üzerindeki dünyanın en pahalı kalecileri muhtemelen. Elbette ki transfer ücretleri birçok değişkene bağlı olarak spekülatiftir. Ancak bu isimler önümüzdeki beş yıllık dönemde konuşulacak kaleciler olacaklar. Bu listeye onları izleyen genç bir kuşak daha teğellenebilir: Kike (Enrique Burgos), Mark Bosnich, Richard Dutruel, Mohammed Al-Deayea, Shay Given, Dida (N’elson Silva) ve gerçekten Rüştü. En sona en genç Gianluigi Buffon (bu da yazar kontenjanı).
Bütün bu isimlerden daha yaşlı ve kıymetli kaleciler yok değil. Kimileri sayıldı, kimileri ise bu küçük listede “karizma bahsinden olmak üzere” sona bırakıldı. İlki, Kamerunlu Jacques Songo’o: soğuk ve korkutucu, bazen plonjon yaparken uzadığını düşünüyorum. Başka bir iş yapıyormuşçasına duygusuz kalabiliyor. Schmeichel’ın bağırışları ya da gol yediği anda gösterdiği öfke yok onda. Bu bir oyun diyen bir sükunet yüzündeki. İkincisi Meksikalı Jorge Campos. Dünya Kupası maçlarından hatırlanabilir, en son 98’de oynamıştı. Esmer tenine tezat çingene renkli formaları bir yana garip bir meydan okumayla, sahanın her yerinde olma isteği taşıyor. Toplara çıkışı Hong Kong sinemasını andıran vücut hareketleriyle dolu. Neye benziyor denseydi, kırlangıç derdik. Duygu ve aşırı konsantrasyonun karşılığı Campos. Birine “uçan tekme” atarken ya da ağlarken, tribünle kavga ederken görebiliriz onu. Sirk futbolcusu, “havacı” ya da kaleci; şüphesiz sürekli adrenalin salgılatan bir adam. Bir diğeri Jose Luis Chilavert, Paraguay’ın frikik atan kalecisi.
Önümüzdeki dünya kupası gibi turnuva maçları, kalecinin moral olarak sağlam durmasını zorunlu kılan bir zaman dilimine denk düşer. Vasat bir kalecinin özgüvenli ve yoğun bir konsantrasyonla turnuvaya başlaması, onun “kaderini” değiştirebilir ya da ümit bağlanan – “sağlam” bilinen bir kaleci tüm takımı “yıkabilir”. Dört yılda bir yaşanır olması, kalecilerin nasıl kendilerini geliştirdiklerini de gösterebilir. İtalya 90’da vasat bir kaleci olduğundan iz bırakmayan İsveçli Ravelli bir sonraki kupanın tartışmasız en iyi kalecisi olmuştu. Yüzündeki lâkaydı ifadeyi besleyen çikleti, sürekli düşen şortu, bacaklarını yana açarak yürüyüşü, sanki biraz daha uzun olması gereken boyu, saçsız başı ile Ravelli, futbol magazininin bereketli aktörlerinden biriydi. Kolay kart görebiliyor, rakiple hatta hakemle dalaşıyordu. Aklımda rakiple ya da hakemle burun buruna yaptığı “konuşmalar” ve yerden bir karış yükseklikte, dizine doğru gelen topları çıkartışı var. Kıvrılır, canı yanmış-sıkıştırılmış bir solucanın içgüdüsel refleksi gibi kapanıverirdi. Ha, şu var: Ravelli dünyanın en kolay gollerini de yiyebilecek bir kaleciydi. Hırstan çatlayacak öfkeli halleri veya “amaan sen de!” lâkaytlığı bu goller sonrasında rahatlıkla görülebiliyordu. Tribün oyuncusu olduğu için “malzeme”ydi, seyircinin üzerine oynayacağı, oyunla ilişkisini azaltarak “madara” etmek isteyeceği türden kalecilerdendi. Ravelli, bundan hoşlanıyor, gülüyor, konuşuyor, top çıkarttıkça tribüne “hareket” çekiyordu. Deli, divane bir ırmak olmak istiyordu; Akdenizli ruhu ile hayatı futbol saymayan İskandinav dervişliğini katıp çoğalıyordu içinde.
Kişisel olarak, seyrettiğim en büyük kaleci Sovyet takımının Dasaev’iydi. İlk kez 1982’de İspanya’daki kupada gördüm onu. Yaşlı kuşaklar geriye giderek başka isimlerden söz edebilirler, bilemem... Onun çizgi üzerinde duruşu, geriye çekilirken kaleyi kapatışı, yan toplardaki zamanlaması ve nereye vurulacağını hisseden içgüdüsünün daima inanılmaz olduğunu düşünmüşümdür. Brezilya ile oynadıkları maçta, gol atılmasını beklediğim her atakta ona karşı hayranlığım oluşmuştu. Soğuk ve duygusuz diyorlardı hakkında, ne de olsa bütün Ruslar, Komünistler ve Moskovalılar soğuk ve duygusuzdu. Köşe atışlarında arkadaşlarıyla konuşurken görürdük onu ama fazla bağırmazdı; kalecilerin konuşması söylenir, konuşsun istenir. Böylelikle hem oyundan kopmamış olurlar hem de önünde oynayan savunmaya yardımcı olurlar. Hayır! Dasaev o denli konuşmazdı. İstenmeyen bir adam, yoksul bir kapıcı çocuğu, umutsuz bir aşık kadar sessizdi. Sanki kurtaracak ve ölecek gibiydi. Hatırlayanlar olacaktır, 88 Avrupa Şampiyonası’nda da yaptı bunları. Hollanda’nın “gökten üç elma düşmüş” diye anlatılacak forvetlerine nasıl da direnmişti. Dasaev, bir ara İspanya’da oynadı, fazlasını bilmiyorum. Hiçbir bahçenin eyleyemeyeceği bu yalnız adam yapamadı oralarda. Alışkanlıkların kozasında büyümüş bir adamın tek başınalığını körüklemişti gurbet. Şimdi nerelerdedir, ne yapar, onu da bilmiyorum. Umarım, mutludur ve futbolun kadir bilmezliğinden nasiplenmemiştir.
Yukarıda, turnuvalarda moral ve zihnen yoğunlaşma becerisi gösteren kalecilerin kahraman olabildiklerinden söz etmiştim. Sanıyorum, bunun en tipik örneği Arjantinli Goicoechea’ydı. 1990 yılında, turnuvaya Pumpido’nun yedeği olarak gelmişti. Derler ki, Latin Amerika’da herkes gol atmak istediğinden iyi kaleci yetişmez. Doğrudur da. 86’da şampiyon olan Arjantin’in kalecisini kim hatırlıyor? Arjantin, pek iyi başlamadı turnuvaya. Sovyetler maçında (hafızam beni yanıltmıyorsa) Pumpido’nun ayağı kırılınca, kaleye Goicoechea geçti. Zaten kötü olan takımın başına gelebilecek en fena işlerden biriydi bu. Ama öyle olmadı. Melodramatik bir futbol meseli çıktı ortaya. İtalya 90’da Arjantin’i sadece Maradona ve Caniggia değil, belki daha çok, kurtardığı penaltılarla Goicoechea finale taşıdı. Oysa turnuva öncesi takımlarını sürükleyebilecek kaleciler olarak Alman Illgner, Hollandalı Van Breukelen ve İtalyan Zenga’dan söz ediliyordu. Goicoechea, kırılan ümitleri – kolay lokma ihtimalini her tehlikeli pozisyonda değiştirdi. Arjantin’le ilgili bir ara not düşmeli: Arjantin, İtalya 90’da her maça yenilmekten korkarak çıktı. Hemen herkesin dua ettiği ve mucize beklediği maçlarda Maradona’nın o bildik ağlamaklı yüz ifadesiyle Allaha yalvardığını sıklıkla görüyorduk. Çeyrek ve yarı finallerde maçlar penaltılara kaldığında, zayıf olanın kazanmasını isteyen futbolun büyülü taraftar dünyası kendine yeni bir hikaye çıkarıyordu. Her iki maçın sonunda Arjantinliler, bütün kalecilik kariyerinin en parlak başarısını elde eden Goicoechea’ya sarılıyorlardı. İlginçtir, finalde Almanlara bir penaltı golüyle yenildiler. Hemen herkes Goicoechea’dan bir başka mucize bekledi; eh o kadar da mucizeyi futbol kaldırmaz. Almanlar daha iyiydi ve Arjantin kazanamayacak kadar yorgundu.
Kaleciler eldivenlerini atmazlar, bunun bir gençlik hezeyanı olduğunu öğrenmişlerdir çünkü.
[2002 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası Kitabı için yazılmıştı]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder