http://lusnika.deviantart.com/art/another-hope-203845433 |
Taşranın edebiyat
eserlerindeki kimliği bugün tam olarak neyi karşılıyor?
Taşranın, en azından bugüne bakarak konuşuyorum,
anlatıldığını düşünmüyorum. Önemli bir tespit değil bu. Taşra yansıtılıyorsa
bile bu bir kıtlığa, azlığa, geniş resim içinde yokluğa tekabül ediyor. Eskiden
anlatılıyor muydu? Mutlaka anlatılıyordu ama o zaman da azdı. Edebiyat, nasıl
tanımlarsak tanımlayalım şehirlidir, hatta büyük şehirlidir, okuru da yazarı da
şehir kültüründen çıkar. Dün ve bugün değişmedi, hayat İstanbul üzerinden
akıyor. Yazar da okur da İstanbul’un meselesinin daha önemli bir mesele
olduğuna inanarak büyüyor, algısı o yönde gelişiyor. İki sene evvel
Eskişehir’de bir belediye başkanı, yapay bir göl yaptıklarını, İstanbul’dan da
bir Ada vapuru getirdiklerini, nostaljik seferler düzenlediklerini anlatıyordu.
Bu kadar açık bir mağlubiyet karinesi bilmiyorum. Kimseye tuhaf gelmiyor
yaptığı. İstanbul dışındaki her yer için taşra demek zorundayım, İstanbul dışı
ilgi çekmiyor diyemeyiz ama bu ilginin sınırlı ve marjinal bir ilgi olduğunu
teslim etmemiz gerekiyor. Bu neye benziyor? Taşrada insanlar hep önemli bir
şeyi konuşmak isterler, siyaset, edebiyat, romantizm, şu bu…Ne olursa olsun
büyük ve önemli bir konuyu vurgulamak isterler. Büyük şehre yetişme kaygısı, eksiklik
hissiyatı bütün konuşmaları etkiler, abartarak telafi etmeye çalışırlar. Memleketin
kültür endüstrisi de taşrayı değil, çok daha önemli bulduğu, kendine önem
kazandıracak büyük bir sorunu konuşmak istiyor. Taşranın yokluğu sorun olarak
bile görülmüyor. Kültür endüstrisinin konuşmak istediği büyük mesele nedir
derseniz, o da çok tarif edilebilir bir şey değil.
Hâlâ içindeki
sakinleri sıkıntıya, hayatı sorgulamaya iten bir yer mi, yoksa merkezle
bağlantısı arttığı için artık eski izole halinden uzaklaşmış bir roman mekânı
mı sadece?
Aslına bakarsanız
bugünkü taşranın yazıldığını düşünmüyorum ya da yazılıyorsa bile bugünü
anlatarak değil, geçmişten gelen klişelerle anlatılıyor. Geçtiğimiz yıl yayınevine
bir dosya gelmişti, güzel yazılmış bir köy romanı, hiçbir sorunu yok. Ama yeni
değildi, 1970 yılında yazılsaydı çok da ilgi çekerdi. Yazarına anlattım, dedim
ki artık köy böyle değil, başka bir yer oldu. Bu yaz Ege’de bir köydeydim,
ergen kızların elinde ipad vardı, kıyafet yerel, dil lehçe hakeza öyle ama
feysbuk’a giriyor, tivit atıyor çocuklar. Hadi gel de anlat bu köyü. Taşra,
iştahla İstanbul’a benzemeye çalışıyor, alışveriş merkezleri belli bir moda ve
tüketim kalıbını zaten her yere taşıyor. Şimdi siz bu taşrayı kolay
anlatamazsınız, mevcut taşra klişesi, ilk akla geldiği gibi, sıkıntıyla
kuruluyor, uzun sessizlikler, yeknesaklık şu bu… Halbuki taşra, alışveriş yapan
insanlar, çok konuşan, İstanbul’a yetişmeye, oradaki konforu kurmaya çalışan
başka bir aura ile yaşıyor artık. İzole değiller veya o izolasyon yeniden tarif
edilmek zorunda. Hızlı trenler, açılan üniversiteler taşrayı çok değiştirdi,
değiştirecek…
Biraz çocukluğun,
ilk gençliğin veya benzer bir dönemin nostaljisinin aktarıldığı bir hal mi
aldı? Yaşama sıkıntısının ağırlığını gösteren bir uzam mı, yoksa tatlı
hatıralar diyarı mı?
Nostaljik bir yön
var mı? Olabilir, küçük yerlerde çocuk olmak güzeldir, herkes sizi tanır ve
kollar, asıl baskı ergenlikten sonra başlar. Tatlı hatıralar o yaşlardan
itibaren başkalaşır, sertleşir. Romantik
ve iyimser bir gözle mi bakıyoruz taşraya? Evet bunu da yapıyoruz, taşranın
daha temiz olduğuna inanıyoruz. Peki bu doğru mu? Pek değil. Edebiyat bir
gerçeklik vehmi kurar, hayatı taklit eder, öykünür veya reel hayatın dışında
başka bir gerçeklik kurar, ne dersek diyelim, kendi mantığı içinde bir
inandırıcılık dizgesi yaratır. Taşra pek anlatılmadığı için daha en baştan daha
sahici, daha temiz, daha sert, daha ağır, daha insani, daha önemli geliyor
bize. Nasıl anlatıldığı elbette önemli ama ben bir algıdan söz ediyorum. Algı,
asla tek biçimli değildir, çoğunluğun beğenilerine ve hâkim algıya göre kendini
çeşitlendirir. Taşrayı tek biçimli okuyamayız.
Meşhur küreselleşme,
haberleşme çağı klişelerine yaslanırcasına, merkezle her an temas halinde bir
taşranın olduğu bugünlerde eskisi gibi bir taşradan söz etmek ne kadar mümkün?
Çok mümkün değil.
Ben çocukken TRT’de Hava Durumu okunurken her şehrin adı geçmezdi, hele küçük
şehirlerin adının okunması handiyse imkânsızdı. Adı geçince sevinen bir şehir
ahalisini düşünün. Şimdi hemen hepsinin adı geçiyor, yetiyor mu yetmiyor.
İnsanlar gibi şehirler de konuşulmak isterler. Taşrada kimle konuşsanız şehrin
geliştiğini anlatırken alışveriş merkezlerinden söz açıyor. İstanbul’a ne kadar
benzediğini anlatmaya çalışıyor. Malum, İstanbul da New York’a veya Paris’e
benzemek istiyor. Farklılık değil benzerlik daha çok önemseniyor. Taşra
açısından bakalım, edebiyatta anlatılmadığı için altını çizmek isterim. Sıradan
insanlar ancak ve ancak çıldırdıklarında, cinayet işlediklerinde, tuhaf biçimde
öldüklerinde haber olurlar. Küçük şehirler de öyle. Kimse onlardan söz etmiyor.
Dikkat edin, linç girişimleri hep küçük şehirlerde oluyor. Sivas, bugün neyle
hatırlanıyor? Sivaslılar niye o olayla hatırlanmak istemiyor veya. Edebiyat, bu
taşrayı anlatabilir. Anlatmıyor, bilmiyor çünkü. Üniversitede ders verdiğim
yıllarda küreselleşmeyi anlatırken ilginç bir olay yaşadım. Öğrenciler
yabancıların sahil kenarlarındaki en güzel yerleri satın aldığını ama iş başka
ülkelerden bizim bir şey satın almamıza geldiğinde buna izin verilmediğini iddia
ediyorlardı. Sermaye akışkanlığı diye bir şey yoktu filan. Küreselleşme
tartışmaları her yerde milliyetçi reflekslerle sürdürülür. Onlara global
düzenlemelerle, herkesin, vergisini ödediği sürece her yerden mal satın
alabileceğini, mal sahibi olabileceğini anlatıyor, bir yerlerden duymuşlardır
diyerek, Orhan Pamuk ya da Sibel Can’ın Amerika’dan ev satın aldığını
hatırlatıyordum. Ders arasında taşralı bir çocuk, yanıma gelip, yaşadığı yerde,
yabancıya mal satılmadığını, herkesin bunu ihanet olarak gördüğünü anlattı.
Dersin kapsamında ona cevaplar veriyordum, çocuk ısrar ediyordu, “yok hocam
bizde kimse Kürtlere mal satmaz”. Çocuğun yabancısı Kürtlerdi. Yabancı
dendiğinde onları anlıyordu. Böylesi durumlarda o küçük şehrin, o misafirperver
insanların, hasbihal ettiğiniz, aynı sofrada oturduğunuz insanların ırkçı
olabileceğini, bir katile, bir fanatiğe dönüşebileceğini fark ediyorsunuz.
Global dünya, taşrayı elbette etkiliyor, insanlar İstanbul gibi olmak
istiyorlar ama İstanbul’un yapamadığını da yapmak istiyorlar. Daha Türk, daha erkek,
daha cesur, daha kararlı, daha ve daha oldukları bilinsin istiyorlar. Dikkat
edin, taşralılar kameralara “burası falan filan, burda öyle şeyler olmaz”
diyerek racon kesiyorlar.
Bugünkü ‘taşra’yı
uzak kasabalardan çok büyük şehirlerin 'varoş' denen mahalleleri mi karşılıyor?
Tam aynı şey değil
ama evet, bir bakış açıcı bu, hiç benzemiyor diyemeyiz. Metropollerde
hemşerilik, din veya etnisite esasına göre mahalleler kuruluyor, kimileri küçük
şehirleri andırıyorlar. Benim Ankara’da büyüdüğüm, o tarihlerde küçük bir semt olan
Keçiören bugün o kadar büyüdü ki nüfusu bir milyona yaklaştı. Orada birkaç tane
Çankırı, Çorum, Kırşehir ve Yozgat var. Böyle yerler, insanların doğup
büyüdükleri göç ettikleri şehre benziyor, bir taşra havası da taşıyor ama ne
yaparsanız yapın, metropolle hemhal olmuş başka bir yer artık orası. Taşradan
geçtim, bazen diyorum e’cicik de olsa şuralar anlatılsa. Şehrin kenarlarının, metropolle taşradaki şehir arasında kalan yerlerin, ne
bileyim, Gazi’nin, Çayan mahallesinin veya Tuzluçayır’ın hikâyeleri anlatılmayı
bekliyor.
İstanbulArtNews Eylül sayısı için Çağlayan Çevik sordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder