Charles Nodier, aşina olduğumuz, iyi bildiğimiz yazarlardan değil. Günümüz ölçüleriyle onu bir romancı ya da sadece edebiyatçı saymak ne denli doğru olur o da tartışılır. Tuhaf ve alelacayip hikâyelerle, mesellerle uğraşmış, onlar hakkında metinler yazmış biri. Gazeteci veya röportör gibi de yazabiliyor: geniş anlamıyla edebiyattan beklenenleri düşünürsek, ilgilendiği konuların Nodier’in önemsenmemesine yol açtığını tahmin edebiliriz. Türkçede kırklı yıllarda, biri hikâyelerinden derlenmiş Ölüm Adam Deresi (Çev. Yusuf Tavat) ile tiyatro oyunu olan Trilby (Çev. İlhan Sezen) adlı iki kitabı yayınlanmış. Arkası gelmemesi, kitapların ilgi görmemesiyle veya Nodier’in vampirlerinin bizim kültürümüzde karşılığının olmamasıyla alakalı olabilir.
Geçmişte açıkça “çöplük” (trash) sayılan korku ya da polisiye türleri, bugün o denli azımsanmıyor. Popüler kültürün global modalarının en önemli kaynakları yine bu türlerden çıkıyor. Nodier’in vampir ve hortlaklarının bu moda memba sayesinde yeniden hatırlandığını söyleyemem ama etkisi yok da diyemeyiz galiba. Yaklaşık iki yüz yıl önce yazılmış herhangi bir roman, günümüzün popüler beğeni ve ihtiyaçlarına göre revize edilmezse, neyi anlatırsa anlatsın karşılık bulamaz. Çeşitli örneklere bakılırsa, dili sadeleştirmek veya açıklayıcı dipnotlar kullanarak okuma kolaylığı sağlamak, beklenen okur ilgisini getirmiyor. Kaldı ki Nodier’in üslubu, tasnifçiliğe dayanıyor... Hayat hikâyesinden anlaşıldığı kadarıyla uzunca bir dönem kütüphane yöneticiliği yapmış. Oyunbaz okurun aklına gelebileceği gibi “Kör Kütüphaneci” Borges’le özdeşleşen, bizatihi kendisi çok iyi bir okur olan yazarların çağında yaşıyoruz. Öldüğünde yazamayacak değil “Borges artık okuyamayacak” denmişti mesela. Nodier’in Infernaliana kitabı bana Borges metinlerini o denli çağrıştırdı ki değinmeden geçemedim. Borges, Susan Sontag’la yaptığı bir söyleşide, mealen, özgünlüğün imkânsızlığından söz etmiş; her yazar kendine özgü bir nüansa sahip olabilir ama herkes aslında aynı şiiri ya da hikâyeyi yazıyor ve yineliyor demişti. Nodier’in kitabı hortlaklar, vampirler, zebaniler ve tekinsiz olaylarla ilgili küçük hikâyeler, alıntılar, değini ve notlardan oluşuyor. Öyle ki, Infernaliana, çeşitli kitaplardan alınmış (ya da alındığı vehmi yaratılmış) gerçekle kurgu arasında gezinen çalışma notlarını, hani sanki bir romanın müsvettelerini, arayışlarını çağrıştırıyor. Borgesvari hikâyeler okuyoruz veya şöyle de söylenebilir: Borges’in okuyup benzerlerini yazdığı, kendine özgü tınısıyla yinelediği bir anlatı tarzı bu. Yanlış anlaşılmasın, metnin ya da tarzın birebir yinelendiğini söylersem haksızlık etmiş olurum. Borges’in parodici yönü Infernaliana’da yok, illa bir şey söylenecekse, geleneksel ebedi metinlere öykündüğünü söylemek gerekir. Hemen tüm kitapta “rüzgâr eken fırtına biçer” ya da “eden bulur” tarzı bir neden-sonuç ilişkisinin vurgulandığını görebiliyoruz örneğin. Kıssadan hisse misali ölülere de yaşayanlara da dersler çıkarılmaya çalışıldığını anlıyorsunuz.
Nodier’in biyografisinde ilginç ve oldukça spekülatif ayrıntılar var. Da Vinci Şifresi romanıyla ilgi çeken Sion Tarikatı adlı Masonik teşkilatın uzun yıllar büyük üstatlığını, yöneticiliğini yaptığını biliyoruz. Bu tür teşkilatların dualistik ayrımlara olan saplantılı bağlılıklarının, paganik ilgilerinin, cemiyet özcülüklerinin ve aidiyet yeminlerinin serüven edebiyatının hoşuna gittiğini biliyoruz. Nodier sahiden de Sion tarikatının yöneticiyse neden vampirlerle bu denli ilgilenmiş, orası bir muamma. Kitaplarının yeniden basılmasında bu gizemli muğlâklığın faydası olmuştur mutlaka. Romandan çok yazarın, çevresinin, hayatının ve mahreminin daha çok konuşulduğu bir “bugün” yaşadığımızı hatırlatırım.
İlginç hikâyeler var kitapta. Vampir kavramının zombileri ya da hortlakları kapsayacak biçimde kullanıldığı farkediyorsunuz. Kitabın eskiliği bu bakımdan işlevsel; bir tarih metni olarak da okunabiliyor; Nodier’in öyle adam akıllı ebedi bir hassasiyeti veya sakınımı yok, betimliyor ve sıralıyor. Şaşırtmayı istediğinde bile malumatfuruş davranabiliyor. Büyük şehirlerden çok taşraya (ve bazen uzak ülkelere) bakması ayrıca enteresan... Vampir edebiyatı, metropollerde ve orta sınıfın güçlü olduğu kültürlerde gelişmiştir. Taşranın gizemi hep olmuştur ama vampirler günbegün büyük şehre, cangıla doğru seyirtmişlerdir. Nodier, bize, vampir ve hortlak kültürünün uzak şehirlerde, taşrada ve alt sınıflarda yaşadığını, oradan estetize edilerek devşirildiğini gösteriyor. Bu da kitabı ilginç kılıyor.
Radikal Kitap, 22.7.2011
Geçmişte açıkça “çöplük” (trash) sayılan korku ya da polisiye türleri, bugün o denli azımsanmıyor. Popüler kültürün global modalarının en önemli kaynakları yine bu türlerden çıkıyor. Nodier’in vampir ve hortlaklarının bu moda memba sayesinde yeniden hatırlandığını söyleyemem ama etkisi yok da diyemeyiz galiba. Yaklaşık iki yüz yıl önce yazılmış herhangi bir roman, günümüzün popüler beğeni ve ihtiyaçlarına göre revize edilmezse, neyi anlatırsa anlatsın karşılık bulamaz. Çeşitli örneklere bakılırsa, dili sadeleştirmek veya açıklayıcı dipnotlar kullanarak okuma kolaylığı sağlamak, beklenen okur ilgisini getirmiyor. Kaldı ki Nodier’in üslubu, tasnifçiliğe dayanıyor... Hayat hikâyesinden anlaşıldığı kadarıyla uzunca bir dönem kütüphane yöneticiliği yapmış. Oyunbaz okurun aklına gelebileceği gibi “Kör Kütüphaneci” Borges’le özdeşleşen, bizatihi kendisi çok iyi bir okur olan yazarların çağında yaşıyoruz. Öldüğünde yazamayacak değil “Borges artık okuyamayacak” denmişti mesela. Nodier’in Infernaliana kitabı bana Borges metinlerini o denli çağrıştırdı ki değinmeden geçemedim. Borges, Susan Sontag’la yaptığı bir söyleşide, mealen, özgünlüğün imkânsızlığından söz etmiş; her yazar kendine özgü bir nüansa sahip olabilir ama herkes aslında aynı şiiri ya da hikâyeyi yazıyor ve yineliyor demişti. Nodier’in kitabı hortlaklar, vampirler, zebaniler ve tekinsiz olaylarla ilgili küçük hikâyeler, alıntılar, değini ve notlardan oluşuyor. Öyle ki, Infernaliana, çeşitli kitaplardan alınmış (ya da alındığı vehmi yaratılmış) gerçekle kurgu arasında gezinen çalışma notlarını, hani sanki bir romanın müsvettelerini, arayışlarını çağrıştırıyor. Borgesvari hikâyeler okuyoruz veya şöyle de söylenebilir: Borges’in okuyup benzerlerini yazdığı, kendine özgü tınısıyla yinelediği bir anlatı tarzı bu. Yanlış anlaşılmasın, metnin ya da tarzın birebir yinelendiğini söylersem haksızlık etmiş olurum. Borges’in parodici yönü Infernaliana’da yok, illa bir şey söylenecekse, geleneksel ebedi metinlere öykündüğünü söylemek gerekir. Hemen tüm kitapta “rüzgâr eken fırtına biçer” ya da “eden bulur” tarzı bir neden-sonuç ilişkisinin vurgulandığını görebiliyoruz örneğin. Kıssadan hisse misali ölülere de yaşayanlara da dersler çıkarılmaya çalışıldığını anlıyorsunuz.
Nodier’in biyografisinde ilginç ve oldukça spekülatif ayrıntılar var. Da Vinci Şifresi romanıyla ilgi çeken Sion Tarikatı adlı Masonik teşkilatın uzun yıllar büyük üstatlığını, yöneticiliğini yaptığını biliyoruz. Bu tür teşkilatların dualistik ayrımlara olan saplantılı bağlılıklarının, paganik ilgilerinin, cemiyet özcülüklerinin ve aidiyet yeminlerinin serüven edebiyatının hoşuna gittiğini biliyoruz. Nodier sahiden de Sion tarikatının yöneticiyse neden vampirlerle bu denli ilgilenmiş, orası bir muamma. Kitaplarının yeniden basılmasında bu gizemli muğlâklığın faydası olmuştur mutlaka. Romandan çok yazarın, çevresinin, hayatının ve mahreminin daha çok konuşulduğu bir “bugün” yaşadığımızı hatırlatırım.
İlginç hikâyeler var kitapta. Vampir kavramının zombileri ya da hortlakları kapsayacak biçimde kullanıldığı farkediyorsunuz. Kitabın eskiliği bu bakımdan işlevsel; bir tarih metni olarak da okunabiliyor; Nodier’in öyle adam akıllı ebedi bir hassasiyeti veya sakınımı yok, betimliyor ve sıralıyor. Şaşırtmayı istediğinde bile malumatfuruş davranabiliyor. Büyük şehirlerden çok taşraya (ve bazen uzak ülkelere) bakması ayrıca enteresan... Vampir edebiyatı, metropollerde ve orta sınıfın güçlü olduğu kültürlerde gelişmiştir. Taşranın gizemi hep olmuştur ama vampirler günbegün büyük şehre, cangıla doğru seyirtmişlerdir. Nodier, bize, vampir ve hortlak kültürünün uzak şehirlerde, taşrada ve alt sınıflarda yaşadığını, oradan estetize edilerek devşirildiğini gösteriyor. Bu da kitabı ilginç kılıyor.
Radikal Kitap, 22.7.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder