Pazartesi, Kasım 01, 2010

Çizgilerle Gulyabani Entrikası

Yerli edebiyattan çizgi roman uyarlamaları yayınlanmaya başladı, bir yılı aşkın bir süredir devam eden çizgi roman modası böylelikle başka bir merhaleye ulaştı. Nasıl bir ilgiyle karşılanır, ne kadar sürer belirsiz ama Ayşe Kulin’in Veda romanından sonra bu kez de Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’si Oğuz Demir tarafından çizgi romana uyarlanmış biçimde çıktı. Gulyabani, söz oyunlarına dayalı, tek bir mekânda geçen, korku öğeleri içeren mizahi bir roman... Korkuyla mizahı yakınlaştırması ve mistik inançları deşifre etmesi bakımından kendi döneminin yazını içinde yenilikçi ve farklı bir çalışma. Sözlü kültürü ve hurafeyi edebiyata taşırken, ‘cin peri dediğin safsata, ardında insan eli ve çıkarı vardır mutlaka’ diyen bir mantığa dayanıyor.

Öyle sayılıyormuş, Gulyabani’yi (ilk) korku romanı(mız) saymak doğru değil... Gürpınar, in, cin ya da perileri değil, onlar karşısında korkuyla küçülen insanları, bu korkuyu çıkar için kullanma entrikasını anlatıyor, hurafeye inanan sıradan insanın korkusunun anlamsızlığını hicvediyor. Yakın zamanlara kadar bu yaklaşım pek değişmemiş, edebiyat dünyamızda, bugün korku türünde saydığımız biçem ve simgeler safsata sayılagelmiştir. Mizah edebiyatıysa, korkan-korkuları olan insanın komik yüzünü göstermeyi hep sevmiştir. Gürpınar, hayatı dönüştüren asıl gücün menfaat ve para olduğuna inanan, sahici saydığı bu ciheti tasvir edebilmek için gerçekten iyi tanıdığı kadın dünyasına başvuran bir yazar bana göre. En güçlü karakterleri, en akılda kalıcı sahneleri, kadınlardan ve kadınlar arasında yaşanan çekişmelerden çıkmıştır çoğunlukla.

Uyarlamanın Görsel Niteliği
Gulyabani, anlaşıldığı kadarıyla, 101 Temel Eserden biri olması sebebiyle çizgi romana uyarlanmış. Roman olarak söz oyunlarına kendini kaptıran, dolayısıyla kurgusu ve hikâye bütünlüğü dağılan bir yönü var Gulyabani’nin. Çizgi roman uyarlaması için uygun olup olmadığını düşündüm albümü ilk elime aldığımda. Kendime göre birkaç çekincem vardı, ister istemez o noktalardan baktım albüme. İlk çekincem, Gulyabani’nin klostrofobik, tek mekânlı ve neredeyse sadece gece geçen bir hikâye olmasıyla ilgiliydi. Bu hiç olmayacak şey değil elbette ama çizgi romanların korkutmakta başarılı olamadıklarını düşünüyorum. Oğuz Demir’in karikatürize çizgisi ve hikâyenin mizaha olan yakınlığı bu noktada bir avantaj olmuş. Gerçekçiliğin veya atmosferin belirginleşmesi veya korku öğesinin öne çıkması gerektiğindeyse bir handikaba dönüşmüş. Tek mekânda geçen bir roman olması nedeniyle mekânın bir aktörmüşçesine öne çıkması, ışık-gölge oyunlarının ziyadesiyle kendini hissettirmesi gerekiyor. Bahçeye çıkılıyor, dışarıda duruluyor vs ama mekânın tamamını sadece bir ya da iki kez, o da uzaktan görüyoruz. O korku mekânının dışarıdan nasıl gözüktüğü nedense resmedilmemiş. Renk seçimleri, karelerdeki açı-derinlik kıstasları her zaman anlamlı olmamış. Çok fazla yakın çizim yapılmış, o kadar çok baş ve göğüs açıları tercih edilmiş ki… Eski çizerler buna vesikalık ve grekoromen çalışılmış derdi… Diğer yandan görsel bir dizge kurulmaya da çalışılmış, bu epeyce olumlu, betimleyici anlatım kutularına olabildiğince az başvurulmuş. Kareler arası devamlılık konusunda sürati düşürecek müdahalelerde bulunulmamış, maharet gösterilmiş. İlk sayfalardaki sayfayı tasarım olarak görme arzusuysa kolay unutulmuş. En önemli görsellik eleştirisiyse karelerde bir arkaplan ayrıntısının, belgeselciğin olmaması. Sahne derinliği ya hiç yok ya da öylesine çalakalem kullanılıyor. Duvarlarda, koridorlarda resim ya da fotoğraf asılı örneğin. Hikâye, 19.yüzyılın ortasında geçiyor; cinli perili bir konaktayız, ne resmi ne fotoğrafı asılıyor duvara demek zorundayım. Fotoğraf ne zaman girdi evlere, ne zaman yağlı boya tablolar asılır oldu keşke düşünülseymiş. Üstelik resimden korkmak ta var işin ucunda, hurafeleri anlatmıyor muydu bu roman? Oğuz Demir ilk kez bu uzunlukta bir çalışma yapıyor. Nasıl çalışıldığı hakkında bir fikrim yok, yayınevi açısından seri üretimin parçası olan bir uyarlamadan söz ediyoruz. Ama en azından editöryal bir değerlendirme gerekiyormuş, bu çok açık.

Her Uyarlama Yenidenyazımdır
Uyarlama meselesiyle ilgili yaygın bir kanaati de bu vesileyle tartışabiliriz. Özellikle tv uyarlamalarındaki uzatma-sündürmelerden şikâyet ediliyor. Hemen herkes ise makul bir değişiklik olabileceğini kabul ediyor. Ama kimse o makulün ne olduğunu konuşmuyor. O makullük yeniden yazım, bugünün değerlerine uyarlama, ilaveler yapma ya da hiç hatırlanmıyor ama mantık hatalarını kapatma olabilir çünkü. Her ünlü romanın, hele ki 101 Temel Eser içindeki romanların anlatısal sorunları olmadığını düşünmek garip. Her uyarlama ister istemez yeniden yazım sürecini gerektirir. Gulyabani’nin senaryo uyarlamasını Oğuz Demir mi yaptı? Aksi yazmadığı sürece Demir’in hem yazıp hem çizdiğini düşüneceğiz. Eğer öyleyse yanlış bir seçim bu. Çizerin o hikâyeyi görsel olarak nasıl daha iyi anlatabilirim sorusuyla meşgul olması, daha doğru bir tercih olarak gözüküyor… Gulyabani’nin hikâye matematiği yeniden düzenlenmeliymiş… Genç kızın o eve neden getirildiği (ev ıssızlaştırılmaya çalışırken şahitlerin neden çoğaltıldığı), onu eve getiren (ve sonradan unutulan) kadının kim olduğu soruları cevapsız; Hasan ile Muhsine’nin ilk karşılaşması (ve sonraki konuşmaları ) finalde kahramanlaşan Hasan’a göre çok anlaşılır değil. Muhsine karşısında azgınlaşan, cin işlerine kendini kaptırmış görünen (ve okuryazar olmayan) Hasan’ın finaldeki Poirotvari cevvalliği hikâyeyi bitiriyor ama romanın kendi bütünlüğü içinde anlamlı durmuyor. Uyarlama bir yeniden yazımsa, hikâyeye akılcı rötuşlar atmak şartmış belli ki…

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails