Perşembe, Mart 13, 2008

Persepolis'e Önsöz

Persepolis, İranlı çizgi romancı Marjane Satrapi’nin otobiyografik çalışması. Önce Fransa’da sonra Amerika’da pek çok önemli çizgi roman ödülü alan çalışma, gördüğü ilgiyle farklı dillerde de yayımlanmaya başladı, ardından animasyon uyarlaması yapıldı. Persepolis’in popülerliği gün be gün katlanarak arttı. Kitabı okuyanların fark edeceği gibi insana dokunan bir hikâye anlatıyor Satrapi. Ama hepimiz biliyoruz ki global başarılar için iyi hikâye anlatmak yeterli olmuyor.

Fransa için “Çizgi Romanın Cumhuriyeti” denir, Fransızlar çizgi romanı milli sanatları sayar ve bununla övünürler. Toplam satış rakamlarına bakılırsa Fransa’da çizgi roman endüstridir. “Çizgi roman” denildiğinde Türkiyeli okurun aklına öncelikle çocuklar için üretilen, aksiyona dayalı, çoğunlukla serüven ve mizah içeren anlatılar gelir. Bilinen örnekler düşünüldüğünde haksız değillerdir. Oysa Fransa gibi endüstriye dayanan çizgi roman pazarlarında anaakım eğilimlerin dışında duran tür ve anlatılar mevcuttur. Satrapi bu türden çizgi romanlar üreten bir çizer. Her şeyi başaran, olağanüstü maceralar yaşayan kahraman(lar)ı yok örneğin. Kendinden ve yaşadıklarından yola çıkan daha minimalist hikâyeler anlatıyor. Çizgi romanın doğasında varolan iyi-kötü karşıtlığıyla ilgilenmiyor. Kusursuz ve zaafları olmayan biri gibi anlatmıyor kendini. Ailesini, geçmişini ve İranlıları mutlak iyiler ve kötüler gibi resmetmemeye çalışıyor. Şöyle özetlemek mümkün: Satrapi, çok satar bir çizgi romancı değil.

Oysa bugün ortaya çıkan tablo bunun aksini söylüyor. Çizgi romanın saygı görmediği ya da küçümsendiği ülkelerde dahi rağbet gören, konuşulan bir kitap Persepolis. Aslına bakılırsa Ortadoğu ülkelerindeki çalkantılar, 11 Eylül ve radikal İslam’ın varlığı, Batı’da “düşmanı” anlatan kitaplara olan merakı körüklüyor. Batılı eğitimden geçmiş ve genellikle Batı’da ikamet eden Müslüman entelektüel, yazar ve akademisyenlere şöhret kazandıran bir dönem yaşanıyor. İslam’ı anlatan kitap, yorum ve açıklamalar mevcut endişe, infial ve anlama arzusuna denk düştüğü için çok satıyor ve ilgi görüyorlar. Persepolis’in başarısında bu ilginin payını azımsamamak gerekir. Satrapi’yle yapılan hemen her röportajda 11 Eylül sonrasında evrilen siyasetle ilgili sorular yöneltiliyor.

Satrapi, Frankofon eğitimi almış, İran’ın kalbur üstü ailelerinden, yıllardır Fransa’da yaşıyor ve hikâyelerini ister istemez Fransız okurunu düşünerek anlatıyor. İran’da otobiyografi geleneğinin olmadığı, otobiyografi yazanların yurt dışında yaşamış ya da yaşayan İranlılar olduğu biliniyor. Persepolis’in zaafı ya da üstünlüğü bu melezlikten çıkıyor. Kitabı bir İran eleştirisi olarak görmek mutlak yanlış ve eksik olur ama çoğu kez öyle okunup işaretlendiği anlaşılıyor. Satrapi, İran’ı sevdiğini, önyargılarla uğraştığını hissettirip, Batılı büyüklenmecilikten duyduğu rahatsızlığı dillendirse de Persepolis, ekseriyetle İslamcı radikalizmi hikâyeleştiren bir anlatı olarak okundu, okunuyor. Ortalama okurun beğenisi aktüel ilgi ve endişelerden beslenir, özellikle politika söz konusu olduğunda okuduğu kitabı yaşadığı zamana ve kültürüne benzetmeye meyillidir. Şüphesiz Persepolis, İslamcı radikalizmden endişelenen herkesin ilgisini çekebilir türden “vesika”. Ama Satrapi’nin pek çok konuşmasında yinelediği gibi Persepolis’i İran ve İslamcı radikalizm eleştirisine indirgemek haksızlık olur. Çünkü sadece bu değil!

Persepolis, sıcak bir kitap. Hınzır, iddiacı, mağrur (haliyle şımarık) genç bir kadın “yaşadıklarını” anlatıyor. Çocukluğun saf ve deneyimsiz lafazanlığı, ergenliğin lakaydi isyankarlığı Satrapi’nin kişisel (ve elbette İran) tarihine eşlik ediyor. Kitap boyunca yasaklar, günahlar, kısıtlamalar, ölümler betimlenirken “yaşamak yine de güzel!” diyen umutlu bir ses fısıldıyor alttan alta. Velâkin mutlu son’lu hikâyecilerden de değil. Satrapi, “melek değilim” diyebiliyor; zaaf ve mahcubiyetlerinden söz ediyor; kaçıyor, korkuyor, başkalarını umursamıyor veya ailesindeki kibir ve hedonizmi saklamıyor bizden. Molla rejiminin katı kuralcılığının her daim işlemediğini, hayatın onu nasıl da gevşettiğinin altını çiziyor. Siyasetin, çizgi romanların, zamanın ve otoritenin dilini (cennet-cehennem, iyi-kötü, suçlu-masum, hain-kahraman klişelerini) ters yüz ediyor, yargıç ya da vaiz olmak istemediğini ısrarla vurguluyor. Persepolis’i sıcak ve insanî yapan da bu zaten. Örneğin genius bir çizer değil, iz bırakan göz alıcı bir çizgisi var denemez. Kitap bittiğinde kimi diyalog ve sahneler ya da ustalıkla belirginleştirilmiş bir karakter (Babaanne) konuşuluyor ama Satrapi’nin yalın (ve bazen naif) çizgisi aklımıza düşmüyor. Ters köşe: Anaakım çizgi roman, çizer narsizmini öne çıkartır, çizilmesi oldukça külfetli-çarpıcı sahneler aralıklarla yinelenir. Okurun o sahneleri (okuması değil) seyretmesi beklenir; anlatı o sahneler yüzünden kaçınılmaz biçimde kesilir, okur o sahneleri uzun uzadıya incelemeye yönlendirilir. Oysa Satrapi çizer olarak varlığını unutturuyor, elbette bu da maharet istiyor. Anlatılan hikâyeye o denli kapılıyorsunuz ki çizginin kıratı önemsizleşiyor. Satrapi, Persepolis’in çizeri değil de kahramanı olarak çıkıyor karşımıza. Mahrem dünyasını, çelişki, hezeyan ve hayıflanmalarını anlatırken handiyse bu hikâyeyi başkası çizdi diyecek bize.

Farklı bir çizgi roman, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunan sağlam bir hikâye, İran hakkında hümanist bir yorum okumak; neşeli bir kadın auteur ile karşılaşmak isterseniz Persepolis iyi bir seçim, doğru yerdesiniz…


Persepolis, Minima Yayıncılık, Şubat 2008
2.Baskıya Önsöz

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails