-->“Cumhuriyetin Büluğ Çağı” kitabını hazırlamak için arkeolojik bir arşiv çalışması yapan Levent Cantek'e saiklerini ve ulaştığı düşündürücü istasyonları sorduk...
Böyle bir konuda çalışma fikrinin çıkış noktaları neler?
Çocukluk ve ilk gençliğimde zararlı, faydasız veya önemsiz bulunan popüler kültür ürünlerinin okuru ya da meraklısıydım. İnsan böylesi 'zararlı ve faydasız' ürünlerin okuru olunca bir savunma refleksi de geliştiriyor. Öncelikle gizliyorsunuz, bu ilginizi herkesle paylaşmıyorsunuz ama sizin sevdiğiniz şeyler hakkında ne söylendiğini de iyi biliyorsunuz. Zamanla şunu fark ettim ki bu ürünlere yönelik hoşnutsuzluk söyleminin heyecanlı ve romantik bir içeriği var. Bir eşik noktasındaymışçasına konuşuyorlar, haklı olduklarına inanıyorlar, küçümseyici-aşağılayıcı bir tavırları var. Ders vermek, haddini bildirmek istiyorlar. Onlara göre bu ürünler yaygınlaştıkça toplum, ahlak, milli değerler mutlaka erozyona uğruyor. Bunların yasaklanması, sansürlenmesi, tecrit edilmesi, engellenmesi gerekiyor vs... Cumhuriyet tarihi ile ilgili çalıştıkça bu dil ve söylemin hiç eksilmediğini, istisnasız her dönem popüler olan her şeye karşı kullanıldığını gördüm. Temel çıkış noktam bu dil ve tavrı deşifre etmek, bunu yaparken vakti zamanında zararlı ve önemsiz bulunan her ne varsa onların dökümünü çıkarabilmekti.
Sizin de kitapta değindiğiniz gibi tarihçi Erik Jan Zürcher, 1950'li yılları 'Jön Türklerin sonu' olarak değerlendiriyor. Sonuçta değişen bir nesil, değişen bir siyasetçi portresi var. Bu dönemi Türkiye için bir kırılma noktası olarak da ele almak mümkün mü?
Kitapta siyasi tarihten olabildiğince uzak durdum ama incelediğim dönemin siyasi tarihçiler tarafından nasıl anlatıldığına bir bölüm ayırdım. Zürcher'in farklılığı, tarihe bir süreklilik içinde bakması. 1950 yılını bir kırılma noktası olarak görmüyorum, bütün kötülüklerin ya da güzelliklerin başlangıcı olarak betimlemek kolaycılık olur. En azından gündelik yaşamın değişimi ya da popüler kültürün evrimi açısından baktığınızda, çıkan tartışmalar çerçevesinde düşünüldüğünde bir kopmadan söz etmek mümkün değil. Süreklilik var, popüler kültür ürünlerinden, gündelik yaşamı kültürel olarak tanzim etme arzusu kesilmiş değil, tartışmalar bitmiş değil. Zamanelikle baş etmeye çalışılıyor, yine hayıflanılıyor, yine öfke var.
Kitapta şöyle bir şey görüyoruz, bir dönem yasaklanan, ayıplanan, kınanan ne varsa daha sonra çok daha güçlü bir şekilde tekrar ortaya çıkıyor. Engellemelere rağmen bu sürekliliği sağlayan dinamik nedir?
Her yasak ister istemez arzuyu uyandırıyor. Basında çıkan tartışmalar ister istemez yasaklanmak istenen her ne ise onun reklamına dönüşüyor. Sermaye de bunu kendi lehine kullanıyor. Sermayenin biçimlendirdiği arzu, toplumları (ve gelenekleri) değiştirerek onların karşısına her defasında yeni bir 'kılıkta' çıkıyor. Nefretle karşılanan 'Bobstil' tiplemesinin yerli sinemada kahraman olması, alaturka müziğin modernleştirilmesi, eleştirilen Amerikanvariliğin kazandığı sükse/moda vs. buna örnek olarak gösterilebilir. Baktığınızda eleştirilen her şeyin gündelik yaşamı anlamlı bir bütünlüğe dönüştürmek adına olduğunu görüyorsunuz. Oysa gündelik yaşamı biçimlendiren bireyci bilinç, haz almaya ve bireysel özgürleşmeye dayanıyor, gündelik yaşamı istediği biçimde düzenlemeye devam ediyor.
Yine bir yerde entelektüellerin gündelik yaşamdan kaçış arzusundan söz ediyorsunuz. Entelektüel faaliyetleri sayesinde aslında gündelik hayatın kıyısında durmayı başarmaları, toplumdan da uzaklaşmaları anlamına geliyor sanki...
Benim söylemek istediğim o dönem entelektüellerin nefs mücadelesi yaptıkları. İnandıkları değerler uğruna fedakârca yaşayan, para ve cinselliği reddeden dava adamları olarak tanımlıyorlar kendilerini. Bir Mısır filminden ya da Bobstil'den tiksinmek, bir kadının taktığı siyah gözlüklerden rahatsız olmak, çiklet çiğneyenlerden iğrenmek, genç kızların elbiselerinden, içli şarkıların zararlarından, kendilerince yanlış ve tehlikeli saydıkları şeylerden konuşmak bu görevin asal eksenini oluşturuyor. Ama bu, toplumdan uzaklaşmak anlamına gelmiyor. Şiddetli bir Beyoğlu karşıtlığı var ama öyle bir heyecanla anlatıyorlar ki, eleştirdikleri 'hacıağa'nın çok yakınındaki bir masada oturdukları anlaşılıyor aslında, şehvetle 'dikizliyorlar'. Romanesk gerilimler üretiliyor, namus, iffet ve gurura dayalı Müslüman-Türk ahlakını hazza dayalı bencil, maddeci bir ahlaka tercih ettiklerini söylüyorlar ama romanların sonunda mutlaka kazanılan nefs mücadelesini gerçek hayatta çoğunlukla arzu kazanıyor. Hacıağanın bir işaretiyle masasına çağırdığı üç kadın, pahalı bir kıyafet, herkes tarafından görülür olmak, dilediğince para harcamak, mükellef sofralar hazırlatmak ve tanınmak ne kadar kötülenirse kötülensin cezbedicidir. Nefs mücadelesi ve fedakârlıktan bu denli bahsedilmesinin nedeni de bu elbette. Yazarların bilebildiği tek kurtuluş formülü bu. Beyoğlu'nda eğlenilmesine (ve haz alınmasına) rağmen sevilmediği söyleniyor. Entelektüeller Beyoğlu'nu sevdiklerini açıkça itiraf edemiyorlar, deyim yerindeyse bu 'perhizi bozmak-sonu aforoza varan bir yola girmek' demek çünkü.
'Büluğ çağı'nda yaptığımız tartışmalardan 'yetişkinlik çağı'na taşıdıklarımız neler gibi gözüküyor? 'Büluğ Çağı' bir metafor. Kendini ebeveyn olarak konumlandıran birileri olduğu için -kitapta 'denetleyici kuşak' dedim- onlarla toplum (ve gençler) arasında ilişki hiç yumuşamıyor aslında. Sürekli bir anksiyete yaşanıyor. Ebeveynler çocuklarının hiç büyümediklerini düşünür ya...
Peki bugünkü gazeteleri taramaya kalkan birisi 50 yıl sonra nasıl şeylerle karşılaşır sizce? Malum, artık gazeteler internetten takip edilebiliyor. Bugünün gazetelerinin en önemli farkı 'okur yorumları'... Anti entelektüelist ve linççi bir dil var orada. Doğrusu bu, çok korkutucu. 50-60 yıl sonra bugün yazılanlara bakıp bilemiyorum, 'Ne güzel günlermiş, insanlar birbirlerini dinliyormuş' diyebilirler... Şaka bir yana, genel olarak insanlar geçmişi güzeller, bugünden utanır, yarından korkup endişelenirler. Böyle bir çerçeveden bakmak gerek sanırım.
[Radikal, 23.2.2008, Cumhuriyetin Büluğ Çağı kitabı ile ilgili röportaj]