Yeni şeyler öğrendiğimiz, neşeli, sağlıklı, tasası az bir yıl olsun. Daha önemlisi iyi insanlar olsun et
Ben sokağa çıktığımda tek bir Allahın kulu yoktu, yürü dedim Levent, evvela ve en erken fakirler düşer yollara, bugünler de geçer... |
yolupuzundu, bitmiyordu, Kaf dağı diye bir yer yoktu. |
iki adam gördüm, biri isyan ediyordu, diğeri bok yeme otur diyordu.Kafam karışıktı, sırtım ağrıyordu. |
Batman bile işsizdi, şükrettim. |
Ya ölürsem, kim bakar oğluma... |
Çalış derdi büyüklerim, çalışmak seni kurtarır. |
Koş oğlum koş...Koşarsan sürüden ayrılırsın |
Su derindi, kalabalıktı yollar. Millet birbirini eziyordu. İstanbul bir cehennemdi... |
Ömrümden yiyiyordum, hava kararırken evime dönebildim. Ankara saatlerin ayarlandığı şehirdi. |
Hoca, akademideydi ama orada olmak istemiyordu sanki, ilk hissettiğim bu, işiyle ilgili bir heyecanı yok gibiydi, Fenerbahçe'yi, muhabbeti, müziği daha çok seviyordu.
"Hiç okumayacağım tezini" demişti, "sana güveniyorum, ne yazsan kabulüm" şu bu... "Alex'in frikiğini seyretmek istiyorum artık..." O gün de bugün de değişmedi, hatırladıkça ilginç geliyor hala sözleri, söyledikleri... Jürideki tartışmaları ve hocalararası rekabeti metinden daha önemli buluyordu...
Yanyana durmayı severdi, olmuyorsa kavgaya tutuşmayı, neşeliydi, itiraz ederken hatırlardın onu, hiyerarşileri severdi, hüznün ve mücadelenin pozları hoşuna giderdi.
Özel hayatını hiç bilmiyorum, 2005'ten sonra hiç görmedim, bazı insanlar aşık olurlarsa yenilenirler, bazıları aşık kalabilirlerse güçlenirler, bana oldum olası mutsuzmuş gibi gelirdi, aragazıyla devam ediyordu sanki... Rutinin bir gücü vardır...
Yıllar içinde şunu anladım, üniversitede hoca olmak, itibar ve saygıyı getiriyor filan, sadece o kadar değil ama o kadarla kalabilirsin, talebeler "hocam hocam" dedikçe ruhen şişmanlıyor insan, körleştiriyor üniversite... Cahil olduğumuzu unutuyoruz zamanla... Hoca, farkındaydı durumun, hoşlanmıyor ama faydalanıyordu...
Mecazen söylüyorum sadece akordeon çalmalıydı, babası gibi güzel şarkılar, tatlı hatıralar, ağlayan bir plak, elde var hüzün demeliydi, dünyanın kalbi yok, kalbi olsa da dinlesek...
Dizinin yaratıcısı ve film seriyalinin yapımcı yönetmeni Suat Yalaz, Tibet'in oyuncu olarak başka yapımcılarla çalışmasını bir vefasızlık ve kendisine karşı ihanet sayarak elli yılı geçmiştir, hemen her yerde onu şikayet etti. Yalaz, mağdur edildiğini, kendisi olmasa Tibet'in bir "hiç" olacağına inanıyor ve konuşuyordu. Sayısız röportajında, her çıkardığı dergide bıkmadan usanmadan tekrar tekrar söyledi, kahretti, söylendi.
Tibet, eğitimli, dil bilen, tiyatrocu bir aileden gelen bir oyuncuydu, ülke vasatının üzerindeydi, Karaoğlan ile yetinmedi, yönetmenliğe kadar varan bir sinema yolculuğu yaşadı. Yalaz da Tibet olmadan iki ayrı film çekti, daha da çekebilirdi, ticari olarak başarısız oldu, daha iyi olduğu işine, kendi deyişiyle ressamlığına geri döndü. Bunlar hayatta olabilecek şeyler, yollar ayrılıyor, tekrar birleşiyor, oluyor olmuyor vs vs...
Geriye dönüp bakınca, o kadar yıl geçince, kim olsa unutur, söylediği şeyi önemsemez olur, yüreği soğur, "geçmiş zaman" der, yumuşar, başka türlü bakabilir...diye düşünüyor... Ne ki hiiç öyle olmadı, Yalaz sahiden ölene kadar anlattı bunları, hiç vazgeçmedi, dönüp dönüp konuştu, bıkmadan usanmadan yazdı, bir türlü de bu yaptığından yorulmadı... Tibet ise benim bildiğim, iki ya da üç kez Yalaz'a cevap verdi ama o da çok kısa kısa açıklamalardı. Yani Yalaz konuştu, Tibet susmayı tercih etti denebilir.
Magazin tarihi gibi oluyor ve olacak, benim derdim o değil ama, bilmeyenler için anlatayım. İki kişi anlaşmazlığa düşmüş ve "darılmışlar", "ayrılmışlar" diyebilirsiniz. O sebeple biraz anlatayım, Tibet'in kendisinden ayrıldığı dönemlerde Yalaz'ın hemen bütün çalışanları ve iş ortaklarıyla anlaşmazlığa düştüğünü, borçlarını ödeyemediği için icraya verildiğini, Bizanslı Zorba filminin gala gecesinde kullandığı arabanın dahi elinden alındığını biliyoruz. Üstelik bunu alacaklarını tahsil edemeyen bir başka çizgi romancı Abdullah Turhan yapmıştı. Demek istediğim, bir tek Tibet ayrılmadı ki, insanlar geçinmek zorundalar... O kadar insan arasından niye Kartal Tibet'i bu kadar konuştu? Ertem Eğilmez ile uzun seneler süren davaları bile oldu mesela...Tibet oyuncu, bir film iki haftada bitiyor, çektin Karaoğlan'ı sonra ne yapacaktı ki? Haliyle başka filmlerde oynayacaktı... Yalaz, "ben ona güvendim, onu şirketime bağlayan bir mukaveleme yapmadım" diye açıklıyor durumu, Tibet niye imzalasın ki böyle bir anlaşmayı? Yeşilçam o yıllarda patlama yapmış, herkes film çekiyor, ücretler yüksek değil, oyuncu da film çekecek ki, para kazansın vs vs...Empati kurmamıza bile gerek yok, piyasanın normali bu.
Üniversitede çalıştığım yıllarda birbirinden nefret eden iki yaşlı hoca vardı, öğrenciler, akademisyenler, idari personel bile aralarındaki o eski gerilimi bilir, bunu espri olarak kullanır, yeri gelir birbirleri hakkında konuşturur, gülüp eğlenirlerdi. Yalaz ile Tibet arasında olanlar öyle de değil, biri konuşuyor, diğeri cevap vermiyordu... acaba diyorum, cevap vermediği için mi bu kadar sene yaşadı bu "hınç"? (Tibet, Karaoğlan'ın rakibi ve alternatifi Tarkan'ı oynamasa unutur muydu hıncını, o da var...bu da bir cevap olabilir, ama hemen verilmiş bir cevap değil)
Magazin tarihi yaptım, onu bırakıp asıl derdime döneyim...Hınç denen o hisse...
İntikam ile dolu bir öfke hissi denebilir mi hınca...veya intikamı güdüleyen öfke... eğer böyle dersek fokur fokur kaynamaya benzetilebilir... Yalaz ihanetin hıncıyla konuşuyordu. Garaz derlerdi eskiden, kinle yazıyor, intikam güdüsüyle sıralıyordu. Bu kadar yıl konuştuğuna göre hıncını alamadı da...
Belki diyorum, Yalaz "sinema yapabilseydim çizmekten kurtulacaktım" demişti bana, trajik bir itiraftı, "kurtulamadığı" için öfkeleniyordu... Belki kendini en güçlü hissettiği bir dönemdi, değerlendiremediği fırsata hayıflanıyordu. Cevabını hiç bilemeyeceğiz, belki Yalaz da bilmiyordu, ezberden yineliyordu, çünkü böylesi bir hınç bu kadar sene yaşayamaz, bu kadar fokurdayamaz.
Üzerinden zaman geçince hikaye olarak ilginç duruyor, farkındayım, ben hıncın bu kadar sene yaşatılmasına şaşırıyorum. Enerji mi veriyor insana, gösteriye mi dönüşüyor.
Devam edeceğim.
https://www.deviantart.com/schopenhauer1788/art/Charles-Bukowski-at-a-Christmas-Party-1132963167 |
Sorulmuştu, paylaşmış olayım, 2024’ten aklımda kalan “yabancı” çizgi albüm ve kitaplar… Atladığım olabilir, neydi-ne güzeldi diyince hemen aklıma gelenler...
The Strange Death of Alex Raymond bu yıl çıkmamış ama ben bu sene keşfettim. Diğer ikisi İtalyanlardan edebiyat uyarlaması: Gülün Adı ve Tatar Çölü… Bizde mutlaka yayımlanırlar…Sonuncusu ise çizgi roman tarihiyle ilgili bir görsel döküman-derleme
Çizeri Rasim Abay, Yüzbaşı Volkan'ın yardımcı çizerlerinden biriydi. Bilenler hatırlayacaktır, Volkan da Ali Recan'ın hemen her biri karesi başka çizgi romanlardan kopyalayarak çizdiği (birebir çaldığı) bir çizgi romanıydı. Çelik Blek İstanbul'da da böyle bir çalışma demek istiyorum. Senaryoyu yayıncı Cem Demirbaş yazmış, izinsiz yapıldığı aşikar, ama yapmışlar işte...Abay'ın özgün çizdiği bir kare ya da sayfa var mı emin değilim. Tıpkı Ali Recan gibi antiskopla ordan burdan "apartmış"...
İşte hikayede Profesör zaman makinası bulmuş galiba, "üç arkadaş" hep birlikte önce 2006 yılı Türkiye'sine sonra da 1918 Çanakkale Savaşı'na gidiyorlar. E gidiyorlar dediğime bakmayın, kopyalanan çizgi romanlar neyi yaşıyorsa onu yaşıyor, o kareler ve ardışıklık onları nereye götürüyorsa oraya gidiyorlar. Ana fikir, "Türklere hayran olmamak mümkün değil..."
Yıllar önce bir grup ergen çocuk, Indiana Jones'u sahne sahne yeniden çekmiş ve büyük ilgi yaratmıştı. O ölçüde bir tatlılık değil bu... Çelik Blek İstanbul'da bir tür camp estetiğiyle üretilmiş, bilinçsiz bir biçimde abartılı, ucuz ve komik görünüyor. Aslının yanında Amerikalıların rip-off dediği bir çalıntı versiyon olduğunu söyleyelim...
E evet, ticari bir yönü olmuş, fanzin olsa daha değerli olacakmış ama yine de bu tür hikayeleri fan kültürünün içinde değerlendirmek lazım, nostaljik olması, bir fan kitlesine yönelmesi, ana metinle kurduğu duygusal bağ nedeniyle bir sempatiyi hakediyor.
Yaptığım iş dolayısıyla dizilerle ilgili çok sayıda profesyonelle konuşuyorum, hepsinin ağzında-aklında, hikayeden çok “kim kime aşık olmuş” sorusu var, buna bağlı olarak bunu kimler oynar filan…Çok sıkıcı ve türsüzlüğe batmış bir soap opera cangılında yaşıyorum, bakalım daha ne kadar dayanacağım…
İnsan, hep aşk konuşunca, ister istemez şu rasyonelleştirmeyi sıklıkla duyuyor, “şimdiki gençler, nasıl aşık olacaklarını bilmiyorlar, görmek istiyorlar” filan, hemen herkes sosyal medyayı küçümsediği için oradan çıkan aşkları bayağı-kısa ve “gerçek romantizmin” dışında görme eğilimi çok yüksek… Bizim dizilerimiz, dizilerin ilerlettiği popüler kültürümüz, sosyal medya aurasının çok gerisinde aslında, oradan gelen beğenileri çok ciddiye alıyorlar ama orada yaşayan romantizmi ve savrulmaları bir türlü anlatamıyorlar. Bu arada short-drama diye bir şeye taktılar, telefondan seyredilecek işler üretmek istiyorlar falan filan…
Bunları niye yazdım, global popüler kültürde sosyal medya ve çevrimiçi denen ilişkilerle ilgili dünya kadar adlandırma var… hepsine tek tek baktığınızda bir soap opera estetiği ve zekasıyla karşılaşıyorsunuz. Şimdikiler karşılaşmıyor, bilmiyor filan ne kadar cahilce söyleniyor, adlandırmaları görünce hemen anlıyorsunuz…
Ghosting bizde de biliniyor, birisine yoğun ilgi gösterip, ilişki yaşayacakmış gibi olup kaybolma hali… Slow fading, ilişkiyi bitirmek için zamanla iletişimi ve ilgiyi azaltma haline deniyor… Love Bombing de bilinenlerden, ilişkinin başında karşı tarafa aşırı ilgi ve sevgi gösterisi yapmakla ilgili söyleniyor, abartılı bir biçimde biteviye yazıyor ve hep beğeniyor, bu yüzden bombardıman deniyor… Genel olarak hastalıklı bir tavır sayılıyor ikisi de… Breadcrumbing diye bir şey varmış, ben bilmiyordum, birine beğeniler bırakıyor, mesajlar atıyor ama bir türlü ilişkiye yönelik ciddi bir adım atmıyormuşsun, karşı tarafı bile isteye umutta bırakıyormuşsun… Bana biraz “benching” (yedekte tutma) gibi geldi, birini seçenek olarak bekletme hali, soğutmuyorsun ama sıcaklığa da izin vermiyorsun… Benim gençliğimde çapkın kızlar için söylenirdi, “onun flörtüne aldanma, etrafında olmasını istiyor, gösterir ama vermez” falan filan…
Ben bu
Ghosting adlandırmasını, içimdeki serüvenci çocuktan olabilir, komik buluyorum,
Amerika’da da bereketli görülmüş ki, durmadan çeşitlendirmişler, şöyle türleri
varmış: Orbiting varmış mesela, ghosting yapmış gibi
davranıyormuşsun, ama tam da öyle değilmişsin…Haunting ile aralarında ne
fark var, ben çok anlamadım…Tık tık arada beğeni atıyormuşsun…Submarining daha
tatlı bir adlandırma, kaybolan arkadaşın birdenbire ortaya çıkması,
denizaltının yüzeye çıkması mecazı kullanmışlar…Yaşasın Kaptan Nemo!
Ghosting’in daha fenası varmış, randevu filan verip, randevuya gelmiyor ve
birden hatları kesiyormuşsun…Cloaking galiba bu demek…
Hayat sosyal medyada sürdüğü için ilişkilerin çevirimiçinde duyurulması ve duyurulmaması da problem edilmiş… Stashing, ilişkiyi sosyal medyada ilişkisini gizleme haliymiş… İlişkiyi netleştirme hali vardır biliyorsunuz, anlaşıldığı kadarıyla kadınlar, “biz neyiz?” “yaşadığımız şey ne” türünden bir baskıyla bunu istiyorlarmış, DTR-ing deniyormuş buna… Define The Relationship
Gelelim benim ilgimi çekenlere… Catfishing diye bir şey var, bir tür duygusal manipülasyon sayılıyor… Bir kişinin sahte bir kimlik veya profil kullanarak başkalarını kandırması denebilir. Sahte profili yaratıp kadınlara ya da erkeklere yönelenler için kullanılıyor. Genellikle dikkat çekmeye çalıştıkları içim kışkırtıcı fotoğraflar paylaşıyorlar. Thirst-Trapping deniyor buna…Karışmasın, sadece thirst-trapping yapanlar da oluyor… Bedenlerini erotize pozlarla sunarken, provakatif cümleler ve sloganlarla bu durumu pekiştiriyorlar. Yani hem teşhir ediyorlar hem de etmiyormuş gibi cool ve ironik görünmek istiyorlar. Kendilerine gösterilen ilgiyi teşhir ediyor ve bununla “övünüyorlar”… Ve tabii ki bu övünmeyi, övünmek gibi değil de sıkıntıyla, bizim deyişimizle sıtkı sıyrılır gibi illallah diyerek sunuyorlar. Yukarıda yazdım, hikaye karakteri olarak en ilginç olanlar bence bunlar… Provoke olma halleri herkesi etkiliyor, beden fitliği-zindeliği başarının ve mutluluğun simgesi sayıldığından beri işin ölçüsü çok karıştı…
Başa döneyim, dizi dünyasından haberler veriyordum, değil
mi?