Çarşamba, Aralık 04, 2024

Bir yemin uğruna ya rab ne güneşler batıyor

Kare 1
Bilmeyenler için bir girizgah yapayım, gazetelerin en güçlü medium olduğu zamanlardan söz edeceğim, radyo ve sinema var ama, teknolojik yetersizlik nedeniyle gazeteler kadar yaygın değiller... Gazetelerse, sadece haberin değil, edebiyatın ve türlü popüler sanatların ilk yayıncısı durumundalar... Popüler olan her şeyi kullanıyor, kullandıklarını birkaç kat daha popülerleştiriyorlar. 

Kare 2
1950'li yıllarda gazeteler, hafta sonra renkli sayfalı pazar ilaveleri vermeye, o ilavelerde de yerli çizgi romanlar yayımlamaya başlıyorlar. Paylaştığım kareler, tam sayfa yayımlanan Bir Yemin Uğruna (1954) isimli çizgi romandan, Türkiye'nin o yıllarda en çok satan iki gazetesinden biri olan Yeni Sabah'ta çıkmış, yine dönemin açık ara en parlak çizeri olan Ratip Tahir Burak tarafından çizilmişler.

Kare 3
Bugünden bakınca, kolay anlaşılmayacak tarafları var, hatırlatayım. Birincisi, renkli olduğu için okurlara bambaşka ve göz kamaştırıcı geliyor bu çizgi romanlar, çünkü gazeteler siyah beyaz yayımlanıyorlar. İkincisi, haftada bir ve hepi topu altı kare yayımlanan, yine de ilgiyle takip edilen bir şeyden söz ediyorum. Bir karşılaştırma yapayım, doksanlı yıllardan itibaren mizah dergileri, okur takip edemiyor, unutuyor diyerek devamı haftaya şeklinde tefrika edilen çizgi romanları istemiyorlardı. Düşünün, Ratip Tahir, sadece altı kare çiziyor, yaptığı iş ilgiyle takip ediliyor, en yüksek telifi alıyor . 

Kare 4
Üstelik, o altı karede, hikayenizi de çok geliştiremez, derinleştiremezsiniz. Paylaşılan karelerde yabancı bir kadınla Türk erkeği, yürüyüşe çıkıyorlar, aralarında tutku dolu bir gerilim oluyor ve reddedilen kadın, erkeğin bacaklarına sarılıyor filan... Bir hafta boyunca sadece bu sahneyi okuyorsunuz, evet bir his çatışması ve bir gerginlik var ama çok az yahu diyorsun, demek ki o devrin okuruna yetiyormuş...

Kare 5
Karelerin alt yazılarını bilerek çıkarttım, görsel bir ardışıklık kurulmuş çünkü, bir romans yaşandığını resimlere bakarak anlayabiliyoruz. Diğer yandan alt yazılar ile görsel arasından uyum var diyemem. Ratip Tahir, yazıyı resimlemiyor bence, tam aksini yapıyor, resme metin yazıyor. Eğer öyle yapmasaydı, bu kareyi farklı çizmesi gerekiyordu, alt yazıyı alıntılayım: "Genç kız tir tir titreyen küçücük elleriyle delikanlının cepkenine yapıştı, bütün gücüyle sarsarak: 'Senin olmak istiyorum, senin! Bunu anladın hala neden susuyorsun?' diye haykırdı. Şahin'in şaşkınlığı son haddini bulmuş, dili tutulmuştu. 'Duymuyor musun söylediklerimi? Yoksa beni çirkin mi buluyorsun?' diye feryad eden Marie, çılgın bir hareketle, esvabının göğüs kısmını kavuşturan ipek kordonları kopartarak taptaze göğsünü açtı." Yani, burada çarpıcı olan kadının kendini teşhir etmesi, biz bunu karede görmüyoruz, tuhaf, frapan, eksajere bir sahneymiş halbuki...

Kare 6
Son kareye bayılıyorum, müthiş erkek Türk'ün fetih rüyasının resmi çünkü... "[Marie] erkeğin bacaklarına sarılmış hıçkırıklar içinde boğuluyordu."... E peki buna ne demeli, okuru bir hafta bekletecek kadar güçlü bir fantezi değil mi bu? 

Salı, Aralık 03, 2024

Oldu oldu


Memlekette üç kişi biraya geldi mi, mecazen söylüyorum, mutlaka birbirlerini gaza getiriyorlar. Biri “rezalet” dedi mi diğeri “tam rezalet”, öteki “gerçekten tam rezalet” diyor ve rezilliği dillerine doluyorlar. Sahiden rezillik var mı belli değil. 

Biri “mükemmel” deyince diğeri “mükemmel ötesi” öteki “görülmemiş bir mükemmelik” filan diyor. Ortada mükemmel bir şey de yok elbette.

Abartıyor muyum? Yanlış mı tarif ediyorum? Kanırtıyor muyum? Olmadı mı? 

Esendal olsa, bu kadar soru için üç kişi toplar ve birine “oldu oldu” dedirtirdi, bir diğeri “çok iyi oldu” der, öteki “gerçekten iyi oldu” derdi… bu “oldu oldular” beni avuturdu.

Bakmayın öyle…

Pazartesi, Aralık 02, 2024

Küçüğün işlediği cinayet

Uzun zaman oldu, elime, akademisyen olabilir, polis olabilir bir meraklının yıllar içinde gazetelerden kesip sakladığı cinayet haberlerinden oluşan bir dosya  geçti. 1930'lu yıllardan başlayarak aşağı yukarı on-on iki yıllık bir dönemden kesilmiş haberlere baktıkça kim bu meraklı diye düşünüp duruyor, tahminlerde bulunuyorum. Bir arkadaşım, o meraklı için avukat da olabilir, savcı da dedi... "Suç bilimi" diye bir şey var, kendince istatistik yapan biri olamaz mı? 

Geçmişte, cinayet haberlerini edebiyattan anlayanlara yazdırırlarmış, hani şiir yazıyorum, öykü yazıyorum, Varlık'ta bir tetkikim neşredildi diyeni, tutar kolundan adliye muhabiri yaparlarmış. Yaz evladım, bize güzel bir kıssadan hisse... Hanfendi güzel mi ağladı, korkunç katil ne vakit höykürdü, Hakim bey, cezayı nasıl kesti gibi gibi... Aşk, kan ve gözyaşı, tekmili birden... 

Yani elimdeki dosyadaki haberlerde vasatlık, bayık bir şairanelik, palavra ve şayia gırla gidiyor...da dönemin dili bu, o senelerde kimseye tuhaf gelmiyordu muhtemelen... Bugünden bakarak "bu cinayet haberlerinden hiç bi salça olmaz" demek haksızlık olur. 

Yukarıdaki haberi seviyorum, fotoğraftaki çocuk katil diye sunulmuş, oysa değil... haberi okuyunca arkadaşını yaraladığını anlıyorsunuz. Para meselesiymiş, Halil ile İbrahim itişmişler, Kamil isimli bir başka çocuk, İbrahim'in kollarından tutmuş, Halil de borcunu ödemeyen oğlanı "arkasından ve kaburga kemiğinden bıçaklamış", e çocuk hastaneye kaldırılmış, yarası önemli değilmiş, pansuman edip yollamışlar... Polis, Halil'in babası Kunduracı Osman'a sinirlenmiş, bu bıçak çocuğun eline nasıl geçmiş şu bu...

Çocuk dört yaşında, ağaç yaşkan eğilir mi diyeceğiz, bunu yazarken ister istemez gülümsedim.

Pazar, Aralık 01, 2024

Dertli hatıra

Lise'de bir gün okuldan kaçtık (okulu astık), kapılar kilitleniyordu, arka pencereden, epeyce yüksekten aşağı atladık, nöbetçi öğretmenlerden gizlendik, bekledik, koştuk, ve nihayet başka bir ufka çıktık. Aşıklar Tepesi denen yerde, neredeyse birdenbire, biz tırıs tırıs, kahveye kağıt oynamaya giderken, karşımıza Kur'an okuyan bir adam çıktı. Bizi çevirdi, lafla sözle, yanına oturttu. O günlerde bizim oralarda "Dersaneler" açan, oralarda "Abilikler" yapan Nurculardan biriydi. 

Bizimle, sahiden durduk yere, Allah'ın varlığını yokluğunu tartıştığı, Allah'ın varolduğunu ispatladığı ezberlenmiş bir konuşma yaptı. Biz öğretmenlerden kaçıyoruz, karşımıza bir başkası çıkıyor, o kısmı geçiyorum. İlginç bir şey söyledi, bir arkadaşımızla, "dert iyidir, Allah insanın derdini artırsın" filan diyerek tasavvufu konuştu.

Sufilere göre dert, gerçek aşktır, gerçeğe ulaşma derdidir. Dert, insanın sahici bir hayır duasıdır. "
Dertli Dolaba binesin" deyişi, o sebeple ilenme değildir. Tabii biz bu deyişi, sonradan tekrarlayıp durmuş ve bunu espriye dönüştürmüştük. 

Adam Sufi filan değildi, üç beş gün sonra gördük, yol kenarında park ettiği arabasına, bir Mercedes'e biniyordu. Sanıyorum, sufi gibi giyinerek, o tepede, o ayazda Kur'an okumak ona iyi geliyordu. Bunu yaparsa daha iyi Müslüman olacağına inanıyordu. Halbuki sadece bunu yaparak da dinden uzaklaşabilirsin. Dert dediğin vicdanla muhasebe demek...

Ne zaman hayat kararsa, dertler büyüse, uykusuz, gamlı, gasavetli, ağrılı olsa "Allah derdini artırsın" lafı gelir aklıma. Hafiften de, o Sufiyi hatırlayarak gülümserim.

Related Posts with Thumbnails