Pazartesi, Aralık 30, 2024

İyi seneler

Yeni şeyler öğrendiğimizneşelisağlıklıtasası az bir yıl olsun. Daha önemlisi iyi insanlar olsun etrafımızda, yokluklarını da göstermesin bize...Beraber yürüyelim onlarla... Hepinize iyi seneler

 

Pazar, Aralık 29, 2024

Bugün Yine Yollardaydım

Ben sokağa çıktığımda tek bir Allahın kulu yoktu, yürü dedim Levent, evvela ve en erken fakirler düşer yollara, bugünler de geçer...
yolupuzundu, bitmiyordu, Kaf dağı diye bir yer yoktu.
iki adam gördüm, biri isyan ediyordu, diğeri bok yeme otur diyordu.Kafam karışıktı, sırtım ağrıyordu.
Batman bile işsizdi, şükrettim.
Ya ölürsem, kim bakar oğluma...

Çalış derdi büyüklerim, çalışmak seni kurtarır.

Koş oğlum koş...Koşarsan sürüden ayrılırsın

Su derindi, kalabalıktı yollar. Millet birbirini eziyordu. İstanbul bir cehennemdi...

Ömrümden yiyiyordum, hava kararırken evime dönebildim. Ankara saatlerin ayarlandığı şehirdi.
[2012'de yapmışım]

Cumartesi, Aralık 28, 2024

Aşkın İntikamı

Aşkın İntikamı, kadın okurlar için üretilmiş bir gazete çizgi romanı. Meraklı bir okur, yayımlandığı dönemde gazeteden keserek istiflemiş, bana da öyle ulaştı, ayrıca kitaplaşmadığı için matbuat cangılında gününü yaşayıp kaybolan çizgi romanlardan biri. Lale Ediz çevirmiş, Vâlâ Somalı çizmiş... Muhtemelen İtalyan foto romanlarından kopyalanarak üretilmiş, bir tarih belirtilmemiş ama gazete ilanlarında pek çok kez 1967 tarihi geçiyor.

Hikaye tahmin edileceği kim kime aşık oluyor, kim kimden ayrılıyor ve kim kimle kavuşuyor'u anlatıyor. Kavuşmayan yok, lig usulü maç yapıyorlar ve hikayenin meşum kadını bile Allah'ına kavuşuyor, doğru yolu buluyor. 

Somalı'nın gençlik çizgileri, tarzı tam oturmamış, beğendiği kareleri birkaç kez  tekrarlamış, nasıl olsa kim hatırlayacak diye düşünmüş olmalı... Lale Edis hakkında bir malumatım yok ama yıllar boyunca gazetelerin soap opera tercümanı olarak çalışmış biri... Erkek Babıali melodramı kadınlara bırakmaya ta o yıllardan başlamış...

Hikaye ilginç değil kasabaya bir femme fatele geliyor, önce nişanlı bir çiftin arasını bozup oğlanla sevgili oluyor, sonra onunla birlikteyken evli bir adamla "kırıştırıyor" ve onun da saadetini tarumar ediyor. Arada olaylar olaylar oluyor ama nişanlı çift yeniden biraraya geliyor, evliler mutlu mesut yola devam ediyorlar. Maria isimli fettan şey de ruhani bir arınma yaşayıp tövbe ediyor. 

İlginç değil dedim ama hikayenin on günde bir özetlenmesi ilginç. İkincisi de evli olan çiftin küçük kızı  bütün yaşananların şahidi olarak babası-annesi ve Maria arasında gayet kararlı  bir biçimde dolaşıyor. O küçük kız bu kadar kararlı olmasa, bu denli duymasa ve konuşmasa hikaye dengesi kurulamazmış...  

Çarşamba, Aralık 25, 2024

Kitabı filme çekilmiş adam

Çizgi: Berat Pekmezci

Akordeon

 ... Hoca vefat etmiş, yüksek lisansta ve doktorada iki kere hocam oldu... Sonra doktorada tez danışmanım... Yakınen tanıyorum gibi bir iddiayla konuşmayacağım. İnsanların farklı yüzleri oluyor, iyi tanıdığınız biri bile başka bir yönüyle sizi şaşırtabiliyor...Ortak hatıralardan yola çıkarak bir şeyler yazacağım... 

Hoca, akademideydi ama orada olmak istemiyordu sanki, ilk hissettiğim bu, işiyle ilgili bir heyecanı yok gibiydi, Fenerbahçe'yi, muhabbeti, müziği daha çok seviyordu. 

"Hiç okumayacağım tezini" demişti, "sana güveniyorum, ne yazsan kabulüm" şu bu... "Alex'in frikiğini seyretmek istiyorum artık..." O gün de bugün de değişmedi, hatırladıkça ilginç geliyor hala sözleri, söyledikleri... Jürideki tartışmaları ve hocalararası rekabeti metinden daha önemli buluyordu...

Yanyana durmayı severdi, olmuyorsa kavgaya tutuşmayı, neşeliydi, itiraz ederken hatırlardın onu, hiyerarşileri severdi, hüznün ve mücadelenin pozları hoşuna giderdi. 

Özel hayatını hiç bilmiyorum, 2005'ten sonra hiç görmedim, bazı insanlar aşık olurlarsa yenilenirler, bazıları aşık kalabilirlerse güçlenirler, bana oldum olası mutsuzmuş gibi gelirdi, aragazıyla devam ediyordu sanki... Rutinin bir gücü vardır... 

Yıllar içinde şunu anladım, üniversitede hoca olmak, itibar ve saygıyı getiriyor filan, sadece o kadar değil ama o kadarla kalabilirsin, talebeler "hocam hocam" dedikçe ruhen şişmanlıyor insan,  körleştiriyor üniversite... Cahil olduğumuzu unutuyoruz zamanla... Hoca, farkındaydı durumun, hoşlanmıyor ama faydalanıyordu...

Mecazen söylüyorum sadece akordeon çalmalıydı, babası gibi güzel şarkılar, tatlı hatıralar, ağlayan bir plak, elde var hüzün demeliydi, dünyanın kalbi yok, kalbi olsa da dinlesek...

Salı, Aralık 24, 2024

Hoşuma gitti


Can Baba, Sururi'nin Hürriyet'te yayımlanan bant karikatür dizisiydi, yukarıdaki kare 1953'te çıkan bir pazar sayfasının son karesi. Canbaba, horladığını kabul etmeyerek karısı Nonoş ve oğlu Timuçin ile tartışmaya başlıyor. İlginç ve yenilikçi bir espri yapmış Sururi, anlaşıldı mı bilemiyorum ama karenin (panelin) çerçeve çizgilerine çıkıp intihar tehdidinde bulunuyor. Bantın gerçekliğini tahrif eden, nerede olduklarını belli eden ayrıksı bir hamle olmuş.


Yine aynı yıl, sonrasında, Hürriyet'te yayımlanan iki amerikan bantını kendi hikaye evrenine dahil etmiş... Güngörmüşler'den Şaban'la sohbet ediyor, yoldan geçen Basri ve Fatoş'a bakıyorlar filan...bu sevimli bir geçişkenlik olsa da bir önceki kadar avangart değil...

Pazartesi, Aralık 23, 2024

Tükenmeyen

Bir ilkokul sınıf fotoğrafı... Arkasına 1940 tarihi atılmış...Fotoğrafın merkezinde duran kadın öğretmen atmış o tarihİ... Hanımefendinin adı Didar'mış... Ayrıca "Cevdetime Tükenmeyen Sevgilerimle" notu yazmış ki o notun romantik minnoşluğu nedeniyle bu yazıyı yazıyorum...  

Eskiden fotoğraf, az bulunur olduğundan okullarda genellikle yıl sonlarında topluca sınıf çekimleri olurdu... Herkese önceden bildirilir, ütülenmiş ve yıkanmış bir halde en sırtaran hallerimizle yanyana poz verirdik. Nedense, düşünmemişim, meğer öğrenciler kadar öğretmen için de hatıra oluyormuş...Didar öğretmen, fotoğrafta kendini beğenmiş olmalı ki, bunu "sevdiceğine" arkasına o iç gıcıklayıcı notla göndermiş...

Bir kasaba okulu olduğunu düşünüyorum, çocuklar aynı yaşlardalar... Köy olsa, her sınıftan ve yaştan çocuklar olurdu...Kızların hepsinde kurdele var, acaba diyorum, Didar öğretmen mi yapmıştır, o kurdeleleri, yandan aldığı küçük tutamı bağlarken mırıl mırıl konuş mudur talebeleriyle... Bunlar olurken oğlan bebelerinin nıhaaa nıhaa diyerek azarak sağa sola koştuğunu-tepiştiğini hayal ettim. 

Bir ara erkek çocuklarının yaşıtları olan kız çocuklarına göre (sosyal-duygusal alanlarda) daha geç geliştikleri için okullara bir yıl geç gönderilmesi tartışılmıştı... Asıl amaç eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliği olduğu için pek üzerinde durulmamıştı diyelim. Gelişim hızının her çocukta farklı olduğu, bu türden genellemelerin bireysel ihtiyaçlara uygun olmayan sonuçlar doğurabileceği söylenmişti...Kız ve erkek çocuklarının farklı zamanlarda okula başlaması, eşitsizlikleri derinleştirebilirdi vs vs

İlköğretmen bir tür ebeveynlik olduğu için, yerinde duramayan çocukları tutabilmek, sakinleştirebilmek ve yönlendirmekle gelişiyor. Didar öğretmen, Zeyniler Köyü'ne giden Feride misali adanmış bir "neferi" andırıyor...Ne ki perhizci bir misyoner gibi görünmekle birlikte fotoğrafın arkasına tükenmemekle ilgili bir kayıt düşmüş, arzular şelale diyelim, e güzel...Yol var, yolcu var...

Öğretmenin iki yanında önlüğünde bir arma olan bi bebe de var, demesem olmaz, sınıf başkanı galiba...Bakışlarını incelerseniz bütün çocuklardan farklı bakıyor, ışıl ışıl ve hınzırca...O kasaba, belde olmuş, o oğlan da başkanı seçilmiştir... Yazın bunu bi kenara

Pazar, Aralık 22, 2024

Hınç (1)

Görsel, Tibet'in sinemadaki ilk rolünden, Karaoğlan seriyalinden. Çizgi roman severler, hele Karaoğlan okuyucuları anlatacağım iddiayı-hikayeyi bilirler. 

Dizinin yaratıcısı ve film seriyalinin yapımcı yönetmeni Suat Yalaz, Tibet'in oyuncu olarak başka yapımcılarla çalışmasını bir vefasızlık ve kendisine karşı ihanet sayarak elli yılı geçmiştir, hemen her yerde onu şikayet etti. Yalaz, mağdur edildiğini, kendisi olmasa Tibet'in bir "hiç" olacağına inanıyor ve konuşuyordu. Sayısız röportajında, her çıkardığı dergide bıkmadan usanmadan tekrar tekrar söyledi, kahretti, söylendi. 

Tibet, eğitimli, dil bilen, tiyatrocu bir aileden gelen bir oyuncuydu, ülke vasatının üzerindeydi, Karaoğlan ile yetinmedi, yönetmenliğe kadar varan bir sinema yolculuğu yaşadı. Yalaz da Tibet olmadan iki ayrı film çekti, daha da çekebilirdi, ticari olarak başarısız oldu, daha iyi olduğu işine, kendi deyişiyle ressamlığına geri döndü. Bunlar hayatta olabilecek şeyler, yollar ayrılıyor, tekrar birleşiyor, oluyor olmuyor vs vs... 

Geriye dönüp bakınca, o kadar yıl geçince, kim olsa unutur, söylediği şeyi önemsemez olur, yüreği soğur, "geçmiş zaman" der, yumuşar, başka türlü bakabilir...diye düşünüyor... Ne ki hiiç öyle olmadı, Yalaz sahiden ölene kadar anlattı bunları, hiç vazgeçmedi, dönüp dönüp konuştu, bıkmadan usanmadan yazdı, bir türlü de bu yaptığından yorulmadı... Tibet ise benim bildiğim, iki ya da üç kez Yalaz'a cevap verdi ama o da çok kısa kısa açıklamalardı. Yani  Yalaz konuştu, Tibet susmayı tercih etti denebilir.  

Magazin tarihi gibi oluyor ve olacak, benim derdim o değil ama, bilmeyenler için anlatayım. İki kişi anlaşmazlığa düşmüş ve "darılmışlar", "ayrılmışlar" diyebilirsiniz. O sebeple biraz anlatayım, Tibet'in kendisinden ayrıldığı dönemlerde Yalaz'ın hemen bütün çalışanları ve iş ortaklarıyla anlaşmazlığa düştüğünü, borçlarını ödeyemediği için icraya verildiğini, Bizanslı Zorba filminin gala gecesinde kullandığı arabanın dahi elinden alındığını biliyoruz. Üstelik bunu alacaklarını tahsil edemeyen bir başka çizgi romancı Abdullah Turhan yapmıştı. Demek istediğim, bir tek Tibet ayrılmadı ki, insanlar geçinmek zorundalar... O kadar insan arasından niye Kartal Tibet'i bu kadar konuştu? Ertem Eğilmez ile uzun seneler süren davaları bile oldu mesela...Tibet oyuncu,  bir film iki haftada bitiyor, çektin Karaoğlan'ı sonra ne yapacaktı ki? Haliyle başka filmlerde oynayacaktı... Yalaz, "ben ona güvendim, onu şirketime bağlayan bir mukaveleme yapmadım" diye açıklıyor durumu, Tibet niye imzalasın ki böyle bir anlaşmayı? Yeşilçam o yıllarda  patlama yapmış, herkes film çekiyor, ücretler yüksek değil, oyuncu da film çekecek ki, para kazansın vs vs...Empati kurmamıza bile gerek yok, piyasanın normali bu. 

Üniversitede çalıştığım yıllarda birbirinden nefret eden iki yaşlı hoca vardı, öğrenciler, akademisyenler, idari personel bile aralarındaki o eski gerilimi bilir, bunu espri olarak kullanır, yeri gelir birbirleri hakkında konuşturur, gülüp eğlenirlerdi. Yalaz ile Tibet arasında olanlar öyle de değil, biri konuşuyor, diğeri cevap vermiyordu... acaba diyorum, cevap vermediği için mi bu kadar sene yaşadı bu "hınç"? (Tibet, Karaoğlan'ın rakibi ve alternatifi Tarkan'ı oynamasa unutur muydu hıncını, o da var...bu da bir cevap olabilir, ama hemen verilmiş bir cevap değil)

Magazin tarihi yaptım, onu bırakıp asıl derdime döneyim...Hınç denen o hisse...

İntikam ile dolu bir öfke hissi denebilir mi hınca...veya intikamı güdüleyen öfke... eğer böyle dersek fokur fokur kaynamaya benzetilebilir... Yalaz ihanetin hıncıyla konuşuyordu. Garaz derlerdi eskiden, kinle yazıyor, intikam güdüsüyle sıralıyordu. Bu kadar yıl konuştuğuna göre hıncını alamadı da... 

Belki diyorum, Yalaz "sinema yapabilseydim çizmekten kurtulacaktım" demişti bana, trajik bir itiraftı, "kurtulamadığı" için öfkeleniyordu... Belki kendini en güçlü hissettiği bir dönemdi, değerlendiremediği fırsata hayıflanıyordu. Cevabını hiç bilemeyeceğiz, belki Yalaz da bilmiyordu, ezberden yineliyordu, çünkü böylesi bir hınç bu kadar sene yaşayamaz, bu kadar fokurdayamaz. 

Üzerinden zaman geçince hikaye olarak ilginç duruyor, farkındayım, ben hıncın bu kadar sene yaşatılmasına şaşırıyorum. Enerji mi veriyor insana, gösteriye mi dönüşüyor.

Devam edeceğim.

Cumartesi, Aralık 21, 2024

Kimlerin hoşuna...

https://www.deviantart.com/schopenhauer1788/art/Charles-Bukowski-at-a-Christmas-Party-1132963167
Kendisi de bunu kabul ederdi, ya da küfrederek reddederdi, Bukowski, “büyük” ya da “iyi” edebiyatın yetkin bir örneği sayılmıyor, pulp aurasına yakın bir basitlikte yazması, dilinden çok hikâyesinin çarpıcılığına dayanması, çok tekrara düşmesi, çok erkek olması filan bunun nedenleri olabilir. Okuyanların hatırlayacağı gibi argoya, cinselliğe, içkiye ve diğer yasak hazlara yükleniyor. Amerikan taşrası, beat kuşağının yolculuk fantezisi, underground edebiyatının ters-yüz edici edep teşhiri, erotik yazının cesur ve doğrudan dili var yazıp çizdiklerinde. Bukowski hepsini andırarak ve hepsinden beslenerek, erkek - ergen bir okura hitap ediyor.

Onun için aslolan-gerçek olanlar (kendisi gibi) harbi konuşan insanlar, yoksullar, orospular, ayyaşlar, barmenler ve diğer yoksullar olabiliyor. Gerisi palavradır falan filan inter milan. Zenginler, entelektüeller, siyasetçiler, polisler, patronlar, kısım şefleri, anneler ve babalar, bürokratlar iki yüzlüdür vs. Siyasetle, sınıfla, yoksullukla ilişkisi diğer pek çok şey gibi yüzeysel, sempatiden öteye gitmiyordur. Taklit ettiği Henry Miller ile karşılaştırnca bu fark daha açık görülebiliyor.

Rastlamış olabilirsiniz, sosyal medyada dolaşan bir epigraf var: Bukowski, orospuları ve çingeneleri severmiş, çünkü biri namuslu numarası yapmazmış, diğeri milliyetçi ayağına yatmazmış. Sahiden söylemiş mi emin değilim, ama ona yakıştırılması bile önemli… Ergen zekasıyla sallandığı görülebiliyor. Bukowski, kimler kime oy veriyor, hayatını nasıl kodluyor, kime ve neye karşı neyin bekçisi kesiliyor bilse bu kadar rahat ve yukardan konuşmazdı. Büyük laflarla siyaset yürümüyor, içelim açılalım hasbihalinden anca alkol kardeşliği ve ortaokul solculuğu çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, iyi hikaye çıkmaz demiyorum, Bukowski'nin çingeneleri ve orospuları gerçek hayatta milliyetçilere ve muhafazakarla oy verseler de, edebiyat ayrıksılıkla ilgili klişeleri seviyor . beyefendi de bunu kullanmış, ergen muğlaklığında bu kadar net ve bağırarak konuşan birisi “iyi” ve farklı geliyor insanlara.

Yukarıda erkek-ergen okur dedim ama biraz daha açayım, kolay anlaşılırlığı, pulp ve erotik savrulmaları, şehrin kenarını sağan ve abartan yönü kimlerin hoşuna gidiyor diye düşünelim, onu farklı ve sahici gösteren anti entelektüelist tutumu kimler sahipleniyor diye soralım…

Cuma, Aralık 20, 2024

Son Okuduklarım 100

Simone,  de Beauvoir'in büyüme hikayesine odaklanmış bir biyografik çizgi roman. Huzursuzluğunu, isyanlarını, hakim cinsiyetle zihnen hesaplaşmasını okuyoruz. Çok kararlı, çok doğrudan, ahım şahım tereddütleri olmayan biriymiş dedirtiyor. Genç okur düşünülerek annesiyle olan problemleri çok belirginleştirilmiş sanki. Çevresindeki erkekler çok kendileriyle dolular, ne ki büyük değişimini onlarla yaşıyor ve "açılıyor"... Beauvoir'in anılarından provakatif tespitler cımbızlanmış askına bakarsanız. Entelektüel biyografi beklemiyordum ama güzel hikayeleştirilmiş insani zaaflar silsilesi hayal etmiştim. Biraz slogancı bir "metin" olmuş... Çizgilerde bir devamlılık sorunu da var, ardışıklık her zaman kurulamamış. Albüm için kalburüstü bir çalışma değil ama amacı düşünülünce iş görüyor diyelim. Doğan Bey-Ölüm Emri aslında kitap olarak yayımlanmış bir çizgi roman değil. Bir meraklısı, gazetelerde kalmış bir çizgi romanı, önce fotoğraflamış, sonra da çoğaltıp satışa çıkarmış. Rahmi Turan'ın yazdığı, Ragıp Derin'in çizdiği tarihi bir  çizgi roman Doğan Bey. Nostaljiyle okudum, parlak bir hikaye beklemiyordum. Derin'in değişik bir çizgisi vardır, çok yaklaşarak görür sahneleri, onu yeniden görmek hoşuma gitti... İşin ilginçliği Kara Murat'tan tarzını bildiğimiz Rahmi Turan'ın çizgi romanı denemiş olması... Genel olarak alt yazılı işler yazdığı için söz ekonomisini yapamamış veya tefrika yazarken kurduğu gerekliği konuşkanlığı azaltamamış... O fasıl ilginç. Bazı sahneler uzuyor da uzuyor, günbegün okuyan okur eseri takip edemez olmuştur. Diğer yandan Doğan Bey'in aşık olduğu Macar sevgilisi için göze aldığı romantik risk eğlenceliymiş... Rahmi Turan'dan beklenmeyecek bir esneklik göstermiş...

Paisley Park'a Gitmeyeceğiz, biyografi temelli müzik ve müzisyen hikayelerinden bir yenisi daha... İlgi görmese, bu kadar çıkmazdı...Albüm çizgi olarak çok başarılı, gerçekten şapka çıkarılacak ölçüde ışıltılı... Okurken, yetmişli yıllar esintisiyle Gimenez renklendirmesi izliyorum gibi geldi. Senaryo ise epeyce karışık ve sahiden bir fan metni gibi ilerliyor. Prince, Miles Davis'le birlikte, bir ara "çalmışlar" ve bu kayıtlar, ölümünden sonra bir yere kaldırılmış... İki hayran, bu kayıtları bulmak için yola çıkıyor, yolda birileriyle karşılaşılıyor, geeker ölçüsünde bir dünya teferruat anlatılıyor vs... Çeviride atlanmış yerler var, o da metni zorlaştırmış diyelim...Bogie Denilen Adam, doksanlı yılların sonunda çıkmıştı, o tarihlerde grafik romanın esamisi okunmuyordu, böylesi farklı albümler bizi şaşırtıyordu, "hiç çizgi romana benzemiyor" demişti bir arkadaşım... Anlattığı hikaye alışılageldik hikaye ve anlatım kalıplarına uymuyor demek istiyordu. O yıllarda karıştırmış ve neden bilmiyorum, satın bile almamıştım. Bunca sene sonra tekrar elime geçti, geçmişte gelen bir önyargım olduğu için, ilham verici bir hikaye filan beklemiyordum elbette... Yine beğenmedim. Bana fazla kalabalık geldi tahkiyesi. Çizgi romandan bir televizyon filmi uyarlanmış, o vesileyle bizde de yayımlanmış olabilir. Bogie, mizahi bir hikaye, polisiye türünün-hard boiled'in parodisi üzerine kurulu, kendini Bogart sanan bir akıl hastasının diyelim, rehabilite edildiği hastaneden kaçmasıyla başlıyor olaylar...En Kahraman Rıdvan aklınıza gelmiş olabilir, tam öyle değil, çizgiler fotorealistik ve gerçekçilik adına komik olmaya da pek çalışılmıyor...

Perşembe, Aralık 19, 2024

Meltem Rüzgarı Gibi


Meltem Rüzgarı Gibi'nin kendi içinde tutarlı ama bağlamın dışına çıkıldığında (hani birine anlatmaya kalktığınızda)  "saçma" olan bir hikaye mantığı var, bakmayın tabii, "pulp" dediğimiz şey tam da buralardan doğar ve gelişir. İnanarak yazanı oluyor, kanarak okuyanı...

Kadir (İnanır) ile Hülya (Darcan) bir sahil kenarında tanışıp kısa sürede (birkaç sayfada) evleniyorlar. E evlilik bu kadar erken olursa, melodram o dengenin bozulacağını müjdeler bize... Hülya'nın takıntısı büyük şehirden kaçmak, oralardan uzakta yaşamak filan... Kadir, işlerini yoluna koymak üzere İstanbul'a gidince melodramın şahane ve pembe dengesi tarumar oluyor. Kadir'in dönüşü gecikince Hülya kocasının peşinden İstanbul'a geliyor ve -buraya dikkat- kendini Hülya'nın kızkardeşi Rüya olarak tanıtıp -biz daha niye demeden- Kadir kardeşimizi baştan çıkarıyor. Öyle ki, Kadir, Hülya'dan boşanacak raddeye geliyor, hislerini anlatmak üzere karısının yanına, aşkın başladığı yere geri gidiyor ve çok şükür ki, pembe düzen yeniden tesis ediliyor. Moda deyişle, olaylar olaylar...

Ne ilginç derseniz, hikayenin kendine inanan zekası ilginç. Yetmişli yılların gündelikliği içinde kadın erkek ilişkileri, flörtözlük ve eğlence hayatına dair romantik yakınlıklar ilginç. Bir de ağdalı büyük laflar tabii... Kadir, Hülya'ya şöyle diyor: " Ev haliyle Hülya, cemiyet haliyle Rüya olmanı istiyorum" Cevap güzel: "Olmaz öyle şey. Ben neysem oyum. Değişemem."

Melodramın zaferi, erkeğin (sevgilinin) kadının istediği yönde değişim geçirmesidir. Kadının fendi.. oluyor yani

Çarşamba, Aralık 18, 2024

Aloha Feysbuk!

Çizgi: Berat Pekmezci

Yabancılar

Sorulmuştu, paylaşmış olayım, 2024’ten aklımda kalan “yabancı” çizgi albüm ve kitaplar… Atladığım olabilir, neydi-ne güzeldi diyince hemen aklıma gelenler...

The Strange Death of Alex Raymond bu yıl çıkmamış ama ben bu sene keşfettim. Diğer ikisi İtalyanlardan edebiyat uyarlaması: Gülün Adı ve Tatar Çölü… Bizde mutlaka yayımlanırlar…Sonuncusu ise çizgi roman tarihiyle ilgili bir görsel döküman-derleme


Pazartesi, Aralık 16, 2024

Blek değil Çelik Bilek

Çelik Blek İstanbul'da, yerli bir çizgi roman, bizde Teksas olarak bilinen ünlü  İtalyan üretiminden uydurulduğu, tornistan edildiği hemen anlaşılıyor zaten. İlginçliği zaten burada. Eskiden olsa trash-pulp literatüründe daha çok konuşulurdu, çizgi roman o kadar ilgi kaybetti ki, o ilgisizliğin içinde iş hepten marjinalize olmuş... 

Çizeri Rasim Abay, Yüzbaşı Volkan'ın yardımcı çizerlerinden biriydi. Bilenler hatırlayacaktır, Volkan da Ali Recan'ın hemen her biri karesi başka çizgi romanlardan kopyalayarak çizdiği (birebir çaldığı) bir çizgi romanıydı. Çelik Blek İstanbul'da da böyle bir çalışma demek istiyorum. Senaryoyu yayıncı Cem Demirbaş yazmış, izinsiz yapıldığı aşikar, ama yapmışlar işte...Abay'ın özgün çizdiği bir kare ya da sayfa var mı emin değilim. Tıpkı Ali Recan gibi antiskopla ordan burdan "apartmış"...  

İşte hikayede Profesör zaman makinası bulmuş galiba, "üç arkadaş" hep birlikte önce 2006 yılı Türkiye'sine sonra da 1918 Çanakkale Savaşı'na gidiyorlar. E gidiyorlar dediğime bakmayın, kopyalanan çizgi romanlar neyi yaşıyorsa onu yaşıyor, o kareler ve ardışıklık onları nereye götürüyorsa oraya gidiyorlar. Ana fikir, "Türklere hayran olmamak mümkün değil..."

Yıllar önce bir grup ergen çocuk, Indiana Jones'u sahne sahne yeniden çekmiş ve büyük ilgi yaratmıştı. O ölçüde bir tatlılık değil bu... Çelik Blek İstanbul'da bir tür camp estetiğiyle üretilmiş, bilinçsiz bir biçimde abartılı, ucuz ve komik görünüyor. Aslının yanında Amerikalıların rip-off dediği bir çalıntı versiyon olduğunu söyleyelim... 

E evet, ticari bir yönü olmuş, fanzin olsa daha değerli olacakmış ama yine de bu tür hikayeleri fan kültürünün içinde değerlendirmek lazım, nostaljik olması, bir fan kitlesine yönelmesi, ana metinle kurduğu duygusal bağ nedeniyle bir sempatiyi hakediyor. 

Pazar, Aralık 15, 2024

Çevrimiçi İlişkiler

Yaptığım iş dolayısıyla dizilerle ilgili çok sayıda profesyonelle konuşuyorum, hepsinin ağzında-aklında, hikayeden çok “kim kime aşık olmuş” sorusu var, buna bağlı olarak bunu kimler oynar filan…Çok sıkıcı ve türsüzlüğe batmış bir soap opera cangılında yaşıyorum, bakalım daha ne kadar dayanacağım…

İnsan, hep aşk konuşunca, ister istemez şu rasyonelleştirmeyi sıklıkla duyuyor, “şimdiki gençler, nasıl aşık olacaklarını bilmiyorlar, görmek istiyorlar” filan, hemen herkes sosyal medyayı küçümsediği için oradan çıkan aşkları bayağı-kısa ve “gerçek romantizmin” dışında görme eğilimi çok yüksek… Bizim dizilerimiz, dizilerin ilerlettiği popüler kültürümüz, sosyal medya aurasının çok gerisinde aslında, oradan gelen beğenileri çok ciddiye alıyorlar ama orada yaşayan romantizmi ve savrulmaları bir türlü anlatamıyorlar. Bu arada short-drama diye bir şeye taktılar, telefondan seyredilecek işler üretmek istiyorlar falan filan…

Bunları niye yazdım, global popüler kültürde sosyal medya ve çevrimiçi denen ilişkilerle ilgili dünya kadar adlandırma var… hepsine tek tek baktığınızda bir soap opera estetiği ve zekasıyla karşılaşıyorsunuz. Şimdikiler karşılaşmıyor, bilmiyor filan ne kadar cahilce söyleniyor, adlandırmaları görünce hemen anlıyorsunuz…

Ghosting bizde de biliniyor, birisine yoğun ilgi gösterip, ilişki yaşayacakmış gibi olup kaybolma hali… Slow fading, ilişkiyi bitirmek için zamanla iletişimi ve ilgiyi azaltma haline deniyor… Love Bombing de bilinenlerden, ilişkinin başında karşı tarafa aşırı ilgi ve sevgi gösterisi yapmakla ilgili söyleniyor, abartılı bir biçimde biteviye yazıyor ve hep beğeniyor, bu yüzden bombardıman deniyor… Genel olarak hastalıklı bir tavır sayılıyor ikisi de… Breadcrumbing diye bir şey varmış, ben bilmiyordum, birine beğeniler bırakıyor, mesajlar atıyor ama bir türlü ilişkiye yönelik ciddi bir adım atmıyormuşsun, karşı tarafı bile isteye umutta bırakıyormuşsun… Bana biraz “benching” (yedekte tutma) gibi geldi, birini seçenek olarak bekletme hali, soğutmuyorsun ama sıcaklığa da izin vermiyorsun… Benim gençliğimde çapkın kızlar için söylenirdi, “onun flörtüne aldanma, etrafında olmasını istiyor, gösterir ama vermez” falan filan…

Ben bu Ghosting adlandırmasını, içimdeki serüvenci çocuktan olabilir, komik buluyorum, Amerika’da da bereketli görülmüş ki, durmadan çeşitlendirmişler, şöyle türleri varmış: Orbiting varmış mesela, ghosting yapmış gibi davranıyormuşsun, ama tam da öyle değilmişsin…Haunting ile aralarında ne fark var, ben çok anlamadım…Tık tık arada beğeni atıyormuşsun…Submarining daha tatlı bir adlandırma, kaybolan arkadaşın birdenbire ortaya çıkması, denizaltının yüzeye çıkması mecazı kullanmışlar…Yaşasın Kaptan Nemo! Ghosting’in daha fenası varmış, randevu filan verip, randevuya gelmiyor ve birden hatları kesiyormuşsun…Cloaking galiba bu demek…

Hayat sosyal medyada sürdüğü için ilişkilerin çevirimiçinde duyurulması ve duyurulmaması da problem edilmiş… Stashing, ilişkiyi sosyal medyada ilişkisini gizleme haliymiş… İlişkiyi netleştirme hali vardır biliyorsunuz, anlaşıldığı kadarıyla kadınlar, “biz neyiz?” “yaşadığımız şey ne” türünden bir baskıyla bunu istiyorlarmış, DTR-ing deniyormuş buna… Define The Relationship 

Gelelim benim ilgimi çekenlere… Catfishing diye bir şey var, bir tür duygusal manipülasyon sayılıyor… Bir kişinin sahte bir kimlik veya profil kullanarak başkalarını kandırması denebilir. Sahte profili yaratıp kadınlara ya da erkeklere yönelenler için kullanılıyor. Genellikle dikkat çekmeye çalıştıkları içim kışkırtıcı fotoğraflar paylaşıyorlar.  Thirst-Trapping deniyor buna…Karışmasın, sadece thirst-trapping yapanlar da oluyor… Bedenlerini erotize pozlarla sunarken, provakatif cümleler ve sloganlarla bu durumu pekiştiriyorlar. Yani hem teşhir ediyorlar hem de etmiyormuş gibi cool ve ironik görünmek istiyorlar. Kendilerine gösterilen ilgiyi teşhir ediyor ve bununla “övünüyorlar”… Ve tabii ki bu övünmeyi, övünmek gibi değil de sıkıntıyla, bizim deyişimizle sıtkı sıyrılır gibi illallah diyerek sunuyorlar. Yukarıda yazdım, hikaye karakteri olarak en ilginç olanlar bence bunlar… Provoke olma halleri herkesi etkiliyor, beden fitliği-zindeliği başarının ve mutluluğun simgesi sayıldığından beri işin ölçüsü çok karıştı…

Başa döneyim, dizi dünyasından haberler veriyordum, değil mi?

Cumartesi, Aralık 14, 2024

Bu ben miyim?

Annemden çıktı, saklamış, muhtemelen 8, 9, 11 ve 14 yaşlarımdan vesikalık fotoğraflarım... Büyümek, fiziken değişmek demek, böyle yan yana koyunca insan karşılaştırma yapabiliyor... Hani çocukları belli aralıklarla görür ve şaşırırız ya, o hesapla beş altı yıl içinde değişip durmuşum...

Aa maa dedim tabii, sonra şunu fark ettim, vesikalıklardaki çocuk evet benim ama "onları" tam da hatırlamıyorum. 

Yanlış anlaşılmasın, çok iyi hatırlıyorum diyerek her bir resim için bir hikaye anlatabilirim. Sekiz yaşımda Kovboylar diye bir roman yazmıştım, dokuz yaşımda Ayşe diye bir kıza uzaktan aşık olmuş, her gün (ama her gün) okul çıkışında onu bekleyerek evine kadar peşinden gidip ancak sonra kendi evime dönmüştüm.... Veya ortaokul için fotoğraf çektirirken kravatın etkisiyle kendimi çok yakışıklı ve büyük hissetmiştim. On dördümde kızlarla flört etmeye başlamıştım, serüvenci olmuştum, neler neler... Hikayeciyim, anlatabilirim, işin içine "ne günlerdi" romantizmini, çocuk kalplerin masumiyetini filan katabilirim.

Dedim ya, her bir resim, portrelerim olsa da bana çok bir şey ifade etmiyor, "ben bu muyum?" "Bu ben miyim?" diyip durdum hatta... 

İnsan yaşlandıkça, çocukluğuna dönermiş ve o zamanlarını (hafızayı bina gibi düşünürsek alt katları) daha iyi hatırlamaya başlarmış, bilimsel olarak 65 yaştan sonra insanlar ilk hatıra ve hikayelerine rücu ediyorlarmış... Tam gerekçesini bilmiyorum, 65 yaş, emeklilikle özdeşleştirilir, acaba diyorum insanlar hayatın harala gürelesinden kopunca eski hatıralara sığınarak kendilerini mi canlandırıyorlar,  yaşlandıkça hızlanan zamana karşı hatıralarla siper mi kazıyorlar?

Cuma, Aralık 13, 2024

Tenten İstanbul'da

Tenten İstanbul'da, Tenten'in Türkiye'de üretilmiş kopya serüvenlerinden biri. Uzun seneler evvel, ben çocukken, Tenten İstanbul'da serüvenini, (Tintin et le Mystére de la Toison D'or) filminin çizgi roman uyarlaması sanıyordum. 

Mahallede böyle bir serüveni çizgi roman olarak okuduğunu söyleyen bir çocuk vardı, nasıl merak etmiştim anlatamam, yalan söyleyecek değildi ya, film hikaye olarak Milliyet Çocuk'ta tefrika edilince daha da heyecanlanmıştım. Milliyet Çocuk, niye o çizgi romanını değil de, öykü tefrikasını yayımlamıştı, tabii ki anlamamıştım. 

Seneler sonra, Tenten'in İstanbul'da geçen bir filmi olmasını vesile ederek Türkiye'deki yayıncısının kopya bir serüven ürettiğini öğrenecektim. 

Hah, işte yukarıdaki kapak o serüveni içeren sayıların cilt kapağı. [Pek de düzgün bir örnek değil çünkü ciltçi kenardan öyle bir kesmiş, öyle bir "acı acı" uçurmuş ki, üzülmemek elde değil... ]

Bu serüveni kim çizmiş-kim kopyalamış belirsiz, metni okuyunca bir yazarı ve çizeri olduğu anlaşılıyor, çünkü bununla ilgili bir espri yapılmış, ortak bir çalışma olmuş, bilemiyorum, yakın zamanlarda bu kopya çizgilerin sahibinin Şahap Ayhan olduğu iddia edildi, ben o kadar emin değilim. Madem ihtimallerden söz ediyoruz, yazarı yayınevinin sahibi olan Burhanettin Şener olabilir. 

Yazar ve çizerlerin kendilerini çizgi romanın içinde göstermeleri, bir espri olarak "gerçekliği" tahrif etmeleri o yıllarda bir moda... Ben "yazıyorum" ve "çiziyorum" demek veya hikayeyi birdenbire kesip kahramanla "yaratıcısını" karşılaştırmak o yılların bir modası... Tenten'de yapılan,  yukarıdakikarde görülen Kaptanın şikayeti o mizahi modanın bunun bir örneği...

İtiraf edeyim, beklentim düşük olduğundan olabilir, öyküyü kötü bulmadım, evet, dağılıyor filan ama kendince esprisi ve devamlılığı var. Hikayede Orhan Günşıray ve Öztürk Serengil göndermeleri var örneğin. Bir papağanla karşılaşıyorlar, kuş Adanalı Tayfur gibi "Yeşşe!" diye "bağırıyor", o yıllarda İnönü bile siyaseten sarkastik bir biçimde "Yeşşe" demişti, hatırlatayım, popüler kültürün dilindeydi yani. Fırsat buldukça Tenten'in bu yerli serüvenlerine devam edeceğim.

Related Posts with Thumbnails