Cumartesi, Aralık 21, 2024

Kimlerin hoşuna...

https://www.deviantart.com/schopenhauer1788/art/Charles-Bukowski-at-a-Christmas-Party-1132963167
Kendisi de bunu kabul ederdi, ya da küfrederek reddederdi, Bukowski, “büyük” ya da “iyi” edebiyatın yetkin bir örneği sayılmıyor, pulp aurasına yakın bir basitlikte yazması, dilinden çok hikâyesinin çarpıcılığına dayanması, çok tekrara düşmesi, çok erkek olması filan bunun nedenleri olabilir. Okuyanların hatırlayacağı gibi argoya, cinselliğe, içkiye ve diğer yasak hazlara yükleniyor. Amerikan taşrası, beat kuşağının yolculuk fantezisi, underground edebiyatının ters-yüz edici edep teşhiri, erotik yazının cesur ve doğrudan dili var yazıp çizdiklerinde. Bukowski hepsini andırarak ve hepsinden beslenerek, erkek - ergen bir okura hitap ediyor.

Onun için aslolan-gerçek olanlar (kendisi gibi) harbi konuşan insanlar, yoksullar, orospular, ayyaşlar, barmenler ve diğer yoksullar olabiliyor. Gerisi palavradır falan filan inter milan. Zenginler, entelektüeller, siyasetçiler, polisler, patronlar, kısım şefleri, anneler ve babalar, bürokratlar iki yüzlüdür vs. Siyasetle, sınıfla, yoksullukla ilişkisi diğer pek çok şey gibi yüzeysel, sempatiden öteye gitmiyordur. Taklit ettiği Henry Miller ile karşılaştırnca bu fark daha açık görülebiliyor.

Rastlamış olabilirsiniz, sosyal medyada dolaşan bir epigraf var: Bukowski, orospuları ve çingeneleri severmiş, çünkü biri namuslu numarası yapmazmış, diğeri milliyetçi ayağına yatmazmış. Sahiden söylemiş mi emin değilim, ama ona yakıştırılması bile önemli… Ergen zekasıyla sallandığı görülebiliyor. Bukowski, kimler kime oy veriyor, hayatını nasıl kodluyor, kime ve neye karşı neyin bekçisi kesiliyor bilse bu kadar rahat ve yukardan konuşmazdı. Büyük laflarla siyaset yürümüyor, içelim açılalım hasbihalinden anca alkol kardeşliği ve ortaokul solculuğu çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, iyi hikaye çıkmaz demiyorum, Bukowski'nin çingeneleri ve orospuları gerçek hayatta milliyetçilere ve muhafazakarla oy verseler de, edebiyat ayrıksılıkla ilgili klişeleri seviyor . beyefendi de bunu kullanmış, ergen muğlaklığında bu kadar net ve bağırarak konuşan birisi “iyi” ve farklı geliyor insanlara.

Yukarıda erkek-ergen okur dedim ama biraz daha açayım, kolay anlaşılırlığı, pulp ve erotik savrulmaları, şehrin kenarını sağan ve abartan yönü kimlerin hoşuna gidiyor diye düşünelim, onu farklı ve sahici gösteren anti entelektüelist tutumu kimler sahipleniyor diye soralım…

Cuma, Aralık 20, 2024

Son Okuduklarım 100

Simone,  de Beauvoir'in büyüme hikayesine odaklanmış bir biyografik çizgi roman. Huzursuzluğunu, isyanlarını, hakim cinsiyetle zihnen hesaplaşmasını okuyoruz. Çok kararlı, çok doğrudan, ahım şahım tereddütleri olmayan biriymiş dedirtiyor. Genç okur düşünülerek annesiyle olan problemleri çok belirginleştirilmiş sanki. Çevresindeki erkekler çok kendileriyle dolular, ne ki büyük değişimini onlarla yaşıyor ve "açılıyor"... Beauvoir'in anılarından provakatif tespitler cımbızlanmış askına bakarsanız. Entelektüel biyografi beklemiyordum ama güzel hikayeleştirilmiş insani zaaflar silsilesi hayal etmiştim. Biraz slogancı bir "metin" olmuş... Çizgilerde bir devamlılık sorunu da var, ardışıklık her zaman kurulamamış. Albüm için kalburüstü bir çalışma değil ama amacı düşünülünce iş görüyor diyelim. Doğan Bey-Ölüm Emri aslında kitap olarak yayımlanmış bir çizgi roman değil. Bir meraklısı, gazetelerde kalmış bir çizgi romanı, önce fotoğraflamış, sonra da çoğaltıp satışa çıkarmış. Rahmi Turan'ın yazdığı, Ragıp Derin'in çizdiği tarihi bir  çizgi roman Doğan Bey. Nostaljiyle okudum, parlak bir hikaye beklemiyordum. Derin'in değişik bir çizgisi vardır, çok yaklaşarak görür sahneleri, onu yeniden görmek hoşuma gitti... İşin ilginçliği Kara Murat'tan tarzını bildiğimiz Rahmi Turan'ın çizgi romanı denemiş olması... Genel olarak alt yazılı işler yazdığı için söz ekonomisini yapamamış veya tefrika yazarken kurduğu gerekliği konuşkanlığı azaltamamış... O fasıl ilginç. Bazı sahneler uzuyor da uzuyor, günbegün okuyan okur eseri takip edemez olmuştur. Diğer yandan Doğan Bey'in aşık olduğu Macar sevgilisi için göze aldığı romantik risk eğlenceliymiş... Rahmi Turan'dan beklenmeyecek bir esneklik göstermiş...

Paisley Park'a Gitmeyeceğiz, biyografi temelli müzik ve müzisyen hikayelerinden bir yenisi daha... İlgi görmese, bu kadar çıkmazdı...Albüm çizgi olarak çok başarılı, gerçekten şapka çıkarılacak ölçüde ışıltılı... Okurken, yetmişli yıllar esintisiyle Gimenez renklendirmesi izliyorum gibi geldi. Senaryo ise epeyce karışık ve sahiden bir fan metni gibi ilerliyor. Prince, Miles Davis'le birlikte, bir ara "çalmışlar" ve bu kayıtlar, ölümünden sonra bir yere kaldırılmış... İki hayran, bu kayıtları bulmak için yola çıkıyor, yolda birileriyle karşılaşılıyor, geeker ölçüsünde bir dünya teferruat anlatılıyor vs... Çeviride atlanmış yerler var, o da metni zorlaştırmış diyelim...Bogie Denilen Adam, doksanlı yılların sonunda çıkmıştı, o tarihlerde grafik romanın esamisi okunmuyordu, böylesi farklı albümler bizi şaşırtıyordu, "hiç çizgi romana benzemiyor" demişti bir arkadaşım... Anlattığı hikaye alışılageldik hikaye ve anlatım kalıplarına uymuyor demek istiyordu. O yıllarda karıştırmış ve neden bilmiyorum, satın bile almamıştım. Bunca sene sonra tekrar elime geçti, geçmişte gelen bir önyargım olduğu için, ilham verici bir hikaye filan beklemiyordum elbette... Yine beğenmedim. Bana fazla kalabalık geldi tahkiyesi. Çizgi romandan bir televizyon filmi uyarlanmış, o vesileyle bizde de yayımlanmış olabilir. Bogie, mizahi bir hikaye, polisiye türünün-hard boiled'in parodisi üzerine kurulu, kendini Bogart sanan bir akıl hastasının diyelim, rehabilite edildiği hastaneden kaçmasıyla başlıyor olaylar...En Kahraman Rıdvan aklınıza gelmiş olabilir, tam öyle değil, çizgiler fotorealistik ve gerçekçilik adına komik olmaya da pek çalışılmıyor...

Perşembe, Aralık 19, 2024

Meltem Rüzgarı Gibi


Meltem Rüzgarı Gibi'nin kendi içinde tutarlı ama bağlamın dışına çıkıldığında (hani birine anlatmaya kalktığınızda)  "saçma" olan bir hikaye mantığı var, bakmayın tabii, "pulp" dediğimiz şey tam da buralardan doğar ve gelişir. İnanarak yazanı oluyor, kanarak okuyanı...

Kadir (İnanır) ile Hülya (Darcan) bir sahil kenarında tanışıp kısa sürede (birkaç sayfada) evleniyorlar. E evlilik bu kadar erken olursa, melodram o dengenin bozulacağını müjdeler bize... Hülya'nın takıntısı büyük şehirden kaçmak, oralardan uzakta yaşamak filan... Kadir, işlerini yoluna koymak üzere İstanbul'a gidince melodramın şahane ve pembe dengesi tarumar oluyor. Kadir'in dönüşü gecikince Hülya kocasının peşinden İstanbul'a geliyor ve -buraya dikkat- kendini Hülya'nın kızkardeşi Rüya olarak tanıtıp -biz daha niye demeden- Kadir kardeşimizi baştan çıkarıyor. Öyle ki, Kadir, Hülya'dan boşanacak raddeye geliyor, hislerini anlatmak üzere karısının yanına, aşkın başladığı yere geri gidiyor ve çok şükür ki, pembe düzen yeniden tesis ediliyor. Moda deyişle, olaylar olaylar...

Ne ilginç derseniz, hikayenin kendine inanan zekası ilginç. Yetmişli yılların gündelikliği içinde kadın erkek ilişkileri, flörtözlük ve eğlence hayatına dair romantik yakınlıklar ilginç. Bir de ağdalı büyük laflar tabii... Kadir, Hülya'ya şöyle diyor: " Ev haliyle Hülya, cemiyet haliyle Rüya olmanı istiyorum" Cevap güzel: "Olmaz öyle şey. Ben neysem oyum. Değişemem."

Melodramın zaferi, erkeğin (sevgilinin) kadının istediği yönde değişim geçirmesidir. Kadının fendi.. oluyor yani

Çarşamba, Aralık 18, 2024

Aloha Feysbuk!

Çizgi: Berat Pekmezci

Yabancılar

Sorulmuştu, paylaşmış olayım, 2024’ten aklımda kalan “yabancı” çizgi albüm ve kitaplar… Atladığım olabilir, neydi-ne güzeldi diyince hemen aklıma gelenler...

The Strange Death of Alex Raymond bu yıl çıkmamış ama ben bu sene keşfettim. Diğer ikisi İtalyanlardan edebiyat uyarlaması: Gülün Adı ve Tatar Çölü… Bizde mutlaka yayımlanırlar…Sonuncusu ise çizgi roman tarihiyle ilgili bir görsel döküman-derleme


Pazartesi, Aralık 16, 2024

Blek değil Çelik Bilek

Çelik Blek İstanbul'da, yerli bir çizgi roman, bizde Teksas olarak bilinen ünlü  İtalyan üretiminden uydurulduğu, tornistan edildiği hemen anlaşılıyor zaten. İlginçliği zaten burada. Eskiden olsa trash-pulp literatüründe daha çok konuşulurdu, çizgi roman o kadar ilgi kaybetti ki, o ilgisizliğin içinde iş hepten marjinalize olmuş... 

Çizeri Rasim Abay, Yüzbaşı Volkan'ın yardımcı çizerlerinden biriydi. Bilenler hatırlayacaktır, Volkan da Ali Recan'ın hemen her biri karesi başka çizgi romanlardan kopyalayarak çizdiği (birebir çaldığı) bir çizgi romanıydı. Çelik Blek İstanbul'da da böyle bir çalışma demek istiyorum. Senaryoyu yayıncı Cem Demirbaş yazmış, izinsiz yapıldığı aşikar, ama yapmışlar işte...Abay'ın özgün çizdiği bir kare ya da sayfa var mı emin değilim. Tıpkı Ali Recan gibi antiskopla ordan burdan "apartmış"...  

İşte hikayede Profesör zaman makinası bulmuş galiba, "üç arkadaş" hep birlikte önce 2006 yılı Türkiye'sine sonra da 1918 Çanakkale Savaşı'na gidiyorlar. E gidiyorlar dediğime bakmayın, kopyalanan çizgi romanlar neyi yaşıyorsa onu yaşıyor, o kareler ve ardışıklık onları nereye götürüyorsa oraya gidiyorlar. Ana fikir, "Türklere hayran olmamak mümkün değil..."

Yıllar önce bir grup ergen çocuk, Indiana Jones'u sahne sahne yeniden çekmiş ve büyük ilgi yaratmıştı. O ölçüde bir tatlılık değil bu... Çelik Blek İstanbul'da bir tür camp estetiğiyle üretilmiş, bilinçsiz bir biçimde abartılı, ucuz ve komik görünüyor. Aslının yanında Amerikalıların rip-off dediği bir çalıntı versiyon olduğunu söyleyelim... 

E evet, ticari bir yönü olmuş, fanzin olsa daha değerli olacakmış ama yine de bu tür hikayeleri fan kültürünün içinde değerlendirmek lazım, nostaljik olması, bir fan kitlesine yönelmesi, ana metinle kurduğu duygusal bağ nedeniyle bir sempatiyi hakediyor. 

Pazar, Aralık 15, 2024

Çevrimiçi İlişkiler

Yaptığım iş dolayısıyla dizilerle ilgili çok sayıda profesyonelle konuşuyorum, hepsinin ağzında-aklında, hikayeden çok “kim kime aşık olmuş” sorusu var, buna bağlı olarak bunu kimler oynar filan…Çok sıkıcı ve türsüzlüğe batmış bir soap opera cangılında yaşıyorum, bakalım daha ne kadar dayanacağım…

İnsan, hep aşk konuşunca, ister istemez şu rasyonelleştirmeyi sıklıkla duyuyor, “şimdiki gençler, nasıl aşık olacaklarını bilmiyorlar, görmek istiyorlar” filan, hemen herkes sosyal medyayı küçümsediği için oradan çıkan aşkları bayağı-kısa ve “gerçek romantizmin” dışında görme eğilimi çok yüksek… Bizim dizilerimiz, dizilerin ilerlettiği popüler kültürümüz, sosyal medya aurasının çok gerisinde aslında, oradan gelen beğenileri çok ciddiye alıyorlar ama orada yaşayan romantizmi ve savrulmaları bir türlü anlatamıyorlar. Bu arada short-drama diye bir şeye taktılar, telefondan seyredilecek işler üretmek istiyorlar falan filan…

Bunları niye yazdım, global popüler kültürde sosyal medya ve çevrimiçi denen ilişkilerle ilgili dünya kadar adlandırma var… hepsine tek tek baktığınızda bir soap opera estetiği ve zekasıyla karşılaşıyorsunuz. Şimdikiler karşılaşmıyor, bilmiyor filan ne kadar cahilce söyleniyor, adlandırmaları görünce hemen anlıyorsunuz…

Ghosting bizde de biliniyor, birisine yoğun ilgi gösterip, ilişki yaşayacakmış gibi olup kaybolma hali… Slow fading, ilişkiyi bitirmek için zamanla iletişimi ve ilgiyi azaltma haline deniyor… Love Bombing de bilinenlerden, ilişkinin başında karşı tarafa aşırı ilgi ve sevgi gösterisi yapmakla ilgili söyleniyor, abartılı bir biçimde biteviye yazıyor ve hep beğeniyor, bu yüzden bombardıman deniyor… Genel olarak hastalıklı bir tavır sayılıyor ikisi de… Breadcrumbing diye bir şey varmış, ben bilmiyordum, birine beğeniler bırakıyor, mesajlar atıyor ama bir türlü ilişkiye yönelik ciddi bir adım atmıyormuşsun, karşı tarafı bile isteye umutta bırakıyormuşsun… Bana biraz “benching” (yedekte tutma) gibi geldi, birini seçenek olarak bekletme hali, soğutmuyorsun ama sıcaklığa da izin vermiyorsun… Benim gençliğimde çapkın kızlar için söylenirdi, “onun flörtüne aldanma, etrafında olmasını istiyor, gösterir ama vermez” falan filan…

Ben bu Ghosting adlandırmasını, içimdeki serüvenci çocuktan olabilir, komik buluyorum, Amerika’da da bereketli görülmüş ki, durmadan çeşitlendirmişler, şöyle türleri varmış: Orbiting varmış mesela, ghosting yapmış gibi davranıyormuşsun, ama tam da öyle değilmişsin…Haunting ile aralarında ne fark var, ben çok anlamadım…Tık tık arada beğeni atıyormuşsun…Submarining daha tatlı bir adlandırma, kaybolan arkadaşın birdenbire ortaya çıkması, denizaltının yüzeye çıkması mecazı kullanmışlar…Yaşasın Kaptan Nemo! Ghosting’in daha fenası varmış, randevu filan verip, randevuya gelmiyor ve birden hatları kesiyormuşsun…Cloaking galiba bu demek…

Hayat sosyal medyada sürdüğü için ilişkilerin çevirimiçinde duyurulması ve duyurulmaması da problem edilmiş… Stashing, ilişkiyi sosyal medyada ilişkisini gizleme haliymiş… İlişkiyi netleştirme hali vardır biliyorsunuz, anlaşıldığı kadarıyla kadınlar, “biz neyiz?” “yaşadığımız şey ne” türünden bir baskıyla bunu istiyorlarmış, DTR-ing deniyormuş buna… Define The Relationship 

Gelelim benim ilgimi çekenlere… Catfishing diye bir şey var, bir tür duygusal manipülasyon sayılıyor… Bir kişinin sahte bir kimlik veya profil kullanarak başkalarını kandırması denebilir. Sahte profili yaratıp kadınlara ya da erkeklere yönelenler için kullanılıyor. Genellikle dikkat çekmeye çalıştıkları içim kışkırtıcı fotoğraflar paylaşıyorlar.  Thirst-Trapping deniyor buna…Karışmasın, sadece thirst-trapping yapanlar da oluyor… Bedenlerini erotize pozlarla sunarken, provakatif cümleler ve sloganlarla bu durumu pekiştiriyorlar. Yani hem teşhir ediyorlar hem de etmiyormuş gibi cool ve ironik görünmek istiyorlar. Kendilerine gösterilen ilgiyi teşhir ediyor ve bununla “övünüyorlar”… Ve tabii ki bu övünmeyi, övünmek gibi değil de sıkıntıyla, bizim deyişimizle sıtkı sıyrılır gibi illallah diyerek sunuyorlar. Yukarıda yazdım, hikaye karakteri olarak en ilginç olanlar bence bunlar… Provoke olma halleri herkesi etkiliyor, beden fitliği-zindeliği başarının ve mutluluğun simgesi sayıldığından beri işin ölçüsü çok karıştı…

Başa döneyim, dizi dünyasından haberler veriyordum, değil mi?

Cumartesi, Aralık 14, 2024

Bu ben miyim?

Annemden çıktı, saklamış, muhtemelen 8, 9, 11 ve 14 yaşlarımdan vesikalık fotoğraflarım... Büyümek, fiziken değişmek demek, böyle yan yana koyunca insan karşılaştırma yapabiliyor... Hani çocukları belli aralıklarla görür ve şaşırırız ya, o hesapla beş altı yıl içinde değişip durmuşum...

Aa maa dedim tabii, sonra şunu fark ettim, vesikalıklardaki çocuk evet benim ama "onları" tam da hatırlamıyorum. 

Yanlış anlaşılmasın, çok iyi hatırlıyorum diyerek her bir resim için bir hikaye anlatabilirim. Sekiz yaşımda Kovboylar diye bir roman yazmıştım, dokuz yaşımda Ayşe diye bir kıza uzaktan aşık olmuş, her gün (ama her gün) okul çıkışında onu bekleyerek evine kadar peşinden gidip ancak sonra kendi evime dönmüştüm.... Veya ortaokul için fotoğraf çektirirken kravatın etkisiyle kendimi çok yakışıklı ve büyük hissetmiştim. On dördümde kızlarla flört etmeye başlamıştım, serüvenci olmuştum, neler neler... Hikayeciyim, anlatabilirim, işin içine "ne günlerdi" romantizmini, çocuk kalplerin masumiyetini filan katabilirim.

Dedim ya, her bir resim, portrelerim olsa da bana çok bir şey ifade etmiyor, "ben bu muyum?" "Bu ben miyim?" diyip durdum hatta... 

İnsan yaşlandıkça, çocukluğuna dönermiş ve o zamanlarını (hafızayı bina gibi düşünürsek alt katları) daha iyi hatırlamaya başlarmış, bilimsel olarak 65 yaştan sonra insanlar ilk hatıra ve hikayelerine rücu ediyorlarmış... Tam gerekçesini bilmiyorum, 65 yaş, emeklilikle özdeşleştirilir, acaba diyorum insanlar hayatın harala gürelesinden kopunca eski hatıralara sığınarak kendilerini mi canlandırıyorlar,  yaşlandıkça hızlanan zamana karşı hatıralarla siper mi kazıyorlar?

Cuma, Aralık 13, 2024

Tenten İstanbul'da

Tenten İstanbul'da, Tenten'in Türkiye'de üretilmiş kopya serüvenlerinden biri. Uzun seneler evvel, ben çocukken, Tenten İstanbul'da serüvenini, (Tintin et le Mystére de la Toison D'or) filminin çizgi roman uyarlaması sanıyordum. 

Mahallede böyle bir serüveni çizgi roman olarak okuduğunu söyleyen bir çocuk vardı, nasıl merak etmiştim anlatamam, yalan söyleyecek değildi ya, film hikaye olarak Milliyet Çocuk'ta tefrika edilince daha da heyecanlanmıştım. Milliyet Çocuk, niye o çizgi romanını değil de, öykü tefrikasını yayımlamıştı, tabii ki anlamamıştım. 

Seneler sonra, Tenten'in İstanbul'da geçen bir filmi olmasını vesile ederek Türkiye'deki yayıncısının kopya bir serüven ürettiğini öğrenecektim. 

Hah, işte yukarıdaki kapak o serüveni içeren sayıların cilt kapağı. [Pek de düzgün bir örnek değil çünkü ciltçi kenardan öyle bir kesmiş, öyle bir "acı acı" uçurmuş ki, üzülmemek elde değil... ]

Bu serüveni kim çizmiş-kim kopyalamış belirsiz, metni okuyunca bir yazarı ve çizeri olduğu anlaşılıyor, çünkü bununla ilgili bir espri yapılmış, ortak bir çalışma olmuş, bilemiyorum, yakın zamanlarda bu kopya çizgilerin sahibinin Şahap Ayhan olduğu iddia edildi, ben o kadar emin değilim. Madem ihtimallerden söz ediyoruz, yazarı yayınevinin sahibi olan Burhanettin Şener olabilir. 

Yazar ve çizerlerin kendilerini çizgi romanın içinde göstermeleri, bir espri olarak "gerçekliği" tahrif etmeleri o yıllarda bir moda... Ben "yazıyorum" ve "çiziyorum" demek veya hikayeyi birdenbire kesip kahramanla "yaratıcısını" karşılaştırmak o yılların bir modası... Tenten'de yapılan,  yukarıdakikarde görülen Kaptanın şikayeti o mizahi modanın bunun bir örneği...

İtiraf edeyim, beklentim düşük olduğundan olabilir, öyküyü kötü bulmadım, evet, dağılıyor filan ama kendince esprisi ve devamlılığı var. Hikayede Orhan Günşıray ve Öztürk Serengil göndermeleri var örneğin. Bir papağanla karşılaşıyorlar, kuş Adanalı Tayfur gibi "Yeşşe!" diye "bağırıyor", o yıllarda İnönü bile siyaseten sarkastik bir biçimde "Yeşşe" demişti, hatırlatayım, popüler kültürün dilindeydi yani. Fırsat buldukça Tenten'in bu yerli serüvenlerine devam edeceğim.

Perşembe, Aralık 12, 2024

Odamızın masası

Neresi çok belli değil, bir yurt odası gibi duruyor, kız yurdunda daracık bir odada, üniversiteli genç kadın öğrenciler ders çalışırken poz vermişler sanki. Bana 1965 sonrası, 1975 öncesi gibi geldi...

Fotoğraf evlere ailelere gönderileceği için olabilir, masaya ders kitapları da dizilmiş, kıkırdaşarak çalışıyor gibi yapmışlar, yoksa hoşbeş ettikleri, neşeyle halleştikleri, öyle sıralandıkları anlaşılıyor. 

Okulu bitirenler, nerelere nerelere dağılacaklar, hayat diyecekler, yel üfürdü, su götürdü, adı neydi o kızın...Hani yeşil gözlü...Çok ağlamıştı bi gün...Evet, evet, her köşe başında öpüşüyordu o oğlanla...

Arkada ranzada yorgana örtü olan Sümerbank battaniyeleri, belki otuz yıl sonra bile (ben askerken) yine ranzaların değişmez unsuruydu, nasıl ekşi, nasıl eprimişti, şimdi bile hatırlıyorum kokusunu, dikensi sertliğini.

Masada sigara yok, yassı bir Bahar paketi yakışırmış-olurmuş ama yine fotoğraf için saklanmış sanki... Sigara kontrollerini hesap etmiyor değilim. Müdiranım veya Yozgatlı idare amiri, yanında bilmemne ablayla zağlı zorlu ve beklenmedik bir anda odaya girerek yastık yorgan altına, çantalara, bavullara, iç ceplere baktığını hayal ediyorum. 

Yasak işte, sağlık derdi filan değil o yıllarda, asıl mesele ayıp mayıp yeter ki fosur fosur saygısızlık olmasın... Kesin emri var Milli Eğitimin... 

O yasak, bu yasak, açık kapılar yasak...

Fotoğrafın içinde endorfin var, stres azaltan, uyum artıran, yakınlık pekiştiren tatlı bir neşe...Lazım bi şey...

Çarşamba, Aralık 11, 2024

Değilim!

Çizgi: Berat Pekmezci

Sabun Operası

Ellili yıllardan bir Puro sabunları reklamı... Gazete ve dergilere reklamveren pek olmadığı için Puro, Babıali'nin gözbebeği, bir tanesiydi...O günlerde tek reklamveren devlet çünkü... Başka türlü olabileceği gazetecilerin aklına bile gelemiyor, devletin ilanlarına muhtaçlar...Sonuçta biliyoruz ki, gazeteler okurları için değil reklamverenler için çıkar...

Puro, anlaşıldığı kadarıyla Amerikanvari bir memleket firması, sürekli reklam veriyor, promosyon dağıtıyor, ünlü oyuncularla kampanyalar yapıyor filan... Bu kerre o yılların (1952) moda olan anlatım biçimini, çizgi romanı kullanmışlar-tercih etmişler diyelim... Kim çizmiş belirsiz, bana Şevki çizmiş gibi geldi o ayrı...

Reklam, kadınları hedeflemiş, başlığı kime yöneldiklerini anlatıyor: "Kocamı Tekrar Kazandım" Puro sabunu evliliğinizi kurtarabilir iddiasındalar. İlk karenin büyük puntolu açıklamasıyla başlıyor hikaye: "40 yaşıma o gün basmıştım"...  Ayna karşısındaki Şükran'ın orta yaş krizine girdiğini, dert yandığı kocası Macit'in de ona karşı (bugünden bakarak) pek de nezaketli davranamadığını görüyoruz, artık niyeyse arkadaşı Hale'ye danışmasını istiyor. Ne anlam çıkarabiliriz bilemiyorum.

Puro sabunların sahibi Necip Akar, reklamın yayımlandığı yıl, 48 yaşındaymış, acaba dedim 35 olsa "kırk yaş" vurgusu yapar mıydı?

Şükran puro sabun kullanmaya başlayınca, Macit şöyle diyor ki, reklamda pazarlanan şey de o zaten: "17 sene evvel büyük bir hazla okşadığım kadife gibi yumuşak taze minik el". 

İki soru: Macit, Hale'nin ellerini nerden biliyor? Ve niye 17 sene?, orta sınıftan İstanbullu bir erkek en geç yirmi beşinde evlenir mi demek istemişler... 

Böylece bir tür sabun operası okumuş olduk...Sabunla gelen romantizm, kırk yaşından sonra gelen ikinci bahar şu bu....

Sabun ve romantizm ilişkisi tuhaf görünmesin, biliyorsunuz, radyo ve televizyonda yayımlanan trajik aşk hikayeleri, ihanetler, kavuşmalar anlatan melodramlar (pembe diziler, telenovalar) sabun firmalarının sponsorluğunda yayımlandığı için türe hafif bir küçümsemeyle "soap opera" deniyor...Operadan kastedilen ise abartılı hikaye anlatımını işaret eden bir mecaz... 

Puro firması için Amerikanvari demiştim, mecranın farkında olan seçimler yapıyormuş yani, taklit ediyor bile olsa, piyasanın farkındaymış, kapalı bir toplum olduğumuz için bunu biliyor olması dahi ilginçmiş.

Salı, Aralık 10, 2024

Sevim hanım

Karaca’nın annesi. Manken. Voyeuse ve flaneuse. Fısıl fısıl konuştu kendisiyle. Bulanık ve kaypak sözcükler, soap opera mutsuzluğu ve bahtiyarlığı. Evhamlı kadınlar, âşık kadınlar, alkolü seven kadınlar. Naifliğin katili, dünyayı anlayan sert erkekler. Tevratlı dizeler. Pera my Lord. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, erken bunamışlara. Yedi cüceli eve. Sevim Burak, perdeye iğnelenen sayfaların yazarı. Türkçenin Yanıksaray’ı.

Pazartesi, Aralık 09, 2024

165

Spotify, kullanıcılarına yıl boyunca dinledikleri şarkılarla ilgili istatistikler aktarıyor, onlar da sosyal medya hesaplarında paylaşımlar yapıyor, şunu dinlemişim-bunu dinlemişim yazıyorlar, biliyorsunuz, e ben geri mi kalırım. 

Müzikle ilişkim biraz tuhaf, bir iki kere daha yazdım, senaryo çalışırken, daha doğrusu yazmaya başlamadan önce aklımdaki hikayeye eşlik eden ve ilham veren parçalar seçiyorum. Ve düşünürken-yazarken günlerce bunları dinliyorum. Yani müzik, yazma sıkıntımın yol arkadaşı oluyor.

Dışardan ilk söylendiğinde güzel görünebilir, oysa aynı albümü defalarca dinleyen saplantılı bir fandan farkım kalmıyor...

Elbette yapabilirim, buna katlanabilirim, diğer yandan aynı evde yaşadığınız arkadaşınız veya komşunuz, aynı şarkıyı yüzlerce kez dinliyor olsa ne olurdu diye düşünmenizi rica ediyorum, mutlaka bıkar, sıtkı sıyrılır, hafakanlar basardı. Eziyet resmen...

Sonra bir daha çalmadığım için biliyorum (başka bir senaryoya başladım çünkü) ağustos-eylül döneminde bir şarkıyı tam 165 kez dinlemişim örneğin. Görünce yuh dedim. 

Şarkıyı söylemeyeceğim ve başka bir şey demeyeceğim.

Pazar, Aralık 08, 2024

Kosta

Dün, işleri nedeniyle Ankara’ya gelen Kosta (Ceran) ile buluştuk. Kosta, çizgi roman dünyasından insanların tanıyabileceği birisi, benim içinse 1991 yılından beri tanıdığım, bir mektup arkadaşım… Biz büyürken insanlar şimdiki kadar kolay karşılaşamıyordu. Ortak ilgilerimizle başlayan mektuplaşmamız uzun yıllar devam ederek bir dostluğa dönüştü, şöyle anlatayım, Atina’ya çalışmaya gittiğinde çizgi roman ve diğer lanetlenmiş türlerle ilgili haftada bir olmak üzere kırk sayfayı aşan mektuplar yazıyorduk birbirimize. Sonra fanzinler çıkarttık filan. Otuz küsur yıl sonra, iki ihtiyar olarak yeniden biraraya gelip epey bir lagaluga yaptık.

Cumartesi, Aralık 07, 2024

Vicdan azabı

[Katil] "Turhan Zeki, polisteki ifadesinde kızı çok sevdiğini, onu iğfal ettiği için vicdan azabı çektiğini, bu azaba son vermek için de kızı boğduğunu itiraf ediyordu."

Paragraf böyle başlıyor, eskilerin deyişiyle kaatil polise böyle söylemiş, seks yaptık, onu kandırdım, iğfal diyor, belki de tecavüz etmiş, sonra aklı başına gelmiş, ruhen kavrulmuş, en iyisi demiş, gideyim ben bunu öldüreyim, "hiç yaşamamış gibi olsun" ki gördüğümde vicdanım sızlamasın. Galiba niyet bu...

Falan filan inter milan. Tuhaf bir gerekçe ama biliyorsunuz psikolojide "olamaz" yok, olabiliyor, ben orada değilim, asıl daha sonra yaptıkları bana tuhaf geliyor.

Sonra ne yapmış, öldürdüğü kızın cesedini ve eşyalarını, iz kalmasın diyerek bir sandığa koymuş, taksiyle Karaköy'e, oradan da vapurla Haydarpaşa'ya geçmiş... Artık nasıl bir büyüklükteyse, kaatilimiz o sandıkla İstanbul'da güpegündüz seyahat etmiş ve öldürdüğü kızı akrabasına gönderilmek üzere gar'dan trenle postaya vermiş. Gel gör ki, o akrabanın ikamet adresi değiştiği için kargo sahipsiz kalmış...Burdur'da ortada kalan sandıktaki ceset günbegün artan bir koyulukta kokmaya başlamış. Böylece bir  cinayet olduğu anlaşılmış.

Ellili yıllardan bir cinayet, çok detay yok, niye cesedi yollamış, niye gömmemiş mesela, niye trene vermiş, kargolarken adresini veriyorsun kaçınılmaz olarak, niye kendini bu denli aşikarlaştırmış... O sandığı gönderdiği adresteki ahraba insanı, ikamet ettiği yerden taşınmamış olsaydı ne olacaktı, o mu gömecekti cesedi, aralarında başka bir hesap mı vardı. Bir dünya soru var aklımda...

Önce azap kısmına takılmıştım, sonra sandık filan hikaye olarak aklımda büyüdü de büyüdü...

Cuma, Aralık 06, 2024

Güce tapmak

Üniversitede ders verdiğim yıllarda öğrencilere mutlaka fotoğraflar gösterir, yorumlamalarını isterdim. Yukarıdaki görsel genel olarak "insanlar güce tapar" anlamında konuşulur, tartışılırdı. 

Onlara anlatmak istediğim şey, hayatta tek bir "doğru" ve "gerçek" olmadığıydı, hepiniz derdim, sonra düzeltirdim, "hepimiz" bu fotoğrafın çekildiği gün o kalabalığın arasında olabilirdik, yaptığımızın yanlış olmadığına inanabilirdik. Coşkuya kapılır, bizimle aynı fikirde olmayanlardan nefret edebilirdik vs... 

Bir başka deyişle insanlar hayatın doğal seyrinde şimdiki zamana kapılırlar ve her birisi tek tek, çoğunluk değerlerinin bütünleyicisi-failleri olurlar. Bugün, geçmişe bakıp "herkesin yanlış saydığı" ve "yenilmiş bir düşünceyi" yorumlamak o bakımdan "kolaydır", yarın başka öğrenciler fotoğraflarımıza bakıp bir başka nedenle "insanlar güce tapar" diye bizi yorumlayacaklar, bunu aklımızda tutalım dedim. 

Tabii ki asıl mesele kafa karıştırmak, öğrencilerin farklı düşünmelerini, dünyaya ve kendilerine başka türlü bakabilmelerini sağlamaktır filan. Konuşmaları, tartışmaları, büyüklenmelerini, ben dahil herkesi salak bulmaları işin normalidir.

Bu fotoğrafla ilgili hatıram ise şu, öğrenciler aralarında konuşurken birisi, "insanlar daima kazananın yanında duruyor, bu sebeple çoğunluk Galatasaraylı" gibi bir örnek verdi ve sınıf karıştı, nerdeyse kavga çıkacaktı. Popüler kültürü yorumlamak, hep söylüyorum, bu yüzden çok zordur. Siz ne anlatırsanız anlatın, ne mesaj verirseniz verin, bağlamı alımlayanlar da (tüketicileri de) belirler.

Perşembe, Aralık 05, 2024

Killing them softly


Türkiye'de popüler kültür, 1960'lı yıllarda ölçek değiştirdi ve bir önceki on yılla kıyas götürmeyecek ölçüde başkalaştı. Önceden ürünler yurt sathında yaygınlaşamıyor, gazeteler İstanbul dışında en erken bir gün sonra okunabiliyor, popüler filmlerin gösterilmesi aylar sonra ancak mümkün olabiliyordu. Karayollarının gelişimi, yeni matbaa teknolojilerinin kullanılmaya başlaması, yeni kurulan dağıtım şirketleri vs milyon satan gazete ve dergiler ortaya çıkardı.

Killing, tam bu dönemde popülerleşen bir fotoroman kahramanı. İtalyan menşeli çalışma, Simavilerin çok satar gazetelerinden birinde yayımlanınca bir fenomene dönüşerek büyük bir ilgi görmüştü. 

Yukarıdaki kapağı daha önce görmemiştim, Ant dergisi siyasi eleştirisini Killing mitini kullanarak yapmak istemiş... Hazine yağmalanıyor derken Killing'in imge olarak akla gelmesi, ne kadar popüler olduğunu gösteriyor...

Popüler kültürün işleyişi, basit bir temel ilkeye dayanır: Etkilenir ve etkiler. Popüler olandan mutlaka faydalanır, aktüel bir zeka ve beğeniye dayalıdır... Popülerleştirir ve aktüeli etkiler. Killing, çok satar bir gazetenin bilinen bir imgesiyken muhalif bir eleştiriye katılarak ona olan rağbet ve bilinirlikten faydalanılıyor. Killing de dahil olduğu pulp evreninin dışına çıkarak, farklı bir mecrada, kendisini ve etkisini çeşitlendirerek çoğaltıyor. Bunun faydası İtalyanlardan çok Türkiye'deki yayıncısına  olduğu için yerel bir etkileşim yaşanıyor ki o fasıl ayrıca ilginç. 

Çarşamba, Aralık 04, 2024

Etmiyorum

Çizgi: Berat Pekmezci

Bir yemin uğruna ya rab ne güneşler batıyor

Kare 1
Bilmeyenler için bir girizgah yapayım, gazetelerin en güçlü medium olduğu zamanlardan söz edeceğim, radyo ve sinema var ama, teknolojik yetersizlik nedeniyle gazeteler kadar yaygın değiller... Gazetelerse, sadece haberin değil, edebiyatın ve türlü popüler sanatların ilk yayıncısı durumundalar... Popüler olan her şeyi kullanıyor, kullandıklarını birkaç kat daha popülerleştiriyorlar. 

Kare 2
1950'li yıllarda gazeteler, hafta sonra renkli sayfalı pazar ilaveleri vermeye, o ilavelerde de yerli çizgi romanlar yayımlamaya başlıyorlar. Paylaştığım kareler, tam sayfa yayımlanan Bir Yemin Uğruna (1954) isimli çizgi romandan, Türkiye'nin o yıllarda en çok satan iki gazetesinden biri olan Yeni Sabah'ta çıkmış, yine dönemin açık ara en parlak çizeri olan Ratip Tahir Burak tarafından çizilmişler.

Kare 3
Bugünden bakınca, kolay anlaşılmayacak tarafları var, hatırlatayım. Birincisi, renkli olduğu için okurlara bambaşka ve göz kamaştırıcı geliyor bu çizgi romanlar, çünkü gazeteler siyah beyaz yayımlanıyorlar. İkincisi, haftada bir ve hepi topu altı kare yayımlanan, yine de ilgiyle takip edilen bir şeyden söz ediyorum. Bir karşılaştırma yapayım, doksanlı yıllardan itibaren mizah dergileri, okur takip edemiyor, unutuyor diyerek devamı haftaya şeklinde tefrika edilen çizgi romanları istemiyorlardı. Düşünün, Ratip Tahir, sadece altı kare çiziyor, yaptığı iş ilgiyle takip ediliyor, en yüksek telifi alıyor . 

Kare 4
Üstelik, o altı karede, hikayenizi de çok geliştiremez, derinleştiremezsiniz. Paylaşılan karelerde yabancı bir kadınla Türk erkeği, yürüyüşe çıkıyorlar, aralarında tutku dolu bir gerilim oluyor ve reddedilen kadın, erkeğin bacaklarına sarılıyor filan... Bir hafta boyunca sadece bu sahneyi okuyorsunuz, evet bir his çatışması ve bir gerginlik var ama çok az yahu diyorsun, demek ki o devrin okuruna yetiyormuş...

Kare 5
Karelerin alt yazılarını bilerek çıkarttım, görsel bir ardışıklık kurulmuş çünkü, bir romans yaşandığını resimlere bakarak anlayabiliyoruz. Diğer yandan alt yazılar ile görsel arasından uyum var diyemem. Ratip Tahir, yazıyı resimlemiyor bence, tam aksini yapıyor, resme metin yazıyor. Eğer öyle yapmasaydı, bu kareyi farklı çizmesi gerekiyordu, alt yazıyı alıntılayım: "Genç kız tir tir titreyen küçücük elleriyle delikanlının cepkenine yapıştı, bütün gücüyle sarsarak: 'Senin olmak istiyorum, senin! Bunu anladın hala neden susuyorsun?' diye haykırdı. Şahin'in şaşkınlığı son haddini bulmuş, dili tutulmuştu. 'Duymuyor musun söylediklerimi? Yoksa beni çirkin mi buluyorsun?' diye feryad eden Marie, çılgın bir hareketle, esvabının göğüs kısmını kavuşturan ipek kordonları kopartarak taptaze göğsünü açtı." Yani, burada çarpıcı olan kadının kendini teşhir etmesi, biz bunu karede görmüyoruz, tuhaf, frapan, eksajere bir sahneymiş halbuki...

Kare 6
Son kareye bayılıyorum, müthiş erkek Türk'ün fetih rüyasının resmi çünkü... "[Marie] erkeğin bacaklarına sarılmış hıçkırıklar içinde boğuluyordu."... E peki buna ne demeli, okuru bir hafta bekletecek kadar güçlü bir fantezi değil mi bu? 

Salı, Aralık 03, 2024

Oldu oldu


Memlekette üç kişi biraya geldi mi, mecazen söylüyorum, mutlaka birbirlerini gaza getiriyorlar. Biri “rezalet” dedi mi diğeri “tam rezalet”, öteki “gerçekten tam rezalet” diyor ve rezilliği dillerine doluyorlar. Sahiden rezillik var mı belli değil. 

Biri “mükemmel” deyince diğeri “mükemmel ötesi” öteki “görülmemiş bir mükemmelik” filan diyor. Ortada mükemmel bir şey de yok elbette.

Abartıyor muyum? Yanlış mı tarif ediyorum? Kanırtıyor muyum? Olmadı mı? 

Esendal olsa, bu kadar soru için üç kişi toplar ve birine “oldu oldu” dedirtirdi, bir diğeri “çok iyi oldu” der, öteki “gerçekten iyi oldu” derdi… bu “oldu oldular” beni avuturdu.

Bakmayın öyle…

Pazartesi, Aralık 02, 2024

Küçüğün işlediği cinayet

Uzun zaman oldu, elime, akademisyen olabilir, polis olabilir bir meraklının yıllar içinde gazetelerden kesip sakladığı cinayet haberlerinden oluşan bir dosya  geçti. 1930'lu yıllardan başlayarak aşağı yukarı on-on iki yıllık bir dönemden kesilmiş haberlere baktıkça kim bu meraklı diye düşünüp duruyor, tahminlerde bulunuyorum. Bir arkadaşım, o meraklı için avukat da olabilir, savcı da dedi... "Suç bilimi" diye bir şey var, kendince istatistik yapan biri olamaz mı? 

Geçmişte, cinayet haberlerini edebiyattan anlayanlara yazdırırlarmış, hani şiir yazıyorum, öykü yazıyorum, Varlık'ta bir tetkikim neşredildi diyeni, tutar kolundan adliye muhabiri yaparlarmış. Yaz evladım, bize güzel bir kıssadan hisse... Hanfendi güzel mi ağladı, korkunç katil ne vakit höykürdü, Hakim bey, cezayı nasıl kesti gibi gibi... Aşk, kan ve gözyaşı, tekmili birden... 

Yani elimdeki dosyadaki haberlerde vasatlık, bayık bir şairanelik, palavra ve şayia gırla gidiyor...da dönemin dili bu, o senelerde kimseye tuhaf gelmiyordu muhtemelen... Bugünden bakarak "bu cinayet haberlerinden hiç bi salça olmaz" demek haksızlık olur. 

Yukarıdaki haberi seviyorum, fotoğraftaki çocuk katil diye sunulmuş, oysa değil... haberi okuyunca arkadaşını yaraladığını anlıyorsunuz. Para meselesiymiş, Halil ile İbrahim itişmişler, Kamil isimli bir başka çocuk, İbrahim'in kollarından tutmuş, Halil de borcunu ödemeyen oğlanı "arkasından ve kaburga kemiğinden bıçaklamış", e çocuk hastaneye kaldırılmış, yarası önemli değilmiş, pansuman edip yollamışlar... Polis, Halil'in babası Kunduracı Osman'a sinirlenmiş, bu bıçak çocuğun eline nasıl geçmiş şu bu...

Çocuk dört yaşında, ağaç yaşkan eğilir mi diyeceğiz, bunu yazarken ister istemez gülümsedim.

Pazar, Aralık 01, 2024

Dertli hatıra

Lise'de bir gün okuldan kaçtık (okulu astık), kapılar kilitleniyordu, arka pencereden, epeyce yüksekten aşağı atladık, nöbetçi öğretmenlerden gizlendik, bekledik, koştuk, ve nihayet başka bir ufka çıktık. Aşıklar Tepesi denen yerde, neredeyse birdenbire, biz tırıs tırıs, kahveye kağıt oynamaya giderken, karşımıza Kur'an okuyan bir adam çıktı. Bizi çevirdi, lafla sözle, yanına oturttu. O günlerde bizim oralarda "Dersaneler" açan, oralarda "Abilikler" yapan Nurculardan biriydi. 

Bizimle, sahiden durduk yere, Allah'ın varlığını yokluğunu tartıştığı, Allah'ın varolduğunu ispatladığı ezberlenmiş bir konuşma yaptı. Biz öğretmenlerden kaçıyoruz, karşımıza bir başkası çıkıyor, o kısmı geçiyorum. İlginç bir şey söyledi, bir arkadaşımızla, "dert iyidir, Allah insanın derdini artırsın" filan diyerek tasavvufu konuştu.

Sufilere göre dert, gerçek aşktır, gerçeğe ulaşma derdidir. Dert, insanın sahici bir hayır duasıdır. "
Dertli Dolaba binesin" deyişi, o sebeple ilenme değildir. Tabii biz bu deyişi, sonradan tekrarlayıp durmuş ve bunu espriye dönüştürmüştük. 

Adam Sufi filan değildi, üç beş gün sonra gördük, yol kenarında park ettiği arabasına, bir Mercedes'e biniyordu. Sanıyorum, sufi gibi giyinerek, o tepede, o ayazda Kur'an okumak ona iyi geliyordu. Bunu yaparsa daha iyi Müslüman olacağına inanıyordu. Halbuki sadece bunu yaparak da dinden uzaklaşabilirsin. Dert dediğin vicdanla muhasebe demek...

Ne zaman hayat kararsa, dertler büyüse, uykusuz, gamlı, gasavetli, ağrılı olsa "Allah derdini artırsın" lafı gelir aklıma. Hafiften de, o Sufiyi hatırlayarak gülümserim.

Cumartesi, Kasım 30, 2024

Son Okuduklarım 99

Shirley Jackson'u uzun uzadıya konuşabilecek kadar çok bilmiyorum, daha önce Biz Hep Şatoda Yaşadık'ı okumuştum, nasıl desem, insanın içine çöken, atmosfer kuran sabırlı bir yavaşlığa sahipti... Piyango da bu üsluba uygun, hayli ünlü bir hikayesiydi, çizgi romana uyarlanmış... Tekinsizliği koyulaştıran, ayrıntılarla çapını büyüten, anlattığı her karakteri finalde toplayan, sürpriz ve huzursuz edici sonuyla bizi şaşırtan bir hikaye Piyango. Şunu söylemesem olmaz, çizgi roman dünyasının aşina olduğu, bizim EC dediğimiz bir tarzın içinde ilerliyor. Yani, bu öykü Ec Comics dergilerinde kullanılabilirdi. Jackson'u farklı kılan edebi tarzı, maharetli dili... Çizgi roman olunca "suyunun suyu" bir şey çıkabilir endişesi taşıyor insan.  Bu endişe, yayıncı ve editörlerde de varmış ki, farklı bir çizer aramışlar, Miles Hyman, soğuk ve hareketsiz duran, o soğukluk ve hareketsizlikle atmosfer kuran bir üslupla ilerlemiş uyarlamayı yaparken... Okuru kendine yakınlaştırmamayı seçmiş, tek tek bakılınca güzel kareler görüyoruz ama ardışıklık her zaman başarılı olmamış. İddiası nedeniyle ilgimi çekerek inceledim o ayrı.

Lucas'ın Savaşları, Star Wars filminin yapım hikayesini anlatıyor. Ciddi bir emek sarfedilmiş, güzel anlatılmış bir belgesel çizgi roman. Serinin fanlarının bayılarak okuyacağı bir iş çıkartılmış. Çizgiler güzel, devamlılık başarılı, ne yaptığını bilen bir senaryoya sahip, dönemi, o günün ünlüleri iyi resmedilmiş, tempolu anlatılmış... Malum, başarı hikayelerinin "kötü adamları" vardır, burada da yaşlılar ve yapım şirketi olmuş... George Lucas'ın saplantılı ve içe kapanık kişiliğini bilmediğim için epeyce eğlenerek okudum. Çok çalışması, başarısız oldukça saçını ufak ufak kesmesi filan, karısıyla ilişkisi, iş odaklı hayatı, karamsarlığı, sadeleştirmeyi öğrenmesi vs ilginçmiş...Mesleki olarak hikaye ve yapımla ilgili sürtüşmeleri, maliyet kavgalarını bir parça bilip yaşadığımdan dikkatli bir merakla da okudum. Yakınlarda okuduğum en iyi albümlerden biri.

Cuma, Kasım 29, 2024

Hayat coşkusu

Bu fotoğrafı bilmiyordum, Claudia Cardinale'nin 1958 yılında verdiği bir pozmuş, okuduğum yerde Cannes Film Festivalinin ikonik fotoğraflarından biri olarak niteleniyordu. Hatta, ilgili bir kitabın kapak resmi dahi olmuş... Ben hiç görmediğim için merakla bakındım.

Cardinale, o tarihte yirmi yaşında, sinemaya bir yıl önce başlamış, sanat sinemasının ve festivallerin sevdiği bir kadın oyuncu, bir enerjisi olduğuna inanılıyor, "melez cazibesi" dikkat çekiyor, Berlin, Venedik ve Cannes'da konuşuluyor vs. O dalgayla sahiden çok önemli filmlerde oynayacak zaten...

Soru saçma gelebilir, neden dans ederken bir poz vermesini istemişler diye düşündüm. Dans ederken yakalanan bir enerji vardır, elbette onu yakalamak istemişler, fotoğrafa hareket katmışlar, haliyle erotizm ve hiç öyle değilmiş gibi duran bir doğallık var işin içinde... 

Cannes, sadece en iyi filmi seçmeye çalışmaz, bir yaşam tarzını sembolize eder.  Zarafeti, yeniliği, liberter bir iştahı savunur. O yılların yıldızlarının fotoğrafları daha kontrollü ortamlarla sınırlıydı, stüdyoda çekiliyordu, burada özellikle sokağa çıkılmış, festivalin neşeli, özgür ve an'ı yaşayan ironik doğasını vurgulanmak istenmiş. 

Şunu düşündüm, Bardot böyle bir poz verebilir miydi? Evet, bu pozu ona da verdirebilirlerdi. Arap asıllı genç bir İtalyan'ı seçerek, sinemanın sadece sanat değil bir hayat coşkusu olduğunu popüler ve merak edilen bir yıldızla sembolize etmeye çalışmışlar.  

Perşembe, Kasım 28, 2024

Yoldanayıran

Bilmiyordum, İlhan Başgöz alıntılamış, Halit Ziya, Ömer Seyfettin'in ardından yazmış, mealen paylaşayım: "hergüncülüğe ve sanatçıyı yolundan ayıran mizahperdazlığa sapmasaydı [keşke]" demiş, hayıflanarak söylemiş, hani başka bir yazar olabilirdi gibisinden... 

Kişisel olarak aktüeli yaşayanın-aktüelle düşünenin iyi edebiyatçı olmadığına inanırım, o bakımdan hemfikiriz... Ben şuna takıldım, Uşaklıgil mizahla uğraşmayı sanatçı ve sanat için zaaf olarak görmüş... Zamanının ilerisinde bir yazar ve entelektüel, mizahı azımsıyor, önemsemiyor, irtifa kaybı sayıyor...

Yanlış düşünüyor demenin bir anlamı yok, bu bir eğilim, kaybolmuş da değil, mizah, iyi edebiyatın bir parçası olarak görülmezdi, halen görülüyor denemez, Aziz Nesin hayatı boyunca bununla kavga etti, değiştiremedi... 

Halit Ziya derken, Tanzimat ve Servet-i Fünun  içinde yetişmiş, Batı edebiyatını model almış, yüksek edebi değer taşıyan, "ciddi" olarak görülen metinleri benimsemiş bir yazardan söz ediyoruz. Anlattıklarıyla okurunu estetik bir düzeye taşımaya odaklanıyor. Hal bu olunca, mizah gibi  "hafif" görülen türlere karşı okur ve yazar olarak mesafeli davranıyor, mizahı yüzeyselliği yücelten-derinleşemeyen bir anlatı biçimi olarak algılıyor. 

Mizah, Ömer Seyfettin'i nasıl yolundan saptırmış olabilir ki... Alaycılık mı, hasımlarını hicvetmek mi, onlara karşı sarkastik bir kibirle büyüklenmek mi, ne yapmış da sapmış, orası çok anlaşılmıyor...

Ancak yorum yapabiliriz. Mizahi bir dil, Halit Ziya'ya göre edebiyatın ciddiyetini mi zedeliyor, sanatın düşüşü ya da entelektüelliğin zedelenmesi veya eksikliği olarak mı görüyor acaba... Edebiyatın bir "inşa" ve "yüksek değerler yaratma" aracı olduğunu düşünen bir yazar için mizahın yıkıcı doğası hedef küçültmek anlamına mı geliyor. Gevşeklik, geçicilik, nafile bir gayret vs...

Bitirirken söylemesem olmaz, yoldan çıkarma-ayırma vurgusu oldum olası hoşuma gider... Kızımız seks yapacak, oğlumuz eşcinsel olacak, okul önünde uyuşturucu kullanacak, Beyoğlu'nda ışıklara kapılacak, kumar oynayacak, pavyona gidecek...Pıyy... Hep bir manipülasyon algısı, herkes birbirinin salak olduğuna inanıyor bu dünyada...

Kandırırlar babacım, Ömer Seyfettin ne ki, kan-dı-rır-lar, ruhun duymaz....

Çarşamba, Kasım 27, 2024

Ağlama lütfen!

Çizgi: Berat Pekmezci

İlham veren kaynaklar

Çizgi roman hakkında yazmaya ne zaman karar verdiğimi hatırlamıyorum, bir defteri önüme alıp bir şeyler yazmaya 1986'da başlamışım ama öncesi vardı... Yukarıdaki dergileri, ilki hariç hepsini defalarca okumuş dallamıştım. Töre 1984'te, Gösteri 1985'te çıktığına göre biraz daha önce ilham almışım... 

O tarihlerde bizde yayımlanan herhangi bir referans kaynak yoktu... Ne bulsam, saldırıyordum. Yerli çizgi romanların tarihiyle ilgili bir şey bulanıyordum, dergilerde yayımlanan genel değerlendirmeler ise Maurice Horn'dan intihaller yapılarak yazılıyordu, örneğin Töre'deki geniş yazı böyleydi, sonra Bravo'da Sinan Gürdağcık benzer bir intihal yapmıştı. Bu intihalleri Amerikan Kültür'de Maurice Horn'un ünlü ansiklopedisini bulduğumda fark etmiştim.

Günümüzde Kitaplar'ı ise seneler sonra Milli Kütüphanede çalıştığım yıllarda, galiba 1990'da arayıp bulmuştum. Argos ise galiba içlerinde en ilginci ve ufuk açıcı olanıydı. Ofiste bir yerlerdedir, Hürriyet'in bir Pazar ilavesinde Talat (Güreli) abi bir yazı yazmıştı, o da beni etkilemişti. Hepsi, ilk ciddi yayınlardı...

Senaryo işlerim azalsa, bir fırsat olsa, Türkiye'de Çizgi Roman kitabımı yeniden yazmak istiyorum. Ya da bir tür devamını... 
 

Salı, Kasım 26, 2024

Gafletten uyanın

El ilanı muhtemelen, altmışlı yıllardan, benim tahminim 1963 yılından... Milli Türk Talebe Birliği'nin düzenlediği bir mitingin duyurusu. 

Meraklısı bilecektir, sol karşıtı toplaşmalar, soğuk savaş koşullarında devlet eliyle hararetlendirilirdi, haliyle "nemalanan" çeşitli dernekler ve yayınlar çıkardı ortaya. Devlete olan yakınlık, ikbal ve itibar ihtimali, düşman korkusu ve "kahramanlık türküleri" giderek ilgili insan sayısını artırıyordu. Altmışlı yıllarda milliyetçiler hiç olmadığı kadar çoğaldı, çeşitlendi diyelim. Bugünden farkı, e o zaman, milliyetçiler sekülerdi, şimdi dindarlar...

Bu türden eylemlerde benim ilgimi çeken şeylerden söz edeceğim. İlk olarak, balkan göçmenlerinin bu tür etkinliklerde faal olarak yer alması bana oldum olası ilginç gelir. İsteyen göçmenlik psikolojisinden gerekçeler bulabilir...

İkincisi, demokrasiyi savunan çok satar gazeteler mutlaka komünistlikle suçlanırlar. İlk aklıma gelenler o yılların Akşam, Dünya, Vatan gibi gazeteleri... Bugünden bakınca komünizmi geçtim, "bunlar mı solcuymuş, hımm" falan diyebilirsiniz

Üçüncüsü, gazetelere reklam veren özel şirket sayısı az olduğu için onlara yönelik tehditlerle de karşılaşırız. İşte Koç şirketine, Burla Biraderlere siyah çelenk bırakılır filan... Reklam vermeyin korkutması-baskısı ilginçtir. 

Dördüncüsü, Atatürk'ün anti komünist olduğuna yapılan vurgulardır... Malumunuz, popüler kültürümüzün en önemli figürüdür, herkes kendine göre onu tarif eder.  

Beşincisi, taşınan kimi dövizleri severim:  "Domuzdan post Moskof’tan dost olmaz" gibi bilinenleri geçiyorum, "Ananız Katerina mı?" beni halen güldürür, saçmalığı nedeniyle uzun zaman esprisini yapmışımdır.  

Soru şu, bu eylemler olmasaydı ne olurdu, bu kadar kavga ve hararet ciddiye alınmasaydı ne değişirdi,  "what if" edasıyla soruyu bırakıp çekiliyorum. 

Pazartesi, Kasım 25, 2024

Sahildeyiz

Hazır Ankara'ya kar yağmış ve içime bir Neşet Coşar oturmuşken... Eskilerden şen şatır bir sahil fotosu paylaşayım... Empati yapıyorum, kar fotoğrafları paylaşmıyorum, gören var göremeyen var...

Fotoğrafın bir hikayesi var tabii, hiç unutmam, fotoğraf çekilirken Raffaella Carra çalıyordu, “scoppia scoppiia” filan işte… Hiçbir Türk'e yakıştırılamayacak gayri ciddi bir melodi… Sonrasında arkaşlarla Borges ile Calvino’yu karşılaştıran bir tartışma yaşamıştık, egolar dahil olmuştu işin içine, ter ve gözyaşı fasılları olmuştu, e alfalar var, e mansplaining var, kolay değil tartışmak…

Meraklısı için soldan ikinci benim, sağ başta abim var, kolyem suya girmesem iyi olur demişti, dinlememiştim. Arkada değerli münazara hocalarımız…

Bu fotoğraf çekildikten yirmi yıl sonra sol baştaki abimiz “tarikatçı” oldu, kafirle bağlarını kopardı, bizle konuşmuyor, biz de o bizimle konuşmadığı için onunla konuşamıyoruz…

Hemen yanımdaki ufaklık “rakçı” oldu ve annesi, kızıyla bir konuşmamı istemişti, muhtemelen “seks yapacak bu kız korkusu” yaşıyordu… Bittabi böyle bir konuşma yapmadım. Yıl olmuş 1997 filan demiştim içimden… Yıl olmuş 2024’le aynı anlama sahip bilmeyenler için yazayım…

Onun yanındaki Fatih, otuz beş yıl önce Amerika’ya işçi olarak gitti, orada “bize çok benziyorlar, eve girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar” dediği çekik gözlü bir kızla evlendi, mutlu mesut iki çocuklu yaşıyor, geçen hafta mesajlaştık o kadar yıl sonra…

En sonda çömelmiş duran abim, ailemizin aşk avantüriyesi olarak Urla’da üçüncü evliliğini sürdürüyor… Aralıklarla annemi, rahmetli pederi, borsayı ve türlü geri zekalılıkları konuşuyoruz.

Kendimi anlatmayacağım, hiiiç sevmem öyle şeyleri…

Münazara hocalarımızdan kayıplarımız var, onu da tahmin edersiniz…

Ve ne var, dışarıda kar var…

Related Posts with Thumbnails