Perşembe, Kasım 30, 2023

Dipfeykin galipleri

Doksanlı yıllarda medya çalışmalarında dikkat çekici bir kavramsallaştırma vardı: manipülasyon. Her makalede, her konuşmada rastlıyordunuz... Devletler vatandaşlarına, güçlüler zayıflara, batı doğuya, Amerika ve komünistler dünyaya, falan filana bunu yapıyor, olayları ve gerçeği çarpıtıyor, bizi inandırıyordu. Güçlü olanın gözleriyle görüyor, onun gibi konuşuyor, sorgulamıyor, kabulleniyorduk. 

Kabaca söylüyorum, Marksizmden beslenen eleştirel teoriler bunu anlatıyordu. Edward Said'in oryantalizmini, Foucault'un iktidarını konuşuyor, gizlenen gerçeklerden söz etmek istiyorduk. Gençlik hezeyanlarımı anlatıyor değilim, akademi bunu ders olarak öğrencilerine aktarıyordu demek istiyorum.

İnternet çağı meseleyi karıştırdı, çarpıtılmış enformasyonun yayılma potansiyelinin bu derece büyüyeceğini tahmin edemezdik... devletin ideolojik aygıtlarına karşı bir hazırlığımız vardı ama tek tek bireyler eliyle, akıllı telefonlarla üretilmiş sahte içerikleri düşünmemiştik... 

O kadar çok yanlış ve çarpıtılmış enformasyona maruz kalıyoruz ki...İnsanlar sorulduğunda bundan şikayetçiler ve dolaşımda olan enformasyona karşı koyu bir güvensizlik hissediyorlar. Ne ki, insanların inanmak istediği bir gerçeklik oluyor, o da üretiliyor ve sıradan insanlar kendilerine takdim edilen, beğendikleri gerçeği (sınamadan ve dikkat etmeden) paylaşarak çoğaltıyorlar. Çünkü insanların algı ve ilgisi çok sınırlı, bu imge ve enformasyon bombardımanı altında yoğunlaşamıyor, neyin doğru olup olmadığını kontrol edemiyorlar. 

Sahte içerikler çoğaldıkça, farkına varabileceğimizden çok daha fazla sahte içerik dolaşımda oldukça, doğrunun kabulü de imkansızlaşabiliyor. Deepfake çağı diye boşuna söylenmiyor. Büyük bir güvensizlikle argümanlara ve enformasyona inanmıyorsak... bunun sonuçlarını yaşıyoruz demektir. Bu kadar çok ülkede sağcı partilerin ve popülist siyasetçilerin yönetime gelmesi tesadüf değil... 

Keskin ve net ifadeler, otoriter ve dışlayıcı çıkışlar, büyük iddialar neden bu kadar popüler? Çünkü insanlar inanmak, güvenmek, ne olacağını bilmek istiyor, çoğulculukla ya da demokrasiyle (herkesin fikrini söyleyebilmesiyle filan) ilgilenmiyorlar, hatta bizzat bunlara inananların karmaşayı çoğalttığını düşünüyorlar.

Çarşamba, Kasım 29, 2023

Camdan dışarı atmamak için kendinizi zor tutarsınız

Kaptan'ın Seyir Defteri: İki resim arasındaki farkı bulunuz....

Salı, Kasım 28, 2023

Çucuklar iççün

Maus'la Pulitzer kazanmış, çağdaşı olduğum için mutlu olduğum Art Spiegelman'ın Françoise Mouly ile birlikte hazırladığı bir albüm geçti elime. Hacmi ve içeriği nedeniyle eskiden olsa ansiklopedi bile denebilecek zenginlikte bir derleme... Amerikan popüler kültüründen çocuklar için üretilmiş çizgi romanlar seçilmiş, biraraya getirilmiş: The Toon Treasury of Classic Children's Comics

Saymadım ama, kırk ya da elli çizgi romandan örnek bölümler kullanılmış. Okurken-incelerken insan hemen şunu fark ediyor, üç ya da dört tanesi hariç, dilimizde hiç yayımlanmamış, nerdeyse esamisi okunmamış, bilinmemiş işler bunlar. Yani Amerika'da sevilmiş, popülarite kazanmış çizgi romanların bizde karşılığı olmamış... Niye olmamış?

Birincisi, bizde çocuklar için üretilmiş yerli çizgi roman çok çok az... Ticari zihniyet buna göre kurulmamış... Batılıların young adult dediği ergen gençler için bir şeyler tasarlanmış, hafif erotik ve ağır şiddet içeren çizgi romanlarımız olmuş... İhtiyaç duymamışız... İkincisi, bizim popüler kültürümüz 1960'lı yıllara kadar frankofondur ve Amerikan etkisini Fransızca üzerinden yaşamışız...İngilizce yaygın olarak bilinmiyor.  O işler Fransa'da bilinmeyince bizde de bilinmemiş. Fransa'da niye bilinmemiş, çünkü çizgi roman orada çocuklar için üretilmiş ve piyasa ona göre biçimlenmiş... Bizde popüler olmuş çocuk çizgi romanlarının neredeyse yüzde doksanı bu yüzden Fransızca kökenlidir. 

Hal bu olunca, Tarzan'ı, Flash Gordon'u, Kahraman Prens'i filan almışız ama Pogo, Little Archie ya da Lulu gazetelerimizin, yayıncılarımızın radarına girmemiş...

Pazartesi, Kasım 27, 2023

Şimdilik

1932 yılından bir fotoğraf, genç bir hanımefendi, stüdyoda çektirdiği resmin üzerine (eskiden "kaynıyor" derlerdi, o havada) akılda kalıcı ve afallatıcı bir şeyler yazmış, birine göndermiş: sadakatimden emin olabilirsiniz demiş ve alt satıra tırnak içine alarak "şimdilik" kaydı düşmüş... 

Elini çabuk tuT, beni kaçırma, bana çok güvenme... uçabilirim, kaybolabilirim, başkasına "gidebilirim" manasında işveli bir pervasızlık oyunu oynamış...Fikret Şenes sözleri gibi...ters köşeli bir romantizm.

Fotoğraftaki kadın, renkli gözlerini, beğendiği-dikkat çekici olduğunu düşündüğü göğüslerini, önemsediği a la mode ayakkabılarını göstermek istemiş... Aklındaki oyunbazlığı yazdıklarıyla çoğaltmayı amaçlamış... Kim bilir kaç kez bakmıştır fotoğrafa, bakılmayı da hayal etmiş olmalı...

Bir kadına mı yoksa bir erkeğe mi yazmış, isimlerden anlaşılmıyor... Hikayeleri değiştiriyor çünkü...Maşuk mu yoksa bir çapkınlık arkadaşı mı yine belirsiz...

Gençlik geçiyor, hatırası kalıyor, biri saklamış, kim niye saklamış bilemiyoruz, doksan yıl sonra beni konuşturuyor işte...

Pazar, Kasım 26, 2023

Geçtikten sonra

12 Eylül rejiminin facia hükümleri ve tarihimize "bocaladığı" defolar malum, güce tapan bir eğilimimiz olduğu için bunları değiştiremiyor, kerhen  (ancak o kadar) revize ediyoruz. Haklar ve özgürlükler bakımından 1961 Anayasası'nın en az yüz yıl gerisindeyiz gibi geliyor bana... 

Geçtiğimiz günlerde Dikta rejiminin tek iyi kararının 24 Kasım'ı Öğretmenler Günü olarak ilan etmek olduğunu yazan birine rastladım. Bana öyle gelmiyor, yaşamasını rejimin keyfiyetine değil tatil ve hediye havasına borçlu çünkü.. 

Peşinen kabul edelim, herkes iltifat ve hediye almak ister, hediye, duygusal olarak verene de alana da iyi gelen bir "alışveriştir". Üstelik, kapitalizm, hediye olgusunu iyi pazarlıyor...Hediye almaya mecbur hissettiriliyoruz... O gün elinde çiçeklerle yürüyen kimi görsek öğretmen olduğunu anlayabiliyoruz...

24 Kasım artık yarım gün tatil filan da oldu... Müzik dinleniyor, çalışkan öğrenciler şiir filan okuyor. Hatırlayanlar olacaktır, 27 Mayıs tatil olurdu, dikta rejimi onu da kaldırmıştı...İnsanlar günün anlam ve önemiyle değil tatil olmasıyla daha çok ilgilenirler. 1 Mayıs, on kişiden dokuzu için sadece tatil demek...

Cumartesi, Kasım 25, 2023

Demokrasi Serseriler için değildir

Her dönemin popüler kavram, deyiş ve klişeleri olur, pek çoğu çabuk unutulduğu veya anlamını yitirdiği için izlerini sürebilmek kolay değil... O klişelerin gündelik dildeki varlığı, her zaman değil ama bazen diyelim, siyasetten, yazılı basından, esprilerden, şarkılardan ve hatta edebiyattan çıkarılabiliyor. Mecazen, arkeolojik bir kazıya ihtiyaç duyuluyor.

Kırklı yılların ikinci yarısında, çok partili parlamenter sistemle birlikte, demokrasi kavram olarak, çok kullanılmaya başlıyor. Demokrasi şudur-şu değildir diyen sayısız yazı ve tartışma yaşanıyor, mizah edebiyatımız demokrasiyi anlayamama hallerimizi yıllarca kendine malzeme ediyor... 

Yukarıdaki görseli o yıllarda çıkmış Tırpan isimli mizah gazetesinden aldım. Markopaşa'nın yarattığı mizah gazeteciliği modasıyla çıkmış yayınlardan biri. Tırpan'ı Demokrat Partili Çanakkale mebusu Nurettin Ünen'in çıkardığını, gazetenin anti komünist olduğunu, CHP eleştirisi yaptığını söyleyebilirim. Pek parlak bir gazete değil... Cevvalliğine rağmen Ünen DP'den devam edemiyor, 1950'de tekrar aday gösterilmiyor.

"Demokrasi Serseriler için değildir" başlıklı haber yoruma takıldım. Yazıya göre İstanbul'un her yerinde kadınlara sarkıntılık ediliyor ve polisler de demokrasi gereği, serserilere nezaketle yaklaşıyormuş...Sene 1949.  Serseri dediğime bakmayın, Ünen, artık kimse onlar, gerçek serserileri seviyormuş (!), onları değil rozetli okullu gençleri hedef alıyor. Bir kuşak çatışması gibi duran hiddeti, pek de manalı olmayan bir gerginliği var. Yazının asıl niyeti, polisleri sertliğe davet etmesi...

"Ey Türk polisi! Sokakta bir kadını rahatsız eden serseriyi karakolda sürüklesen kanun ve vicdan seni ayıplamaz, alkışlar!" demiş...

İşte bu düşünce eskimiş değil, demokrasi bağlamı zayıfladı ama karşıtlık, bugün güçlü biçimde yaşıyor, yabancı düşmanlığında, siyasi çekişmelerde, solcular ya da eşcinseller söz konusu olduğunda polisin şiddete başvurması gayet normal karşılanıyor çünkü. Oh olsun'dan yüreğimin yağları eridiye kadar çeşitlenen dürtüsel bir şiddet çağırısı hiç eskimiş gözükmüyor. 

Cuma, Kasım 24, 2023

Bir reklam verir misiniz diyecekti

Eskiden, gazete ve dergi satışlarının çok düşük olduğu yıllarda, haliyle 1960 öncesinde, karikatürcüler telif geliriyle geçinemediklerinden aralıklarla dergi biçiminde albümler yayımlarlardı. Yukarıdaki görsel, Necmi Rıza'nın [Ayça] 1951 yılında çıkan "Yeni Yaz Albümü"nün kapağı...

Bu türden albümlere çizerler madden ihtiyaç duyar, yılda bir kez olsun yinelemeye çalışırlarmış. Yanlış anlaşılmasın, şimdilerde ve hatta kırk yıldır yapıldığı gibi hani dergilerde yayımlanan işleri derleyip toparlayıp kitaplaştırmak gibi bir şey değil bu... 

Şöyle anlatayım, yukarıdaki albüm 48+4 sayfa, bunun 29 sayfası reklam...Yani albüm daha satılmadan para kazanılacak bir yöntem bulunmuş... Anlaşıldığı kadarıyla bizzat Necmi Rıza, reklam toplamaya çıkmış, kimi reklamverenlerin karikatürlerini dahi çizmiş... 

Yetmişli yıllarda, çok satışlı mizah dergileri, reklam almadan çıkabiliyor ve bununla övünüyorlardı... Bugün birisi, bu kadar çok reklamla bir "albüm" çıkarsa küçümsenir ve ciddiye alınmaz... O günlerde öyleymiş, geçim sıkıntısı normali bu biçimde belirliyormuş...

Perşembe, Kasım 23, 2023

Bir milyon dolar


Sosyal medyada sıklıkla denk geliyorum, bir Avrupa haritası üzerinden istatistik içeren bir şeyler paylaşılıyor. Bu kadar ülke, bu kadar farklı rakama nasıl ulaşılıyor cidden merak ediyorum. 

Eğlencelik olduğunu inkar edecek değilim, yaşadığımız deepfake çağında kimsenin doğruymuş-değilmiş umursadığını sanmıyorum elbette, aynen benim gibi bakıp geçiyorlar. 

Bir insan kaç yıl çalışırsa bir milyon dolar elde edebilir diye sorup, ülkeleri ve para kazanma imkanlarını kıyaslamışlar, parlak olmadığımızı biliyorduk, çıkan sonuca sanıyorum hiçbirimiz şaşırmayız... 

Bu hesap doğruysa Türkiye'de bir insan elli yıl çalışarak bugünkü rayiçle yedi milyon lira kazanıyor olmalı... Ben ortalama bir vatandaşımızın bu parayı kazanabileceğini sanmıyorum.

Çarşamba, Kasım 22, 2023

Fesss

Bir eğlence sırasında fotoğrafçıya topluca poz verilmiş, muhtemelen gecenin sonunda, hafif sarhoş bir halde sahneye dizilmişler, çekim tarihinin 1964-69 arası olduğunu düşünüyorum. Meraklısı, devrin şöhretlerini fark etmiştir, fotoğrafa değer katan Ajda Pekkan ve Gönül Yazar ama ben iki fesli erkeğe takıldım. 

Bir Ankaralı olarak Sultanahmet civarına her gittiğimde fes giyen esnafa gözlerimi devirerek baktığımı itiraf edeyim, turistlere bıyriin plis tadında yapılan eğilip bükülmeler, çığırtkanlıklar, alımsız, bed beşaret biçimsizlikler, para diye fırfır dönen gözler filan...ekmek kavgasını anlamıyor değilim ama  o turistik mambo jambo bana bir türlü sevimli gelmedi...

Fotoğraftaki fesler, eğlence mekanda yabancılar bile olsa, başka türlü, elbette muzipçe istiflenmiş başlara... O yıllarda fes yasaktı, şapka itibardı filan...  Caddede sokakta giymenin dikkat çekici olduğu, suçlanma riski taşıdığı muhakkak, fesi takanlar, galiba diyorum, makara yapmadan onu takamıyorlardı, ters yüz ediciliğin, yasak olanı dürtüklemenin bir hazzı vardır, belki o fasıllardan bir şey...

Ya da feslilerden biri klarnet çalıyor, Alaattin'in Lambası misali, melodiye uygun olsun diye sahneyi istiflemişler, o da olabilir...

Ay ne güldük, ne güldük hatırası kalmış geriye...

Salı, Kasım 21, 2023

Yeşilçam, Gırgır ve "Halk"



Nedense Yeşilçam'ın halkın dilini yakaladığına, halkın sineması olduğuna inanmak istiyoruz. Gerek bu filmler üretilirken, gerekse bu süreç değerlendirilirken romantize ediliyor bu durum... Aslına bakarsanız popüler kültür ürünü olarak "başarı" kazanmış her şey benzer bir biçimde değerlendiriliyor... Gırgır da çok sattığı için halkın dergisidir, halkın dilini kullandığı için başarılı olmuştur filan... deniyor.

Doğru ve yanlış demek kolay değil... Karışık değil mi?

Söz konusu olan popüler kültür ise üretim, dağıtım ve tüketim bakımından karmaşık bir süreçten söz ediyoruz demektir ve kesin bir yargıya varmak kolay değildir. Örneğin Yeşilçam veya Gırgır'ın halkın dilini kullandığını elbette söyleyebiliriz ama bu dilin öğrenilebilir ve taklit edilebilir olduğunu atlayamayız. Şunu demek istiyorum, anlattıkları hayatlarla ilgili tek bir şeyi paylaşmayan ve o hayatı yaşamayan profesyoneller tarafından da üretildi bu dil... yani, yine demek istiyorum ki, söz konusu olan halkın diliyse, o dili üretenlerin halktan daha çok (ve daha iyi) halkın dilini konuşan birileri olmaları gerekiyordu, oldular. Çünkü, o gazete, o dergi veya o film, çok satıyorsa, kitlesellemişse, siz o dili üretmek, yaşatmak ve geliştirmek zorundasınızdır... Profesyonellik bunu gerektirir, bunu dayatır.

Bununla da kalmıyor üstelik, popüler kültürün karmaşık etkileri burada devreye giriyor: taklit edilen, aslının üstüne çıkan "yeni" halk dili, aracın (ve eserin gücüyle) halkı da etkiler, halk tarafından da taklit edilir olur. Bir deyiş, bir jest, bir nakarat gündelik dile sirayet edebilir, moda olur ağızlarda. Yapaydı-üretilmişti ama döner-dolaşır dile "yerleşir" çünkü insanlar popüler olana meylederler. 

Yeşilçam'a halkın dilini kullanırdı derken, üç beş senaristin senaryolarında kullandığı nakaratlı, esprili, komikleştirilmiş argoyu halkın dilinden çok üretilmiş yapay bir dizge saymak daha doğru olur. Benzer bir yargıyı Gırgır için de söylemek gerekiyor, halkın dilini, Oğuz Aral'ın ve birkaç "yazarın" diliyle eşlemek mantıklı değil...Bu sansüre hoş görünen, ehlileştirilmiş ve üretilmiş bir dildir...

Peki biz, üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçtikten sonra o üretimlere bakarak ne diyeceğiz veya halkın dili nasıldı sorusuna cevap ararken nerelere bakacağız? Popüler kültür karmaşıktır derken tam da bunu kastediyorum.

Halka hitap etmeye kalkışmak başka bir şey, popüler olmak daha başka bir şey... Temsiliyet, realite, tahkiye, hikayenin veya esprinin gücü, maharetli çizgiler, oyuncu pırıltısı ve coşkusu... çook başka şeyler...

Pazartesi, Kasım 20, 2023

Basstırr Ankaragücü!

Duymuştum, hiç görmemiştim, Bastır Ankaragücü diye bir mizah gazetesi çıktı denirdi, sahaflarda görünce aldım. Meğerse gazete filan değilmiş, Gün gazetesinin bir sayfasıymış... Hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur! Görselde Nejat Uygur karikatürü olunca sağcı bir yayın diye düşünüp, bir şeyler hayal etmiştim, peh peh...

Tarih göremedim ama sayfa, 1973 Seçimleri öncesi hazırlanmış gibi duruyor... Basstırr Ankaragücü başlığının altında "seçimle ilgili haşlama ve taşlamalar" açıklaması yapılmış, okurlara açık bir sayfa, seçimlerle ilgili komik hatıra ve yorumlara telif ödeniyor filan... Sayfayı "Ankaralı" [ve Ankaragüçlü olmalı] Mehmed Kemal [Kurşunluoğlu] yönetiyor..

Gün, Haldun Simavi gazeteciliğinin tipik bir örneğiydi, beyfendi, Günaydın'ı hariç tutarak söylüyorum, çıkar çıkmaz çok satıp üç beş yıl içerisinde kapatılan gazeteleriyle ünlüydü diyelim... Bol fotoğraflı, hamasi ve agresif,  çıplağı ve palavrası bol  magazin gazeteleri olurdu bunlar...İyi bildiği gazetecilik buydu veya... Gazetelerinin mutlaka büyük reklam kampanyaları olurdu çıkarken, merak ettirir, aldırırdı, okura para vaad eden şeyler içerirdi,  promosyonları, kuponları, hediyeleri olurdu.. Haberden çok, okurun ilgisini ne çeker sorusuna kafa yorulduğu hemen anlaşılırdı. Bakardın, okumazdın çünkü... 

Gün de haliyle tefrikalı, erotik, mizahi, iddiası bol bir gazeteydi... Gün'den geriye Gırgır kaldı... Gırgır da Gün'ün bir köşesi olarak başlamış, sonradan dergiye dönüşmüştü... Basstır Ankaragücü, seçimlere odaklanan, mizahi olarak düşünülmüş, kısa ömürlü bir köşe anlayacağınız.. Bugün anlaşılmayabilir, memleket ruhen en az ikiye yarıldığı için anaakımda siyasi mizah pek yapılamıyor... Geçmişte çok yapılırdı, akla gelirdi, Ankaralı Mehmed Kemal'in aklına Ankaragücü de gelmiş, orta noktada buluşmuşlar.

Pazar, Kasım 19, 2023

Bakmak ve Okumak



Grafik romanla ilgili çoğu koleksiyoncu ve çizerden şöyle argümanlar duyuyorum: "çizgileri iyi olan bir tane grafik roman görmedim", "çizgileri çok kötü, okuyamıyorum" vs vs

Estetik tercihlerle ilgili tartışmaları enerji kaybı olarak görüyorum. İdealistlerle tartışmak da zordur, o faslı da geçiyorum. Hiç cevap vermiyor değilim elbette. Dilim döndüğünce şunu vurgulamaya ve hatırlatmaya çalışıyorum: Çizgi roman, siz ne derseniz, nasıl tarif ederseniz edin, bir hikaye anlatır, bir hikaye anlatma aracıdır. Çocuklara, yetişkinlere, kadınlara, erkeklere kime neyi anlatırsanız anlatın, bir hikaye anlatırsınız. Sayfalara görselliği nedeniyle "bakabilirsiniz" ama bu bakış hikayeyi anlamak için yetmez, okumanız gerekir.

Hep verdiğim örnektir, Serpieri, çok iyi bir çizerdir. Çizgi endüstrisinin beklentilerini karşılayan, erkek gözünü iyi bilen ve ona iyi gelen bir üreticidir. Bu kadar yıldır işin içindeyim, bugüne
değin tek bir okurun hikayesini konuştuğunu hatırlamıyorum. Druuna ne anlatıyor bilinmez örneğin.

İlüstrasyon ile iyi çizilmiş bir panel/kare çoğunlukla karıştırılıyor. Çizgi romanda aslaolan hikayeye hizmet edecek ardışıklıktır. O çok iyi çizilmiş sayfa/panel/kare öncesinde ve devamında gelen sayfa/panel/kareyi tamamlamıyorsa o iyi çizimin tek başına bir anlamı yoktur.

Bakarsınız ama okuyamazsınız.

Bir çizgi roman, çizerini ve yazarını unutturuyor ise, siz okur olarak, hikayeye kapılarak okuyorsanız, o iş başarılıdır.

Diyelim ki, grafik romanların çizgileri kötü... Şunu soralım, neden konuşuyorlar peki? Neden çizgi romanlardan çok ama çook daha fazla  ilgi görüyorlar? Demek ki okunuyorlar... Bakmak yetmiyor.

İlüstrasyon: Nimura Daisuke

Cumartesi, Kasım 18, 2023

Taçlı Fahişeler


Taçlı Fahişeler, ismen dikkat çekici, bugün için nahoş ve siyaseten doğru olmasa da döneminin erkek aklı ve gazeteciliği açısından bir sorun (veya ayıp) olarak görülmemiş. Reşat Ekrem'in kadınları hakir gören mi demeli, hafifseyen mi bilemiyorum, bu hususta kendini sakınmayan iştahlı bir dili vardır. Hele iş yabancı kadınlara gelince daha da pervasızlaşır, yani Taçlı Fahişeler derken monarşiye, aristokrasiye bir husumet duymuş sanmayın... 

Afrodit'ten "şehvet mabudesi", Zoi'den Bizans'ı "muhteşem bir umumhaneye" çeviren güzel, Helen'den "fuhşuyla Trova muharebelerine sebep olan kadın" diye söz ediyor. Lukreçya, fuhuş ve cinayet bahçelerinde açmış masum bir çiçekmiş filan...

Skandal anlatmak istiyor Reşat Ekrem, Tabii ki palavrası bol, iç gıcıklayıcı, ruhen hamasi ve "ucuz" bir üslupla yapıyor bunu... gel gör ki anlatılan kadınların hiçbirisi Türk ya da Müslüman değiller... 

Gazete tarihçilerinin, aktüele olan meyilleri, ticari kaygıları, sürekli yazmak ve üretmek zorunda olmaları, dehşetli iştahlarını, ajitatif dillerini açıklıyor aslında. Ve o kadar da ilginç gelmiyor bana. Reşat Ekrem'in erkekler arasında, erkek Babıali'de,  kadınları tahkir edici bir havada yazması, evet o, asıl ilginç olan o... Hüseyin Rahmi'de, Nahid Sırrı'da da var bu... İçinde haset mi demeli, imrenme mi garip bir damar da var çünkü. Huzursuz, öfkeli, mutsuz ve buruk...

Cuma, Kasım 17, 2023

Taş gibiymiş memeleri

Bu yazıyı üç yıl önce yazmışım... Yineliyorum, çünkü yukarıdaki fotoğrafı buldum...Bilmeyenler-görmeyenler olabilir diyerek hatırlatayım, fotoğraftaki hanımefendi Benli Belkıs namlı bir gece hayatı şöhreti... Uzun yıllar, aşkları ve serüvenleriyle erkeklerin dilinde yaşamış bir meydan okuyucu kadından söz ediyoruz. Fotoğrafta altmış yaşlarında olmalı, bakımlı, kendinden emin, eskilerin deyişiyle dirhem yağsız bir halde sahneyi izliyor. Seyredildiğinin farkında...

Yazıyı niye yazmıştım...

Şaziye Karlıklı'nın Benli Belkıs kitabında (Doğan Kitap, 2018) rastladım. Kitabın sonlarında Çetin Altan'dan bir alıntı vardı. Belkıs'ın son günlerinde Çetin Altan yaşadığı bir "hatırayı" anlatmıştı.

İşte, içki masasında konuşurlarken Belkıs, bluzunu yırtıp Çetin Altan'a göğüslerini gösteriyor ve "bak hala memelerim taş gibi" diyordu...



Ne yazmıştım? Yineliyorum:

"Belkıs, erkekleri peşinde koşturan güçlü, meydan okuyucu ve cazibeli bir kadın... Üstelik, rejime muhalif bir aileden geliyor... Hakkında sayısız mübalağalı hikaye var... Çetin Altan da onlardan birini anlatmış... E gazeteci, anlatacak diyelim.

Doğru mu peki? Hikaye olarak bakarsak, doğru olup olmaması önemli değil...

Sahiden yaşanmış mı dersek... Doğru olmadığını ispat edebilecek tek bir kişi yoksa hayatta... veya anlatıcısı dışında tek bir şahidi yoksa yaşananın... şüphe duyma hakkımız olmalı...

Ben de sezgimi paylaşıyorum. Belkıs, öldüğünde değil de, seneler seneler sonra anlatılıyorsa, Çetin Altan dışında bir tanık bulamıyorsak... Belkıs, bluzunu neden yırtma gereği duydu anlamıyorsak... Ben de buna frapan bir gazeteci palavrası diyeceğim...

Kadın namlı, kadın "ötekisi" rejimin... kadın "orospusu" magazinin...Belkıs, memelerini açsın, bak taş gibi desin istiyorlar, diyeceğim.

İnanmıyorum."

Perşembe, Kasım 16, 2023

Mayolu renkler

- Tek kusuru var, aşırı derecede sıkılgan bir kızdır

Karikatürler, 1949 yılının Aydede'sinde çıkmış, Refik Halid Karay'ın ikinci kez yayımladığı ünlü dergisinde... Derginin bu dönemi ilki kadar parlak değildir, haliyle mizah genç işidir, insan yaşlandıkça "correct" oluyor veya olması gerektiğini biliyor, sakınıyor... Gençlikse "olmaza meyleder", hesap kitapla gülmez, koyverir kıkırdamasını... 

Karay, o ilk yıllarındaki "genç muhalifliğinin" ceremesini çekmişti, nerdeyse otuz yıl sonra yine mizah dergiciliğine kalkışırken hem yaşlanmıştı, hem de görünen o ki "uslanmıştı." Bence o sebeple dergisi ilki kadar "renkli" olamadı.

- Aa biz olsak utancımızdan bu upuzun mayoyla insan içine çıkamazdık.

E peki, ben bu karikatürleri niye seçtim? Turhan Selçuk çizmiş de ondan, o tarihte 27 yaşında. Selçuk'un bildiğimiz tarzının oturması kırklı yaşlarına denk düşer, bu bakımdan ilginçtir, çalışarak arayarak bulduğu bir üsluba her nedense çok daha önce ulaştığı düşünülür. Selçuk'un, siyaseten -bunu esprilerini etkilediği için belirtiyorum- bugün için açık ara "sağcı" görünen işleri var, farklı zamanlarda birbiriyle çelişen yargıları var ama sanıyorum kimse çalışkanlığına söz edemez, münzevilik ölçüsünde kapanıp uğraştığı anlaşılıyor. 

Zaten de bu kadar çalıştığı için de "arıyor", duramıyor, örneğin yukarıdaki resimsilikten kurtulmak istemiş, denemiş... Belki buralarda kalsa, benzeri çok olan bir üslubun devamcısı olacaktı. Taklidi zor ve benzersiz duran başka bir yere varmak istemiş...Benim ilgimi çeken, hiç bırakmaması, yetinmemesi, estetik arayışlarını sürdürmesi... 

- Aman yarabbi ne adam! Bakışlarıyla insanı çırılçıplak soyuyor adeta

Diğer yandan esprileri, hele dergilerdeki espriler, çizgileri kadar başarılı değildir, gazeteci gibi düşündüğünde, bir köşe yazarı gibi davrandığında orada da başka bir safhaya geçti bence. Ve belki de burada da bir başka akılcı seçim yaptı, çünkü mizaç olarak ciddi olmak ve görünmek isteyen biriydi...Hep bu örneği veririm, kendisiyle özdeşleştirilen çizgi roman kahramanı Abdülcanbaz serüvenlerinde neredeyse hiç gülmez. Tabii ki gülmeyebilir, demek istediğim bir tercihte bulunmuş olması... 

Yukarıdaki örnekler  esprinin (kabul edelim, yavan ve cinsiyetçiler) pek önemli olmadığı işler, nasıl desem kapağın mayolu ve renkli görünmesi yeterli oluyor, "geçer akçe" sayılıyor,  görsel cazibesi yetiyor diyelim.  

O yılların alışkanlığıdır, dergi sahipleri kapağın esprilerini kendileri bulur, birilerine çizdirirlerdi, benim merak ettiğim, acaba bu esprileri Refik Halid Karay mı buldu yoksa Selçuk mu... bunu artık öğrenmemiz mümkün değil...

Çarşamba, Kasım 15, 2023

Karnına hüfledi, muska yazdı

Çeyrek yüzyıl öncesine nazaran başka bir ahlak iklimindeyiz, aralıklarla geçmişten paylaşımlar yapıyorum, bugün yayımlanmaları mümkün olmayan şeylerle karşılaşınca ister istemez mukayese ediyoruz. Herkes kendine göre iyi ya da kötü buluyor olmalı...

Yukarıdaki fotoroman diyelim, kendince erotik bir iddia taşıyor, tahminen altmışlı yılların ikinci yarısı olmalı, bir din adamının  kendinden medet uman bir kadını taciz etmesi laylaylom biçimde hikayeleştirilmiş... 

Eski gazetelerle hemhal olmuş herkes bilir ki, günbegün yayınlara bakıldıkça, sayfaları çevirdikçe sıklıkla üfürükçü, muskacı türünden taciz haberlerine rastlanır. İşte çocuğu olmayan bir eş, koca bulamayan bir bekar kadın, çaresizlikle yerel bir hocanın eline düşmüştür de falan filan... 

Orhan Kemal, üfürükçü hocaları hayli erotize ederek anlatırdı, ondan olabilir, algıda seçicilik, bu haberleri okurken şunu fark ettim, muhabirler de o haberleri iç gıcıklayıcı bir tonda yazıyorlardı. Haberler doğruydu değildi hiç tartışmıyorum, zevzekçe bulduğu peşinen belirteyim, benim ilgimi çeken, haber içeriğinin ticari olarak erotize edilmesiydi. Orhan Kemal de belki bu haberlerden etkilenmişti, ilgi çektiğinin mutlaka farkındaydı veya istisnasız her biri romancı olmak isteyen adliye-polis muhabirleri kanırtıyorlardı bunları, onlardan öylesi isteniyordu, müdürleri teşvik ediyordu vs hepsi var, hepsi olabilir sanki...

E malum, cinsellik, dince sınırlandığı-yasaklandığı için bu ters yüz etme özellikle ilgi çeker, Decameron hikayeleri büyük ölçüde bu espriye dayanır: perhizle, dünyevi zevklerden uzak durarak yaşayan rahip ve rahibelerin bu hayatı doğru ve iddia ettikleri ölçüde uygun yaşamadıkları anlatılır...Mizah, bu kadar çok günah diyenin günahkarlığını teşhir etmeye bayılır. Doğal olarak, anlatılanları seküler kamusallığın dinin etki alanını kısıtlama uğraşının bir parçası olarak görmemiz gerekir... 

Bizdeki durum çok farklı değil, üfürükçü haberlerinin kullanım biçimini seküler modernleşmenin bir anlatısı olarak konumlandırmak pek yanlış olamaz, üstelik cinsel düşkünlük, aşağılayıcı bir "suçtur"...Sadece kişiyi değil temsil ettiği kurumu ve düşünceyi de tahkir edebilecek bir gücü vardır...

Bugün din temelli, bir din adamının içinde bulunduğu taciz hikayesini erotize ederek-komikleştirerek anlatmak kesinlikle mümkün değil...Hem ülkedeki siyasi yarılma nedeniyle olanaksız, hem de yayın olarak cezalandırılma ihtimali var... Fotoromana o gözle bir kere daha bakın derim...

Salı, Kasım 14, 2023

Linç hikayeleri

Aile Albümü alt başlığıyla dört popüler kadın "resmedilmiş", Sevim Çağlayan, Dansöz Nana, Suzan Sözen ve Gönül Yazar... Üçü gösteri dünyasından biri romancı olan dört kadın... 27 Mayıs'ın hemen sonrasında Yassıada Duruşmaları sürerken... Menderes'i tahkir etme amacıyla kimi ilişkileri ortaya çıkarılıyor, belki uyduruluyor, dedikodular bile isteye büyütülüyordu. Gazeteler haber üstüne haber yapıyordu diyelim. 

Mizah dergisi Tef de iştahla mes'eleyi "görev" sayarak linçe hizmet etmeye soyunmuş, Menderes'le ilişkilendirilen dört kadını arka kapağına taşımış...  Yukarıdaki görsel o sayıdan. Daha neler neler var... 

İnsanların özel hayatları ve mahremleriyle yaptıkları işleri birbirinden ayırmak gerekir deriz, bu konuda hemen hepimiz hemfikirizdir, gel gör ki, bu kaideye pek uyulmaz. Hele "kavga" ediliyorsa... Menderes, 6-7 Eylül Kumpası olmasa, herhangi bir şeyle suçlanamazdı, iktidar elitleri kendi aralarında tepişmeseler, o olaylar da solculara ihale edildikleriyle kalacaktı, ne kadar üzücü, ne kadar yaralayıcı, anlatılır gibi değil...Demem o ki, bu ilişkiler, bu kadınlar, sevgililer geçti gitti. Suzan Sözen dışında kimseye de bir zararı olmadı.

Linçle pek ilgilenmiyoruz, çoğunluk iklimi, linçci davrandığını düşünmez, farkına bile varmaz zaten... 

Yukarıdaki karikatüre dönelim. Linç iklimlerinde kadın düşmanlığı mutlaka kullanılır, popüler isimler çeşitli biçimlerde yaftalanırlar. Linç edilen kadınlara "orospu" denir veya demeye getirilir,  erkeklerse ya eşcinseldir ya da kadın düşkünü, Menderes için ikisi de kullanılmıştır. 

Çocukken Deniz Gezmiş'le ilgili bir palavra dinlemiştim, bilmiyorum tabii palavra olduğunu, işte bir haremi varmış da, Odtü'nün büyük havalandırma odalarındaki yataklarda kızları sıralıyormuş, şu bu. Sağcı bir mahallede büyüdüğüm için böyle hikayeleri çok dinlemişliğim var...da ben o yaşta haremden çok, yok havalandırma koridorları, yok odaları filan ona takılmıştım. Rüyalarıma giriyordu, asker gelince, haydutlar havalandırma kapaklarında pat içeri atlıyor, koridorlarda koşuyor, pat başka bir uçtan dışarı çıkıyordu, işim gücüm serüvendi.

Üzerinden zaman geçince o harem vurgusunu başka türlü yorumlamam gerektiğini anladım. Yani Menderes ile Deniz'i aynı kefeye koyan bir "linçci erkek aklı" var demek istiyorum.

Empati kurmayan, kendini başkalarının yerine koymayan herhangi biri "iyi" olamıyor, kabul edilmiş ve meşrulaşmış iyiliklerde bulunabiliyor ama iyi olmak sadece bu değil, yani yoksullara yardım etmek, kedileri köpekleri beslemek, zekat vermek, kadınlara karşı kibar olmak şu bu değil... Daha zor ve her an değişen sınırlarda gezinen bir iyilikten söz ediyorum.

Pazartesi, Kasım 13, 2023

Elbet şapka!

Yukarıdaki görsele 70'li yıllarda Türk Ticaret Bankası'nın çıkardığı Çocuk Yuvası dergisinde rastladım, Kıyafet ve Şapka Devrimiyle ilgili bir yazıdan aldım, paylaşayım istedim... Görselin sağ tarafına, yani kadınlarla ilgili kısmına zaten senelerdir tartışıldığı için özellikle değinmeyeceğim... 

Erkeklerle ve fesle ilgili kısım ise bana enteresan geldi, aynı tiplemeyi şapkalı ile fesli  çizmişler, mukayese etmişler: "Hangisi güzel siz karar verin, elbet şapka" yazmışlar... Sorar gibi yapsalar da, cevabımızı istememişler. Artık şapka filan giyilmediği için bugünün okurunun yapabileceği karşılaştırma pek de anlamlı olmayacaktır, bilmiyorlar çünkü. 

İki resim arasındaki fark sadece şapka ve fes ile ilgili değil, dikkat edilirse bıyıklar  şapkayla birlikte gitmiş...

Cumhuriyetin ilk meclisiyle ikincisi arasında da böyle bir fark vardır. Anlaşılan o ki, mebuslardan bıyıklarını kesmeleri istenmiş, ilk mecliste yok denecek kadar az bıyıksız varken ikincisinde çoğunluğu bıyıksızlar oluşturuyor. Bir ara tek tek vesikalık fotoğraflarını incelemiştim.

Hasılı kelam, bıyıksızlık, modernliğin sembollerinden sayıldığından birer birer kesip atmışlar. Bu bıyık meselesinde hep aklıma gelir, Erdoğan İstanbul'da belediye başkanlığına talip olduğunda tek bıyıklı adaydı, ilginç gelmişti. O aralar yine bir bıyık karşıtlığı olmuştu, herkes kesip kesip "yenileniyordu."

Görseldeki mantıkta da bıyıksızlık, yenilik ve modernlikle eşleştirilmiş... 

Buna "zevahiri kurtarmak" denir, güzel palavra yani...İşe yarıyor elbette, yeri geliyor takıyor, yeri geliyor çıkartıyor, kendinizi sağlama alıyorsunuz. 

Malumunuz, günümüzde fes giyenlere rastlanıyor, özellikle İslamcılardan, İslamcı görünmek isteyenlerden yaşadığımız gösteri çağına eklemlenen kimileri fesli fesli konuşup, kahırlanıyor, dolup dolup taşıyor, içli içli söyleniyor, Osmanlıyı anlata anlata bitiremiyorlar. 

Fes, kafire, moderne, sekülere, Müslüman olmayana, solculara, düşmanlara ve şapkaya karşı bir semboldü.  Unutuldu tabi ama yüz yıl önce fes'e karşı kavuğu savunanlar ve onu sembol olarak kullananlar vardı. Onlara göre fes, gavurluğun, modernliğin, Batıcılığın, din karşıtlığının  bir göstergesiydi. 

Zevahir dedim, her şey gibi düşmanlık da kitabına uyduruluyor, bazen bir sayfayı okumadan atlıyor, bazen dönüp tekrar okuyorsun.

Pazar, Kasım 12, 2023

Mütercim

Tuhaf kitaplara düşkünlüğüm malum, FBI yöneticisi ünlü anti komünist ve sağcı Hoover'in yazdığı bir kitap elime geçti, iç kapağındaki çevirmen sizin de dikkatinizi çekecektir. Başbakanlıkta çalışan bir çevirmen dilimize aktarmış, bir devlet görevi olarak-mesaisi gereği yapmış bunu... Nelerle uğramışlar diyerek gösterilen uğraşa mı şaşıralım yoksa şimdiki zamana bakıp ihale dosyaları takip eden yeni sağcılarımızla mı kıyaslayalım...

Cumartesi, Kasım 11, 2023

Dedikodu ve klişeee

1956 yılından Yeni Yıldız dergisinden bir dedikodu... Münir Özkul ile Çolpan İlhan, doğru ya da değil, az ya da çok artık her neyse, flört ediyorlarmış. Nedense şaşırdım. Yakıştıramadım mı acaba? Olmazmış gibi geldi hatta. 

Özkul'ın aile babası rolleri, Çolpan İlhan'ın hanımefendi elegantlığı filan... gülmeyin biri Adile Naşit'e (!) diğeri Sadri Alışık'a bunu yapmazmış gibi hissettim galiba... Rollerin yarattığı klişeler algımı belirledi, onu anladım... 

Dedikoduyu okurken, a dedim vay dedim, halbuki ne ki?

Cuma, Kasım 10, 2023

Son Okuduklarım 83

 Olalla, Stevenson'un novellasıymış, hiç bilmiyordum, yazarlar, eskidikçe diyelim, popüler kitaplarıyla yaşarlar ve ne yapsalar, onları aşamazlar. Define Adası ve Mr Hyde, Stevenson'dan daha ünlüler artık... Bu novella vefasızca-haksızca unutulmuş mu, yoksa unutuldu iddiasıyla abartılıyor mu emin olamadım. Ben sevdim, o ayrı... İyi çeviri, yer yer çok çok güzel sahneler var ama dağınık ve yeterince doğrudan (cesur) olamamış sanki... Olalla, iki nedenle ilginç, birincisi, bu bana çok ilginç geliyor, Stevenson yine bir rüyasından devşirmiş öyküyü... ikincisi, bizim bugün gotik dediğimiz şato romantizminden ve klişelerinden oluşuyor. Tam anlaşılmayan, belki de tam tarif edilemeyen referanslar kullanılmış....Bir asker nekahat döneminde bir konakta pansiyoner oluyor. Çevre köydekilerin korktuğu, tekinsiz bulduğu bir konaktan söz ediyoruz. Askerimiz evin kızına aşık oluyor, anne onun tedirgin ediyor filan... Atmosfer tanıdık yani. Din adamı ve köylüler şu bu... 

Yürümek, Adım Adım Erling Kagge'nin kendi deyişiyle yürürken duyduğu ve hissettiği şeylere, eve döndüğünde okuduğu kitaplara ve makalelere dayanıyor. Kutuplara gitmiş, Everest'e tırmanmış bir kaşif ve serüvenci Kagge, editörlük yapıyor ve yayıncılıkla geçiniyormuş... Alıntı ve mukayeseli yorumlarıyla iyi bir okur yazar olduğunu gösteriyor, hatırlayanlar olabilir, dilimizde çıkan bütün kitaplarını okuyacağımı daha önce yazmıştım. Dört yılı geçti, her gün en az beş kilometre yürüyorum, haliyle kitap ayrıca ilgimi çekti, pek çok güzel hikaye ve zihin açıcı fikirle karşılaştım, biraz tanışma faslından öğrenme ve biraz da farklı yorum okudum diyelim. Zaten kitap temelde anekdotlardan oluşuyor, Kagge kendi deneyimlerinden ve okuduğu kitaplardan, zihinsel keşiflerinden söz ediyor. Akıcı, kendini abartmayan ve insana iyi gelen metinlerden. 

Sevimli bir çocuk çizgi romanı Marilu... Anne ve babasıyla taşraya, doğa-orman içinde bir eve taşınmak zorunda kalan küçük bir kızın yaşadıklarını anlatıyor. Küçük kız, şehri özlüyor, yeni evine, odasına uyum sağmayı reddediyor. İnatçı huysuzluğuna karşın öğrenmeye açık  Marilu'nun doğayla ilgili yaşadıkları gayet esprili bir dille anlatılmış. Serinin senaryosunu Toulme'nin yazdığını eklemek gerekiyor. Bizde çocuk çizgi romanları eğitim tedrisatının yavanlığında üretildiği için üreticilerimizin örmek olarak incelemesinde fayda var sanki. Neşeli, ders verir gibi anlatmadan doğal yaşamı sevdiren bir dil tutturulmuş çünkü. 

Usagi Yojimbo, dergi olarak çıkan komik çizgili bir samuray hikayesi, on dört sayı birikince okumaya karar verdim. Samuray hikayeleri erkeklere yöneliktir ve epeyce şiddet yüklüdür, ölüm ve öldürme anlatıların doğal bir parçasıdır. Usagi'nin ilginçliği şurada, komikleştirilmiş çizgilerine, hayvanları insansılaştıran üslubuna karşın hikayelerine komik denemez, pek öyle espri de yapılmaya çalışılmıyor. Bol ölüm var ama kan yok, cinsellik yok, romantik bir şeyler olacak gibi oluyor, o da belirginleşmiyor. Korku ögeleri, fantastik referanslarla sanıyorum genç manga okurunu hedeflemişler. Eskiden Mini Ringo vardı, bir western parodisi gibi dururdu ama değildi, biraz o havada bir gerçekliği var demek istiyorum.  Bu kadar sayı çıktığına göre bir okur ilgisi olmalı ki devam ediyor, tüm bunları editöryal bir merakla, piyasayı tanımlamak için yazdığımı anlamış olmalısınız.

Perşembe, Kasım 09, 2023

Makyaj ve Peçe

Cemal Nadir'in bir karikatürü, anne ile kızı konuşuyorlar. Anne, kızının yaptığı makyajı eleştirerek "Biz gençliğimizde yüzümüzü böyle sizin gibi boyalar altında saklamazdık" deyince kızı espriyle karşılık veriyor: "Biliyorum, peçe altında saklarmışsınız" (13.7.1939, Akbaba).

Eskiyle yeniyi karşılaştırmak, karikatürcülerimizin, hele o yıllarda çok sevdikleri, edebi ve siyasi olarak anlamlı buldukları esprilerdendir... Espri o çerçevede bir şey ama bir parça garip görünebilir çünkü eski-yeni karşılaştırmasında bir dualizm kurulur ve bir taraf, bazen moderni temsil eden aşırılık  bazen de geçmişi temsil eden sofuluk-bağnazlık "kötülenir". Oysa burada ne peçe ne de makyaj olumlanıyor. İyi olan taraf yok...

Niye yok, kadınlar esprileştirilirken böyle bir dualizme gerek duyulmuyor çünkü, kadın düşmanlığı-mizojeni dediğimiz şey tam da bu işte... Saklamak derken analı-kızlı bir kadın karşıtlığı var, anneye de kızına da saldırılıyor. Üstelik bu kimseye garip gelmiyor. 

Kadının erotik olarak resmedilmesi kapağı sattırmış mıdır derseniz...

Çarşamba, Kasım 08, 2023

Kumlar

Mayıs 42'den bugüne... Sahilde bir fotoğraf çekilmiş ve Orhan'a ithaf edilmiş... Cesurca olduğu kadar uzun soluklu da... Çünkü fotoğraf ha deyince çıkmıyor, önce çekilecek, sonra banyosu, tab'ı en az bir hafta sürecek... Kalemle bir güzel yazılmış ve hediye edilmiş. 

İyi bir şey, kötü bir şey bunu tartışmayalım, yeni bir şey genç kadının yaptığı... Baştan çıkarıcı, meydan okuyucu ve kışkırtıcı... Hayal etmiş, planlamış, yapmış... 

Bugüne kadar nasıl kaldı acaba? Muhtemelen Orhan sakladı... Bakıp bakıp yad etti... Ölene kadar sakladı hatta... Biri ölmeden sahaflara düşecek bir hatıra değil sanki...

Salı, Kasım 07, 2023

Son Okuduklarım 82

Çizgili sanatlar açısından yılın en önemli olayı sanıyorum, Milo Manara'nın Umberto Eco'nun ünlü eseri Gülün Adı'nı çizgi romana uyarlaması oldu. Albümü çizgi olarak değerlendireceğim, çünkü henüz ilk bölümü yayımlansa da romanın ağır bir malumatçı tarafı var, sadakatli bir uyarlama gibi durmuyor, Avrupa'daki albüm anlayışına uygun az sayfalı bir format seçilmiş... Diğer yandan Manara o kadar özenli çalışmış ki, magnus opus dikkati ve özverisi göstermiş, uzun süredir (hatta hiç) bu kadar güzel çizmemişti diyorsunuz. Yine de ezber bozabilirmiş, Adso'nun karşısına çıkan kızı daha sıradan, daha yerli ve gerçekçi çizebilirmiş örneğin... Bayağılığı hiç aklına getirmemiş, film uyarlamasını dikkate almış Connery yerine Brando'yu seçmiş mesela, oradaki Vargas'ı modelleyebilirmiş veya onunla inatlaşabilirmiş pekala...Bildiğini, kırk yıldır gözü kapalı çizdiği kadını yinelemiş. +++  Göz alıcı bir çalışkanlığı var Selçuk Demirel'in. Bu kadar çok çizmesi, yinelenen esprilerini de gösteriyor, göze çarpan takıntılarını...Demirel çok "göz" çizen bir sanatçı. Görememek, göstermemek, başka türlü görmek, göz hapsinde tutmak, göz ardı etmek onun çalışmalarında sıkça karşımıza çıkıyor. Gösteri, bu tema etrafındaki epeyce çalışmasını derlemiş bir albüm. 

Günlük Ritüeller, "büyük eserlerin yaratıcıları nasıl çalışır?" altbaşlığıyla yayımlanmış bir geeker kitabı... Ara ara okunan, karıştırılan-dallanan kitaplar var ya onlardan...Hafif dedikodu, hafif abartı ve bolca magazin malumatı diyelim. Hakkını teslim edelim, güzel yazılmış, kolay okunan, neyi iyi yaptığını bilerek yazılmış bir çalışma. Hayatımı yazarak sürdürdüğüm ve geçindiğim için ister istemez başka bir gözle okuduğumu, çalışma rutinimi, takıntı ve saçmalıklarımı başka yazarlarla kıyasladığımı fark ettim. Yazmak sadece ilhamla olmuyor, yüksek bir disiplin ve hayattan kopmayı gerektiriyor çünkü... +++ Dip, nedenini bilemiyorum, atlamışım, ancak on yıl sonra okuyabildim, Hakan Tacal'ın İstanbul'un yeraltı dünyasıyla mitolojiyi harmanladığı bir "kıyamet eşiği"  hikayesi. Haraç için gittikleri pavyonda cadıların esiri olan mafyacı arkadaşların esaretten kurtulmalarını anlatmış Hakan... Her zaman erkek gösterilerine kinayeyle yaklaşan bir dili vardı, yerel arayışları olurdu, Dip'te bunu sürdürmüş. Futbol fanatizmi bence hikayesini komikleştirmiş, başka bir çözüm değil de bunu seçtiğine göre mizahi bir tonu olsun istemiş. Finaldeki mutsuz kadının gergin tutumu ve dırdırı, sağ koluna dönüşen eşcinsel koruması bence ironiye gayet güzel katkılar sağlamış... Ötesi, bana fazla geldi. 

Pazartesi, Kasım 06, 2023

Kahrolasın İstanbul şehri!

Ara Güler'in çok bilinen bir eğlence mekanı fotoğrafı vardır, yukarıdaki fotoğrafa benzer biçimde, yani sahnede şarkı söyleyen kadınlar ve müzisyenlerin olduğu bir yerde çekmiştir, işte arkada "hariçten gazel atmak zabıtaca yasaktır" levhası vardır filan... Rembetiko tarzı olduğu için çok sevmiştim, yıllar içinde hem böyle bir mekanı görmek istedim hem de fotoğraflarını aradım. 

Seyirciyle içiçe ama oturarak laf atan ve laf dinleyen, gözüyaşlı bir halde ufala ufala kederli şarkılar söyleyen, sonra profesyonel işvelerle fıkırdayan kadınların oyunculukları oldum olası hoşuma gider. Rebet müziği trajik bir göçmenlik, sefalet ve tutunamama, müziğe sığınma hikayeleri anlatır. Karanlık aşklar, dökülen kanlar, saplantılar, karakollar şu bu... Söyleyenler hem yaşar hem oynarlar...
 
Yukarıdaki fotoğrafı Constantine Hatziconstantinou çekmiş, hakkında tek bildiğim, New York'ta yaşayan bir fotoğrafçı olduğu... İsminden dolayı kendisinin ve ailesinin İstanbul göçmeni olduğu anlaşılıyor. Tahminen, altmışlı yılların ilk yarısında bir İstanbul gezisinde çekmiş bu fotoğrafı...Dansöz olduğuna göre turist kandıran "rakı, kebap ve oryantal" mekanlardan biri burası... 

Fotoğrafta en az üç tane hanende var, seyirciyi coşturan, sonraki yılların deyimiyle sahnesi olan, güzel söyleyen, güzel bakan üç şarkıcı...Kim onlar bilmiyoruz, sesleri kalınlaşınca, evlenince, "kocayınca", kazanamaz olunca, hayat bastırınca şu olunca bu olunca işi bırakmışlar, gitmişler... Kaybolmuşlar... Misafirimiz ve hemşerimiz olan beyfendi onları fotoğraflamasa gecenin neşesi ve planlı kederi gibi uçup gideceklermiş...İşte gelmiş gidiyorlar, kahrolasın İstanbul şehri... Öyle miydi şiir? 

Pazar, Kasım 05, 2023

Köşeyi dönme sanatı

1989 Yerel Seçimleri olmalı, dönemin sosyal demokrat partisi SHP, İstanbul'un mevcut başkanı olan Bedrettin Dalan'ı eleştiren bir propaganda broşürü hazırlatmış. E bunu yaparken mizah dergilerinin altın yılları olduğu için karikatürden faydalanmak istemişler. Alp Tamer Ulukılıç çizgileriyle ön ve arka yüze katkıda bulunmuş, doğal olarak imzasını kullanmamış.

Broşür, yolsuzluk iddialarına dayanıyor, hicvederek yaygınlaştırmak istemişler, öyle anlaşılıyor... Dalan ile ilgili iddialar yargı yoluyla bir sonuca ulaşmadığı için broşür "küçük düşürücü", "itibar zedeleyici" ve "hakaret" içeriyor "demek durumundayız". Ne ki bildiğim kadarıyla Dalan tarafından açılan ve sonuçlanan bir karşı dava olmadı. Yani hem çaldığı ispat edilemedi hem de o kendisini suçlayanları mahkeme yoluyla cezalandıramadı. 

Belediye başkanlarının ve genel olarak yöneticilik yapan siyasetçilerin zenginleşmesi kimseye normal gelmiyor ama hiçbirimizi şaşırtmıyor, şu veya bu şekilde "haksız kazançla zenginleştiklerine inanıyoruz". Niye inanıyoruz? Tek tek davalar mı oldu, yolsuzluklar ortaya mı çıkarıldı derseniz eğer şöyle bir düşünün derim, kolektif hafızada yer tutan büyük bir mahkeme kararından söz edemeyeceğimizi anlarsınız. 

Bu iddiaların asıl kaynağı yine siyasetçiler elbette, aralarında geliştirdikleri tölerans eşiği ve tartışma etiği, o kadar yüksek ve düşük ki, poz ve veryansınlarla duyurulan duygu dolu ve dürtüsel her şey bize gerçekmiş gibi geliyor, gerçek olup olmamasını kimse sorgulamadığı için doğruymuş değilmiş, suçmuş değilmiş, anlaşılamadan bir sonraki "güne" geçiyoruz.  

Post-truth denilen şeyin ilk hazırlayıcısı ister istemez siyasetçiler ve onların servis ettiği bilgilerle manşet üreten gazeteciler ve gazete sahipleri...

Sokak röportajlarında bu kadar insan niye bağırıyor ve had bildiriyor, haklı olduğu için mi, böyle öğrendiği için mi...


Cumartesi, Kasım 04, 2023

Kaytarmak

 Sigara içmiyorum, büyüdüğümü göstermek ya da melankolik isyancı pozlarıyla tüttürdüğüm oldu ama arkasını getirmedim. Hep söylüyorum, mesaili bir işte çalışıyor olsaydım, mutlaka içerdim çünkü sigara mola vermek demek, ıstıap haddi derler ya kamyonların arkasında yazar, o yükü taşıyamaz olduklarında duruyor çalışanlar... Bence daha fazlasını kaldıramadıkları için bunu yapıyorlar.

Kaytarıyorlar da diyebilirdim. Öyle deniyor çünkü, bunun kırıcı bir tarafı var, dayanamadıkları için mola verdiklerine göre çalışmaktan, hayattan, sorumluluklarından, iş yetiştirme stresinden kaçan insanlara kaytarıyor demek galiba mola sürelerini uzatan ve sıklığı artıran bir "baskıya" sebep oluyor. 

Kişisel olarak yalnızlığın önemli bir çağ sorunu olduğunu düşünürüm. Yanlış anlaşılmak istemem, hepimiz yaşadık ve yaşıyoruz, enflasyon ve yoksullaşma, yarın korkusu, pandemi, adaletsizlik, artan şiddet eğilimleri, ayrımcılık, liyakatsizlik, göç sorunları diye başlayıp say say bitiremeyeceğimiz sorunların içinde yüzüyoruz. 

Hepsinin içinde, kaosu yalnız yaşayan birinin hissettiklerinden söz ediyorum, yalnızlığın bu sorunları katbekat artırdığı rahatlıkla görülebiliyor. Sosyal medya kullanıcılarının birbirine ulaşılabilir olması yalnızlığı azaltmıyor, sahici olmadığını biliyoruz çünkü...Yalnız kalmak istiyoruz ama yalnız olduğumuzu göstermek istemiyor, bundan utanıyor, sürekli online olmak-görünmek istiyoruz. Garip bir kaybolma-unutulma korkusu bu... 

Sigara molasını ve ıstıap haddini bu yüzden yazdım, rutini değiştirmek ve dinlenmek (kaytarmak) zorundayız. Hayatı sosyal medya üzerinden yaşar olduğumuz için hep birlikte seyrediyor, dozajı her defasında artan biçimde atılan çığlıklara, hakaretlere, paylamalara, ifşalara bir biçimde dahil oluyoruz çünkü...  

Kendisi dışında herkesi sağlıksız bulmanın psikolojideki karşılığı kişilik bozukluğu belirtisidir  hatırlatayım, hep birlikte üretiyoruz, kimse bunda azade değil demek istiyorum. 

Cuma, Kasım 03, 2023

Kendinden utanan arka kapak yazısı

Erotik bir romanın arka kapak yazısına takıldım, görselde var ama ayrıca alıntılayım: "Gerçi okuyucuların tutkuyla aradığı bir yazar olamadıysa da (...) okuyucuların geniş ilgisini toplamış, 'günlük sevgilisi' olmuştur. Çağdaşı yüzlerce yazar gibi, o da, o anın insanını yazmakla yetindiğinden, ondan, belki de yarına hiç bir şey kalmayacaktır. 'Cam Silicisinin İtirafları' işte bu sınırlar içinde hoşça vakit geçirmek isteyenlerde okunacak bir kitaptır. Başka bir amacı yoktur."

Romanı henüz okumadım, illa ki pulp bir metindir, tahmin edebiliyorum ama arka kapak yazısı böyle yazılmaz. Kim yazdıysa (ki merak eden olursa o yıllarda Bilgi Kitabevinin yayın yönetmeni kimmiş bulabilir), bu kitaptan açık ara utanmış...Okurdan çok kendini, sonra da çevresini ikna etmeye çalışmış...

Mesele aslında karmaşık değil, roman "iyi" değilse, tarzın değilse seçmezsin, hadi seçtin yayınlamazsın, telifi-çevirmen ücretini zarar hanesine yazarsın, geçer gider, ama yayınladıysan kitabı sabote edemezsin... Hele okurunu küçümseyemezsin...

Türü her ne olursa olsun, Spinoza da okusak, Mike Hammer da okusak, bu değişmez, kitap okuyanına hoşça vakit geçirtir... Üstelik okuduğumuz kitabın yarına kalma garantisi yoktur, her metin kaçınılmaz olarak günü yaşar. Her kitap, öncelikle günün sevgilisidir...

Son diyeceğim şu, ya Kaptan, bu ego nasıl bir bitimsiz bir kuyu, hemfikiriz değil mi?

Son Okuduklarım 81

Bir Köroğlu Bir Ayvaz, Sıradışı bir aşk öyküsü, isminden de tahmin edilebilir, literatürü inceleyerek eşcinsel aşkın izlerini irdeliyor, nasıl "normalleştrildiğini" anlatıyor. İlginç bir çalışma olmuş, başlangıçta yazarı gevezeliği nedeniyle eleştirmiştim, bu gevezeliğin onu ana hattından uzaklaştırdığını düşünmüştüm, bitirdiğimde o kadar eleştirmeyen bir noktaya geldiğimi fark ettim. Halk kültürü çalışmaları fazla betimleyici ve eleştirellikten uzaklar, milli ve sünni olmak bir kantarsa, bu kantarın topuzunu kolayca kaçırıyorlar. Tuhaf ve kör bir hamaset hakim oluyor yazılanlara. O bakımdan güzel iş olmuş. Alan'ın Savaşı, büyük savaşa katılmış askerin hatıralarından oluşan iddialı bir belgesel grafik roman.  Çok ayrıntılı, güzel anlatılmış, büyük emek verilmiş bir albüm her şeyden önce. Şöyle anlatayım, askerlerin gündelik yaşamını, o gencecik insanların sıkışmışlıklarını kim anlatmak isterse bu kitaba rahatlıkla bakabilir, bakması da gerekir çünkü ciddi bir teferruat var...Çizgiler soğuk dursa da, o ifadesizlik,  anonimliği  yansıtabilmek için işlevsel olmuş... Kim kimdir izleyemiyorsunuz ama askerliğin tektipleştirici yönü zaten böyle bir şey... Askere ilk gittiğim günlerde bir sürü insanla tekrar tekrar tanıştığımı, üniformalar yüzünden ayırt edemediğimi hatırlıyorum. Üstelik bu, bana özgü bir durum değildi... Albümün slowburn akışı yeknesaklığın gerilimini güzel artırıyor, sonu ölümlerle bitecek savaş sürecini doğru biçimde pekiştiriyor. Tavsiye etmiş olayım, sağlam bir grafik roman okumuş olacaksınız. 

Stanley Donwood ünlü bir grafik tasarımcı, ismini çok duyuyordum, çizgileri ve dünya kurma mahareti çok övülüyordu, beğenilen bir albümünü getirttim. Bad Island, ilüstrasyonlarla  yaradılıştan yokoluşa diyelim bir tür dünya tarihi anlatıyor, bana ilgi çekici ve yenilikçi gelmedi. Benzersiz bir üslupla, hiç karşılaşmadığım bir kıyamet finaliyle falan karşılaşmadım. Şeker Portakalı, ünlü romanın çizgi romanın uyarlaması. O coşkulu, hepimizi çok etkilemiş klasiğin çok gerisinde bir iş olmuş. Kıpır kıpır ve akışkan üslubu ketleyen, donuk bir resimsilik...Çizgiler, elli yıl öncesini, yetmişli yılları hatırlatıyor...

Çarşamba, Kasım 01, 2023

Seyrüsefer Defteri 154

++ Mascarade (2022) De Laclos ve Sagan karışımı bir hikaye, sosyete, sahil rehaveti, gençler ve zenginler, malzemeyi beğendim (31 Ekim).++ Pain Hustlers (2023) finale doğru gerilimi bırakıp belgesele vursa da iddiasını karşılayan bir film (30 Ekim).++ Passages (2023) ilişki  hikayesi, yeni durmasının sebebi ilişki doymazlığını göstermesinde (29 Ekim).++ Sympathy for the Devil (2023) iki iyi oyuncu, düşük maliyet, gerilim temposu vs aslında her şey var ama hikayenin sebebi bize geçmiyor (28 Ekim).++ Konkeuriteu yutopia (2023) malzemesi varmış, koyulaşabilirmiş, fikren güzel distopya (27 Ekim).++ Extraña forma de vida (2023) Almodovar'ın kısa western filmi, çok ısmarlama duruyor, yine soap opera anlatmış diyelim (26 Ekim).++ Flux Gourmet (2022) sevmeyeceğimi bilerek seyrettim, mutfağı kullanarak kapitalizm ve erkeklik eleştirisi, sanat kritiği, arada klipler, estetik ve groteskin match edilmesi falan filan (25 Ekim).++  Düşman Yolları Kesti (1959) Seden'in Kurtuluş Savaşı westernlerinden, iştahlı, zamanının önünde (24 Ekim).++ The Middle Man (2021) başlangıç esprisini ve hikaye iddiasını karşılayamıyor, oysa ilginçmiş (23 Ekim).++ Killers of the Flower Moon (2023) Tuna ile seyrettik, oyuncu gösterisi olmuş, epeyce teatral, hatta Harold Pinter hikayesi gibi, MS bu yaşta, inanılmaz, pek çok bakımdan ilham verici (22 Ekim).++ O lado bom de ser traída (2023) eskiden kırmızı noktalı filmler olurdu, ancak o kıvamda (21 Ekim).++ Bodies Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (20 Ekim).++ El cuerpo en llamas Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (19 Ekim).++ Totally Killer (2023) korku temalı komedi aksiyon, taym tıravıl, gişe işi, çok ortalama (18 Ekim). ++ Oregon (2023) film 80'lerde geçiyor, bazen sanki tam da o tarihlerde yazılmış gibi, tiyatro oyunu olabilirmiş (14 Ekim).++ Senaryo Kampı (8-13 Ekim).++ Happy Ending (2023) Hollanda işi ilişki hikayesi, tipik Netflix filmi, gençler bunları seviyor inancı, bir tık fazlası değil (7 Ekim).++ Plan lekcji (2022) televizyonun çok gerisinde kalmış, hesapta remake imiş, Polonya sineması bu değil! filan mı demeli (6 Ekim). ++Gibi Sez1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (5 Ekim).++ Ehrengard: The Art of Seduction (2023) baştan çıkarma hikayelerini severim, iddiası, soğuk mesafesi ve entrikacılığının komik bir tarafı olur, film bunu başarmış ama aynı zamanda erotik olamamış, seçimleri yanlış olmuş diyelim (4 Ekim).++ Gibi Sez1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (3 Ekim).++ Şahane Hayaller (2020) oyuncunun bir enerjisi var, senaryo o gücü kullanamamış, Ankara bebesi, Keçiören filan seyrettim tabii (2 Ekim).++ The Pledge (2001) işin içinde Dürrenmatt olunca insan varacağı yeri tahmin edebiliyor, filmin odağı dağılıyor, obsesyonu bize unutturuyor, en büyük zaafı bu (1 Ekim).++