Perşembe, Ağustos 31, 2023

İnek

Vehip Sinan, seksenli yılların sonunda çizmiş, Özal dönemi İslamcı matbuatının bir örneği, şimdilerde pek hatırlanmaz, o zamanlar İslamcılar sosyal demokratları sosyalist, Özal'ı Amerikancı sayıyor, her türlü sol düşünceyi kökü dışarıda görüyorlardı filan...Tepkililerdi, diyalogla ilgileri yoktu, korku ve öfkeyle karışık bir cangırtıyla bağırmayı seçmişlerdi. Herkesi solcu saymaları ilginçti, bunu yazmak istiyorum hep... 

Karikatürse üzücü, 12 Eylül sonrasındaki ilk açlık grevlerinden biri konu edilmiş...Anlaşıldığı kadarıyla, bir grev sonlanmış ve  iştirakçileri ilk olarak süt içmişler, uzun süren açlıktan sonra hemen birden bir şeyler yenemez, yavaş yavaş normale dönülebiliyor çünkü... Vehip Sinan, sütü siyaseten esprileştirmiş, "bizi bir ineğin kurtaracağını biliyorduk zaten" derken onları kurtaranları, onları sonu ölümle bitebilecek bir grevden vazgeçirenleri "inek" sayarak küçümsemiş- kızmış, sinirlenmiş... Ben öyle anladım. 

Karikatür, evet, bir abartı sanatıdır, kanırtır, mesajınızı bile isteye belirginleştirirsiniz. Bu sebeple zorluğu ve sorumluluğu olan bir bakış gerektirir. Açlık grevlerine fikren katılmayabilirsiniz,  solcuları da solun binbir türlü cereyanlarını da hiiç sevmeyebilirsiniz ama eh diyorum,  cuntanın hapsettiği insanlar isyan etmişler, koca rejim karşısında canlarından başka gücü olmayan tek tek bireyler var, birinden yana olacaksan, kalben bir düşünürsün... Üstelik ucunda ölüm var... Susarsın, geçersin....

Bence özellikle insan hayatıyla ilgili meselelerde bu denli revanşist, zulümden yana olunamaz... Mazlumluk fikren insanın aklında olmalı hep.  Vehip Sinan o tarihlerde altmış yaşında, genç değil, öfkesini tutabilecek, aktüel zamana başka türlü bakabilecek kadar kendini dinlemiş olmalı diye düşünüyor insan...

Çarşamba, Ağustos 30, 2023

Salı, Ağustos 29, 2023

Bir kalas bir köprü

Çocukken bir amca sohbetinin içinde kalmıştım, işte yağmur yağınca, yollarda su birikirdi de işte niye mazgallardan kanalizasyona akamazdı, niye yollar eğimli değildi, Mimar Sinan ve Osmanlı nasıl bu işleri çözmüştü, Atatürk 'ten sonra bu işin boku çıkmıştı, Almanya'da neler neler yapıyorlardı falan filan...

Çocuk aklımda o sorun(sal) senelerce yer etmiş, gülerek yazıyorum, ne yapmalı da yağmurla biriken sular şey edilir filan diye kafa yormuştum. Yanlış olmasın, kafa yordum dediğime bakmayın, herkes gibi ben de nasıl yapılacağını bilmiyor, düşünür gibi yapıp amcalar gibi konuşuyordum. Romantize etmeden, birine veya bir şeye kahretmeden, dualizme başvurmadan konuşamadığımızı o yaşlarda nerden bileceğim. Hoş, bilmeme de gerek yoktu, hayata dair bilmeler öyle akıyordu, akışına bırakmıştım kendimi. 

Fotoğraf yetmişli yıllardan, yağmur bol bol yağınca, bir kaldırımdan ötekine kalas atılır, üzerinden tin tin geçilirdi. Oradan aklıma geldi.

[Nostaljik dipnot: Çizgi romanlardan, özellikle Zagor'dan bu sahneleri bilip sevdiğimden kalasta yürümeye bayılırdım. Çiko'nun ayağı kayıp çamurlu suya düşmesi an meselesiydi. Ben Zagor'dum elbette.

Pazartesi, Ağustos 28, 2023

Fatura

Ceyhan'dan İstanbul'a mektup...Hasan Fehmi bey, satın aldığı saat ve sigaralıkların faturasını göndermedikleri için oturmuş, İstanbul'daki Afitap Mağazasına yazmış, nezaketle kahretmiş demek daha doğru...

Faturası yoksa satamazsınız, bu gösteriyor ki, dürüst ve sorumluluk sahibi esnafmış, ikincisi neşeli bir öfkesi varmış, kilo ile mi satacağız, meccanen mi (bedava mı) vereceğiz diye sormuş...Sarakaya almış muhatabını...

Ne varsa eskilerde varmış filan demeyeceğim, orantısal olarak eskiden de "mallar" ve "hödükler" vardı, işini yapmaya çalışan nezaketli ve utanmasını bilen esnaflar da... 1936 yılından ayrıksı bir örnek, mektubun bugüne kadar yaşamasının sebebi de bu zaten...Numune gibi saklanmış.

Pazar, Ağustos 27, 2023

Sahte Kim-lik

1929 yılına ait bir polislik belgesi, beyfendinin polis olduğunu belgelemesi mi istenmiş yoksa bir atama-yeni görevlendirme onayı mı almış bilemedim. Kim olduğunun belgelenmesi, modern devletin gereklerinden biridir, vergi ve suç takibi için bir zorunluluk olarak görülür. Bürokrasinin işleyişi ve hayali, en az iki asırdır, bugün google'ın başardığı işleve ulaşmaktı. 

Geçmişte, sağlam bir "ağ" olmadığı için kimin kim olduğu, nerde yaşadığı, ne suçlar işlediği, vergi borcu olup olmadığı kolay kolay tespit edilemiyor, bazen aylar süren yazışmalardan sonra anlaşılabiliyordu.

Yukarıdaki belgenin sahtesini yapmak hiç zor değildi, "Zeki Efendi'yi" ancak görenler biliyordu, fotoğrafı değiştirip bir başkası polis Zeki Efendi olabiliyordu. 

Film yapımcısı-yazar ve bence avantür Münir Hayri Egeli, sahte polis kimliğiyle dolaşır, tatlı tatlı kendine fayda sağlarmış mesela, en azından yakalanıp ceza alana kadar yapabilmiş bunu. Ben çocukken birbirlerinin yerine sınava giren kardeşlerden, teyze çocuklarından filan söz edilirdi, nasıl mümkün oluyordu diye polisiye bir merak duymuştum. Fotoğraflar çamur gibi çıkardı, ondan olabilir diyordum.

12 Eylül öncesi ve sonrasında, "olağanüstü normaldi", polis herhangi bir apartmana girer, tek tek kapıları çalar, mahalledeki kahveyi basar, yolda otobüsü çevirir kontroller yapardı. Kimliğini unuttuysan karakola düşerdin... Demek ki diyorum, kimliğin varsa mesele yoktu, sahte kimlikle dolaşabiliyordun, tespit edilemiyordu.

Bugün değişti de öyle hemen değişmedi, yirmi yıl önce, bir üniversite sınavı sırasında telefonla bir ihbar gelmişti, böylece sahte kimlikle sınava giren birini yakalamıştık, ihbar olmasa yakalanması  imkansızdı, belgeler kusursuz bir biçimde üretilmişti. 

Edebiyatta ve popüler kültürde birinin yerine geçme hikayeleri oldum olası hoşuma gider, uzun bir askerlikten ve seferden sonra ölen arkadaşının yerine geçip dönenler mi, öğretmen olarak hayatını sürdürenler mi dersiniz... anlat anlat bitmez.

Edebiyat başka, gerçek çok başka elbette... Kimlik belgesi kaybolursa gazeteye ilan vermek zorunluluğu vardı, halen var mı bilmiyorum, şimdi adli sicil kaydı kolayca sorgulanabiliyor, eskiden kayıp kimlik demek, suçlanma korkusu demekti, "aman ha suç üstüne kalır" derlerdi... 

Üniversitede asistan olduğum yıllarda, bir belgesel için Asya'da birkaç ülkede çekim yapacaktık, hayati tehlike riski olduğu için normal pasaportumuzu alıp bize gri hizmet pasaportu verdiler ama yolculuk tarihi ertelendi ve ben doktoraya başlayacağım için oralara gitmekten vazgeçtim. Gri pasaportu emniyete teslim edip kendi pasaportumu geri aldım. Zaten prosedür böyleydi, teslim etmek zorundaydın... 

Buraya kadar her şey normaldi, bir yıl sonra, pasaport bir tatil için lazım olunca, polis, gri pasaportumu teslim etmediğimi iddia etti, çünkü kayıptı. Dilekçeler, yazışmalar, nasıl uğraştırmışlardı anlatamam. Diyorum ki, "ben bu gri pasaportu size teslim etmesem, bordoyu alamam ki"... Evet diyorlardı, "haklısın ama dünyanın bin türlü dümeni araştıracağız..."Anlamıyor da değilim, polis dünyaya suç-suçlu gözüyle bakar, mesleki deformasyon sonuçta, babam öldüğünde, iki kuruş parasını anneme devretmek için uğraşıyorum, "kandırılmaktan korkan" noter sakalsız kimlik fotoğrafıma bakıp, "bu siz değilsiniz" diye tutturmuştu da ispat edene kadar akla karayı seçmiştim. 

Pasaport ne oldu derseniz eğer, aklı selim bir başkomser buldum da, bu saçmalığı düzeltmemi sağladı, Birinin yerine geçmek eskisi kadar kolay değil, ne ki zor da olsa, kolayca yapanlar olabiliyor, benim pasaportumu polis kaybetti mesela,  o kayıp pasaportla yasadışı bir işler yapılabileceğini düşünmemek elde değil... 

Cumartesi, Ağustos 26, 2023

Dert Vermesin


Yiğit Özgür'ün yukarıdaki karikatürü, evet komik ama benim için asıl ilginç tarafı başka, bilmiyordum, dört ayrı eş-dost, arkadaş bunu bana gönderdi, görür görmez beni hatırlamışlar çünkü... 

Kişilik olarak, nası anlatsam, meseleleri büyütmemeye çalışıyorum, aklımda hep daha büyük dertleri olan insanlar oluyor, kıyaslıyorum. Vedat Türkali'nin ilk gençliğimden kalan, o yaşlarda daha sert de anladığım "küçük burjuva duyarlılıkları" deyişi sanıyorum beni çok etkilemiş, pek çok zaman beni ketlemiş bir akıl yürütme olmuştur. Evrile evrile bende başka bir argümana dönüştü bu galiba. Bilemiyorum, belki çok çalıştığımdan, belki küçük yaşlardan beri çalıştığımdan vara yoğa üzülen ve dertlenenler beni "kızdırıyor."

Yakından tanıyanlar biliyor, zaten o sebeple bu karikatür bana gösteriliyor, hep şöyle derim: "Allah dert vermesin, bu da dert mi?" sonra devam ederim, "insanların çocukları ölüyor, bağırsakları dışarıda yaşıyor", "sen hiç hastanelere gittin mi?", "sen kaç yaşında çalışmaya başladın?" vs.

Elbette bunlar önyargılar içeren, sinirli kestirimler... Karikatürdeki adam gibi ben de kaşlarımı çatıp "Lannn bu da dert mi, yürü git şurdan" filan diyorum-demeye getiriyorum galiba...

Haklı mıyım değil miyim, bunun tartışılacak bir tarafı yok, ben kendimi böyle kurmuşum, bir başkası başka...Sonuçta söylenip duruyorum. Üstelik millet aç aç!!

Cuma, Ağustos 25, 2023

Çizgilere Derkanar 31

Firuzan'a o yıllardaki eşi olan Türhan Selçuk eliyle gönderilmiş bir davet mektubunun zarfı. O yıllarda Selçuk, yüksek ücretle çalıştığı Milliyet'ten Uzan ailesinin Yeni İstanbul gazetesine transfer olmuş, maaşlar ödenemeyince ayrılarak Cumhuriyet'e girmişti. Firuzan ise tam o yıl ilk kitabı Parasız Yatılı ile Sait Faik ödülünü alıyor, onun ilgisiyle olmalı bir konuşmaya çağırılmış, adresi bilinmediği için olmalı davet eşine gönderilmiş. 

O yıl Firuzan kırk, Turhan Selçuk elli yaşında... Çalışmalarında soyadını kullanmayan Firuzan'ı soyadıyla görmek nedense bana ilginç geldi. 

Talât Güreli'nin Hızırbey çalışması, bir çocuk dergisinde popülerlik kazanmış nadir çizgi romanlarımızdan, üstelik tarihi çizgi roman geleneğimizin son örneklerinden. Yayımlandığı döneme, yayın mecrasına veya Güreli'nin pragmatizmine bağlı olabilir, benzerlerine ve öncüllerine göre hamaseti ve din vurgusu daha yüksektir ki rahmetlinin anlattıklarıyla uyumlu bir sofuluğu ve öyle bir hayat tarzı ve "yakınlığı" yoktu. Dergidekiler de bilirdi bunu. İhtiyaçlar uyuştu ki, dergi yönetimiyle uzlaştılar. 

Hızırbey'in asıl ilginç yanı abartısıydı, akıllara ziyan bir üsluptan söz ediyorum, kimileri buna pulp estetiği de diyebilir. Yukarıdaki kareyi aldığım serüvenin sadece üçte birinde, Hızırbey dört defa omzundan okla yaralanıyor, ölmüyor, düşmüyor, yorulmuyor, mutlaka yola devam ediyor. Yaralanma, zaman kaybı demek çünkü, kahramanın tahkiyeden kopması, yatak döşek yatması anlamına geldiği için Güreli o kayıptan hoşlanmıyor ama yaralanmayı da sanıyorum "gerçekçilik" gereği kullanmak istiyor. Ölmeyen ve ağır yaralarına rağmen savaşına devam eden kahraman meselesinde Hızırbey biricik değil elbette... Döküm yapmaya kalksak hemen hepsi komik duruma düşerler, sırf bu yüzden mizahi çizgi romanlar tarihi çizgi romanları yıllarca gırgıra aldılar. 

Yukarıdaki kareyi özellikle seçtim, çünkü bu Güreli'ye özgü bir farklılık. Hızırbey, biriyle at üstünde cenk ediyor, birdenbire ve artık nasıl oluyorsa tahminen üç ile dört metre atını yukarı sıçratarak (mesafe filan almadan-helikopter gibi)  rakibinin üzerinden atlıyor. Talât abi sohbet ediyor olsak, bunu gülerek, abartısını deşifre ederek anlatırdı. Evet bunun içinde çocukça bir masumiyet, tatlı bir palavra, narsistik bir çıkış, epik bir anlatım var filan diyebiliriz. Bence insan bunu inanmasa çizemez, çocuklar bunu severler filan diyerek açıklanamaz, Talât abi hiç bir meslektaşının yapmadığını yapmak, atıyla birlikte hepsinin  üzerlerinden geçmek ve onları şaşırtmak istemiş, okuruyla değil kendiyle ilgili bir hayal bu.


Perşembe, Ağustos 24, 2023

Geçmiş bir sahnedir

Jane Birkin öldükten sonra yazılanları okudum, istisnasız herkes on yıl kadar evli kaldığı Serge Gainsbourg ile olan ilişkisinden söz ederek onu anmış, halbuki başka ilişkileri ve evlilikleri oldu, pek çok şey yaptı-yaşadı. Hatırlanmıyor-önemsenmiyor. 

Popüler kültür aşırılıklara aşıktır, onlarsız konuşamaz ve hatırlayamaz. Güya onları eleştirir gibi yapar, teşhir eder, alaya alır filan ama şehvetle sahiplenir ve yakınlarında durur. Gainsbourg zekası ve iddiacılığı, herkesin ve her şeyin önüne geçebiliyor bu yüzden.

Popüler kültürü bir birey, tek başına akıl fikir yürüten biri ya da birileri olarak görmek istiyoruz, ilahi bir görünmezlik, amorf bir akıl yürütücü, ahlakçı bir pedagog, bir röntgenci filan... tü kaka deyince içimiz rahatlıyor. Oysa o akıl yürütücü, o arsız, o hımhımcı öğretmen, ders veren ve ders dinlemeyen ergen biziz... Popüler kültürü vareden, tekrarlatan, paraya dönüştüren, besleyip büyüten, meraklısı olup hiiiiç ilgimi çekmiyor-ilgilenmiyorum diyen insanlarız. 

Nasıl hatırlıyoruz? Geçmişimizi ve kendimizi nasıl anlatıyoruz birilerine? Hayat kolay anlatılır bir şey değil, muazzam bir yeknesaklık, biteviye tekrar eden bir rutin... İster istemez seçiyoruz, montajlıyoruz. Mutlaka bir sahne kuruyor, ilgi çekici olayları, oyuncularımızı ve şaşırtıcı sapmaları belirginleştirip önemli hale getiriyoruz. Popüler kültür zihniyetini bizim düşünme biçimimizden alıyor demek istiyorum.

Çarşamba, Ağustos 23, 2023

Veyl Şairlere !

Yakın arkadaşım Az. aradı, ağır bir geeker olduğu için, sosyal medyada gördüğü bir şeyi konuşmak için yapar bunu... Of puf etsem de beni bir sürü saçma şeyden haberdar ettiği için seviyorum konuşmalarımızı... Genel olarak, yüksek perdeden, sloganvari bir cümleyle başlar konuşmalarına, sonra varsayımları giderek mırıltıya dönüşür , kendiyle çelişkiye düşecek ölçüde o ilk cümlesiyle kavga etmeye başlar ve vazgeçer, "abarttım" diyerek normalleşir. 

Bu defa şairlere kafayı takmıştı, birinden söz ediyordu ama genelleme yapıyordu. "Salak bunlar" ile "süzme salak bu" arasında gittiği bir cümleyle sosyal medyada pozörlük yapan bir şairi (!) diline dolayarak tiradına başladı. Ben başka tür bir geeker olduğum için şunu söylememi bekliyordu: "O mu şair, emin miyiz?" dedim, demesem olmazdı, ihtiyacı vardı, arkadaşız çünkü. 

Derinden bir kıkırdama duydum, hoşuna gideceğini biliyordum. Başladı anlatmaya, edebileştirmeden özet geçiyorum, böyle konuşuyor çünkü:

"Şiir seviyorum ve imkan buldukça okuyorum ama şairlerle arkadaş olamıyorum, sohbet etmekten söz etmiyorum, derdimi paylaşmak ve iç dökmek gibi bir yakınlık kuramıyorum, daha doğrusu bunu istemiyorum..." dedi.

Hıhıı filan gibi bir ses çıkardım, kesmek istemiyordum...

"Şiir seviyorum dedim ama şiir sevenlerle de birarada duramıyorum, şiir alıntılayanlar, konuşurken şiir paylaşanlar, şiir dinlerken hüzünlenenler, şiir dinletileri yapanlar, orada seyirci olarak bulunanlar, onları dinlerken gözleri dolanlar hoşuma gitmiyorlar,  onlardan, uzaklaşmak, tanışmamak, duymamak-görmemek, kaçmak istiyorum... "

Sevmeme halkasını giderek büyütüyordu, tek tek sayarken tısladığı, huysuzlanmasını gösterdiği vurguları vardı, haz alıyordu.

"Komik göründüğümün farkındayım, gel gör ki, hissiyat bu, çok sınadım kendimi, abartıyı sevmem, sakin kalayım isterim ama bu konuda yapamıyorum, bu yaştan sonra pek değişemeyeceğim, bunu anladım. Şiire katlanabilirim, şairleri ve şiir severleri sevmiyorum ulan Levent" dedi... 

Biraz sustuk, "sen ne diyorsun peki buna?" diye sordu.

Ona başımdan geçen bir hikaye anlattım. Yıllar yıllar önce bir ülkenin şair ve bürokratlarıyla bir yemeğe katılmak zorunda kalmıştım. Yemeğin bir noktasında biri ayağa kalkıp şiir okumaya başladı, alkışlandı, gözleri dolanlar oldu, ilginç gelmişti bu durum, merakla inceledim insanları. Bunun bir başlangıç olduğunu, herkesin sırayla ayağa kalkıp kadeh kaldırarak şiir okuyacağını, her okunan şiirle masadakilerin tarumar olacağını, gözyaşlarının "anbean" artacağını nerden bileceğim. Daha da fenası, sıra bana geliyordu ve ben ayağa kalkıp vıdıvıdı etmek istemiyordum. 

Arkadaşım hikayeme bayılarak "tam da bu!!" "şairlerle masaya oturulmaz, illa büyük sözü-son sözü söylemek isteyen tiplerle sohbet edilmez" filan saydırıyordu. "E dedi, şiir okudun mu?" 

Kendimi sözlüye kalkmayı bekler gibi hissettiğimi ve çok gerildiğimi söylerken konu dağıldı, bunu hep yaparım, lafı birdenbire Ortaokulda müzik dersime, solfej okuma sözlüsüne getirdim, solfej okuyanlar sınıfı geçerdi, geçemeyenlerden ağlayanlar yine geçerdi... Solfej okuyamayanlar ve ağlayamayanlar sınıfta kalırdı dedim.

Sonra zil çaldı, telefonu kapattım, kargocu gelmişti, sonra yine konuşurduk.

Salı, Ağustos 22, 2023

Son Okuduklarım 77

Abbas Kiyarüstemi ile Söyleşiler, ünlü yönetmenle yapılmış bir söyleşi kitabı. İlginçliği, coşkulu sorulara verdiği sönümlendirici cevaplarda... İnsan olarak beklediğim gibi biri çıktı aslında, şiirle ilişkisi, çalışma ve kendini meşgul etme çabası, kendini önemsememe direnci söyleşilerin temelini oluşturuyor. Fars kültürünü çok bilemediğim için onların normallerini, otoriteyle olan ilişkilerini başka türden bir merakla okudum. Sonradan ünlü bir sanatçı olan arkadaşıyla okuldayken yaptıkları kavga bana oldukça sarsıcı geldi, o sakin adamın dehşetli öfkesi, ipe sapa gelmez bir şey için birbirlerini yemeleri...mesela çok anlaşılır gelmiyor bana, ya da şiir okuyup ağlamaları filan...  Oleg, bir çizgi romancının gündelik hayatını ve (bu ifadeyi sevmiyorum ama) yaratım sancısını anlatıyor. Böyle söyleyince pek özgün ve yeni durmadığının farkındayım, grafik romanlar otobiyografik hikâyeler anlatıyor, mahrem paylaşıyor, yara gösteriyorlar. Hikayenin kendisinden çok başrole çıkan auteur'ün savrulmalarını okuyoruz aslında. Peeters bunun farkında olduğunu göstererek, bu eğilimi eleştirerek, ironik bir biçimde yeniden üreterek anlatıyor Oleg'i. Öncelikle çok güzel sayfalara sahip bir albüm okuyoruz, siyah beyaz dengesini maharetle kullanılmış. Hikayeye akıcılık katan güzel bir ardışıklık kurmuş. Yoksa sıradan bir rutini, herhangi bir olağandışılığı olmayan bir konusu var, diğer yandan iyimserliğe, zamaneliğe muhalefet eden ve kaçmaya hazır bir eleştirelliğe sahip.

Les Folles Nuits de Cryptée bir parça "tekinsiz" bir albüm, sansürle başının belaya gireceğini tahmin etmiş olmalı ki, yaratıcısı ismini gizlemiş, ne ki, şöyle bir bakındım, yeni baskılarda Ardem imzası var, niye var, çizgi roman eskisi kadar popüler olmadığı için galiba kendiliğinden bir müsamaha oluşmuş veya üreticisi artık imzasını kullanmaya başlamış, gerekçesini bilemiyorum. Erotik edebiyatın zenginleri ve dolaylı-dolaysız aristokrasiyi eleştiren bir yönü vardır,  o şaşalı hayatlarının arkasında cinsel bir doyumsuzluk ve sapkınlık yaşıyordur demek isterler. Bunu yaparken aşırıya kaçmak hususunda bir beis görmez, iştahlı bir teşhircilikle sınırları zorlarlar. E bu albüm, bu aşırılığı ve şaşırtmayı istemiş, hikayesi 1987 tarihli ama yetmişli yılların zihniyetini taşıyor. Tuna Gülü, M.Faruk Gürtunca'nın uzun epik bir şiiri veya manzum biçiminde yazılmış hamasi hikayesi (1949). Yakışıklı Türk erkeğiyle onbeşindeki güzel Macar kızının aşkı anlatılıyor. İlgi çekici yanı, albüm biçiminde basılması ve Münif Fehim tarafından resimlendirilmesi. Başka türlü okumazdım zaten. Gürtunca, anlatma biçiminin o tarihte dahi "demode" olduğunun farkında değilmiş, öyle anlaşılıyor, kendi imkanlarıyla, göz alıcı bir baskıyla sunmuş kitabını. Elimdeki örnek, o yılların ünlü yönetmeni Faruk Kenç'e imzalanarak gönderildiğine göre şiirinin "filim" olabileceğini dahi düşünmüş olmalı. Oysa popüler edebiyatın lirik yapısını ve epik aurasını değiştiren bir Holivut var, (o dönem dahi)  gençlere "yeni" veya "ilginç" gelmiyor bu türden bir hamaset. 

Pazartesi, Ağustos 21, 2023

Zar sesi

Eve kapandım, Bozkır'ın üçüncü sezon senaryosunu bitirmeye çalışıyorum, zaten münzevi bir hayatım vardı, yazarken daha da uzaklaştım dünyadan, gördüğüm insan sayısı beş'in, konuştuğum insan sayısı on'un altına düştü. 

Defterle bakışırken, sahne düşünürken bizim buralar sahiden cayırtısızdır, sokaktan gelip geçenlerden, komşulardan ve evlerden gelen seslere ister istemez (bana yoldaşlık ettikleri için olmalı) takılmaya başladım. Biteviye tekrar eden seslerden söz ediyorum... Mesela karşı apartmanda bir kadın, sabahları ve akşamları dışarı çıkıp "Badeee..." diye bağırarak kedisine sesleniyor,  Peşi sıra uzaktan uzağa bir miyavlama duyuluyor... Bir başka kadın sürekli telefonla konuşarak sokaktan geçiyor ve her cümlesinin sonuna "cınım" ya da "cınım benim" ekliyor... gibi gibi... Tek tek hepsini yazmayacağım.

Özellikle bir tanesi, bitmek bilmediği-ilanihaye gibi sürdüğü için beni şaşırtıyor,... Kesintisiz üç haftadır her sabah saat on bir gibi başlayıp aralıksız olarak iki ve bazen üç saat süren kimi zaman akşamları da yinelenen, üç haftadır oynanan bir tavla "partisi"nden söz ediyorum... 

Tavlacıların bir gürültüsü olur, benimkilerin olmuyor, sanırsın satranç oynuyorlar... Oyunu oynayanlar neredeyse hiç konuşmuyorlar, aralarında ne bir takılma, ne bir yükselme oluyor, sadece tıkır tıkır atılan zarlar duyuyorum...

Kendimi defaatle sınadım, yazmam ve yetiştirmem gerekiyorsa, gürültüyü veya insanları unutabiliyor, çevreden kopabiliyorum, tabii ki hilti gürültüsü, matkap sesi filan değil kastettiğim... her yerde yazabiliyorum desem de o kadar değil... 

Bu zar sesine şu yüzden takıldım, yahu bunlar sıkıntıyla mı oynuyorlar, şehvetle mi, seviyorlar mı yoksa unutuyorlar mı birbirlerini diye merak etmeye, bu kadar çok tekrar eden bir şeyi, oyun da olsa nasıl "tahammül ediyorlar" filan diye sormaya başladım... günbegün sorularım artmaya başladı.

Ancak iki kişinin sığabileceği kapalı-daradar bir balkonda oynadıklarını on gün sonra anlayabildim. Kim olduklarını öğrenmeye çalışmadım, yüzlerini görmemek için özel bir çaba gösteriyorum halen... Hayal ettiğim gibi kalmalılar... 

Monoton ve tıkır tıkır... sonra yine monoton ve tıkır tıkır....

Pazar, Ağustos 20, 2023

Yaşasın!


Çok değil, yirmi yıl olmadı, 2005'te sıfırları atılarak YTL yazılan yeni bir para birimimiz olmuştu, "yaşasın" diye sunulmuştu, sevinçli ve iyimserdik, yukarıdaki görsel, Merkez Bankasının o tarihlerde çıkan yeni para ile ilgili broşürünün kapağı... 

Yaşamadı ne yazık ki, batıyoruz demeyi sevmiyorum, bu kadar yüksek enflasyonla yaşamak sahiden çok zor, kimse bu kaosun dışında kalamıyor, yani "gemi batıyor ve seyredemiyoruz", hep beraber dibe doğru gidiyoruz. 

Cumartesi, Ağustos 19, 2023

Telif

Görsel, Münif Fehim ile Kanaat Kütüphanesi arasında yapılan bir anlaşma belgesi. Münif bey, Kemalettin Şükrü bey'in dört kitap olarak çıkan Nasrettin Hoca çalışmasına "resimler" üretmiş ve karşılığında yayınevinden bir telif almış, başka bir alacağı-talebi olmadığını gösteren bir evraka imza atmasını istemişler. 

1930 yılında imzalanmış, kitapların bir yıl sonra çıktığını hatırlatayım, baskı hazırlıklarının o yıllarda bir yıl bile sürdüğünü de ekleyeyim. Telif miktarı kırk liradan yetmiş liraya çıkartılmış, sözleşmedeki iki imzanın gerekçesi bu...

Trajik bulduğum için paylaşayım istedim, kitaplarda Münif Fehim'in karikatürize çizilmiş (daha az ama) yüze yakın çalışması kullanılmış. Yani karikatür başına 70-75 kuruş almış... 1931'de çıkan kitaplar 25 kuruşa, dördü bir liraya satılmış, bugün 100 liraya satılan bir kitap gibi düşünün, yaptığı işten yetmiş (sayıyla 70) kitap parası kazanmış...

Yukarıda trajik demiştim değil mi, çok üzücü...Münif bey, geçinebilmek içim kim bilir ne kadar çok çalışmak zorundaymış...

Cuma, Ağustos 18, 2023

Gökbayrak ve F.Lix

Bir iki kez Leon Cahun’un Gökbayrak romanından ve etkilerinden söz etmiş olabilirim, İttihatçıları ve ilk milliyetçilerimizi etkilemiş popüler bir tarihi roman… Ziya Gökalp’in İstanbul’a geldiğinde ilk aldığı kitaptır, “sanki pan-turkizm ülküsünü özendirmek amacıyla yazılmış” derken heyecanını anlatır. Hüseyin Namık Orkun, “milli şuurun uyanmasına birinci derecede amil olan mühim eser” dedikten sonra ilave eder: “Necip Asım, yine Leon Cahun’dan Gök Bayrak (orj. 1876) adlı bir roman tercüme etmiştir. Bu roman da Türkçülük fikirlerinin gelişmesinde mühim bir âmil olmuştur”

Cahun, çizgi romanımız açısından bakılırsa öncü yazar Abdullah Ziya Kozanoğlu’nu (ve sonraları Karaoğlan’ı) etkilemesi, Suat Yalaz’a verdiği çizgi ilhamı nedeniyle önemli. Gök Bayrak’ın cumhuriyet döneminde yapılan ilk baskısında (1933) muhtemelen Fransızca orijinalinden alınma gravür resimleri kullanılmış (Galip Bahtiyar çevirisiyle çıkan 1913 baskısında da resimler olduğu söylenmektedir, baskıyı görmediğimiz için ayrıntı veremiyorum) Kitapta çizere (ve gravürcüye) yönelik bir bilgi olmadığı için Yalaz’a ilham veren bu resimleri kimin çizdiğini uzun müddet araştırmak durumunda kalmıştım. Cahun’un kitabının Fransızca baskılarının hiçbirine ulaşamadığımız için eldeki tek veri, resimlerde yer alan  (gravürcüyü saymazsak) çizere ait imzaydı. Bu tür ucuz halk kitaplarını resimleyenler hakkında herhangi bir veriye ulaşmak çok zordur. Düşük ücretlerle çalışan bu çizerlerin tanınırlığı kitaplarını resimledikleri yazarların şöhretleriyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin bugün, Jules Verne çizerleri hakkında geniş bir kaynakça mevcut. Oysa F.Lix imzasını kullanan çizer hakkında sağlıklı bir veriye ulaşabilmiş değiliz. Uzun müddet bir Fransız olduğunu düşünerek dönemin birçok illüstrasyonunu bu imzayla karşılaşabilmek adına taradık.

Sonunda tahminlerimizin aksine çizerin bir Amerikalı olduğunu keşfedebildik. İmzası ve Amerikalı olması dışında hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Lix, muhtemelen Fransa’ya gelmiş sayısız sanatkârdan, geçinebilmek için bu tür kitap resimlemeleri yapan çizerlerden biri olmalı. Üzerinde durmamızın nedeni sadece Yalaz’a Karaoğlan için takke ya da kıyafet ilhamı vermiş olması değil. Yalaz’dan bir önceki kuşağa örneğin -onun ustam dediği- Sururi ya da Münif Fehim özelinde görsel malzeme eksikliği çeken çizerlere bir ‘dünya’ tasarımı sağlamasıdır. 

Perşembe, Ağustos 17, 2023

Çarşamba, Ağustos 16, 2023

Son Okuduklarım 76

Kardeşimin Kocası, nasıl anlatmalı, gay romantizmi ve farkındalığı üzerine yapılmış bir manga. Ölen erkek kardeşinin partneri Japonya'ya, kızıyla birlikte yaşayan "kayınbiraderini" ziyarete geliyor. Böylece önyargılarla, cinsel kimliklerle, geçmişle hesaplaşmayla uğraşan bir "aile" hikayesi kuruluyor. İyimser ve epeyce bir klişe olmakla birlikte, kolay okunan, iyi tasarlanmış bir soap opera okuyoruz. The Great Gatsby, Fiztzgrald'ın ünlü romanından yapılmış bir grafik roman uyarlaması, epeyce sadık, o sebeple hantal bir yorum olmuş. Çizgilerse romanın coşkusunu yansıtmıyor, çok düz ve derinliksiz, tahkiyenin iniş çıkışları vardır, merak edilen bir adamın gizemi, şaşalı bir göstericilik, estetik bir müsriflik, gece hayatının garip büyüsü ve güdüklüğü için cidden iddialı çizgiler gerekiyor...Bence uygun biz çizgi ve üslup seçilmemiş, editöryal bir hata diyelim.

Camillo Boito'nun Senso novellasının bu kadar zaman yaşayabilmesini "kötülük" hikayesi olmasına borçlu. Evlilik dışı bir ilişkiyi, aşkı uğruna fedakarlıklar yapan bir kontesin, kendisini kandıran sevgilisinden aldığı intikamı anlatıyor diye özetlenebilir.  Meşum kadının dürtüselliği, göze aldığı riskler ve entrikacı kişiliği mahirane resmedilmiş. Diğer yandan bugün için arkaik duran çözümleri var yazarın. Kontes'in aydınlanması, beklenmedik ziyaretiyle ve tesadüf ya,  subay sevgilisini bir başka kadınla sevişirken-üstelik kendisini konuşup alaya alırken "yakalamasıyla" yaşanıyor. Senso hissiyat anlamında kullanılmış, Kontes'in duygularının alaşağı olması kastediliyor, buna göz kararması veya açılması da diyebiliriz. Her Şeye Rağmen, iyimser bir aşk hikayesi, güzel çizilmiş, kurgu olarak farklılık denemiş ama genel olarak epeyce klişe bir mutluluğu var.

Ahyaaak! Aslan Şükür hakkında bir kitap sanıyordum, değilmiş... Bir koleksiyoner, topladığı Şükür kapaklarından bir kitap-albüm yapmış. Elindeki orijinalleri kahramanlara göre tasnifleyip, o çizgi romanlar hakkında vikipedia ölçüsünde enformatik bir malumat vermişler. Keşke, bu kadar malzeme biraya gelmişken, Aslan Şükür ile uzun bir söyleşi yapsalarmış, kapakları konuşsalar, üretim süreçleriyle ilgili anekdotlar aktarsalarmış. Ve hatta, onun fotoğraf albümünden bir şeyler çıkarıp albümü daha da zenginleştirselermiş... Tercihleri bana ilginç geldi, bunlar bilinmeyen-bulunmayan kapaklar değil çünkü. Türkiye Fanzin Tarihi ve Kaynakçası da zor bulunan, pahalı kitaplardan, muhtemelen dijital baskı olarak çoğaltılmış. Kitabın  çok zengin bir görsel tarafı var, yayımlanan fanzinlerin kapakları tek tek paylaşılmış, keşke o fanzinler hakkında malumat da verilseymiş. Kim çıkardı, kaç sayı çıktı vs... En azından yeni araştırmalar ve üzerine katkılar yapılabilirdi. Kitabın giriş kısmında bir takdim yazısı yazılmış, biraz karışık, fazla iddialı çıkarımları olan, çeşitli adlandırmalarda bulunan bir kısım bu. 

Salı, Ağustos 15, 2023

Goygoy


Goygoycu, boş konuşan adamlara denir ya. Çok daha eskiden Muharrem ayında kapı kapı dolaşan, ilahi okuyarak dilenenlere denirmiş. Dilenci anlamında kullanılıyor demek lazım, bugün farklı bir anlamda kullanıyoruz o ayrı.

Kökeninde ayrımcılık ve aşağılayıcılık vardı, bunu biliyordum.

İlgimi çeken şu oldu Yahudiler yabancılara Goy diyorlar, acaba dedim, kapılarına gelen adamlar (dilenciler) için dedikleri bir laf goygoy olarak argoya mı dahil oldu? Bilemedim.

Aleviler için kullanılan bir küfür, bugün velveleciler için sarfediliyor.

Bir küfrün nasıl yaygınlaştığını  nasıl biçim değiştirdiğini anlayabilmek her zaman mümkün olmuyor, çünkü dil çok dinamik ve nerede bir yol bulsa ya oradan çıkıyor, ya da nereye girdiyse oranın şeklini alıyor.

Pazartesi, Ağustos 14, 2023

Cool


Yaşadığımız dönemin en çok kullanılan veya en süratli yaygınlaşan nitelemelerinden biri, cool. Butün popüler sözcükler gibi, kırk çeşit anlamda, vara yoğa kullanılıyor... Sadece google görsellerine bile baktığınızda kafa karışıklığını görebiliyorsunuz. Doğrusu budur diyebileceğiniz bir şey değil..

Birisi sorduğunda, benim ölçüm, özgüvenli bir soğukkanlılık diyorum...Ancak öyle tarif edebiliyorum.

Yukarıdaki kedi bana sorarsanız aşağıdakiyle kıyaslandığında net olarak cool duruyor... İkincisi konuşken, dert anlatan bir yoksul sanki, işportacı kadar askıntı ve geveze görünüyor, meramını anlatıyor, ikna etmeye çalışıyor, karşısındakine göre konuşuyor hatta. Bu kadar konuşan biri cool olamaz mesela...
 

Yukarıdaki kedinin göz ucuyla bakışına sitakse ettiğimizde ne görüyoruz peki?...O kadar kendinden emin ki... Uzun uzadıya bile konuşmasına gerek yok...Ben gidiyorum, sana da bi şey demiyorum veya daha ne diyeyim artık bakışı bu...

Tamam çözdüm ben bu işi...Birinsi cool, ikincisi uncool...Bitti.

Pazar, Ağustos 13, 2023

Endülüs'e Veda

Asım Bezirci'nin Abdülhak Hâmit'in bir oyunu hakkında yazdığı (yukarıda kapak görselini paylaştığım) minik kitabını okudum geçenlerde... Sevdim-beğendim diyemem ama bana şunu düşündürdü, bugün popüler kültürümüzde "Endülüs" diye bir şey yer almıyor, olsa olsa müzikal bir tınısı olabilir, siyasi bir içeriği veya harareti ise hiç ölçüsünde yok... 

Oysa Abdülhamid devrinde, daha çok Namık Kemal eliyle Arapların İspanya'yı fethetmesi ve orada kurdukları hükümranlık entelektüellerimizi mutlu ediyormuş, nostaljik bir övünç diyelim buna... Daha önemlisi İslam birliği düşüncesiyle o fetih ve hükümranlık yerli-milli bir başarı ve gurur vesilesi gibi geliyormuş bize...

Bütün dünyayı etkileyen Jeune/Young/Jön hareketi, yani Fransa'da okuyarak ülkelerine dönen "öncü milliyetçi öğrenciler" bu "milliği" değiştiriyor ve sekülerize ediyorlar. İttihatçılar başlangıçta bir Türk-Arap devleti olacağımızı hayal etseler de "siyasi realite" onları başka bir noktaya savuruyor. 

Endülüs romantizmi demode olup çıkarak yerini İslam öncesine, Orta Asya'ya bırakıyor. Namık Kemal, Cengiz Han'a karşı Celalettin Harzemşahı savunurken taraflar değişiyor diyelim. Böylece Abdülhak Hâmit'in Tarık'ı bir kahraman, Endülüs de bir gurur ülkesi ve tarihi olarak kaybolup gidiyor.

Cumartesi, Ağustos 12, 2023

Aracını

Gece yürürken rast geldim, sözcüğün ortalanmasına bakarak söylüyorum, "z" harfi düşmüş gibi duruyor, gerçi çerçevede herhangi bir iz yok... Tuhaf durmuş...

İlginç olan şu, bu levha bir sitenin park yeri girişine asılmış, park edecekleri korkutmak için yazmışlar, bu işler nasıl yürüyor bilmiyorum, telefon açınca birileri gelip "yabancı" arabaları çekiyor mu acaba? Böyle bir hak var mı? Hani polisin çağırıp park eden araçları çektirdiğini biliyorum da, vatandaş bunu yapabiliyor mu? Kanunen nasıl yürüyor, sahiden merak ettim...