Pazar, Mart 31, 2024

Makas

Komünizm karşıtı fikir olarak başarılı bir karikatür...1949 yılında Aydede'de çıkmış. Refik Halid'in önerisi ve onayıyla olmalı, genç Turhan Selçuk çizmiş. Milli Birlik, makasla Sovyetler'i bertaraf ediyor... 

1949'da ne olmuş da bu çizilmiş gibi bir soruya cevap arayalım mı? Doğrusu sol tarih açısından pek de önemli bir şey olmuyor,  1947 TKP Davası, DTCF Tasfiyesi, sol partilerin kapatılması filan derken ortada "solcu" namına kimse bırakılmıyor. Yani 1949'da muhalif ses var diyemeyiz. Rejim çok daha önce kendini sol düşünceye kapatıyor çünkü. 

Şu söylenebilir, yoktan var ediliyor diyebiliriz, Soğuk Savaş ikliminde Amerika'dan destek beklediğimiz için "Komünizm tehlikesi" varmış gibi davranıyor, abartıyoruz. Refleks gösteriyoruz, refleks de temrin ve tekrar ile olur. Söylenip duruyoruz. 

Cumartesi, Mart 30, 2024

Yolpalas Cinayeti

Tefrikalar, bir dönemin en önemli eğlenceleri... böyle söyleyince biliyorum tam anlaşılmıyor, romanlar neden "eğlence" olsun diyen çıkabilir, çıkıyor da zaten. Romanları edebiyatın, sanatın, eğitimin, yüksek kültürün bir parçası olarak görebiliriz ama kim ne derse desin eksik bir yorum olur. 

Önemli romanlarımızın tamamının önce gazetelerde tefrika edildiğini, siparişle yazıldığını, gazete okurunun beklentilerine göre biçimlendirildiğini aklımızda tutalım. Hatta sadece ilgi gören tefrikaların kitaplaştığını, yazarların telif gelirlerini asıl olarak gazetelerden aldığını da hatırlayalım. 

Yani romanlar, hele cumhuriyetin ilk altmış yılında popüler kültürün bir parçasıydı ve olması için de özel çaba gösterilirdi. Radyo ve televizyon reklamları yapılırdı, duvarlara afişler yapıştırılırdı. Duyardık, "bilmem kimin yeni romanı gazeteniz Hürriyet'te" filan...

Ah vah etmenin de bir manası yok, popüler kültür değişen bir şey, örneğin romanlar radyoya da uyarlanırdı, onları da unuttuk... Sonra televizyon çıktı, mecra değiştikçe roman eğlence niteliğinden uzaklaştı, her mecra kendi yıldızlarını çıkardı filan... Uzun hikayeler aslında... 

Tefrika edilen romanların nasıl duyurulduğunu, nasıl görselleştirildiğini hep merak eder, takip etmeye, bulmaya çalışırım. Çünkü romanlar gazetenin tirajını artırsın istendiği için reklamlarla duyuruluyor, iyi ressamlar eliyle görselleştiriliyordu. Ben tefrika döneminin sonlarına yetiştim ama Hürriyet'te Yıldız Cıbıroğlu'nun Yaşar Kemal'in İnce Memed romanına her gün ilüstrasyon çizdiğini hatırlıyorum. İddialı bir işti ve İnce Memed tam sayfa yayımlanırdı. 

Yukarıdaki ilüstrasyon, otuzlu yılların ünlü çoksatar magazin dergisi Yedigün'den... Münif Fehim, Yolpalas Cinayeti için çizmiş, tefrika kapaktan okuyucuya duyurulmuş. 

Cuma, Mart 29, 2024

Açlık

Yine bir pavyon fotoğrafı, üç erkek ve aralarında bir kadın... Erkeklerden muhtemelen de hesabı ödeyecek olan bir tanesi, gözüne kestirdiği bir hanfendiyi masaya çağırmış, durmamış, sakınmamış, saldırır gibi "yumulmuş"... kadın boynunu uzatırken olması gereken ölçülerde güzelce oynamış rolünü... Necati Cumalı yazsaydı, içli bir "ah" ettirirdi kadına...

Mesele şu ki... fotoğrafa bakar bakmaz siz de fark etmiş olmalısınız, komik mi demeli trajik mi, hovardanın iki yancısı, nasıl da seyrediyorlar sahneyi-kadını... Genetik olarak akraba gibi duruyorlar, tuhaf bir şey görmüşçesine şehevi bir iştahla kıvrılmış dudakları, nasıl da mutlu ve müstehzi ifadeleri... Pes dedirtiyorlar...

Perşembe, Mart 28, 2024

Pul

Tenten, Belçikalıların milli kahramanı olduğu için yaratıcı Hergé'in yüzüncü doğum yılında (2007) çeşitli dillerde basılan Tenten albüm kapaklarından bir pul serisi yapmışlar. O yıllarda Tenten'in Türkiye yayımcısı olan Yapı Kredi Yayınlarından çıkan bir kapak da seriye dahil edilmiş, bilmiyordum. 

Not: Bizde Amcabey, Abdülcanbaz ve Karaoğlan dışında çizgili kahramanlarımızla ilgili pul çıkmadı.

Çarşamba, Mart 27, 2024

Maskili Şiytan


Kırklı yıllardan bir mizah dergisi kapağı ama propaganda afişi gibi duruyor, esprisi var mı, komik mi, tartışılır...Dönemin savaş ve kıtlıkla ilgili atmosferini besleyen-büyüten bir yönü var. Uyarı gibi duruyor ama açık biçimde korku üretiyor. Amaç da o zaten.

Karikatüre göre kim o bozguncu çok belli değil, Komünistler, Almanlar veya işgalci başkaları, içerdekiler, dışardakiler...Ama kim, hiç açık edilmemiş, özellikle edilmemiş, bu muğlaklık işlevselliğini artıyor çünkü. 

Bozguncu, Şeytan olduğuna göre mutlak kötüyü temsil ediyor..."Kur'an'dan ve diğer kutsal kitaplardan bildiğimiz bir "melek"

İşte o çokyüzlü yüzsüzün elinde çeşitli maskeler var, dost, arkadaş, ahbap, sevgili ve komşu olarak yani insanın en yakınına sızarak çeşitli dostane yakınlaşmalarla onu kandırıyor demek istenmiş, bu kadar yakınımıza-yamacımıza kadar gelmiş birine dahi inanmayın, gözünüzü açık tutun filan. 

Oysa palavra, bu kadar maskeli, bu kadar çok yüzlü, bu kadar şeytani olan bir düşmanla zihnen ve ruhen savaşmak mümkün değil... Bunun kuşkusu bile insanı "deli eder", çözümü yok bunun...

Korkun sadece korkun, istenen bu...ve ne olur bu korku hiç bitmesin, bizi işgal edecekler, bizi kandıracaklar, bizi yok edecekler çünkü...bunu yaparlarsa önemli olacağız, o yüzden çok lazım bize bu korku...

Salı, Mart 26, 2024

Dişlenen

Akademisyenliğe devam etseydim, mutlaka popüler kültür bağlamında bu fotoğrafı öğrencilere gösterir, tartışmaya açardım. İlk göze çarpan iki kadın arasındaki kontrast olur, yaşam tarzları arasındaki başkalık daha kolay konuşulurdu galiba. Edebiyatımız bu kontrastı çok sevdi çünkü, bize öğrenciyken dünya kadar "ödev" yazdırdılar, soru cevaplattılar. 

Fatih ile Harbiye, Ulus ile Çankaya, Eskişehir ile Yenişehir filan... Nalet olasıca modernizm...

Başka ne denebilirdi? Habermas, bugün pek hatırlanmıyor ama yirmi yıl önce sosyal bilim öğrencilerinin dilindeydi, ki kadının, iki ayrı kuşağın, düğün kamusallığında yanyana gelmeleri de konuşulurdu mutlaka.

Bana gelince ben fotoğrafı, bu kontrast için değil, dansözün dişleriyle tuttuğu kağıt paralardan dolayı aldım, malum dansözler aldıkları bahşişleri göğüsbağlarının içine sıkıştırırlar. Bir şey olmuş ki, kadın oradan çıkartmış, ya da sonradan tepiştirmek için geleni bir hırsla dişlemiş... Ekmek aslanın ağzında...

Pazartesi, Mart 25, 2024

Uslu bir kadının itirafları

Uslu Bir Kadının İtirafları'nı (1948) tavsiye üzerine okudum, bir arkadaşım sevebileceğimi söylüyordu. Yazarını bilmiyorum, doğrusu çok bilen ve tanıyan olduğunu sanmıyorum, dil bilen, iyi eğitim almış, zengin bir aileden geldiği anlaşılıyor, bir tarza ve tınıya sahip. Yazdığı novellayı okuduktan sonra, ilk izlenimim şu oldu: potansiyelli bir hikayeye sahipmiş, bir şey varmış ama o olamamış ve ilerledikçe dağılmış, kendini imha etmiş diyorlar ya şimdilerde, o hesap, sayfa sayfa "dağılmış"... Klişe bir fikri var, tesadüf eseri eline geçen günlüğü okuyan kadın, günlükte geçen insanlardan birinin nişanlısı çıkıyor ve melodram gereği, aşkından vazgeçip, günlükte okuduğu aşk'a "yol" veriyor. 

Günlükte anlatılanlarsa eskilerin deyişiyle "Fransız filmi" gibi... Genç bir kadın platonik ölçülerde bir erkeğe aşık oluyor, daha doğrusu birbirlerine aşık oluyorlar, ama o aşk olmuyor-olamıyor, bir başkasıyla evleniyor ve o evlilikte aradığı saadeti bulamayıp, mutsuz birine dönüşüyor. Kocasının kendisini aldattığını anlıyor ve kocasını terk ediyor. 

Romanın en can alıcı kısmı da böylece başlıyor, kocasının ilişkiye girdiği "serbes kadınlardan" biriyle Ninoşka ile tanışıyor, Ninoşka herkesin peşinde olduğu meşum bir kadın, öyle ki ilk ve sahiden sevdiği adam da Ninoşka merakıyla dolaşırken diyelim, tesadüf üstüne tesadüf, aldatılan kadınımızın karşısına çıkıyor, garip bir gizemle o da kendini Ninoşka olarak tanıtıyor. Vay diyorsun, işlenmiyor ama sahiden vaykivay...

Ucuz romanların şaşırtma iştahı ve saplantısı, ahlakçılıkları her zaman ilginçtir. Kadının Ninoşka olmak istemesi, hiç derinleşmemesine rağmen Ninoşka tiplemesi, vapurda geçen platonik karşılaşmalar, hiç de yapay durmayan asilzade hayatları ve rehavet havası filan bana ilginç geldi, romanı okutan onlar oldu. Bu novella başka türlü anlatılabilirmiş ama demesem olmaz, yazarı keşke yazmaya devam etseymiş...

Pazar, Mart 24, 2024

Gör


Filmin ismini, de/da sancısı ve resimle ilişkisini... ortaya karışık bırakıyorum. 

Asistanken, henüz bilmiyordum, meğer böbrek taşım varmış, anlamıyorum, arada kum döküyormuşum... Üniversite hastanesinde doktora gittim, ben yaşlarda biri, işte kontroller filan, "bir şeyin yok" dedi, "e niye oldu peki bu ağrılar" dedim, artık niyeyse, espri yapmak istedi galiba, sırtararak "evlenince geçer" demez mi...

O kadar ağrı çekmişim, derdime derman bulamamışım, beyfendi bana cıvık cıvık bir şeyler söylüyor, hödük, zıvanadan çıktım aslında da kendimi tutarak sakin sakin tane tane... bu ağrının evlilikle bekarlıkla ilgisi olmadığını, üstelik benim cinsel hayatımı bilmeden konuşmasının bilimsel ve tıbbi olamayacağını filan... söyledim ve o da kızarıp bozardığına göre söylediğine pişman oldu.

Çocukken, işte on yaşında filanım, taş çatlasa benden üç beş yaş büyük bir çocuk, insanların evlenince kulaklarının kalınlaştığını söylemişti, ciddi ciddi dinliyoruz, biteviye otuzbir çekildiği için kulaklar zar kıvamında incelirmiş, düzenli seksle falan filan oluyor, kulak normale dönüyormuş...Aynada kulağımı incelemiştim, kulaklar dikkatimi epeyce çekmişti bir ara...babamın dedemin esnafın kulağına bakmıştım. 

Sonradan işin aslını öğrendim elbette,  bizzat gözlemledim diyelim, kakır kukur amcalar güya şakasına, biçare ergenlerin kulağını iki parmaklarının arasına alıp ince ince ezerken bir yandan da "ne o lan, kulaklar incelmiş" filan derdi... Pes demiştim gördüğümde, bilim milim hak getire, o çocuğun kulağını çekmişler.

Evlenince geçer, evlenince şöyle olur, evlen de gör... Cesur Barut sinirlenmişti işte...

Cumartesi, Mart 23, 2024

bıdbıd

Dün akşam sosyal medyada dolanırken eski gazeteci bir arkadaşımın bir başka genç kadın gazeteciye gösterdiği flörtöz tivit cevaplarını gördüm, sonra dikkat kesildim, baktım, arkadaşım gemiyi azıya almış, emekli amcaların market kasiyerlerine yürümesi gibi, her genç kadın gazetecinin tiviter beğenicisi olmuş. Hoşuma gitmedi, erkeklerin yaşlılığı zor oluyor, bu ergenlik yeniden mi zuhur ediyor filan düşünmeye başladım.

Sonra, önce "bana ne" dedim, sonra "hayat çok zor, başetmeye çalışıyor" filan anlamaya çalıştım. 

E sonra ne yaptım, genç kadın gazeteciye baktım, hoş bir genç kadın, adını hiç duymamıştım, ünlülerle röportaj yapıyormuş, baktıkça şunu fark ettim, ünlülerin yüzde altmışını tanımıyorum, kim oldukları hakkında tek bir fikrim yok, röportajı yapanı, kasiyer avcısı arkadaşım olmasa hiiç görmeyeceğim... 

Yahu dedim asıl sen amca olmuşsun, her şeye bıd bıd... 

Cuma, Mart 22, 2024

Dehşet Gecesi

Dehşet Gecesi, bir korku romanı, Kerime Nadir yazdığı için ilginç sayıyoruz yoksa hikaye olarak enteresan demek pek hakkaniyetli olmaz, atmosfer taklit duruyor, roman içinde roman, tekrarların getirdiği dağınıklık, özdeşleşmeye ket vuran bir karakter fazlalığı var, motivasyonları inandırmıyor vs vs. İlk olması hasebiyle deniyor, ben o faslı pek önemsemiyorum. 

Ha tabii, insan ister istemez, Kerime Nadir bu romanı niye yazmış diye düşünüyor. Bana kalırsa korku edebiyatındaki siyahi romantizm, soylu elitizmi, kibarlık mesafesi, tekinsiz alt sınıflar,  tek bir duyguya indirgenmiş tipler, klişeler vs vs ilgisini çekmiş olmalı. Senelerce kontlar, kontesler, prensesler, nedimeler anlattı bize. Hasetle-aşk öfkesiyle kavrulan meşum kadınlarının okuduğum romandaki "cadı"dan hiç farkı yok desem abartmış olmam.

Kürt coğrafyasında geçiyor roman, İstanbullu maceracı bir beyfendi, te Hakkari'de Cilo dağına gidiyor, arada eşkıyalar falan filan, hanlar, kar fırtınaları vs vs... O bakımlardan inandırıcı olamamış Kerime Nadir. Gerçekçi olmak gibi bir kaygısı olmadığının tabii ki farkındayım. Hatıralarında çok sevdiğim bir bölüm var. Türkan Şoray'ın romantik filmleri bırakmasını, gerçekçi hikayelere yönelmesini hiç anlayamadığını (ve saçma bulduğunu) belirtiyor. Gerçekçilik hiç ona göre değil, "biliyoruz". Demek istediğim, fantastik edebiyatın kendine özgü bir karanlık "gerçekliği" var, onu anlamadan yazmış. Aynı romanı "Kürt Transilvanya'da" değil iyi bildiği İstanbul'da da anlatabilirmiş mesela.

Perşembe, Mart 21, 2024

Ben sadece karikatürümü çizdiririm

Eğlenceli bir çizgi romandır Zehir Hafiye, Alman menşeli, Manfred Schmidt imzalı asıl adı Nick Knatterton olan çalışma bizde de sevilir ve taklit edilirdi. Haliyle ilk olarak Milliyet Çocuk'tan hatırlıyorum, doğrusu esprileri ve hikayelere olan yaklaşımı itibariyle pek çocuklara göre değildi ama sonuçta çizgi roman nasıl algılanıyordu ki... 

Fırsat oldu, tekrar okuyorum diyelim, yukarıdaki espriyi sevdiğim için paylaşayım istedim. Zehir Hafiye, işte denk düşüyor, bir ressam hanımefendiyle rastlaşıyor, (hep telaşlıdır, hep bir yerden yere koşar) onun yanından ayrılırken...benim çok sevdiğim türden bir espri patlatıyor, reel hayatla (!) çizgi romanın hayatını karşılaştıran tatlı bir gönderme... "Ben sadece karikatürümü çizdiririm"

Çarşamba, Mart 20, 2024

Zehra Eren

Şöyle bir bakındım, hakkındaki hemen her yazı, Zehra Eren'i biliyor musunuz diye başlıyor, bilenlerin şaşkınlığını yansıtan bir soru bu... Bu ses nasıl olur da bugün bilinmez, hatırlanmaz, unutulur gibi bir "edebi çığlık" atıyorlar...

Merak edenler, gugıllayıp sesine ve hakkında yazılmış bir iki yazıya bakabilir. Zehra hanım, tango söylüyor, tütünlü, hırıltılı, hafif erkeksi bas-alto bir ses... 

Çocukluğundan itibaren herkes sesinin güzelliğinin farkında, liseyi bitirdikten sonra dayısı, onu arkadaşı olan, Ankaralı tango bestecisi Kadri Cerrahoğlu ile tanıştırıyor, ders almak üzere kurulan ilişkileri evliliğe dönüşüyor. 1945-60 arası radyonun çok popüler olduğu, yeni şarkıların ilk kez icra edildiği, kendi yıldızlarını ürettiği yıllar. Zehra Eren de sahneye değil radyoya çıkıyor ve o yılların alelacayip seslerinden biri oluyor. 

Aslına bakılırsa, bugün bilinmemesi tuhaf değil, bile isteye uzak kalmış popülerlikten, gece hayatına icracı olarak karışmamış, tango söylemiş, e modası geçmiş tangonun, başka bir türe yönelmemiş... Radyo eskimiş, şarkıları çalınmaz olmuş... Zeki Müren'in kendisine hayran olduğu söyleniyor, onun kadrosunda bir dönem çalışmış ama arkasını getirmemiş... Belki eşinin ve ailesinin maddi durumundan faydalanmış, o denli yoğun çalışmak istememiş, bilemiyoruz. 

Özellikle kadınlar, evlilik ve annelik yükleriyle iyi yaptıkları işleri sürdüremiyorlar, Seyyan Hanım da evlendikten sonra icracılığı bırakıyor, sahiden üzücü, ailesine trajik gelmemiş bu durum, hele kocası manen bu yükle nasıl hayatına devam etmiş, anlamak zor.

Yıllar yıllar önce bir iki kaydını dinlemiştim Zehra Eren'in ama yüzünü-fotoğrafını hiç görmemiştim. İnsan hayal ediyor, yukarıdaki fotoğrafı görünce, hah dedim, evet bu o, hemen satın aldım... Siyahi duruşu, a la mode kıyafeti, kemikli elleri, tütünlü sesinin sebebi olan tiryakiliği, rast ile muhayyer arasında salınan büyülü hali, sürüklenişi, şarkı söylerken canlanan gönlü...Dumanı çekecek ve devam edecek şarkıya, "meçhule gidecek", ruhu yanacak aşk denizinde... 

Salı, Mart 19, 2024

Spidey ve Meri Ceyn


Hatırlayanlar olabilir, Örümcek Adam ile manitası Mary Jane'in ikonik bir öpüşme sahnesi vardır, çizgi romanda var mıydı, yoksa ilk olarak filmde mi üretildi, uzmanı değilim, bilmiyorum ama filmden yarım asır önce Altan Erbulak tarafından çizilmiş Cafer ile Hürmüz bantında rastladığım bir kareyle benzerlik kurdum, paylaşayım istedim.


 Bantı ikiye bölerek kullandım, Cafer, içinde bulunduğu helikopterin ip merdiveninden sarkarak kötü adamları korkutup kaçırıyor. Yine çok zekice balon yazısını ters yazarak bir espri yapmış... Balon yazılarını Erbulak kadar farklı kullanan bir başka çizerimiz yok desem yanlış olmaz, kaligrafiyi sadece bir betimleme aracı olarak görmüyor, kurduğu estetiğin bir parçası ve bir espri vesilesi olarak kullanıyor çünkü. 

Karısı Hürmüz, onu öperek kutlarken-karşılarken yanlarındaki yol arkadaşının sözleri de esprili: "Hadi bırakın sinema artisliğini buradan tüyelim!"  Dudaktan öpüşmek, o yıllarda esprili biçimde sinema artizliğinden sayılıyor, ona gönderme yapsa da bana Örümcek Adam filmini hatırlatarak gülümsetti.

Pazartesi, Mart 18, 2024

Orijinal olmak

Muhsin Kut, çok sevdiğim ressamlardan biri, resimlerine baktığımda hissedilir bir anlatma coşkusu, kendini yenileme iştahı var, keşke mümkün olabilseydi, keşke kendisiyle sohbet edebilseydim. 

Retrospektifi olan Bir Seyyahın Resimli Güncesi'ni (İş Bankası Yay., 2017) okuyorum, albüm-kitabın başında kısa bir söyleşi yapılmış kendisiyle... Bildiğim ve inandığım bir fikri paylaşmış, kendisini etkileyen insanlardan biri önermiş bunu ona...

"Resim yaparken şunu sor, ben bunu para verip de alır mıyım? Buna cevabın kalben evetse, devam et" demiş birisi ona... Mesele elbette satmak değil, okuyacağın kitabı yazmak, seyredeceğin filmi çekmek gibi... Yalın bir saptama...

Eskiden böyle değildi, artık çok kitap, çok film, çok şarkı ve çok sanatçılı yoğun bir "örüntü" bombardımanı altındayız. Aradan sıyrılmak, dikkat çekebilmek, beğenebilmek kolay değil... Okurların bu kadar dahil olduğu bir dönem de hiç olmadı üstelik. Herkes fikrini söylüyor, hemen her şey, popüler olan bir başka örnekle kıyaslanıyor. Kafka'ya veya Tarantino'ya benziyor, Neil Gaiman öneriyor, yeni bir True Detective çıkıyor, yeni bir bilmemne doğuyor falan filan...

İnsan, nasıl özgün olabilir ki, sana orijinal bulunabilir ki, bu çoklukta, bu yeknesaklıkta...

Kut'a tavsiye dilen şey doğru bir yol, insan kendisi için üretirse bir şey olabiliyor, gerisi-anlatılan hikaye, tarz, dünyayla memleketle hesaplaşma filan hepsi ayrıntı... İnsanın hayali okuru veya izleyicisi olur, onu düşünerek üretir derler, hayır, ilk beğeneni ve alıcısı kendisi aslında...

Pazar, Mart 17, 2024

Kıtlık

1979 yılından bir belge, kağıt üreticisi ve tekeli olan Seka ile Karakedi mizah dergisi arasındaki yazışmayı gösteriyor. Hoş, bugün Seka diye bir şey kalmadı, satılmıştı, kapandı artık ama... Belge enteresan onu konuşalım...

Kağıt fabrikası bir dergiyle niye "mektuplaşır" ki diyen çıkabilir. Şöyle de sorulabilir, devletin resmi bir kuruluşu özel bir işletmeye, bir dergiye ne yazabilir-ne sorabilir?

Devletin, gazete ve dergilerle nasıl bir ilişki kurduğunu bilmekte fayda var. Bilmeyenler olabilir, gazeteler ve dergiler, altmışlı yıllara kadar çok satamadıkları için devletten-basın ilan kurumundan gelen resmi ilanlara bağımlıydılar. İlanların dağıtımı hakkaniyetli olmuyor, muhalif yayınlar yeterince nasiplendirilmiyordu. 

Yine satışlar düşük olduğu için abonelikler de hayatiydi, resmi daireler ve kütüphaneler, istedikleri yayına abone oluyor, istediğine olmuyordu çünkü. Kendileriyle taraf olan yayınları yaşatabilmek hükümetlerin elindeydi. 

Bir de bunlara kağıt dağıtımını eklemek gerekiyor. Hükümetler, istedikleri yayına kağıt veriyor, kimilerine zırnık koklatmıyordu. Yayıncılık yapmış pek çok mizahçı ve karikatürist, dergiyi basacak kağıt bulamamaktan şikayet ederdi.

1979'da böyle miydi? Simaviler, bu cendereyi matbaa teknolojisine yatırım yaparak, çok satan gazeteler çıkartarak değiştirmişlerdi. Resmi ilanlara ya da aboneliklere ihtiyaç duymuyorlardı. Ama kağıt sorunu yine vardı. Onların devletten istediği, kağıt dağıtımında önceliğin satışa göre verilmesiydi ve bu düzenlemeyi kabul ettirmişlerdi. Çok satana çok, az satana az kağıt verilmeliydi. Enflasyon sebebiyle kağıt stoklamak isteyenlerin önü alınmalıydı filan...

Özetle 1979'da iktidar partileri, Seka üzerinden basını kontrol etmeye çalışıyordu.

İlk sayfasını paylaştığım "mektuplaşmada" Seka, Karakedi'ye kaç basıyorsun, kaç satıyorsun, bastığın yayının ne kadarını iade alıyorsun, sana kağıt verebilmem için bu rakamları basın ilan kurumuna bildirmen gerekiyor diyor. Maliye'nin soracağı soruları Seka soruyor, enteresan olan o...

Cumartesi, Mart 16, 2024

Hayrını gör!

Geçtiğimiz günlerde, 8 Mart nedeniyle Altan Erbulak'ın Cafer ile Hürmüz bantından bir aksiyon sahnesi paylaştım... . Hürmüz, bir erkeğe haddini bildiriyordu filan. Arada gaza gelip tribüne oynamıyor değilim.

Benim çocukluk ve gençliğim, parti sahnelerinde dejenere danslarla (!) kıvıran ve üstten üstten konuşan şımarık zengin kızlarına had bildirerek (!) tokat atan delikanlı erkeklerle geçti... Şimdilerde popüler olansa erkeğe meydan okuyan genç kadınlar... İlüstrasyonlarda erkeğe tokat atan güçlü kadınlar revaçta örneğin...

Evvelsi gün, kadınlara yakın dövüş teknikleri öğreten bir kadının videolarını izledim. Garip geldiği için not düşeyim, anlatılanlar ve ima edilenler kimseye tuhaf gelmiyordu, "Faşistlere karşı kendimizi nasıl savunuruz?" konuşması gibi bir şeydi. 

Bu yıl takip edemedim ama geçtiğimiz yıllarda 8 Mart yürüyüşüne katılan erkekleri yaka paça kortejden çıkaran genç kadınlar hatırlıyorum, videoları dolaşımda, dileyen bakabilir. Güçlü bir revanşizm ve erkek öfkesi mevcut, görülebiliyor.

Zamanın ruhu mu denir katharsis arayışı mı emin olamıyorum.

Paylaştığım görsel ise -ellili yıllarda çizilmiş- o günlerin mizahını ve "gençliğini" yansıtıyor. Bantın kahramanlarından Hürmüz, kadın yüzü görmemişe kafa atarak-argoyla ve şiddetle had bildiriyor ve "güldürüyor". Susadın mı? Al sana tükürük. Yoruldun mu? Öldüreyim de uyu gibi zamanın ruhunu  taşıyan bir espri. Görebildiğim kadarıyla ilk kez o yıllarda yapılıyor, öncesinde hiç rastlamadım. 

Cuma, Mart 15, 2024

Burun

O tarihte en uzun ömürlü mizah dergimiz olan Karagöz'ün 27 Mayıs sonrası yorumu, Mim uykusuz çizmiş, Karagöz ile Hacivat, Menderes ile Bayar'ı konuşuyorlar falan... Esprinin ne olduğunun bir önemi yok... Benim ilgimi Menderes'in burnu çekiyor, evet Bayar da büyük ölçülü, komikleştirilmiş bir burunla çizilmiş ama Menderes'in burnu bir boy daha büyük istiflenmiş.

Mesele şu ki, Menderes'in burnunu büyük çizen bir tek Uykusuz değil...

O yıllarda otuzlu yaşlarını yaşayan bir karikatürist kuşağımız var, 27 Mayıs'la birlikte ilk kez büyük bir siyasi kaosla karşılaşmışlar, bir askeri darbe olmuş, o günlerin moda deyişiyle "ikinci cumhuriyet" kurulmuş, Kurtuluş Savaşı benzetmesi yapılmaya başlamış vs. Hasılı, güçlü bir iyimserlikle reaksiyoner bir romantizm yükselmiş... Etkilenmeyeni yok. Menderes karşıtı olmamak mümkün değil...

Doğru-yanlış tartışması yapmıyor, siyasi bir auradan söz ediyorum. Şöyle anlatayım, 27 Mayıs sürecini en iyi anlattığı düşünülen kitap Şevket Süreyya Aydemir'in Menderes'in Dramı'dır. Kitabı dikkatle okuyup, günün gazetelerindeki Demokrat Parti ve Menderes eleştirilerine bakarsanız şunu fark edebiliyorsunuz... Aydemir, devrin gazetelerinin bütün klişelerini ve Menderes betimlemelerini kitabına almıştır. Akıllıca derlemiştir filan değil o siyasi auradan etkilenerek yazmıştır diyorum. Bugün, ona atfedilerek anlatılan açıklamalar, pek çok gazete köşesinde çok daha önce belirtilmiştir.

Karikatürler de böyle,  eleştirellikleri ve espri klişeleri tek bir zihinden çıkmışcasına benzeşiyor. Ben burun vurgusunu karikatürün doğası gereği kanırtılan bir grotesk belirginleştirme olarak göremiyorum. Ya da  sadece burnu havada olmak gibi bir kibir eleştirisi sayamıyorum. Abdülhamid'in burun karikatürlerini ziyadesiyle andırdığını ve yinelendiğini düşünüyorum. 

Meseleyi uzun uzadıya tartışan bir yazı yazmayı hayal ediyorum diyelim...

Perşembe, Mart 14, 2024

Samsun

Muhtemelen 1978'den, Yalçın Didman'ın çizdiği Fatoş bantından bir espri... İlgimi çektiği için paylaşayım istedim. Fatoş, denize doğru yürüyor, yolda rastladığı köylü amcaya denizi soruyor: "Deniz buraya çok uzak mı?", Amcanın cevabı, zamanı kullanma biçimiyle ilgili,  şöyle diyor "Bir sigara içimi kızım", sonra da içtiği sigarayı soruyor Fatoş'a "Ne sigarası içersin kızım?"

Bugün olsa, reklama girer diyerek yayın editörü dikkat kesilir, okurlar hoşlanmayabilirler filan... Fatoş, meğer "Samsun" içiyormuş, o yıllarda tamamı Tekel'in çıkardığı sigaralar vardı, Samsun da en  popüler olanıydı diyelim.

Amca, sigaranın adını duyunca yorumluyor "Eh öyleyse yol o kadar sürmez"

Sigarayla aram hiç olmadı, yanlış da yorumlamış olabilirim ama benim o yıllardan hatırladığım Samsun zor içilen bir sigaraydı, kendiliğinden yanmazdı, somura somura içilirdi, yoksa sönerdi. Yani bir sigara içimi derken Samsun'u duyunca "cuaran bitmeden varırsın" demek istemiş sanki...

Fatoş, tipik bir bulvar gazetesi olan Günaydın'da yayımlanıyordu ve yayın politikasına uygun biçimde hafif erotik bir diziydi, genç bir sekreter  kadının etrafında cinsellikle ilgili espriler yapılıyordu.  Sigaraya yönelik tiryaki eleştirisinin Fatoş'ta olmasını beklemezdim, galiba beni asıl şaşırtan bu oldu. 

Sonra şunu düşündüm, Fatoş'un okuru kimdi?  Espriye bakarsak Samsun içen birileri... Kadınlar mı? Sanmıyorum. 

Çarşamba, Mart 13, 2024

Popüler şiir

Kırklı yılların sonunda muhafazakar edebiyat gazetelerinden biri (Edebiyat Alemi, 8.12.1949) Yahya Kemal sayısı yapmış ve şairin, en popüler iki şiirini paylaşmış. Popüler kültürün teknolojiye bağlı olarak yavaş dönüştüğü yıllardan söz ediyoruz. Dönüşme derken aklımıza eskime ve yaygınlaşma gelmeli. Edebiyat bir yönüyle zaten bir azınlık eğlencesi ve sahiplenmesi, o kıtlıktan bir şiirin öne çıkarak-popülerleşmesi kolay değil... Yani yaygınlık kazanması ve ürünün kendisine olan ilginin azalması uzun zaman alıyor.

Dikkat edilirse iki şiir bugün de yaşıyor ve Yahya Kemal denilince akla gelen dizelerden oluşuyor. Asıl popülerliğini (genç ilgisini) bence 1940-1960 arası yaşıyor, yeni yazı diliyle büyüyen ve edebiyatta söz sahibi olan bir neslin, geçmişe dair seçtikleri şiirlerden bunlar. Yahya Kemal'in her yazdığı bu imbikten geçebilmiş değil... 

Gazetenin seçimlerini yadırgamadığımı fark edince,  o yıllarda popüler olan başka ne şiirler vardı ve hangileri bugüne kalabildi diye düşündüm...Yanlış anlaşılmasın, dikkatli bir şiir okuru ya da takipçisi değilim, yıllar içinde başka şeyler okurken ve izlerken bana çarpan şeylerden, karşılaşmalarımdan bir çıkarım yapacağım. Şiirin temsiliyeti veya niteliği üzerinden yapılabilecek yorumları başkalarına bırakıyorum.

O yıllarda bence Attila İlhan'ın "Sisler Bulvarı", Özdemir Asaf'ın "Lavinia", Melih Cevdet'in "Düzenli Dünya"sı, Bedri Rahmi'nin "Karadut"u, Behçet Necatigil'in "Evler"i de popülerler...Okunuyor ve hatırlanıyorlar. 

Şiirlerin popülerleşmesinde şarkı sözü olarak kullanılmalarının büyük etkisi var.  Ben büyürken şiir ve şairlerin tanınırlığını asıl olarak popüler şarkılar sağlıyordu. Sezen Aksu olmasa Sabahattin Ali şiirleri o güçte satmaz ve hatırlanmazdı örneğin. Yine o yıllarda şiir dinletisi diye bir şey bile uydurulmuş, şairler, barlarda sahneye çıkıp müzikle şiir okur olmuştu.  

Doğal olarak kültür endüstrisi içinde bir  mecradan bir başkasına geçmek yaygınlaşmayı artırıyor. Görselde paylaştığım iki Yahya Kemal şiiri de şarkı oldu, çalınıyor-söyleniyor. Öyle ki, çoğu zaman şairi-güftekarı dahi bilinmiyor şarkıların...

E bugün şiirin kendisi artık popülerleşmesine yetmiyor artık veya sosyal medya çağında kitaplar satmasa bile, kimi şair ve dizeler, popülerleşebiliyor veya popülerliğini koruyabiliyor.

Salı, Mart 12, 2024

Ben çalışırken

1932 yılından bir doktor fotoğrafıymış, beyfendi önyüze "hepinize" ithafı yazmış ve imzalamış. Acaba ailesine mi göndermiş? Görünenin tuhaf olduğu, geceleri hayra alamet olmayacak biçimde akla geleceği, herkese gösterilebilecek veya paylaşılabilecek bir şey olmadığı aşikar. 

İnsan, kadavranın önünde niye fotoğraf çektirir? Gölgelerin ve bilimin dehşetengiz gücü adına mı? Ben farklıyım demek için mi? Neyi tescillemek ister? Bile isteye poz verilmiş çünkü...

Hiç görmedim değil, merhum/merhume defnedilirken kefenini açıp şakşak fotoğrafını çekenler oluyor olmasına ama genel olarak ölülerimizi gömüyor ve onları daha genç halleriyle hatırlamayı tercih ediyoruz. Ölü olarak görmekse, kim olursa olsun bizi korkutuyor. Koca korku literatürü neredeyse bunun üzerine kurulu...

Bu fotoğraf muayenehane duvarına asılabilir mi mesela? Sanmıyorum. Doktor bey, o fotoğrafla herkesi korkutur, ürkütür ve konuştururdu, marazi ve sapkınca bulunurdu.

Bir arkadaşım fotoğrafı görünce mumya olabilir mi diye sordu, kadavraların çürümesini engellemek için çeşitli işlemler yapılıyormuş, oysa burada gözle görülür bir deformasyon varmış filan... İtiraf edeyim insanların böyle şeyler bilmeleri bana oldum olası ilginç gelir.   

Konuşturan fotoğraf familyasından...

Pazartesi, Mart 11, 2024

Charles Dana Gibson












Charles Dana Gibson, 19.yüzyılın ortasında doğmuş, kimilerine göre ilüstrasyonun altın çağında popülerlik kazanmış maharetli bir magazin çizeri. Gibson Girl diye bilinen, gazete ve dergilerde resmettiği meydan okuyucu, ne istediğini bilen ve bunu gösteren kadın karakterleriyle tanınıyor. Bugünden bakınca aşk ve romans çizeri gibi gözükse de en çok bu yönüyle ilginç bulunuyor. Çizgiler, 19.yüzyılda gelişen tarama ve tasarım üslubundadır, o sebeple de yeni yüzyılda moderni değil geleneği temsil etmiştir. Bugün dahi 19.yüzyıl onun çizgileriyle nitelenir...

Benim ilgimi çekense şu, bu çizgilerin, bu dergilerin müşterisi, muhatabı, tüketicisi kim? Elbette, orta sınıftan okur yazar kadınlar...Erkek gözüyle üretiliyor, sunuluyor filan ama aşk hikayelerinin, genç kadın romantizminin alıcısı erkekler değiller. Buna rağmen Gibson Erkekleri denmiyor mesela...Oysa Gibson, sadece güzel kadınlar değil idealize erkekler, çirkin erkekler de çiziyor, bir ev, bir giyim tasarımı da yapıyor.

Mevziiler Savaşı mı demeli...

Kadın-erkek eşitliğine yönelik giderek kitleselleşen ilk kıvılcımlar veya meşruiyet kazanan ilk popüler çıkarımlar, bence, popüler kültürden, en çok da soap operalardan besleniyor. Modern olmak, yenilikçi olmak, yeniyi ve aktüeli yakalama niyeti, satış motivasyonu, ister istemez gelenekle, geleneksel görüşlerle didişmenizi, eskiyle yeniyi karşılaştırmanızı gerektiriyor. Kadın, gelin olmaya-anne olmaya, sadakatli bir kadın olmaya teşvik edilse de, büyük ödülü evlilik olsa da... o aradaki meydan okuyan kadın, yaşam alanını genişletiyor.

Türk dizilerinin Arap ülkelerinde, Arap kadınlar arasında bu kadar sevilmesinin nedeni de bu... Meydan okuyorlar, dışarı çıkabiliyor, erkeklerle tartışabiliyorlar.

Şunu demek istiyorum, westernlerde kızılderililer yerle yeksan edilirler ama bir kızılderili, bile isteye, o filmleri seyredip, ilk yarısının sonunda televizyonu kapatabilir veya sinemadan çıkabilir. İlk yarıda kazanıyordur çünkü.

Pazar, Mart 10, 2024

E.Balamur


Bir okuma serüvenimi anlatacağım ya da bir kitaptan bir diğerine sürüklenişimi..

Görseldeki kitap, 1970'de çıkmış, hemen değil, 12 Mart'tan sonra toplatılmış, 16 Mart 1973 tarihli Resmi Gazete'ye bakılırsa yazarı/çevirmeni Ethem Balamur tutuklanmış...

Kitabı o yüzden okudum... Sonra yazarın bulabildiğim başka kitaplarını...Çoğunluğu kısacık cep kitapları, yedi sekiz tane okudum... Ergenliğimde bu kadar "seks romanı" okumamış olabilirim.

Ethem veya Etem Balamur hakkında pek bir bilgiye ulaşabilmiş değilim. Diyarbakır nüfusuna kayıtlı 1944 doğumlu Fransızca bildiği anlaşılan biri...Daha çok E.Balamur veya Balamur diye imza atıyor... Otuzdan fazla kitapta ismine rastladım... Erotik romanlar/novellalar tercüme ediyor, kendi de yazıyor... Tarz olarak türden şaşmadığı, yayıncılık yaptığı ve çok satar kitapları olduğu anlaşılıyor... 1970'teki yoğunluğu tutuklanmasından sonra azalıyor... 1977'de yeniden çok kitap çıkartıyor... 12 Eylül sonrasında kayboluyor.

Fransızların erotik/seks romanları dizilerini temel aldığı söylenebilir. Yüksek ihtimalle telifsiz olarak onları çeviriyor ve kendi ismini (veya mahlasını) koyuyor. O sebeple bir edebi üslubu olduğunu söylemek mümkün değil... Örneğin Yuvadaki Yılan (1970) ile kendi yazdığını düşündüğüm Şoförün Metresi (1977) arasında hayli fark var. İkincisinde bir "Orhan Kemal" havası var... İlki, "hardcore" cinsel ilişki hikayesi...

Yetmişli yıllar boyunca faal olarak yayıncılık yapıyor, bilimsellik iddiasıyla cinsellikle ilgili ansiklopedik kitaplar çıkarttığı da oluyor. Erotizmle veya cinsellikle ilgili kitaplar gizli saklı alınıp satıldığı, okunduğu için olmalı yayınevine seçtiği isimse manidar: Tabu...

Romanların dönemi için çok cesur içerikleri var... Ve galiba, bu türden kitaplar, 1970'lerde ve 90'ların ikinci yarısında yayımlanabildi. Kanunlar, uygulayıcılar buna artık izin vermiyor. Bugünse bambaşka bir hayat yaşıyoruz. Bu türden bir erotik edebiyat var da diyemem yok da... Eskisi kadar etkili değiller veya internet üzerinden kendine bir yollar buluyorlar... Gizli saklı sürüyor demek istiyorum...

Erotik veya pornografik yayınlar üzerinden ifade özgürlüğü veya "sanat" tartışması yapmayacağım. Yuvadaki Yılan yayımlandığı dönemde "Müstehcenlikle" ilgili çok sayıda tartışma olmuş, siyasi bir çatışma yaşanmış, Balamur'u ararken literatürü olabildiğince inceledim... Açık konuşmam gerekirse,  bu tartışmalar değil, beni, öyle ya da böyle, bu işin ticaretini yapan insanların hikayeleri  ilgilendiriyor. Esnaflık, uyanıklık, çalışkanlık, meydan okuma, çabuk para kazanma filan hepsi var işin içinde... Bir batıyor bir çıkıyorlar... Düşünün, "çok satarsın" ama kimse seni tanımıyor...12 Mart sıkıyönetimi seni hapse atıyor ama kimse tarafından hatırlanmıyorsun... Entelektüel bir itiraz dahi gösteremiyorsun...

Her neyse, bir masaya oturmuş, delice bir çalışmayla pornografik romanlar yazan ve çeviren biri bana hikaye olarak çok enteresan geliyor. 

Cumartesi, Mart 09, 2024

Marmara Canavarı

Tenten'in Türkiye'de üretilen kopya serüvenleri olduğunu yazmış, örnekler paylaşmıştım. Marmara Canavarı, o kopyaların en çok bilineni. Çünkü, yukarıda kapağını gördüğünüz üzre bizatihi Milliyet gazetesi tarafından okurlarına çizgi roman ilavesi olarak verilmişti. 

Nasıl olur da koskoca gazete suç işler, niye Tenten'in yasal mirasçılarına yok yere tazminat ödeme riskini alır ki... diyebilirsiniz. Kimse bu soruların cevabını, işin aslını bilmiyor. Anlaşılır gibi değil zaten, muhtemelen farkına dahi varmadan, orijinal serüven sanarak yayımlamışlar. Üstelik içerde dizinin Fransız yayıncısını belirten "@casterman 1989" filan gibi telif hakkı ibaresi kullanmışlar.
Bu kopyalar, altmışlı yıllarda üretilmişler, hani diyelim o zamanlar, dünya daha kapalı, kimse kimseden haberdar olamıyor filan, bu ilave, 1989 ya da 90'da çıkmış olmalı, kaç sene geçmiş aradan... Hayret...

Bir itirafta bulunayım, o ilaveyi görmemiş, sonradan duymuş ama ihtimal vermemiştim. Olamazdı. Çünkü Milliyet, çocuk dergisi çıkarttığı dönemde 1972'de Tenten'in yayın haklarını almış, Tenten öncesinde kopya çizgilerle yayımlanırken ilk orijinal çizgi ve renkleriyle yayımlama yoluna gitmişti. E bunu yapan bir yayıncı, tutup kopyasını korsanını, uydurmasını yayımlayacak kadar bönleşemezdi. Ben yanılmışım, bönleşebiliyormuş, bu kopyalar siyah beyazdır, kendilerince renklendirmişler, grafik servisini de çalıştırmışlar...

Nasıl olur faslını geçiyorum, olmuş bir kere diyelim, uydurma hikayemizden bahsedelim. Hikayeye göre Tenten ile Kaptan, Kınalıada'da yaşamaya başlamışlar, balık tutalım filan derken gazetelere düşen bir Marmara Canavarı haberi görüyorlar, Tenten malumunuz acar gazeteci, merak ediyor, araştırıyor, esrar kaçakçılarının polisin dikkatini dağıtmak için uydurduğu bir tezgah olduğunu anlıyor filan... Tenten mizahını tutturmuşlar ama serüven ritmi olmamış seviyesinde...ki okuduğum yerli kopya serüvenler içerisinde en başarılısı olabilir. 

Not 1: Milliyet, o yıllarda, yine gazete kağıdına, küçük boy olarak çizgi roman ilaveleri verirdi. Daha çok Red Kit'i kullandı demek daha doğru, öyle ki dönemin Başbakanı olan Özal, kendisine muhalefet eden Milliyet'i, okumadığını sadece Red Kit ilavesi verdiği günlerde satın aldığını filan söylemişti. Hınzırlık tabii...

Not 2: Bu kopya üretimleri kimin ürettiği hep konuşulur, arada ben de yazdım, Şahap Ayhan isminden söz ediliyor, ben de bir iki kez fikrimi söyledim, ihtimal ama benim için çok güçlü bir ihtimal değildi, diğer yandan bu serüvendeki mizah bir ölçüyse, evet bir Şahap Ayhan havası var diyebilirim. 

Cuma, Mart 08, 2024

Hava güzeldi Tarabya sırtlarında

Paparazzi tarihimizin önemli "hadiselerinden" biri... Türkan Şoray ile Rüçhan Adlı'nın gizli ilişkisi Pazar dergisi tarafından afişe ediliyor. Sene 1965

"Hava güzeldi Tarabya sırtlarında Rüçhan, Türkan ve Pazar objektifinden başka kimsecikler yoktu" diye yazmışlar.. Bu türden teşhir haberlerinde tuhaf bir dil vardır, nasıl desem "lügat parçalanır"... Hafif şehevi, hafif muzafferane, mecazlı, şiirli "döktürülen" ama ne yapılsa vasat kalan bir metin yazılır... galiba diyorum, zaten okunmaz diye düşünülüyor... 

Rüçhan Adlı "Korkma sevgilim, bülbülleri duyuyor musun, hadi yürüyelim" filan diyormuş. Baştan ayağa palavra da... Acaba diyorum hınzırca bir ironi mi yapılıyor...

Altmışlı yılların önemli bir özelliği matbaa teknolojilerinin yenilenmesi... Gazeteler o değişimle bol bol fotoğraf kullanabilir hale geliyor. Fotoğrafçılar, gazetelerin gözbebeği haline geliyor, yeni makineler satın alınıyor, zoom objektiflerle uzaktan fotoğraflar çekiliyor.  Yani paparazzi tarihimiz de altmışlı yıllardan başlar demek gerekiyor. Öncesinde gazetelerde fotoğraflar baskıda çamur gibi çıkıyor, bu kadar uzaktan (çaktırmadan) çekmek hiç mümkün olmuyor filan... 

Bu arada o haberin fotoğraflarından biri arşivimde varmış da haberim yokmuş... Yeşilçam için karıştırırken bulmuştum, şaşırarak... Paylaşayım dedim. 

Perşembe, Mart 07, 2024

Biz veda etmek üzereyiz kedere


Yahya Kemal, bilenler biliyor ama kabaca özetlersek, ömrünü bir otelde geçiriyor, yemeğe düşkün, ünlü bir lokantada daima mükellef bir sofrada "demleniyor", geleni gideni çok, alıştığı bir lüks var, ondan geri kalmıyor. Devletten aldığı maaş, bir bankadan aldığı yardım masraflarına yetmiyor, aralıklarla elçilik görevi veriliyor ama anlatılanlara bakılırsa, meslekten memur olmadığı için görevini layıkıyla yapamıyor, masraflı hayatını gurbet elde misliyle sürdürüyor falan filan...

Bir dönem, Kavaklıdere Şarapları için iki dizelik (bugünün deyişiyle) bir reklam spotu, şiir yazıyor: "Biz veda etmek üzereyiz kederegetir ahbaba bir Kavaklıdere

Yahya Kemal'in hayranı ve dostu olan devlet adamları, para için şiir yazmış olmasına fena halde üzülüyor, madden bir hal çaresi arıyorlar...Tekrar elçi oluyor, yine kısa sürede dönüyor, en sonunda Hürriyet'te hatırı sayılır teliflerle şiirleri yayımlanıyor, bir parça rahat ediyor, ki bu da esasen şaire destek olmak için yapılmış, nazik bir yardım... Yahya Kemal'in hayatı, bu kurtarma kampanyalarıyla geçiyor desek yanlış olmaz... 

Kavaklıdere için yazdığı iki dize, alınan teliften çok sonraki getirisi, yardım dalgalarını tetiklemesi bakımından önemli...  diyeceğim ama ister istemez kaç lira telif aldığını, kıyas yapabilmek adına merak ediyorum. Edebiyatçıların "reklamdan" kazanması pek rastlanan bir şey değil ayrıca. Madden bir değer de belirlenmiş oluyor, dönemin yıldızını ikna edecek, herkese verilmeyecek bir meblağ harcanmış oluyor... Kaç lira acaba? 

Magazinin seyir defteri, yıldız tarihi hattıhutturbilmemkaç, ışınla beni Sikati...benim Kaptan Kirk...

Küçük bir not: Bedii Faik, anılarında Yahya Kemal'in kaldığı otele ve demlendiği lokantaya dahi para vermediğini iddia ediyor, doğru mu bilmem, hemen her meselede manşet arayan bir gazeteci, abartmış olabilir. 

Çarşamba, Mart 06, 2024

Holivut

Çizgi: Berat Pekmezci 
 

Şimdiki zaman halleri

1985'ten beri yazdıklarım bir yerlerde yayımlanıyor. Çeyrek yüzyıldır da kesintisiz olarak bir telif gelirim var, yazarak hayatımı kazanıyorum. İlk öğrendiğim şeylerden birisi, beni beğenen kadar beğenmeyenlerin de olacağıydı.

Bir şey yazıyorsanız, yaptığınız işi beğenmeyenler mutlaka olacaktır. Eleştirme hakları vardır. Üstelik beğeni görecelidir, zamana, kişilere, beklentilere göre değişir.

Laf edenlere asabiyet göstermenin, defans yapmanın, kahırlanmanın pek anlamı yok. Hele ki sosyal medyanın hepimizi bu denli  belirlediği bir çağda... İçindeyiz, faili ve mağduruyuz, sosyal medyanın, insanları ilgi çekmeye teşvik eden bir çekim gücü var ve bu öyle güç ki, her birimizi "bağırmaya" zorlayabiliyor. Her gün yüzlerce örneğini görebiliyoruz. 

Sanat eleştirisi, siyaset çekişmesi, itiraz tiryakiliği, ergen kahkahası, tahkir ve tezyif, haset ve münafıklık, hiciv ile övgü içiçe geçti, başkalaştı, meşrulaştı, mümkün ve herkese normal gelir oldu. Romantize ederek ahlaki bir töz aradığım sanılmasın...Tabii ki arayanlar olacak, itiş kakış işin özünde var... Üzülebilir, bunalabiliriz ama ne yapsak boş, manzara bu mu? Evet bu. 

Mesele sadece beğenmeme hakkı değil, iyi biliyoruz ki daha fazlası...Zamanın ruhu ve öfkesi var işin içinde. Deşifre etmek için yaşamak diye bir şey de var artık. 

Eskiden gazeteciler, ve o tartışmadan profesyonel olarak faydalanan insanlar, örneğin siyasetçiler yapardı bunu, açık ararlardı, hasım olanlar hatiplikle retorikle birbirlerini "dövmeye" çalışırlardı...Siyaset, medyatik bir gösteriye, sosyal medya siyasetin ve faillerinin milyonlarca mikro replikalarına dönüştüğünden...beri bu da "miri mal" oldu diyelim. 

Ben mesela şunu hiç anlamıyorum, insanlar sevmediği birilerinin internet hesaplarını takip ediyorlar. "O sağcıyı, o solcuyu, o yeteneksizi, o sefili, o kötü yazarı, o yalakayı, o boş tencereyi niye iz-ler-sin? Hata yapmasını, açık vermesini niye bek-ler-sin? Niye buna bu kadar zaman har-car-sın?"... demenin, bir cevap aramanın tek bir faydası yok. 

Yapıyorlar. Terapist edasıyla, mesleki deformasyonla bir klişe kullanalım, "iyi geliyorsa yapsınlar", "olabilir", "mümkün"... Çünkü çook mutsuzuz..birilerinden hıncımızı almamız gerekiyor.

Başa döneyim, yazıda kullandığım görsel, twitter hesabımın sabit şeysi... Yakın bir arkadaşım, yazdığımı eleştirerek "farkındasın değil mi, kibir bu" dedi, ben cevap vermeyip gülümseyince daha da uzattı. 

Kendimce bir ilkem bu, yaptığım işlerle ilgili sosyal medyada kimseye cevap vermedim, vermeyeceğim... İşe güce bakmaktan yanayım. Doğrusu bu demiyorum, bana uygun olan bir cevap bu... Yakın zamanlarda bir iki şey oldu, hiç görmediğim meseleleri bana duyuranlar,  bana yetiştirenler, sana şöyle dedi diyenler oldu, bana söylemeseniz de olurdu dedim onlara, bilmiyordum, rahattım, bilmemeyi tercih ediyorum...

Gidip çalışayım. 

Salı, Mart 05, 2024

Hayata dair öğrendiklerim

Bekir Ağırdır'ın bir yazısında rastladım, yapılmış bir araştırmaya dayanarak bir tahlilde bulunuyordu, meğer gençlerimizin yüzde yetmişi "hayata dair öğrendiklerinin kaynağı" olarak ailelerini gösteriyormuş. Algıda seçicilik, bu öğrenme meselesi beni oldum olası "hoplatır".

Her insan, altı yedi yaşından itibaren evinden ayrılıp okullara gider, öğretmenler, arkadaşlar ve kitaplarla karşılaşır. Saçma sınavlara, lüzumsuz rekabetlere girer, ödül ve ceza ile sınanır. Spor yapar, yenilir, kazanır vs. Televizyon, sinema, tiyatro ve edebiyat... tam tekmil popüler kültürün parçası olur, şarkılarla karşılaşır, aşık olur, güzel ya da yakışıklı olmadığını fark eder, ailesinin biricik evladı olmadığını öğrenir veya... Ergenlik nasıl zordur, nasıl...Sonra işe girersin, mesailer, amirler, memurlar... Of of ne çok şeyi içinize atarsınız. Durun daha interneti sayacaktım.

Ne öğrendiysem ailemden öğrendim mi... E peki

İnsan nasıl öğrenir, öğretmenlerinize rağmen de öğrenirsiniz, benim bir tane bile iyi bir edebiyat öğretmenim olmadı, onlara kalsaydım, roman okumazdım, okumak istemezdim. Veya ailem, yazı çizi işleriyle uğraşmamı hiç istemedi, şiddetle karşı çıktılar, demek istediğim direnerek de öğrenirsiniz, inat edersiniz... 

Ağırdır, muhafazakarlık göstergesi olarak yorumlamış o yüzde 70 oranını...

Ben biraz farklı düşünüyor ve inanarak değil poz yaparak böyle söylendiğini düşünüyorum, aksini düşünmek insanlara ayıp ve itibarsız geliyor, köksüz ve dejenere...O cevaba sığınıyorlar. Oysa insana bir şeyler öğreten veya öğrendiğini unutturan o kadar çok aktör ve mecra var ki... 

Neden internetten ve sosyal medyadan çok şikayet ediliyor, kontrol ebeveynlerin ve kendini onların ebeveyni sayan devletin-hükümetin kontrolünde olmadığı için...

Pazartesi, Mart 04, 2024

Sahte Hayatlar

Bir dönem, onlar da tarih oldu ama YeniYüzyıl ve Radikal gibi gazetelerin öncülü olan Söz diye bir gazete çıkmıştı, çok da sürmedi, biraz dergi gibiydi, 1987'de çıktı ve kapandı... O yaşta çok ilgimi çekmişti, farklı bir şeyler söylemeye çalışıyordu, benim solculuğumdan ne olacak, öğretmen çocuğu değilim, memur çocuğu değilim, ne Kürdüm ne Alevi... Kendimce arıyorum, aklıma yattıkça, yaşadığım hayata uydukça ilerliyorum... Bugün geriye dönüp baktığımda, Söz nasıl bir gazeteydi diye düşününce diyelim, Sokak dergisini hatırlattı bana ve nedense aklımda Murathan Mungan kalmış, orada yazıyordu, ilk kez orada okumuştum filan...

Yukarıdaki çizgi roman görseli, Söz'de çıkan bir çalışmadan... Yalçın Didman çizmiş, yazansa bir mahlas olmalı... Gül Kaptan diye geçiyor... Kim bilmiyorum. Kaptan malumunuz Attila İlhan'ın lakabı, o da Söz de yazıyordu, acaba dedim ama sanmıyorum, pek gönül indirmezdi çizgi romana... Duygu Asena olabilir mi ki? 

Sahte Hayatlar ismi ise Faruk Geç'in ünlü soap opera çizgi roman dizisinden bir ters köşe olabilir, "Gerçek Hayat Hikayeleri" derdi yaptıklarına, çok da taklit edilirdi, o yılların yüksek telifli, değer atfedilen işlerindendi... Söz de benzer bir niyetle düşünmüş olmalı böyle bir çizgi romanı. Tamamını bilmiyorum ama Sahte Hayatlar gördüğüm kadarıyla, gazetenin ruhuna uygun bir biçimde erkeklik eleştirisi yapıyor... 

Yarım kalmış ve unutulmuş çizgi romanlarımızdan...

Pazar, Mart 03, 2024

Çok Gençtim, Kazanacağımı Sanıyordum


15 yaşımdayken sinema dergileri ve kitapları okumaya, satın almaya başladım. The Wall filmini de oralardan keşfettim, sonra Stüdyo İmge’den Pink Floyd kitabı çıktı, dil bilmiyorum, şarkı sözlerinin çevirileri var, okuyorum, dinliyorum. Şiirle pek ilgim olmadı, yani yazmaya çalışmadım, aklımda hayalimde yazmakla (en çok da senaristlikle) ilgili bir şeyler vardı ama şairlik o fasılda hiç kendine yer bulmadı, “aramadı” bile…

Bugün, geriye dönüp bakıyorum da, şiire az buçuk yaklaştıysam,  “senfonik rock” derdik, hah, işte o türden şarkıların sözlerini anlamaya çalıştığım yıllarda oldu. O şarkı sözlerini taklit eden şeyler yazdım. Aşağıdaki metni o yıllarda (1986) yazmışım, adına Trip demişim… Çeviri kokuyor… Yaşlanmayı mı istemişim, yaşlı bir adamı mı anlatmışım, bilemedim… Gençliğime, kurtulma gayretime  selam veresim geldi, o sebeple paylaşıyorum. 

Trip
Hiç bir yolculuk, insanın evine dönmesi kadar güzel değil... Uzayıp giden yollar, asfaltın kokusu, gürültü... Vız vızzz... Trafikten nefret ediyorum, büyük şehirlerden, hiç bitmeyen kırmızı ışıklardan, paralı yollardan, delirmiş sürücülerden, araba hastalarından...

Evimden çıkmak istemiyorum.

Kırmızı pozları, sürat tutkusunu, arabalarla ilgili erotik palavraları istemiyorum... Bazen uzun uzun seyredersin, harcarsın zamanını yağmuru seyretmek için... Bak o güzeldir işte...

Dünü hatırlarsın, çayırın ortasında ufku seyretmeyi...

Çok gençsindir, kazanacağını sanırsın... Sonra araba seni sarsar, ayılırsın, anlarsın, bugünü yaşıyorsundur… Yine bir yolculuğa çıkman gerektiğini bilirsin... Vız vızz... [1986]

Evimden çıkmak istemiyorum
Kırmızı pozları, sürat tutkusunu, arabalarla ilgili erotik palavraları istemiyorum...


Dünü hatırlarsın, çayırın ortasında ufku seyretmeyi...


Cumartesi, Mart 02, 2024

Oturak Alemleri

İlhan Fahri Demir imzalı Konya Oturak Alemleri (1959) diye bir romana rastladım, ellili yıllarda tütüncü dükkanlarında satılan ucuz, hafif erotik, kolay okunan kitaplardan biri gibi duruyordu ama Orhan Kemal'in mahlasla (takma isimle) yazdığı iddia ediliyordu, merak ettim, aldım. 

Şöyle bir karıştırınca,  dil itibarıyla sahiden o yazmış olabilirmiş gibi geldi, ne ki arka kapakta Orhan Kemal'in aynı yayınevinden çıkan Gavurun Kızı romanının reklamı vardı mesela... Yani gazetelerde çıkmış, sonradan kitaplaşmış bir başka eserinde imzası varken, Orhan Kemal, Konya Oturak Alemleri'ne asıl ismini bilerek koymamıştı, yakıştırılıyor da olabilirdi. Yine içeride İlhan F.Demir'in Kara Haber diye başka bir romanının ilanı vardı. Yani yazmışsa bile, o kitaplara ismini koymamayı tercih etmişti. 

Orhan Kemal gibi çok yazan, yazmak zorunda olan, telifle geçinen yazarlar, tefrikalarını (ayrıca para kazanmak için) mutlaka kitaplaştırır veya yayını üzerinden bir süre geçince (unutulunca veya) tekrar ele alır, ismini değiştirir, yeniden (tefrika ederek) kullanırlar. Okursam fark edebilirim gibi geldi, çünkü benim bildiğim Orhan Kemal'in böyle bir romanı yoktu.

Eh, dünya kadar iyi okur, ehlivukuf ve işleri bu olan akademisyen var, benden çok daha önce fark etmiş olabilirlerdi ama ben, bir romanı ya da filmi, okumadan ve seyretmeden hakkında bir şey okumamaya çalışanlardanım, hoşuma gitmiyor diyelim, hiç sağa sola bakınmadım... 

Neyse, sıraya koymuştum, yakınlarda okuyabildim. Evet, Orhan Kemal yazmıştı ama o kadar da iyi bir metni değildi, yaşarken bizatihi yazarı tarafından önemsememesinin nedenini anlamış oldum. Diğer yandan yerli pulp metinlerin gariplikleri olur, örneğin oturak alemi gibi bir underground ve erotik çağrışımlı bir şeyi anlatırken hem kolaylıkla bayağılaşırlar hem de öğretmen misali ahlakçılığa soyunurlar. Romanın hakkını teslim edelim, hem böyle körlüğü yok, bir hikaye anlatmaya ve anlamaya çalışmış, hem de merak uyandırmayı bilen birisi tarafından yazıldığı anlaşılan bir akışkanlığa sahip. 

Okuduktan sonra gugılladım, meğerse bir on beş yıl önce keşfedilmiş (hatırlanmış) ve Oyuncu Kadın (2008) adıyla öykü olarak yayımlanmış-kitaplaşmış. Hatta Orhan Kemal romanı yazmadan evvel "Oturak Alemleri" hakkında bilen biriyle konuşmuş,  anlatan kişi, Orhan Kemal solcu ya, ondan Konya'ya, dine, mukaddesata saldırmama sözü de almış, neler neler... Roman önce Son Saat'te (Gündüz adıyla çıktığı bir dönemde) tefrika edilmiş, gazete sansasyon arayan, tefrikalara, skandallara, manşetlere, facialara meftun bir yayındı diye not düşeyim. 

Roman (ya da novella) Kurtuluş Savaşı sırasında geçiyor, hikayenin kahramanı olan Nazmiye'nin abisi gizlice Millicilerle çalışan bir memur... Genel olarak anlatılanlar, Orhan Kemal'in pek çok romanında kullandığı, kendi geliştirdiği ve maharetle anlattığı klişelere dayanıyor. Yine dışarıyı merak eden, evden çıkmak isteyen genç bir kadınla açılıyoruz, oturak alemine seyirci olarak katılıyor, genç kadını teşvik eden, o hayatı normalleştiren hempalar var etrafında... Orada birini beğeniyor, bir başkası da onu beğeniyor, aşk ve kıskançlık üçgeni böylece kuruluyor. Sonrası tipik bir melodram, ölenler, kötü yola düşenler, kavuşmalar filan... Hızlı anlatılmış bölümlere sahip, hele sonlarda tefrikayı bir an evvel bitirmek istemiş galiba, son satırlarda ölüveriyor Nazmiye...tam da abisi onu kurtarmışken...

Tecavüze uğradığı için mi, yoksa tecavüze uğradığı için oturak alemlerinde dans etmek zorunda kaldığı için mi ölüyor bilemiyorum. O yılların romancılarının sansürle, piyasayla, kendi çevreleriyle olan ilişkileri, onları böyle bir son tasarlamaya "zorluyor", ben öyle anlıyorum. Tecavüze uğrayan her bakımdan "ölüyor", ölmeli diye düşünülüyor... 

Kitabın kapağını çok bilmediğim birisi, Muzaffer Kekem (?) çizmiş, ilginç olan kitabın içine iki kitap sayfası büyüklüğünde siyah beyaz bir poster daha iliştirilmiş, o çizgilerde imza yok ama aynı çizer çizmiş gibi görünüyor. 

Not 1: İlhan F.Demir imzalı İki Damla Gözyaşı isimli (Ekicigil, 1958) imzalı bir kitap daha varmış, Orhan Kemal'ın ölümünden sonra külliyatına dahil edilmiş ve ilk kez 1976'da (Serseri Milyoner ile birarada) kitaplaştırılmış, yani Oturak Alemleri çok daha önce hatırlanıp yayımlanabilirmiş. 

Not2: Anlaşılan o ki yukarıda ilanından söz ettiğim Kara Haber kitaplaşmamış.