Çarşamba, Mayıs 31, 2023

Umut

Türkiye'de akademisyenler kırk yaşından sonra ünlü olmaya başlıyorlar, medyatik bir şöhretten söz ediyorum, memleket vasatının üzerindeki birikim ve özgüvenleri, onları iyi-kötü bir yere getiriyor. Eğer yüzleri sıcak ve hazır cevaplarsa, yeknesak değillerse, hafif esprili hatiplikleri varsa oralarda daha uzun süre kalabiliyorlar. 

Yakın dönemde öne çıkan akademisyenlerden birinin tivitini gördüm, popüler olduğu için biteviye karşıma çıkıyor çünkü...Tivitleriyle seçim sonrasını "açıklayarak" birilerinin salaklığını teşhir ediyor, kasavetli bir bıkkınlıkla hararet yapıyor diyelim...

Yazdığı ilk cümleye takılıp kaldım, "Türkiye'de seçmeni 'umut' yönetiyor" demiş, oradan almış, hafif nevropatça hafif pataküte döverek ilerlemiş. 

Seçmeni, sadece Türkiye'de değil dünyanın her yerinde umut yönlendirir, insanlar, gelecekle-geleceğiyle ilgili bir tercihte bulunurken bir beklenti içindedirler, bir şeyi korumak ve değiştirmekle ilgili ümit eder, hayal kurar ve oy verirler. 

Fransız seçmeni de umut eder, Güney Afrikalı da... Oy verirken umut etmeyen seçmen yoktur. Umut, dünyanın her yerinde seçimin ana eksenidir. Seçimlerdeki partiler hayal ettirmeye, inandırmaya çalışır,  aralarındaki genel tartışma hattı, tarafların birbirini yetersizlikle suçlamasıyla gelişir, hayalcilik, umut tacirliği, yalancılık en çok duyulan şeylerdir. 

Seçmeni umut yönetir derse doğru derdim ama Türkiye'de seçmeni umut yönetiyor denirse, bu akademik bir yorum olmaz, olsa olsa en iyi tabirle aktüeli kovalayan gazetecilik, kaba tabirle medyatik bir şovmenlik olur... 

Salı, Mayıs 30, 2023

Bambaşka bi Türkiye

Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Tanpınar veya Dostoyevski kitaplarının genel olarak satışları yüksektir, ilkgençliğimden bu yana biraz da bu yazarlarla ilgili şöyle bir argümanla karşılaşırım, denir ki, "İnsanlar, bu yazarları/kitapları satın alıyor ama okumuyorlar"... 

Efendim işte düşünsenize yüzbin kişi Tutunamayanlar'ı, Kara Kitap'ı, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü, Suç ve Ceza'yı sahiden ve ayrı ayrı okusa neler neler olurdu, bambaşka bir Türkiye'de yaşıyor olurduk falan filan... 

El artırayım, yüz bin değil bir milyon kişi okusa değişmezdi, o insanlar sadece o kitapları okumuş olurlardı, Türkiye yine aynı ülke olurdu, ders kitabı olsalar değişmezdi.

Bu romantik iddiayı kim(ler) yapıyor peki, tabii ki bu kitapları okuyanlar... Narsistik bir şişinmeyle kendilerini ve kitapları okurken gösterdikleri emeği abartıyorlar. İnsanlar, kendileri dışında herkesi "eksik" buldukları, bütün eğitim sistemimiz eksikliğin telafisi (öğreten olup cahilleri yetiştireceğiz fikri) üzerine kurulu olduğu için bu tür iddialar okur yazarların gururunu okşuyor, başka türlü bir hayat bilmedikleri için de aşkla benimsiyor, en azından saçma bulup eleştirmiyorlar. 

Pazartesi, Mayıs 29, 2023

Hayat, sıkıntıyla başlar

Bir söz duymuştum, "Yanazlık olmayınca yarenlik olmaz" diye. İlk duyduğumda anlamamış, meraklanmıştım, bana bu sözü söyleyen Marangoz da "yanaz" ne demek bilmiyordu.  Babasının nasıl ve ne zamanlar söylediğini anlattı ama bildikleri ve bilir gibi konuştukları beni kesmedi.

Meğer, yanaz, aksilik demekmiş. 

O gün hoşuma gitmişti, halen de severim, arkadaşlığın nasıl başladığını, nasıl korunduğunu, nasıl büyüdüğünü anlatan bir çıkarımı var çünkü. Bu türden sözlere mutlak doğru denemez ama doğruluk payı içerdiklerini biliriz. Herkes kendi deneyimlerinden yola çıkarak o doğruluk payını tartışıyor zaten.

Ben, hayatın sıkıntıyla başladığına inananlardanım. Zorlandığımız yerde, sıkıntıyla yüzleştiğimizde "büyüyoruz" ve hayata başka türlü bakar oluyoruz. Ondan önce ne varsa, tek tek düşününce hepsi neşeli ve güzel olan şeyler. Eğleniyoruz, özgürce geziyoruz, cebimize harçlık, elimize reçelli-salçalı ekmek veriliyor. Ne yük taşıyoruz ne aş için gayme peşine düşüyoruz... 

Sözlükte "çocukluk" diye geçiyor.

Yanlış anlaşılmasın, acıların insanları olgunlaştırdığını filan söylemiyorum. Olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemiyorum veya. Sıkıntı dediğimiz şey de sipariş edilecek ya da almıyorum denecek bir şey değil. Sınav nasıl varsa, maç nasıl varsa... aşk, devrim, isyan nasıl varsa sıkıntı da var.

Sıkıntı, bana sorarsanız, hayatın ta kendisi... Daha az sıkıntı çekmek için çalışıyoruz belki de... Sadece o da değil, madden ve ruhen ihtiyacımız var sıkıntıya... Küçük ve büyük sıkıntılar var. Farkına varılmayan ya da büyütülen sıkıntılar da...

Pazar, Mayıs 28, 2023

Cumartesi, Mayıs 27, 2023

Akbaba Kapakları Arşivi


Akbaba mizah dergisiyle ilgili 1929-1977 tarihleri arasında belirli bir konuda dergi kapaklarına ihtiyaç duyulursa bana yazabilirsiniz... 

Yorum bölümüne e-posta adresinizi ve aradığınız ilgili malzemeyi belirtirseniz, size yine e-posta yoluyla ulaştırabilirim.

Talep sahiplerinin adresleri yazılı olacağı için, mahremiyet ilkesine uyarak konuyla ilgili yorumların yayınlanmayacağını da hatırlatayım.

Bu duyuru ve paylaşım ticari bir beklentiyle yapılmamaktadır.

Özel not: Bu duyuruyu 2008 yılında yapmıştım, şimdi yineliyorum, o sebeple, yazılan yorumları ve açıklamaları okumanızı rica edeceğim.

Kimi dergilerle hallerim

Bir yıla yaklaştı, takip edenler olabilir, yer sorunum var, işten güçten fırsat buldukça kütüphanemi derliyor, topluyor, ayırıyor, tasfiyeler yapıyorum. Sahaflara veriyorum, eşe dosta hediye ediyorum filan… Kullanmadığım kitapları seneler önce kutulara koyup kaldırmıştım, artık o kutuları da açıyorum, bir tanesi, anlatmasam olmayacak, memleketin ne denli değiştiğini göstermesi bakımından ilginç oldu...

Aşağıdaki fotoğraftaki kutuda kırk elli yıllık erotik erkek dergileri var, çizgi romanla ilgili biri olduğum için, o dergilerde mutlaka dört ile altı sayfalık işler yayımlanırdı, o sebep ileride yazarım filan diye ayırmışım-tutmuşum. Yakınlarda hepsinin taramasını yaptım, görsellerini aldım, kaydını yazdım. E elden çıkarayım diyorum, sahaflar almıyorlar. Cidden böyle, satamıyorlarmış. Ankara’da bu dergileri satın alacak sahafı henüz bulamadım.

Bu tür dergiler, aşağı yukarı doksanlı yılların ortasından beri yoklar, davalar, toplatmalar, cezalar nedeniyle çıkamıyorlar, e yani nadir-az bulunan yayınlar oldular, ne ki istenmiyorlar

Evet eskiden, değil erkek dergisi ya da çizgi roman, roman bile satmayan sahaflar hatırlıyorum, ucuz ve bayağı bulur satmazlardı, bu öyle değil, dergileri istemiyor, NadirKitap’ta ilana bile çıkamayacaklarını söylüyorlar, el altından satmak zorunda kalırlarmış filan… Tabii ki tercih, almayabilirler… Ama hepsinin ağız birliği etmişçesine istememesi trajik geliyor bana… Talep yok denmiyor mesela…Uzak durmak, mahcubiyet duymak, yanlış tanınmak, öyle hatırlanmamak, bu dergilerden kazanılacak parayı hayırsız kazanç saymak filan hepsi var içinde…

Yanlış anlaşılmasın, sahafları filan eleştirmiyorum, bir ruh halinden söz ediyorum, herkesi etkileyen zamanın ruhundan… arada konuşuyoruz ya, eskiden memleket kamusallığını seküler milliyetçiler belirlerdi, şimdi dindar milliyetçiler belirliyor, bu da onun bir sonucu…

Cuma, Mayıs 26, 2023

Unutulmaya mahkum


1955 yılında Tef dergisini çıkartan kadro bir de kitap yayımlamış, şu yüzden önemli. Muhtemelen Ferruh Doğan'ın yazdığı önsöz, memleket karikatürüyle ilgili öncü bir metin. Polemikçi, iddiacı, kestirip atıcı genç bir metin... Bir karikatür tanımı yapıyor, eski kuşakla aralarındaki farkı belirginleştirmeye çalışıyor... Öyle ki, karikatürcülerimiz, yıllar yıllar boyunca bu metnin üstüne koyamıyor ... Dernek bile buradan çıkıyor hatta...

Bana ilginç gelen bir tarafı var, o yıllarda halihazırda çalışan (kendilerine göre iki yaşlı) çizeri fena küçümsüyorlar... Orhan Ural ve Necmi Rıza, onların genç ve iştahlı öfkelerinden nasiplerini alıyorlar. Ural 1913, Ayça ise 1914 doğumlu... kırklı yaşlarının başında iki çizer, o yıllarda yirmili yaşlarında olan genç bir kuşağın hedefi halindeler...


Birine anatomi bilmiyor, diğerine kopyacı demişler... Diyebilirler elbette... Kamuya açık iş üreten herkes eleştirilebilir... Onca yıl sonra, benim merak ettiğim, niye sadece o ikisi... Veya, bu iki isim, bir tarzı temsil ettilerse, bu tarz onlarla başlayıp onlarla bitmedi ki... Hele kopya bahsi, bambaşka bir derya deniz mesele... Ramiz'in de Cemal Nadir'in de birebir kopyaları var mesela... Veya, bir hedef olacaksa neden Yusuf Ziya Ortaç değil de o ikisi... veya niye Necmi Rıza... O tarzı ödediği telifle var eden kim ki? Gazetenin ve derginin patronu...

Unutulmaya mahkum denmiş... Pek de öyle olmadı.

Perşembe, Mayıs 25, 2023

Hariçten gazel

Fotoğraf, yetmişli yıllardan gibi duruyor, muhtemelen bir pavyondan çekilmiş, mekanın taşralılara ve şehre yeni gelmiş göçmenlere hitap ettiği anlaşılıyor. Alt kat, bodrum gibi duruyor, havasız, dumanlı, insicamsız ama bir o kadar da kuytu olması nedeniyle ehveni şer...

Arkada küçük bir levhayla müşterileri medeniyete çağıran, bir uyarı yapılmış: "Hariçten şarkı söylemek, sahneye çıkmak yasaktır" o kadar, O tempora, O mores!

Beyabiyle  ona eşlik eden "kombinezonlu" abla fidayda oynar gibiler, Ankara ağzıyla söylersem şıkıdıma kalkmışlar, sazı sözü duyunca duramamışlar... Elele tutuşmaları, geçici bir an bile olsa güzel durmuş...Beyabinin Neşet Ertaş'ı andırmasıysa hoş bir tesadüf...

Ben ergenken, İsmetpaşa'da hayatımda bir benzerini bir kere daha göremeyeceğim çirkinlikte içkili lokantalar vardı, kadın garsonlar çalışırdı, kokoroz derlerdi, tavukla horozla alakalı bir şey sanırdım, saçma çıkarımlar yaptım epey zaman, meğer kadınların yaşlılığına dair bir aşağılamaymış... Kadınlar masalara içki servisi yaparken kahkahayla karışık bir gürültü çıkarırlardı, galiba işin raconu böyleydi... 

Ablanın, beyabinin elinde tutup fidaydaya kaldırması, o lokantaları hatırlatsa da, garip bir his geldi oturdu göğsüme, neşe ve mutluluk aranıyor işte, e anca taştan çıkıyor... İyi ki fidayda var beyabi...

Çarşamba, Mayıs 24, 2023

Biz birbirimize benzeriz

Kapağı ilk gördüğümde dikkat etmediğimden olabilir (Perde, 1961), Türkan Şoray sanmıştım. Halbuki, fotoğraf,  Yeşilçam'ın en enteresan üç beş kadın oyuncusundan  biri olan Leyla Sayar'a ait.

Benzerlik, ister istemez bana şunu düşündürdü, bir oyuncunun bir başkasını andırması, hiç olmayacak şey değil, sahiden fiziken benzeyebilirler, saç kesimi, giyim kuşam, hatta fotoğraf çekimi bu benzerliği pekiştirebilir. 

Diğer yandan tarihsel olarak not düşeyim, o dönem, biri birine benzetiliyorsa veya benzetilmişse, Şoray, Leyla Sayar'a benzetilmiştir, o yıllarda Sayar daha ünlü çünkü...

Sinemanın tasarım ve pazarlama kısmını kolay unutuyoruz, kendimizi müşteri-tüketici olarak görmek istemediğimizden olabilir... Yapımcılar, tutmuş işlere bakarak, seyirci bunu sevdi-beğendi-istiyor diyerek kızla oğlanı üst üste oynatır, tutmuş ikiliyi yineler,  benzerlerini ararlardı, halen kimseye tuhaf gelmez bu durum. 

Sayar ile Şoray'ın benzemesinin sebebi, ikilinin birbirine benzemesi-andırması değil, tasarımın doğal bir sonucu demek istiyorum...

Pazartesi, Mayıs 22, 2023

Genjlik

Bir arkadaşım  "insan kaç yıl genç kalabiliyor?"diye sormuştu seneler önce, konuşmuştuk, insanın erken büyümek zorunda kalmasından, ailenin-toplumun-öğretmenlerin dayatmalarından, sınavlardan, rekabetten, yenilgilerden filan söz etmiştik. 

Bir insan bütünüyle özgür ve meydan okuyarak, sürüye katılmadan bir ya da iki yıl, o da aralıklarla toplayarak, ancak o kadar genç kalabiliyor gibi gelmişti bize. Ancak o kadar diye kestirip atmıştık... 

Abartmış mıydık acaba, ya da bugün çok bile söylemişiz mi demeliyiz, sahiden bilemiyorum...

Mesele, bu kadar çok insanın gençlik pozu yapmasından çıkmıştı, kaçan gençliği kovalamasından, gençleşmeye çalışmasından, bu kadar çok gencin ihtiyarlar gibi düşünmesinden filan...

İçinde yaşadığımız hayatın gerginliği nedeniyle insan şunu düşünmeden edemiyor, bizim gibi ülkelerde insanlar kaç yıl genç kalabiliyor, kaç yıl çocuk kalabiliyor?

Pazar, Mayıs 21, 2023

Fotoromanzi

Faruk Geç'in Günah isimli gazete tefrikasını okudum, birisi günbegün gazeteden kesip istiflemiş, nereden elime geçmiş hatırlamıyorum. Geç, uzun seneler, Hürriyet gazetesi için İtalyan fotoromanlarını birebir çizgiye uyarlayan çalışmalar üretti, kopyalaması isteniyordu, kopyaladı diyelim. 

Akıllı, maharetli, algısı açık bir çizgi romancıydı, dil biliyordu, yurt dışına çıkıp doğru tecrübelerle döndü. Üslubunu değiştirerek yerli hikayeler anlatmaya başladı, yaptığını da "Gerçek Hayat Hikâyeleri" olarak adlandırdı. 

Günah, 1980'de yayımlanmış, nitelik olarak Geç'in çizgisi zaten memleket ortalamasının üzerindeydi, dönemi için yeni ve moderni temsil ediyordu... Ne ki, okuyunca anladım, hikayesi epeyce karışıkmış... Taşra'da başlıyor, İstanbullu zengin bir ailenin oğlu, taşralı ailenin güzel kızıyla evlenmek istiyor, kız yanaşmıyor, İstanbul'a, halasının yanına üniversite okumak üzere gitmek istiyor filan... Beyfendi, fikri takibini, genç kadına yönelik ısrarını sürdürüyor, nihayet başarıyor...Sonra içkiye düşüyor, karısını yeni işe aldığı sekreteriyle aldatmaya başlıyor, kadının da etrafında birileri var ama "temiz" tarafta kalıyor, ne ki günaha girdiğini ve kocasını aldattığını düşünen ailesi adına erkek kardeşi onu öldürüyor ve hikaye bitiyor. 

Genç kadının ailesi baştan itibaren o denli sert , arkaik veya "bağnaz" çizilmediği için hikaye önemli ölçüde havada kalıyor, kızlarını okumaya gönderiyorlar örneğin... Veya sekreterin, sonradan ortaya çıkan gizemli sevgilisi filan  o kısım unutulmuş vs...Faruk Geç, evliliğin yıkılmasını istemiş, bir ya da iki karakter hariç kimsenin iyi olmaması ilginç duruyor, insanlara güvenmediğini hissettirmiş bize. 

Şunu anlamıyor değilim, soap opera için evlilik, finalde olursa mutluluk vericidir, hikayenin başında olursa, o denli güçlü değildir, o evlilik bozulmalıdır, bir denge olarak ilgi çekici değildir... hele zoraki evlilikse mutlaka aldatmayla biter... İçki için de benzer bir yorum yapılabilir, içki bir zaafiyettir ve mutlaka felaketle sonuçlanır...

Genç bir akademisyenken  özellikle kadın seyircinin tepkileriyle ilgili epey soap opera araştırması okumuştum, ilk olarak seyircinin "mantıksız" gelen pek çok unsurla ilgilenmediğini anlıyorsunuz, aksiyon filmlerinde kahramanın bir türlü ölmemesi gibi bir şey bu, ikincisi, kavuşma ihtimali ve ayrılma endişesi, hikayenin gerçekçiliğinden daha fazla önemseniyor.

Cumartesi, Mayıs 20, 2023

Çizgilere Derkenar 28

Seçim atmosferindeyken fark ettim, İtalya'da yeni çıktı, Manara, Umberto Eco'nun çok sevdiğim (yine okuyabilirim diyebileceğim) Gülün Adı romanını çizgi romana uyarlamış, bizde çıkar diye umuyorum. Kapakta dikkat çekici olan Marlon'un varlığı, gülümsedim...

Bedri Koraman'in bir gece kulübü için yaptığı çizim... Fotoğraf kabı olarak kullanılmış... Yetmişli yılların başı gibi duruyor...
Uykusuz, geçtiğimiz ocak ayında yayınına son verdi, ülke gündemi o kadar yoğundu ki, konuşulamadı bile...  Deprem oldu ve gündemden çıkıverdi, başka bir zaman olsa, uzun uzadıya ve üzüntüyle, hayıflanarak, kahırlanarak tartışılırdı. İhtimal, ben de ayrıntılı bir şeyler yazardım, yapamadım. 

Oky'nin çizerlikteki ilk günleri, Alfa Yayınları'nın Keloğlan dergisinin arkasında rastladım... Seksenli yıllarda, sayıca çok çizgici vardı, madden ciddi getirisi olan bir mesleğe dönüşmüştü, mizah dergileri varılması gereken en önemli mecra (ve merkez) olsa da, pek çok genç, çeperde türlü türlü işler yapıyordu,  fotoğrafınızı gönderin çizelim de bunlardan biriydi, okuru dergiye bağlamaya yarayan bir sayfa ve köşe olarak görülüyordu galiba...

Cuma, Mayıs 19, 2023

Durumlar (3)

Herkesin yaşanmışlığı, kalbine, geçmişine, arkadaşlarına, inandığı ya da inanmaktan vazgeçtiği şeylere göre doğruları var. Birbirine zarar vermedikten sonra isteyen istediği şeye inanır, savunur, önemser ya da ciddiye almaz. Benim için doğru ve önemli olan bir şeyi, herkesin “doğru” ve “önemli” saymasını bekleyemem, beklememem gerekir. 

Hep söylüyorum, hayat bu kadar çok “doğru” olduğu için “güzel” ve yine bu kadar çok doğru için de “zor”… Çünkü insanlar, kendileri için önemli ve doğru olanın, herkes için önemli ve doğru olmasını istiyor, birbirlerine zulmediyorlar.

Asıl büyük sorun birlikte yaşıyor olmamız, asgari müşterek denilen bir doğru üretmek zorunda kalmamız...

İdeal, daima gerçekten dayak yer, Ege ağzıyla yazayım, berduş edilir, döve döve "düzlenir"

KK neler söylüyor duydun mu diyorlar... İşte milliyetçiymiş, yabancı düşmanlığı yapıyormuş, değişmiş, gerçek yüzü ortaya çıkmış, tepkimizi koyup oy vermemeliymişiz, rakibinin aynısı olmuş, Oğan'ın oyunu almak için taklalar aşıyormuş falan filan.... 

Daha önce de yazdım, niye şaşırılıyor, niye dehşete kapılıyorlar anlamıyorum, memleket hep sağcıydı, bir o kadar olmasa bile ırkçıydı, herhangi bir yabancıyı sevmiyordu, eğitim sistemimiz düşmanları belletiyordu, KK ne olacaktı yani... Zaten böyle olmasa oralara gelemez, çoğunluk değerlerine hitap etmese o kadar oy alamazdı. Herkes kendi doğrusundan bu adayları seçiyor, yeni bir şey mi bu?

İki aday var, bu iki kişiden birini seçiyoruz, sosyal medyada haklarında yazılanları tek tek sıralayın, hepsi mi doğru diye bir kendinize sorun, bu iki erkek aday iyi, kötü, çirkin, suçlu, densiz, geveze, haşin, zalim, yaşlı, katil, terörist, radikal, takiyyeci, dinsiz, muktedir, solcu, sağcı olabilir, kimine göre vatan haini, kimine göre kahraman olabilir çünkü...

Evimize davet edeceğimiz, soframızı paylaşacağımız, içimizi dökeceğimiz bir arkadaş aramıyoruz, bu iki adaydan birini siyaseten tercih ediyoruz. 

Ha tabii, bi tek sen özelsin ve bir tek sen kerhen oy verdin-verirsin, gerçekleri olanca çıplaklığıyla bi tek sen görüyorsun, olup biteni en çok sen anlıyorsun, kuşları, filimleri, romanları, gecegezenleri, gündüz çalışanları, pilakiyi, havuçlu pilavı, kısa kalmış perdeleri en çok sen biliyorsun, kıyametin borusunu sen çalıyorsun, he ya, iyi ki söyledin...

Perşembe, Mayıs 18, 2023

Durumlar (2)

Seçimler hakkında iki gün önce notlar düşmüştüm, o sebeple sıralamama dokuzuncusu diyerek devam edeyim. Sinan Oğan'ın oy oranına şaşıranlar var, bence bu kadar değildi, aday olarak kendisine çok benzeyen İnce'nin oylarını aldı... Genel manzara itibarıyla Cem Uzan bu seçimlere girebilseydi, yüzde on civarında oy alabilirdi diye düşünüyorum. Yabancı düşmanlığı ve Kürtlere duyulan husumeti oya dönüştürecek birileri (ne yapsak olmayacak bir kuvvetle) hep varolacak.

Onuncusu, Oğan'ın aldığı oylar, yekpare olarak bir yerden bir yere gitmeyecek ve kesin olarak dağılacak... Çünkü bu yeni ve kim olduğun bilmediğimiz sağcımızın seçmeni yekpare değil... O dahi tanımıyor seçmenini... Türkiye'de siyasetçiler, özellikle birbirlerini, en çok da orta sınıftan büyükşehirlileri ve okumuşları memleketi tanımamakla suçlar... Kimsenin seçmeni tam tanıdığını veya tanımadığını düşünmüyorum, siyasetçilerinin yapıp ettikleri başta iş bulmak gibi hayati ihtiyaçları karşılamak, madden kolaylaştırmalar ve muhtaçlaştırmalar yapmak, al gülüm ver gülüm şeklinde seçmenini borçlandırmak. Alışveriş bu şekilde gelişince asıl olarak seçmenin ricacı olacağı siyasetçiyi tanıması ve onun nabzına göre şerbet vermesi gerekiyor. Hakeza, zengin mebus, niye oy verenleri tanısın ki... sadece yukarıdaki tekadamı tanımalı ki (mecazen ve madden) ihalesini alsın... 

On birincisi, KK genç kuşağı yakalayamadı deniyor, "yakalanması gereken genç kuşak" imgesi tanımlanabilir, yakalanabilir ve ölçülebilir şey olmadığı için ben bunun bir klişe olduğuna, ancak iddia sahibinin poz yapmasına yaradığına inanıyorum. Hangi gençten söz ediliyor sahiden anlamış değilim. Z Kuşağı veya Tiktok kullanıcıları filan bunlar uçuşan nitelemeler ve ortayaşlı internet kullanıcılarının ürettiği adlandırmalar. Ben Keçiören'de büyüdüm, okuduğum üniversitede sırf Keçiören'de büyüdüm diye benden korkanlar vardı, o yaşta alıp beni Yozgat'a götürselerdi, hiç de korkulmaz,  şeerli züppe ve muhallebi çocuğu sayılırdım.  Kaldı ki, KK ve CHP'nin uzun yıllardır ilk kez doğru bir kampanya yaptığını, iktidara cevap yetiştirmeyip kendi dilini ve iddiasını kurmayı becerebildiğini düşünüyorum.

On ikincisi, "vazgeçtim, bir daha oy vermeye gitmem" diyenleri, özellikle bunu bir pozla yapanları anlamaya çalışıyorum. Oy vermeyebilirsin, gitmeyebilirsin, kandırıldığını düşünebilirsin ama memleket bu kadar kötüye giderken, cebindeki para her gün değer kaybederken, yüz binlerce insan temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmışken, demokrasi tarumar olmuşken e birazcık sussan , e'cicik beklesen ne kaybedersin... Emin ol sen o kadar önemli değilsin, ben de değilim. 

On üçüncüsü, biliyorsunuz, Millet İttifakı, iki elleriyle kalp işareti yapıyordu ve karşıtları, bunun eşcinsellikle, lgbt ile özdeşleştiren imalarda bulundular, hal bu olunca, stratejik olarak yanlış seçim olduğu iddia edildi. Genel olarak seçim kampanyalarının tutucu ve radikal tarafları, sadece günü değil geleceğe de yönelik bir projeksiyonu olur. Malum, KK'nın Alevi olduğu için seçilemeyeceğini söyleyenler oldu, o da yanlış sayıldı filan. Ben cesurca ve yeni buldum, ha evet, daha önemli bir sorunlarımız olduğunu daha çok anlatmaları, ekonomik çöküşü daha fazla vurgulamaları ve hatta ekonomi tasarımcısını şimdiden vizyona çıkarmaları gerekiyordu. 

On dördüncüsü, oyların çalınması meselesi yeni değil, özellikle taşrada, kontrol edilemez hale gelen metropollerde bunun yapıldığını biliyorduk. Mesele, bununla başedebilmek, izin vermemek, buna göre organize olmak... Veya Anadolu Ajansı taraflı ve manipülatif yayın yapıyor diye çok abartılıyor, e evet, ne bekliyorduk, niye şaşırıyor ve bunu takılıp kalıyoruz. 

On beşincisi, olsaydı bulsaydı, ne desek boş, iki adaylı bir seçime gidiyoruz, iki adayı da istememek ve beğenmemek mümkün, ama bunun bize bir faydası yok... Sonuçta bir hayat yaşıyoruz ve biz bu hayatı oyluyoruz, mevcut ekonomiyi, hukuk ve adaleti, demokrasiyi oyluyoruz... Bir ümidi oyluyoruz, biri bu hayatı değiştireceğim diyor, diğeri değiştirmeyeceğim, bu kadar basit... KK kazanırsa yapamazmış filan, inanın o noktada değiliz, iddia ediyorum hiç bir şey yapmasa bile bundan iyidir, öyle bir araftayız. 

Çarşamba, Mayıs 17, 2023

Arasana

 Çizgi: Berat Pekmezci

 

Salı, Mayıs 16, 2023

Durumlar

Herkesle seçim konuştuğuma göre, bir iki not paylaşayım... Birincisi, kişisel olarak ilk defa seçim anketlerinin tut(turula)madığına şahit oldum, ben dahil herkesi kamuoyu yoklamaları yanılttı. İnsanın aklına seçim sonuçlarıyla ilgili bir "numara" yapılmış mıdır sorusu  geliyor. Evet, genel olarak partizanca tahrifat yapılabileceğine, sonuçlarla oynanabileceğine filan ben de inanıyorum ama bu oranın çok yüksek olma ihtimaline karşı şüpheliyim. 

İkincisi, değerlendirmeler yapılırken, iktidar partisinin üye sayısının on milyonun üzerinde olduğu hatırlanmıyor. Bu çok çok büyük bir rakam...Kolay olmayacağı çok belliydi. Ki bence, çok oy kaybettiler. İttifak olmasa ne olurdu yine pek dikkate alınmıyor. 

Üçüncüsü, deprem bölgesinde AKP'nin oylarının düşmeyeceğinden emindim, yıllar önce Türkiye'nin en zengin yüz ilçesiyle en yoksul yüz ilçesinin oy tercihlerini karşılaştırmıştım. Yoksullar ve yoksunluk içinde olanlar, şaşmaz biçimde, iktidar partisine oy veriyorlar. Daha da yalnız kalmaktan, cezalandırılmaktan korkuyorlar, gücün yanında kalmayı tercih ediyorlar. 

Dördüncüsü, Kürtler'in varlığı yine çok belirleyici oldu, halen de herkes onlara göre mevzii alıyor. Muhalifler, Kürtler olmadan kazanamayacaklarını biliyorlar ama o cendereden çıkamıyorlar. 

Beşincisi, biraz matrak yaparak söylüyordum bunu, isimleri Yeşil Sol değil de Yeşil Demokrasi olsaydı, yani sol vurgusu olmasaydı, daha çok oy alabilirdi diye espri yapıyordum. Ülkenin sağcılaşması, dindarlaşması herkes gibi onları da etkiledi, Kürtler, Kürtleri ikna edemediler, öyle görünüyor. 

Altıncısı, MHP nasıl bu oyu alabiliyor deniyor, iktidarda olmanın maddi imkanlarına sahip çıkmaları gerekiyordu demeyeceğim, parti seçmeni, bence uzun süredir, "dili fena halde sürçen" liderine değil "devlete", "devletin bekasına" oy veriyor. Erimenin herkes farkında, hiç bir şey iyiye gitmiyor, görüyorlar. 

Yedincisi, TİP daha yüksek oy almalıydı deniyor, ben ancak bu kadar alabilirlerdi diye düşünüyorum, oy oranlarını doğru tahmin ettiğim için bunu söylüyor değilim. Cesaretlerini veya hareketin kendisini azımsadığım düşünülmesin ama şu ters köşeyi baştan beri söylüyorum, muhalif argümanlarını, meclis konuşmalarını filan birebir olarak bir HDP'li söylese ne olurdu? Bunları söyleyen HDP'lilerin canlarına okurlardı. Mevcut rejim, "komünistleri" ciddi bir tehlike olarak görmüyor, asıl tehlikeliler Kürtler ve Kürtlerle yanyana durabilen Türkler... Siyasi olarak ne büyük cezayı onlara veriyorlar. 

Sekizincisi, evet meclisteki tablo hiç parlak değil, diğer yandan iktisaden iflas etmiş durumdayız, erken seçim büyük bir sürpriz olmayacak... Mevcut siyasetleriyle bu krizden çıkılması mümkün görünmüyor. Evet, ne yazık ki, hak ve özgürlüklerle ilgili trajedi devam edecek gibi duruyor... O çok çok üzücü... Göçler devam edecek...  Ege'ye taşınanlarla Türkiye'den yurt dışına gidecekleri kastediyorum.  

Diğer yandan bir seçim daha var, elimizden geleni bir kere daha yapacağız, üstüne koyarak daha iyisini yapacağız. Kolay olsaydı, muhalif olmazdık diye kendimize hatırlatalım...

Dünyada bir ben kalsam, yine de vazgeçmeyeceğim ve o zalime oy vermeyeceğim. 

Nefret

Hikâye, kahramanımız Ahmet'in telaşlı koşmasıyla başlıyor, niye koştuğunu anlamıyoruz, biri yolda çevirip soruyor, meğer patronu çağırmış... Koşmasa da olurmuş, onu daha sonra anlıyoruz. Yani bir karakter özelliği değilmiş, yetişilecek-kaçırılacak, telaşlanacak bir şey yokmuş, patronu yeni evlendiği karısıyla tanıştıracakmış... Aa yeni gelin, Ahmet'in eski sevgilisi Çiğdem çıkmaz mı ... 

Flaşbeklerle geçmişe gidiyoruz, Ahmet "ya ben ya müzik" diyerek resti çekmiş, sahiden tokadı basıp Çiğdem'den ayrılmış... Ahmet'in koşması gibi Çiğdem'in şarkı söylemesi hikâyeye herhangi bir katkı sağlamıyor, şarkı da söylemiyor zaten. Müziği bırakmayan Çiğdem, Ahmet'in patronuyla evlenmiş filan...Ne ki Ahmet'i görünce bir kalbî depreşme yaşanıyor ve iki eski sevgili gizlice buluşmaya başlıyorlar, tabii ki bu gerilim bize yetmiyor ve patron, hippilerle takılan kızkardeşi Alev'le Ahmet'le evlendirmeye kalkıyor. Çiğdem'in kalbi cızlıyor haliyle...

Hippi demişken, aklınıza geleni biliyorum, Ahmet, bu modern ve dejenere hippileri dövmüştür mutlaka diyeceksiniz, isabet buyurdunuz, e yani illaki diyeceğim... Melodram tarihimiz, garip garip müziklere kıçını kıvıran, sulu sulu hareketler yapan yavşak hipileri ve pipileri güzelce sopalamasıyla meşhurdur, kahramanlığın ve erkekliğin şanındandır. 

Dayak yiyen hipiler, işleri karıştırıyorlar diyeceğim ama her şey zaten karışık, Ahmet ile Çiğdem'i birlikte görünce, önce Alev'e söylüyorlar, sonra kocana söyleriz diye tehdit ediyorlar şu bu...Ahmet, hippileri bi daha dövüyor, sonra patron durumdan haberdar oluyor, karısını pataklıyor, e daha da sonra kızkardeş Alev, abisini, evde ölü buluyor ve polise gitmeyip Ahmet ile buluşuyor, birlikte eve dönüyorlar, bir de ne görsünler, ortada ceset yok, tek gördükleri duvarda kanla yazılmış, "beni karım öldürdü" ihbarı...

Finalde, patronun ölmediği ortaya çıkıyor, karısını öldürüyor, Ahmet de onu öldürüyor, hapse giriyor filan...Kötü anlatılmış bir hikâyeden söz ettim size... 

Anlattığım hikâye, bütün iddiasına rağmen bir fan metni aslında, hisle yazılmış, kanarak seyredilmiş melodramlardan iz bırakan sahneleri yineliyor... Yinelenen sahneler hep yüksek ve bağırtılı... Sezgisel olarak yineliyor zaten. Tahkiye değil sahneler var demek istiyorum...

Pazartesi, Mayıs 15, 2023

Devam

Görmüş olmalısınız, muhalifler arasında seçim sonuçları yorumlanırken Ömer Hayyam’a atfedilen dizeler çok paylaşılıyor, “Cellâdına âşık olmuşsa bir millet, ister ezan, ister çan dinlet. İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet, müstahaktır ona her türlü zillet”…

Doğru ve isabetli bir açıklama mı diyelim yoksa yahu bunu zaten biliyorduk, siyaset dediğin bu önkabulle başlar mı? İlk defa olmuyor, ülkenin en yoksul il ve ilçeleri, iktidar kimse, ona oy verirler... Deprem bölgesinde yokluk ve yoksunluk içindeki ahali buna bir istisna olacak değildi, aklımıza yatmayabilir ama hep böyle olur. 

Yaşadığım yer itibarıyla söyleyeyim, ilk kez bu kadar yoğun bir katılıma şahit oldum, muhalifler güçlü bir iyimserlik duyarak oy kullanmaya geliyorlardı, kazanacaklarına inanıyorlardı. E olmadı diyelim, anlaşılır bir hayal kırıklığı içinde açıklamalar, suçlamalar, bıkkınlıklar görüyoruz ve yaşıyoruz.

İnsanların neye dayanarak oy verdiklerini anlamak pek kolay değil, sonuca bakarak hepimiz bir şeyler söyleyebiliriz ama lidere, siyasi bir fikre, partiye de verilmeyebiliyor, korkular kadar hesaplaşmalar da etkili olabiliyor.

Yüksek enflasyonlu, paramızın itibarsızlaştığı, siyaseten kaotik, her iki kişiden birinin mutsuz ve muhalif olduğu, o iki kişinin birbirini sevmediği bir deprem ülkesindeyiz. Siyasi mücadele her zaman uzun soluklu olmayı ve sabırlı olmayı gerektirir, yüzü geleceğe dönük her türlü dayanışma bir kazanımdır. Öyle düşünüp, devam etmek gerekiyor, mesele ikinci tur değil yani... Daha fazlası ve yeni olanı çağırıcı olabilmesi…

Cumartesi, Mayıs 13, 2023

Bi öpek mi?

Yukarıdaki fotoğraf, yetmişli yıllardan, muhtemelen bir pavyon fotoğrafçısı çekmiş... İstanbul Laleli filan, oralardan...

Fotoğrafçı, müşterileri rahatsız etmeden masalar arasında gezinen, kimden ne alacağını, kime ne satacağını bilen bir çakal olmalı... Kendini sanatçıdan sayan, Maltepe'yi üst üste fosurdatan, deri ceketli, geniş yaka gömlekli, yakınlarda Karaköy'den İspanyol paçalı kaçak bir Amarikan kot bulmuş, onu giyince iyi hissediyor kendini... Dal gibi, ipince, garsonlarla kızlarla gevezelik etse de asıl derdi, alelacele tab edip satacağı fotoğraflarla...

Beyabiyi görür görmez bellemiş,  iyi tanıyor böylesini, kaportacı kılıklı diye geçirmiş aklından, en iyi ihtimal yedek parça satıyor sanayiide,  getir koçum koyun pennirini derken hanfendinin birini masaya çağırtacak filan..."Mümkünse yani" derken filimlerdeki gibi başını sağa doğru eğecek...

Ha kız oturduysa,  beyabi kızı koluyla sarıp, yanağına dodağına dadanırken flaşı patlatmak lazım... Biliyor ki, o kız, gündüz vakti yolda görse, yüzüne bakmaz adamın... Beyabi kıyamet kopsa öpemez böylesini... Hatıra işte beyabi diyecek fotoğrafçı, zulalarsın bi yere diyecek ölçülü ölçülü gülümseyerek, utanır gibi yaparak... 

"Kız, soranlara yirmi iki yaşındayım derdi, on yıl bunu söyledi, halbuki ilk geldiğinde otuz ikiydi, günbegün daha yaşlı gösterdi, Cavidan abla makyajdan diyordu, 'canımmm alıp götürüyor o kremler , uçuruyor yüzünün rengini...' Almanya'dan sipariş vermiş iyisini, yazın izne geldiğinde getirecek, komşusunun eltisi... "

Kız Çorumlu, Ankara'ya gideyim derken Bursa'ya, hiç aklında yokken İstanbul'a gelmiş... Zamanında Nazmi diye geniş omuzlu bir oğlanı sevmiş falan, sınıfta da kalmamış ama bırakması icap etmiş lisedeyken... İş işte canım, yoksa ne zorum var benim kalıntı kartoloş herifle, tiner kokuyordu elleri artık ne  iş yapıyorsa... 

Cuma, Mayıs 12, 2023

Seç

Seçim yaklaştıkça aşikarlaştı, anketler şunlar bunlar, her on kişiden altısı iktidardan şikayetçiymiş, manzara buymuş... Gel gör ki bunu da gördük-görüyoruz, o altı kişilik "muhaliflerin" içinde Kürtler olduğu için şikayetçiler yan yana gelemiyor-duramıyor, altı kişi olmalarına rağmen çoğunluk olamıyorlar... 

Kürtleri duyunca başları dönen sağdan soldan çeşit çeşit milliyetçimiz var, neler neler söylediklerini aklı başında insanlar farkındadır, yok vatan elden gidiyor, yok teröristler falan filan...  aklı başında sandığımız bile Kürt faşisti diyor, Kürtler Türkiye partisi olamadılar şu bu ... 

Pazar günü, ne olacağını göreceğiz. 

Yakın çevrem biliyor, yok altılı masadan kalktılar, yok İnce oyları bölecek filan...bunların zerre etkisinin olmayacağını ta en baştan beri söylüyorum. Ben iyimserim, ilk turda bitecek bu iş...

Reşat Nuri


Pır pır pırlayan güvercin. Büyük ev. Reşat Nuri, bahçeye açılan pencere. Zeyniler Köyü’nde Feride. Kasaba hikâyesi. Kavak yelleri ve eski hastalıklar, usul usul küçük kıyametler ve balolar, akşam içilen rakılar. Merhamet yağmurları, doktorlar, zabitler ve titreyen yapraklar, geceyle gündüzün olmadığı edebi zamanlar. Rastlantıların, çilelerin, esrarlı hallerin, melodramatik itirafların, yüksek teliflerin, halk ilgisinin ve çoksatar romanların büyük yazarı. Düşkünlerin, bedbinliğin, hararetin, hakikatin, muhitlerin ve mülahazaların, Homongolos’un ve Lamia’nın, feryadın, iniltinin, uzak Anadolu’nun hikâyecisi… Yazarak yaşayan adamın güvercinleri, dolaşıp durdular bizimle, gök bulanıkken azımsanarak, “Tefrikacı, geçelim o beyfendiyi, hadi edebiyat konuşalım,” diyerek… Reşat Nuri, hem sonu hem doğuşu romancılığımızın…


Çarşamba, Mayıs 10, 2023

Son Okuduklarım 72

Makineli Kafanın Hikayesi, İskender Fahrettin Sertelli'nin polisiye öykülerinden derlenmiş... Sertelli, çalışkan tefrikacılarımızdandı, genç sayılabilecek bir yaşta ölmese, daha neler neler yazardı diye düşünülecek biri, sipariş üstüne yazıyor da değildi bence, pulp evrenine inanıyor ve heyecan duyuyordu... İnanmasa yazamayacak yazarlardandı...Holmes, Lüpen ya da Fantoma benzeri hikayeler üretiliyor o yıllarda... Sertelli de bu kitaptaki öykülerde bunu yapmış. Taklit ölçüsünde yinelenmeler var, hikayeden çok aura yaratmaya uğraşmış, kitaba ismini veren öykü yine özgün değil ama ilginç... Tür, tempolu anlatımı gerektirir, muammalı ve merak uyandırıcı kesmeler filan farkında olarak yapmış...  Oradan oraya koşuşturmalar, mekan değişimleri gerektiğinden Sertelli Tokatlıyan Oteli, Aynalı Gazino veya Rus Pastanesi gibi yerlerden söz etmiş, detaylı değiller ama varlar... Bir Türk polisini Amerika'ya götürüyor, sonra Arsen Lüpen'i olan Ele Geçmez Kadri'nin karşısına çıkarıyor vs... Hep şunu düşünürüm, güçlü ve yüksek telif ödeyebilen çocuk dergilerimiz olsaydı, Sertelli gibileri çocuklar için serüven romanları yazacaklardı ve daha doğru bir yerde "yaşayacaklardı". Bir Dağ Masalı, bildiğim bir çizgi roman değildi, bizde çocuklar için pek eser üretilmediğinden  merak ettim, aradım buldum. Çizgi olarak frankofon havasında, Uderzo'yu andıran kareleri var, çocuksu olmayı başarmış görünüyor, hikayenin başkahramanının sayfalar sonra ortaya çıkması gibi temel bir problemi var filan, senaryo olarak konsantre olamamış...

Şeytan Adası'nda Bir Türk, ilginç bir hikayesi var, İstanbul'un işgali sırasında bir polis, iki Fransız askerini öldürüyor, cezasını çekmek üzere önce Fransa'ya oradan da Güney Amerika'ya hapishane ve çalışma kamplarına gönderiliyor. Dokuz yıl sonra İstanbul'a dönebiliyor, kitap, gazetede tefrika edilen hatırata dayanıyor. Epey dağınık bir metin... Çok uzak ve bilinmeyen diyarları anlatma arzusu, gazetecilik abartısı, mapusane yeknesaklığını aşma telaşı metni etkilemiş görünüyor... Başka bir ülke, dönem işi, farklı diller gibi nedenlerle yüksek maliyetli olmasa ilgi çekici bir senaryo çıkarmış... Tövbe Eden Eşkiya, bildiğim-gördüğüm bir çizgi roman değildi, arayıp buldum, Erol Abasız yazıp çizmiş, 1983'te çıkmış, İslami bir motifi var, isminden anlaşılacağı gibi tövbe etmiş bir kötü adamın ruhani değişimi anlatılıyor. Görsel olarak pek parlak denemez, anlatımı betimleyici üst yazılar kurtarıyor, yani yazılar olmasa ne anlattığını anlamak mümkün olmayacak. İlginçliği şurada, işte eşkıyamız hırsızlıktan vazgeçerek hırsızlık yaptığı herkese, tek tek çaldıklarını iade ediyor, finalde karşısına bir Yahudi çıkıyor, e ne oluyor, akrep misali Yahudi, naturasında olan intikamcılıkla nedamet getirmiş, pişman olmuş haramiyi umursamayıp ona eziyet ediyor... Ne ki tövbe eden kötü adam, Allah'ın yardımıyla Yahudi'yi de Müslüman yapacak mucizelere vesile oluyor filan...

Salı, Mayıs 09, 2023

Yapay zikaa

Tiviter'da eğlencelik (!) bir şey varmış, işte hediye almak istediğin birisinin adresini yazdığında yapay zeka sana önerilerde bulunuyormuş. 

Denemek için kendi adresimi yazdım, çeşitli konularda hediye önerileri yaptı, matrak olduğu için paylaşayım istedim, çizgi romanları sevdiğimi düşünerek üç kitap ismi vermiş, üçü de çok bilinen kitaplar, eğer türle ilgili biriysem önerilen şeyleri bu yaşa kadar okumamış olmam imkansız gibi bir şey, sonra neden bilmiyorum, muhtemelen çizgi roman sevdiğime göre, Tolkien da severim diye düşünmüş, o fasıldan bir şeyler sıralamış... 

Büyük beklentilerim yoktu, ergence bir şey çıkacağını, yapay zekanın çok Amerikalı, çok Holivut merkezli "düşündüğünü" tahmin ediyordum, e yanılmadım.

Twiter, global popüler kültürün en önemli medium'u... Ulusalda ve yerelde ayrı ayrı karşılıkları var, ama her nerede nasıl gelişirse gelişsin, asıl olarak İngilizce konuşan ve epeyce Amerikalı bir şey var ortada... Netflix, dünyaya yayılırken, yerel olanın yerelliğini koruyarak dünyaya takdim etmek gibi iddiası vardı, mümkün olmadı, yapamadılar... Hemen her üretim, birbirine benzemeye, yerelliğini kaybetmeye başladı...

Yapay zeka, bir ortalama gösteriyor bize...Benzeştiren, birörnekleştiren fikir ve eğilimleri özetliyor... Çizgi roman denildiğinde benim aklıma Sandman'in gelmemesi çok da "popi" değil yani...Veya etkisi yok...

Pazartesi, Mayıs 08, 2023

İşe güce bakmak

Bozkır’ın yeni sezonu için platform ile anlaştığımı duyurduktan sonra, çeşitli biçimlerde reaksiyonlar aldım, içlerinde tebrikler, nasıl yazmam, hangi oyuncuları oynatmam gerektiğini söyleyenler, eleştirenler, kahredenler oldu… Bunların olacağını bilmiyor değildim…

Bir iş popülerleştikçe, yayın mecrasına, üreticilerine veya içeriğe bağlı olarak daha geniş bir seyirciye ulaştıkça beğenme-beğenmeme ölçütleri inanılmaz çeşitleniyor, dışarıdan bakıldığında yan yana gelemeyeceğini düşündüğünüz pek çok insan aynı hikayeyi sevebiliyor…

İlk yıllarımda çok şaşırırdım, yaptığım işleri siyaseten öyle insanlar beğeniyordu ki, aa diyordum bir yerde yanlış yapıyorum, beni beğenmemeleri gerekiyor…

Popüler kültürün sızmaları, yaygınlaşma biçimi çok kolay tarif edilebilir bir şey değil. 

Yeni bir şey söylemiyorsun denebilir, elbette söylemiyorum ama kolay unutulduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bu kadar çok yorum, tavsiye, övgü, eleştiri ve küfrün olduğu bir yerde üretim yapmak, genel izleyiciyi memnun etmek kolay değil… Üretimle ilgili çok fazla belirleyen var, tüketiciler (sadece oyuncu fanları da değil) söz sahibi olmak istiyor, üretimde belirleyici olduklarına inanıyorlar vs…Popüler olan hakkında konuşmak insanlara kolay geliyor veya... 

Genel olarak yapmak istediğim şey, popüler kültürün imkanlarını kullanarak muhalif bir anlatı geliştirmek ve kendi dünyama ilişkin bir şeyler söyleyebilmek...Yazması kolay ama bunu yapabilmek her bakımdan bir mücadele gerektiriyor, her şeyden önce yapılan iş çok pahalı, maliyetlerle uğraşmak zorundasınız... Üretirken klişeleri kullanmak ve klişelere karşı durmak zorundasınız... Yüksek bir rekabet var, sürat var, zamana karşı üretiyorsunuz filan... 

İlk sezon olmasaydı, ikincisi olmazdı veya ikincisi başarılı olduğu için üçüncüsünü istediler. Birinci sezon ile ikincisi arasında beş yıl vardı, bu defa öyle olmayacak gibi duruyor. Dijital platformlarda bir işin devamı abonelik getirmesine ve içerde bölümlerin izlenmesine bağlı... İlk sezonla ikinci sezonun arasındaki izlenme farkı, ikincisi lehine çok farklı... 

İkinci sezonda sadece senaryo yazmakla kalmayıp işe dahil olmamın en temel sebebi şu... Doğru ya da yanlış, bir his taşıyordum, ben olursam, bazı şeyler daha iyi olabilir gibi bir inanışım vardı ve yaptığım işle arkasını getirmek, üçüncü sezonu istetmek istiyordum. Kısmen bunu başardığımı düşünüyorum, üstüne koyarsam mutlu olurum. 

Yazılanlara tek tek cevap vermiyorum çünkü, attığım tivit, bir gün içinde yüz yirmi bin kez görüntülenmişti, bu çokluk, süresiz bir meşguliyet demek, asıl işime, hikayeciliğe odaklanmam daha doğru olur diye düşünüyorum. 

Pazar, Mayıs 07, 2023

Bakışlar

Benim tahminim, altmışlı yılların ikinci yarısından bir fotoğraf... Mekanın şipşakçısı, dansözün yaklaştığı her masayı, her müşteriyi gözleyerek flaşı patlatıyor...

Fotoğrafın az bulunduğu zamanlarda çerçeveye dahil olan herkese tuhaf bir neşe ve istemsiz bir sırtarma gelirdi, dansöz ile beyfendinin hemen arkasındakiler kıkırdıyorlar. 

Dansözün cilvesi, vizörden fotoğrafa bakacak bizlere mi, yoksa fotoğrafçıya mı, orası karışık... Arka masadakiler "Selami abi, amman yenge görmesin" türü bayık bir espri yapıyorlar gibi... Sevilen bir gülme vesilesidir, hele gece hayatına pek karışmayanlar için...Nıhanıha efektiyle düşünülebilir... 

Beyfendinin dansöze ve yine masada oturan hanfendinin beyfendiye olan bakışına takıldım. 

Kadın şaşkın bir "sen hayırdır" bakışı atmış, Atıf Kaptan'ı hatırlatan beyfendinin bakışı ise ne desem olmayacak ama bir şehevilik taşıyor...

Bu fotoğraf biraz daha yeni, yetmişli yıllardan olmalı, Galata Kulesindeki eğlence mekanlarından birinde çekilmiş, lokasyonu resmin arkasındaki damgadan çıkarttım, dansöz "çingene kostümüyle" sahne almış, turistik bir tasarım olduğu anlaşılıyor... ay em turkish dilayt beybisi, kam kam...

Dansöz ile müşteri cilve faslından bakışmışlar... İkisi de fotoğraf çekildiğinin farkında ve o farkındalıkla poz vermişler... 

Beyfendinin dansözlerle çekilmiş başka bir fotoğrafı daha var elimde, terekesinden çıktığına göre ölümüne kadar saklamış ve önemsemiş... Bakıp bakıp gülümseyeceği (ve gururlanacağı) tatlı bir hatıra mı saymış yoksa bu resim bulunsun (neler neler yaşadım bilinsin mi) istemiş, haliyle belirsiz. Malum, günlük yazarsın, kendine yazarsın ama birilerinin okumasını da istersin... Yoksa niye yazasın-niye saklayasın...

Fotoğrafçı da biliyor bunu, dans ederek yanaşan dansöz de...Uçup gitmesin o dokunmalar, bakışmalar... "Ne iş yapıyorsunuz beyfendi..." "Aaa gerçekten miii?"