Salı, Mart 31, 2020

Pazartesi, Mart 30, 2020

Hatırlatma


Bilenler biliyor ama...Yaşadığımız pandemi nedeniyle  eve kapanan yazar arkadaşlara hatırlatayım. 2018 yılında İletişim Yayınlarındaki editörlük görevimden emekli olarak ayrıldım, hayatımı senaryo yazarak sürdürüyorum.

Hep söylüyorum, bile isteye, hayalini kurarak o görevimden ayrıldım. Kendime yeni bir hayat ve bir rutin kurdum. Şöyle düşünmenizi rica ediyorum, eğer dosya okumak isteseydim, editörlük görevimi sürdürürdüm.

Dosya okumam için gösterilen ısrarı kitap yayımlatma ve yazar olma hayaliniz nedeniyle anlayabiliyorum ama ben başka bir yere direksiyonu kırdım ve çok açık bir biçimde artık dosya okumak ve değerlendirme yapmak istemiyorum.

Eğer isteyecek olursam, özlersem, şu anda yürüdüğüm yoldan vazgeçersem, yayınevime ve arkadaşlarımın yanına dönerim.

Lütfen, bana ya da başka bir isme değil, "kurumsallaşmış" yayınevlerine yönelin...Hepinize kolaylıklar.

Cumartesi, Mart 28, 2020

Nazım Mirkelam ve Avukat Baytekin


İşin magazin faslını etraflıca bilmiyorum, yukarıda kapağını gördüğünüz romanın yazarı, Mirkelam ismiyle bildiğimiz ünlü solistin babasıymış... Yakın zamanda vefat etmiş, sinemayla edebiyatla uğraşmış ama  hiç gereği olmadığı halde (çok seviyor olmalı ki) mesleğini de belirtmeyi tercih eden coşkulu bir yazarmış...


Arka kapakta vesikalık fotoğrafını da kullanmış...Kitabı kendisi yayımlamış, belirtildiğine göre 14 romanı daha varmış, şöyle bir bakındım, iki kitabına rastladım, milli Kütüphanede de sahaflarda da daha fazlası yer almıyor...Demek ki dosya olarak varlar... kitaplarda tarih olmadığı için seksenli yılların ilk yarısında yayımlatmış demek gerekiyor... Galiba, sinemayla da uğraşmış...bir yarışmada teşvik edici bir şey de almış.

Yukarıda coşkulu dedim, kötü anlamda söylemiyorum, hafif deli de olduğu da anlaşılıyor... matrakmış, keşke tanışabilseydim... Arka kapakta romanını "yazar" olarak anlattığı kısımlar çok hoş... "..bu romandaki gibi bir cinayet görülmüş değildir"...

Polisiyeci arkadaşlar, kitapla ilgilenmişler, yazarın amatör iştahını takdir etmişler...


Doğrusu, kitabı kapağı için aldım...Pulp havası, abartısı, esprisi beni cezbetti... Sonra kitaba baktıkça, dalladıkça, itiraf edeyim mantığını anladıkça... diyeyim... Bende başka bir ışık yandı... Bu yazının sebebi de o başka ışık...

1991 yılında birisi, kim hatırlamıyorum, bana Avukat Baytekin adlandırmasıyla hatırlanan bir Flash Gordon (bizdeki ilk adıyla Baytekin) hayranından bahsetmişti... anlatılana göre bu avukat, Baytekin'i o kadar seviyordu ki, kendince, arkadaşlarıyla birlikte amatör fan filmleri dahi çekmişliği vardı. Düşünün ta 1960'larda...8 milimetrelik kameralarla...Duyar duymaz çarpılmıştım... Koca avukat demişlerdi... Arkadaşları filan... "Tam manyaklık" diye gülerek gırgıra alınıyordu.

Beni az çok tanıyanlar bilir ki, böyle zamanlarda neşeli bir heyecana kapılırım, doğal olarak "Bayan Yıldız da var mıymış?"  demiştim...Espriyi anlamayanlar için Bayan Yıldız (Dale Arden), Baytekin'in uzatmalı nişanlısıydı...


Gizli bir cemiyetle karşılaşma hevesimi tahmin dahi edemezsiniz. Kalbimde taklalar atan kırlangıçlar.

O avukatı hemmen Şahap (Ayhan) amcaya sormuştum ve o da bir fandı, benimle uzun uzun Flash Gordon konuşmuştu... Biz çocukken çizdiği Tengiz çizgi romanı, bir Gordon uyarlamasıydı örneğin... Bana bıraksalar diyordu, Baytekin'i yeniden çizerek şimdiki çocuklara sevdiririm... Ne iddia! Olup olmaması önemli değil, mümkün değildi zaten... ben o naifliğe bayılıyordum. Neyse, laf uzamasın, o avukatı bilse bilse Şahap amca bilirdi, sahiden de bildi ve bana güvenerek adamın telefon numarasını verdi... Taksim'de yazıhanesi vardı filan...

Tabii ki, Ankara'ya döner dönmez telefonla aradım, üstelik konuşmaya, Şahap amcanın bana tembih ettiği gibi mesafeli ve karşımdakini tedirgin etmemeye özen göstererek başladım.

Olmadı, Avukat amca, Avukat Baytekin kimliğini benden sakladı.. "Evet, avukatım ama böyle bir ilgim yok" dedi... Israr edemedim, çıt diye kapandı telefon...

Geçmiş zaman işte, içimde kaldı, hısım akrabayız, ben o filmi seyretmek için Ankara'dan İstanbul'a yürürüm diyemedim.

Avukat Nazım Mirkelam, mutlaka diyorum, Avukat Baytekin'le arkadaştı...

Cuma, Mart 27, 2020

Abidine



Abidine. Paşa torunu. Enternasyonel çocuk. Koca Arif’in küçük kardeşi. Kovuşturulan seramik. Seyyah. Yutkeviç’le Sovyet Rusya, sonra Paris, sonra İstanbul Limanı, sonra Çukurova, Kırkların Ankara’sı Güzin’le. Ne üzgün ne ümitsiz. Eskizi esrarın, Yeditepe’nin, balıkçıların, köylülerin ve ellerin. Birazdan dolacak boş sayfalar. Ağustos çeşmesi sürgünün. Abidin Dino, dost evi Türkçenin, şehir kuran sıcaklığı sanatın.

İlüstrasyon: Deniz Karagül

Perşembe, Mart 26, 2020

Yeni Hayat


Sanıyorum hepimiz benzer şeyler hissediyoruz, yeni bir yaşama biçiminin içinde olduğumuz için "bu aralar" seyrettiğimiz filmlerde, dizilerde tokalaşan birileri bile bizi "alert" edebiliyor. Hah, diyoruz "bulaştı", "bulaşacak", "gitti gitti oy oy"... Bugün eski bir çizgi romana bakıyorum, adam hapşırıyor, karısı uyarıyor... Bu saatten sonra ne yapsam o sahneyi artık farklı okuyacağım.

Günlerdir "Korona" konuşuyoruz, birbirimize moraller vitaminler vereceğimize, iyi olalım, sağlam duralım, birlikte atlatalım diyeceğimize... Gitgide hepimiz kararıyoruz gibi geliyor bana

Evde kalmak zor, kabul ediyorum...

Kalabalıklardan bile isteye kaçan, günlük hayatında çok çok az insanla karşılaşan biri olarak söylüyorum bunu. Evimle ofisim arası en fazla dört yüz metredir, sabah onda ofise giriyor, akşam altı gibi çıkıyorum. Gelenim gidenim yok denecek kadar az...Ofise en çok gelenler bana kitap taşıyan kargocular...

Ha tamam, şunu yapıyordum, her gün mutlaka en az beş kilometre sokaklarda, parklarda yürüyordum, artık onu yapamıyorum, tiyatroya sinemaya giderdim, gidemiyorum... Dünyanın da sonu değil tabii, çok ama çok ağır koşullar altında sıkıntılarla boğuşan ve bu süreçte boğuşacak olanlar var.

İyi ya da kötü hissedelim, az ya da çok etkilenelim, şurası çok açık ki, İstesek de değiştirebileceğimiz bir hayatımız yok artık...

Bu salgını olabildiğince imkana çevirip, başka şeyler yapmayı (belki öğrenmeyi) denemeliyiz. Yaşadıklarımızı bir cendere gibi görmek mümkün, bunu aşacak bir yol bulmak kolay da değil ama mutluluk dediğimiz şey... ekmeği taştan çıkartmaktan farksızdır...

Ecicik sabırla, ısrar iştahıyla, meşgaleyle "yeni bir yol" açabiliriz, bize-kendimize iyi gelebilecek bir tat bulabiliriz sanki...

Her zaman bu kadar iyimser değilim, demedi demeyin, demiş oldum.

Çarşamba, Mart 25, 2020

Sultan


Türkan Şoray Ankara'da... Fotoğraf, Ankara Filmciler Derneği ve Lokali önünde, binaya girmeden önce çekilmiş... Arkasında 22 Ağustos 1983 yazıyor... Dernek nerde bilmiyordum, Ömer (Ayhan) bir efemeradan çat diye adresi yazdı, Menekşe Sokak, 5 numaraymış.... Vay dedim.

Niye gelmiş bilemiyorum tabii, o tarihteki gazetelere bakmak gerekiyor. 12 Eylül sonrası, demokrasiye geçmiş değiliz, sinemamız film üretemez olmuş... Birlikte hareket etmek isteniyor, otoriter rejime karşı nasıl davranılacak hesabı yapılıyor... Belli belirsiz bir festival fikri olabilir... oradan hep birlikte devlet büyüğüne gidilecek filan...Gitmişken vergi indirimleri, yardımlar, destekler konuşulacak...

Bir star taşraya niye gelir, ya film çekecek ya da çekilecek filmleri kolaylaştıracak bir yardım isteyecek...

Ya da o sene, Cihan Ünal ile evlenmişti, uzun bir ilişkinin ardından yeni bir heves ve iştahla başka bir yöne savrulmuştu. Belki de diyorum, onunla ilgili bir seyahatti...

Ya da hepsi...

Bunu yazarken güldüm, tam bana göre bir hikaye...kesin bilgiye ulaşsam bile uyduracağım çünkü...

Salı, Mart 24, 2020

Albert Amca


Uderzo gitmiş, tam da Korona tenhalığında... Sakin ovaların, yeşil ormanın, durgun göllerin, insanın eline bulaşan renklerin kahramanıydı. Avrupa'da çizgi romanın bir Kaf Dağı varsa, orada yaşıyordu, kuşlar konuyordu dallarına...  Herkesin dedesi, en eski hanesi, günü uzatan sayfaları... Güle güle Hopdediks...

Çeyrek Asır Önce


Çeyrek asır önce, bir Nevruz gerilimi sırasında askerden terhis oldum. Bitimini günbegün sayarken, bir ay kalmışken, askerliği iki ay daha uzatmışlardı, üzerinden zaman geçince insan "ne ki?" filan diyebiliyor ama o tarihte, o uzatmaya sahiden ağlamaklı olmuştum. Ocak ayındaydık, o mart ayı nasıl geldi, ben biliyorum.

Terhis günü, çıkan olaylardan dolayı can güvenliğimiz yok diye bizi bırakmak istememişlerdi. O da yetmemiş, terhis evrakımı imzalatmak üzere yanına girdiğim yüzbaşı, hiç abartmıyorum, en az beş dakika beni odada tutmuş, üç dakikasını hiiç konuşmadan, kalanını da isyankarlığımı filan diline dolayarak marazi bir gevezelikle tadını çıkararak uzatmış, bir türlü o imzayı atmamıştı.

Nizamiyeye doğru yürürken attığım adımları, bir sebeple bizi bırakmayacaklar hissini yaşayarak korkuyla atmıştım. Askerliği hiç sevmedim, bir gıdım sempati duymadım, bende pek aidiyet hissi yoktur, işimi düzgün yapmaya çalıştım.

Uzunca bir zaman, evde her uyandığımda, asker olmadığıma, koğuşta yatmadığıma, askerliğimin bittiğine şükrettim. Hani bazen bir kabus görürsünüz, işte okuldan mezun olmamışsınızdır, sizi geri çağırırlar, ona benzer bir şeydi galiba, asker olmadığımı hatırladıkça garip ve saçma bir mutlulukla güzel uyuyordum.

Askerlik denildiğinde anlatacak hikayelerim oluyor ama en çok o terhis anını tekrar hissediyorum.

Pazar, Mart 22, 2020

Üç Arkadaş (2)


Bu üç kitabı doksanlı yıllarda okudum,  ilgilendiğim meselelere dair bana zihin açıcı bir perspektif kazandırdıklarına inanırım. Kemal Karpat'ın Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular çalışması hani neredeyse uzun bir makale gibidir. Amerikanvaridir, ilk kez 1962'de çıkmış olduğuna göre... Siyaset bilimi ve sosyolojiyi kullanarak edebiyata bakan ilk önemli (bugüne de kalan) akademik çalışmamız olabilir. 1994'te Askerde okumuştum, bir ara dışarıdan kitap getirmemize izin vermemişlerdi. Kantindeki bir raf dolusu kitap arasında bulmuş, mutlulukla hatmetmiştim... Taner Timur'un Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik kitabını yine askerlik sırasında bir haftasonu izninde bulmuştum. Frankofon mu demeli emin olamadım, Karpat'a göre Avrupalı bir perspektif taşır. Karpat için öncülük etti demiştim, Taner Hoca daha kapsamlı ve sol bir yorumla bakma biçimimizi geliştirir...

Bu iki kitap şu açıdan ayrıca önemlidir, bizdeki edebiyat bölümleri betimleyici ve listeyici çalışmalara öncelik verirler ve çeşitli nedenlerle anti politik görünen sağcı tutumlar takınırlar. Karpat ve Taner Hocanın kitaplarıysa Siyasal Bilgiler Fakültelerinden edebiyata bakan çalışmalar olarak o bağlamın çok dışında ve ayrıksıdır.

Gerçi şunu da not düşmem gerekiyor... O yaşlarda siyasi tarihe paralel olarak okunan bir edebiyat tarihi yazımı bana ilginç geliyordu. Yanlış düşünüyormuşum demeyeceğim. Bizi kitaplar, aldığımız dersler büyütür ve olgunlaştırır. Bana bir bakış açısı ve sağlam bir zemin kazandırdıklarına da inanıyorum. Ama yıllar geçtikçe edebiyatı siyasi tarihle birlikte düşünmenin edebiyatı anlatmaya yetmeyeceğini anladım. Edebiyat modalarını, piyasayı, popüler ve itibarlı olanı böyle bir tarih yazımında iyi hesap etmek gerekiyor sanki...veya edebi dönemselleştirmeler, siyasetten ve seçimlerden yola çıkarak yapılamaz-yapılmamalı diyeyim.

Gelelim üçüncü arkaşa...

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, Marshall Berman'ın başyapıtı... İlk okuduğum andan itibaren düşüncem değişmedi, birincisi bu kitap okunmadan modernleşme anlatılamaz; ikincisi, edebiyat eleştirisi için bu kitap bir milad olabilir, hani öncesi ve sonrası diye ayırmak gerekiyor. Ben akademiye asistan olarak girdiğimde Gulbenkian Komisyonunun "Sosyal Bilimleri Açın" kitabı dilimize çevrilmiş ve hatırı sayılır bir tartışma olmuştu. Berman, tam da bu tartışmaya örnek olabilecek nitelikte yazarken pek çok şeye bakıyor, çoğulcu bir dille sosyal ve beşeri bilimlerden faydalanıyordu. Kuru bir dili yoktu, pek çok edebi eserde bulamayacağımız güzellikte sarih bir üslubu vardı. Bu konuda onu ancak Edward Said ile kıyaslayabiliriz gibi geliyor bana... Kitabın birbirinden eşsiz dört bölümüyle bir yazara ya da döneme odaklanıyor, modernleşmeyi anlatıyordu. Baudelaire'in Paris'ini ve Rus edebiyatıyla Petersburg'u anlattığı bölümlerin lezzetini çok ama çok az metinden alabilmişimdir.

Cumartesi, Mart 21, 2020

Hatırla Yavrum


Senaryosunu kim yazmış bilmiyorum, fikir ve iddia olarak ilginç çünkü, ne yazık ki tek bir isim belirtilmemiş... Belirtilmediği için acaba diyorsun "çalıntı" mı?

Hikaye şöyle, Hale (Soygazi), yakın arkadaşı Oya (Uraz) ile tatile çıkıyor, anlıyoruz ki, Hale yakın bir geçmişte büyük bir kaza geçirmiş... ve sonradan ortaya çıkıyor ki hafızasını yitirmiş...

 
Eşzamanlı olarak, hafif bir muammayla iki erkek ortaya çıkıyor... Biri, kazadan önceki sevgilisi; diğeri, kazadan önce evlendiklerini söyleyen kocası (ve doktoru)... Hale, hatırlayamadıkça aşkın önüne engeller çıkıyor... Hatırlama-unutma bahsi, iyi kurulsa, sıkı bir muamma çıkarmış ama... hikaye ana karakterlerle değil, Oya sayesinde ilerliyor...hızlanıyor, yavaşlaması gereken yerleri iyi seçememiş filan...mutlu sonla bitiyor. 

Bu arada Oya Uraz'ı hiç bilmiyordum, ilginç bir yüzü ve fiziği varmış... 

Cuma, Mart 20, 2020

Dens


Bazen bir resme kapılıyorum, yukarıdaki resmi sahaflardan buldum... Kapılmak dediğim, bakıp bakıp durmak, bakakalmak...hikayesini düşünmek... Resimdeki insanlara  karakter atfetmek... O fotoğrafın ötesine gitmek, uydurulmuş hikayeyi sürdürmek...

Resim, gece hayatından bir an, bilemiyorum belki bir nişan, belki bir balo veya falan filan...Resmi aşağıdaki gözlüklü erkek için aldım... Nerd havasında, iyi eğitimli, bankada müfettiş olabilir mesela... Bana Kolejli gibi geldi, yabancı dil eğitimi veren bir okuldan...Modern bir ismi olmalı. Hani dedesinin ismini alan çocuklardan olsa bile, bir ikinci ismi var mutlaka...

Mutlu görünüyor, hafif sarhoş olabilir... orada, tam da o genç kadının karşısında olmaktan mutlu...Arkada elele, yanak yanağa dans edenler var ama onlar o müziğe ne oynanacağını bilen bir çift...Adam doğru yerde, doğru zamanda olduğunu düşünüyor...


Sağdaki arkaş, onun yakın arkadaşı... "resim çekiyorlar" işareti yapıyor... Hani, "olacak oğlum" bu iş diye arkadaş omzunu patpatlayan birine benziyor. İnce değil kravatı... Daha alaturka mı duruyor?

Karşılarında Mary Hopkin saçlı iki genç kadın var, biri cıvıltılı diğeri daha mağrur..."Moda" görünüyorlar, iyi hissetmişler... Diz üstü etekleriyle altmışlı yılların nişanesi gibiler...Parıltılı pahalı kumaşlar... Mağrur kızın tek parçasını her terzi dikemez...

Ne çalıyor? İnce kravatlı Nerd arkaşa bakınca swing gibi geldi bana ama... Değil tabii, ben resme bakarken Tom Jones dostumdan "Delilah" dinledim.

Altmışlı yıllar, orta sınıf eğleniyor...Levent, gevezelik yapıyor, mırıldanıyor...

Perşembe, Mart 19, 2020

Kar yağınca mutlu olmak


Naif olduğunu biliyorum, orta sınıftan gelen bir ailede büyüdüğüm için, kar yağınca yoksulların "üşüyeceği" ve sevinmenin ayıp olacağı öğretildi bana... Ama işte kendimi tutamıyorum, kaç yaşıma geldim, her kar yağdığında bir neşe kaplıyor içimi... Mutlaka dışarı çıkar, dolanır, hoh hoh diyerek sağa sola kartopu atarım... hiç şaşmaz.

Sabah karla uyanınca hevesle kalktım, ofise giderken, akşamdan kalma bir torba çöp de vardı, aldım çıktım.. Çöp konteynerine atarken bir ses... Karşıdaki apartmandan bir amca, pencereyi açmış bana sesleniyor, ayar veriyor: "Arkadaşım, o çöpler akşam atılır, sabah atılamaz" Hiç cevap vermedim, mantıklı değil çünkü, amca eve kapandığı için sinirli... gergin... "yer arıyor". Tamam dedim sadece. O hala konuşuyordu, yok belediye yasaklamış, saati varmış şu bu...

Negzel kar yağıyordu, hiiç durmadım, yürüdüm. Ordan eczaneye girdim, aa, hastalık korkusuyla... tezgahın önünü tavandan aşağıya naylonla kapatarak kendilerini tecrit etmişler, garipti ama güzel olmuş dedim, iyi yapmışsınız. Alacağımı alıp Halit Ziya'dan yukarıya doğru yürümeye başladım.

Negzeldi kar... saksağanlarda bir neşe, bir gürültü...

Ofiste yeni gelen kitapları dallarken... bir arkadaşım aradı, virüsün kağıtlarda dört ya da beş gün yaşadığını söyledi. Eldiven giymeliymişim.

Çarşamba, Mart 18, 2020

Uhura


Dün, yukarıdaki ilüstrasyonu gördüm, Uzay Yolu'ndaki tiplemelerden biri Uhura... Üzerinden kaç yıl geçmiş, yani çizeri bizim gibi çocuk yaşta da seyretmemiş... niye çizmiş?  Cevabı, Amerikan ve dolayısıyla global popüler kültürünün etkileriyle anlatılabilir.

Uhura'yı oynayan Nichelle Nichols, o günün koşullarında vamp nitelikleri olan siyahi bir oyuncuydu... O güne değin siyahi oyuncular televizyonda hiç görülmemiş değildi ama bir gün rol gereği Uhura, Kaptan Kirk ile öpüştü.


Bu sahne tv tarihinde bir siyahla beyazın ilk öpüşmesiydi ve kolay unutulmadı, 2018'de ellinci yılı geldiğinde tekrar hatırlatıldı, Amerika'da ve Star Trek fanları arasında uzun uzun konuşuldu, Nichols programlara çıktı vs

Biliyorsunuz Star Trek'in yeniden çevirimleri yapılıyor, yapımcılar, popüler kültürü ve o öpüşme mitini yeniden konuşturmak ve marka değerini artırmak adına bir twist yaptılar. Yeni Uhura ile Yeni Spock'ı manita yapıp öpüştürdüler.


İlginç bir pazarlama oldu. Benim ilgim amatör ve profesyonel ilüstrasyon üretimleri olduğu için olabildiğince incelemeye çalıştım.

Garip bir biçimde ilk Uhura  daha fazla çizilmiş, aslını hatırlamak daha mı itibarlı acaba...

Salı, Mart 17, 2020

Üç Arkadaş


Hani insanlar eve kapandı ya, ciddiler galiba, muhabbetine sormuyorlar... ne okusak diye tavsiye istiyorlar. Bense obur bir okur olduğum için pek öyle çat diye bir şey söyleyemiyorum. Kafam karışıyor, ne söylesem eksik kalacak gibi geliyor. Bu basit magazinden bile keyif alamıyorum anlayacağınız...

Tabii ki beni çok etkilemiş, ilham vermiş, hayatımı kolaylaştırmış, farkındalığımı artırmış kitaplar var...Dedim, düşüneyim, parça parça yazarım. Hatırlarım, bana da iyi gelir.

Yukarıdaki üç arkadaş onlardan...Üçünü de 1995'te okumuşum ama dönüp dönüp okuduğum kitaplardır... Hele Peter Burke'ün Tarih ve Toplumsal Kuram kitabını her girdiğim sınav öncesi tekrar tekrar okurdum, cevaplarım için sahici bir kılavuz olurdu. Doktora yeterlilik sınavımda ona tekrar bakmasam, biliyorum, çalışmamışım gibi hissederdim. Her doktora öğrencisine şiddetle tavsiye ederim. Bu kadar derli toplu kuram anlatan çok az kitap vardır.

J.C.Scott'un Tahakküm ve Direniş Sanatları, bana yeni ufuklar açmış, dünyayla, muhalefetle ilgili sayısız ilhamlar vermiş, benzersiz bir çalışmadır. İnsanların tahakküm ve baskı karşısında nasıl olup da hayatta kaldıklarını anlatan, ilgisini bir hakim olanlara bir tabii olanlara çevirerek edebiyattan, sözlü kültürden, yaşanmış olaylardan örnekler veren..çok çok iyi anlatılmış bir kitaptan söz ediyorum. Ki bana kalırsa, sosyal bilimler alanında son yüzyılda yazılmış en iyi on kitaptan biri olabilir.

Enteletüel, bu üç arkadaşın en ünlüsü... Edward Said'in edebi ve romanesk bir dili vardır. Sakin ve şüphe duyan bir dille anlatır. Kitap, adından anlaşılacağı gibi entelektüelleri, entelektüellik hakkında yazılanları, tartışmaları irdeleyen bir literatür eleştirisi... İnsan her yaşta "biliyorum" vehmine kapılıyor, düşünmek, kendine ve yaşadığı "cemiyete" karşı mesafeli olması gerektiğini kolay unutuyor. Ağızlardan düşmeyen aydın ve entelektüel cümlelerinde kim ne diyor ve ne demiyoru anlamak için iyi bir başlangıç noktasıdır kitap.

Pazar, Mart 15, 2020

Eyüp Sabri


Resim, sosyal medyada dolaşıyor, Korona sonrasından mı yoksa çok daha önceden mi çekildi bilemiyorum, ben yeni gördüm. Kolonyacı Eyüp Sabri Tuncer'in Ankara Ulus'ta, Anafartalar Caddesindeki, eski Adliye'nin karşısındaki tarihi dükkanının önündeki kalabalığı fotoğraflamışlar.

Çocukluk ve ilk gençliğimin önemlice bir kısmı o çevrede geçti, hele bir dönem, o dükkanın biraz ilerisinde 52 numarada maaile çalıştık.

Böyle bir kalabalık, o yıllarda bayram arifesinde yine olurdu. İnsanlar akın akın gelir, kuyruklara girer, bayram için oradan limon kolonyası alırdı. Öyle ki, hemen yanda yine Eyüp Sabri satan bir eczane var, kalabalık, galiba taze değil diyerek, oradan almaz, saatlerce sıra beklerdi. Halbuki, eczanedekiler kolonya damacanası bitince yana geçip doldururlardı.

O gün de bugün de koyun gibiler mi? Öyle tarif eden çok çıkar. Ben artık ilk gençliğimdeki kadar sert konuşamıyorum.

Alışverişin iki tarafında olunca, müşteri ve satıcının hangi saiklerle ne aldığını/sattığını daha iyi anlayabiliyorsun...Müşterinin hissettiği tuhaf bir kandırılma korkusu, güvende olma hali... Asıl yerinden alacaksın derlerdi...Rağbet görenden almak, bir terslik çıkarsa karşısında sahici bir muhatap bulmak filan... bunlar önemlidir...

Bugün, kolonya modası geçmiş gitmiş gibiydi, tekrar "ilaç" olunca... oraya yine doluşmuşlar. Eyüp Sabri, dürüst esnaftı, günümüzün vurkaççılarına benzemezdi, hala da öyle bence...Ahali, doğru yerden, doğru fiyata almak için doluşmuş oraya...

Cumartesi, Mart 14, 2020

Çocukluğunuz itina ile korunur



Tuhaf bir hayat yaşıyoruz, hiç bitmeyen bir "felaket" gündemi karşısında kendi dertlerimizle hemhal olamıyoruz (veya olamıyormuş gibi yapıyoruz). Bizimkisi gibi hep haklı, hep mağdur, hep erkek ve hep bağıran kültürlerde nişlerle, küçük inceliklerle ilgilenemiyorsunuz (veya ilgilendiğinizi rahatça söyleyemiyorsunuz).

Sahaflardan bir çizgi roman aldım, bir baktım ki, kitap vakt-i zamanında yönetmen Umur Turagay'ınmış. İçimde şöyle bir ses yükseldi: "hey dostum, hiç merak etme, çocukluğunu itina ile koruyacağım"

Cuma, Mart 13, 2020

Talât Abi


Resim çizmekle gerektiği kadar uğraşmadım ama nasıl desem, derdimi az çok çizgiyle anlatabilirim... "ancak çöpten adam" çizebilirim diye bizi resmetmekten alıkoyan ve meşru sayılan bir sanat yargımız var... İşi sadece yeteneklilere ve sanat okullarına bırakan, tatsız bir resim dersiyle bizi çizmekten soğutan bir eğitim anlayışımız da cabası...

Mutlaka iddialı olmamız gerekmiyor, yazarlık başka yazmak başka gibi... profesyonel çizerlik başka, bir ifade aracı olarak çizmek başka...

Yukarıdaki çizgiler bana ait, hikayesi ise şöyle... 

Çizgi romanla ilgili bir kitap hayalim vardı, 1991 yılında İstanbul'a gidip, çizer ve koleksiyoncularla söyleşi ve röportaj yapmaya başladım. İlk olarak Samim Utkun'la konuşmuş, oradan da Talât Güreli'ye gitmiştim. O zamanlar, internet filan olmadığı için kim kimdir, nasıl biridir bilmiyoruz, Samim Abi, "s
ana kolaylık olsun, fotoğrafı yok ama resmini çizeyim" diyerek doğrusu Talât Abi'ye hiç benzemeyen bir portre resim yaptı. Karşılaşınca göstermiştim, esprisi olmuştu. 

Talât Abi ile konuşurken gaza mı geldim, havaya mı girdim, denk mi düştü bilmiyorum, resmini karalamıştım. Beğenmişim ki imza atmış saklamışım... geçen hafta sonu aklıma gelmişti, orijinaller arasında ancak bulabildim. Beni geçmişe götürdüğü için önemli bir hatıra...İyi ki saklamışım. Talât Abi bile görmedi bunu...

Ha, Samim Abi'ye söz söyledim (bu arada o çizimi bulamadım) ben çok mu benzettim derseniz eğer... Otuz yıl önceki genç Talât Güreli'yi çizdim, onun tipik bir gözaltı vardır, yüzünü çizerken vurgulamak gerekir, ona girememişim...

Üstüme gelmeyin.

Fark


Bugün, sahaflardan Agah Özgüç'ün 2005 tarihli Afişlerle Türk Sineması (Mimeray, 2005) kitabını aldım. Özgüç, çalışmasının bir bölümünde çizgi roman uyarlamalarına değinmiş ve benim ilgili kitabımdan söz etmiş, arada sorular sormuş, biraz karışık olduğu için benimle polemiğe mi girmiş anlamadım.

O kısmı geçiyorum, şöyle bir iddiada bulunmuş, 1960 yılında Kozanoğlu ölünce Yalaz, Kaan adını yasal olarak kullanamaz olur ve kahramanın ismini Karaoğlan olarak değiştirir filan demiş...

Doğru olamaz çünkü Kozanoğlu 1966'da ölüyor, o tarihlerde bırak ölmeyi, Yalaz'la dargınlar hatta...Seneler süren, Kozanoğlu'nun ölümünden sonra bile mahkemelere sirayet eden bir telif hakkı anlaşmazlıkları var... Ertem Eğilmez de bu karmaşık durumu kullanarak Kaan filmi çıkartır aradan... Yine mahkemeye gidilir... Yeşilçam oyunları diyelim...Yani, sadece ölüm tarihine baksa, iddiası değişecek...

Bir polemiğe girdiğim sanılmasın, sahiden böyle bir niyetim yok... Bir meselenin tarihini anlatıyorsak, yaygınlaşması gereken doğru olanı paylaşmak olmalı... Özgüç, kitabıma bakmakla birlikte galiba hafızasından yazmış ya da doğru bildiğini düşünerek önemsememiş... bilemiyorum...

Beni dahil etmese bunları da yazmazdım. Araştırdığımız meselelere farklı taraflardan bakıyoruz...

Perşembe, Mart 12, 2020

Fikret Adil


İstanbullu, Galatasaraylı. Gençliğini geç yaşayanlardan. Yeraltında, şehir uyuduğunda. Gülüşler, fısıltılar, öpüşen kadınlar. Kanadı kırılmış kuşlar ve buruşmuş bir siyahlık. Bohemi şehrin, mumda yanan pervanesi, ayartan caddeleri. Asmalımescit 74 ve Gardenbar zıvanası. Fikret Adil, Türkçenin Paris gecesi, kıyıya vuran şampanya şişesi.


Pazartesi, Mart 09, 2020

Asker Oldum Piyade


Akad ismi nedeniyle aldım kitabı... Fotoroman üretimlerimizi düşünürsek ortalamanın üzerinde bir iş çıkarıldığını en baştan söylemek gerekiyor. Sahne seçim ve tasarımları kalbırüstü olmuş. Akad'ın bir "kamera gözü" olduğu hemen anlaşılıyor. Diğer yandan, niye bu işe girmiş insan merak ediyor, ilk akla gelen "ekmek parası" ve "hayat mücadelesi" elbette ama... Yetmişli yıllarda aranan, rağbet ve itibar gören bir isim...Nasıl ikna edilmiş acaba... Akad olduğu için işin içine Müşfik Kenter de girmiş...ve sonra diğer tiyatrocular...

Asker Oldum Piyade, bir köy hikayesi olarak nitelenebilir... Kırık bir kavuşamama hikayesi anlatılmış, tabii ki baştan ayağa klişe... Esas oğlan, sevdiği kızı bırakıp askere gidiyor, bunu fırsat bilen Ağa, kıza tecavüz edip onunla evleniyor. Müşfik Kenter askerden dönüp de durumu öğrenince  meseleyi tam da anlamadan kahrederek  terki diyar ediyor.

Epey yıl sonra bakıyoruz ki, o tecavüzden olan oğul büyümüş, delikanlı olmuş, Suna Keskin kendini oğluna adayarak yaşamaya bakmış... Ağa, İstanbul'a gittiğinde pavyonda çalışan bir artistin tuzağına düşüp, kumardı hovardalıktı derken  çiftliği satmak zorunda kalıyor...

Çiftliğin yeni sahibiyse seneler önce kaybolup giden Kenter çıkıyor. Suna Keskin'de gözü olan kahya Aydemir Akbaş, o eski münasebeti fark ederek İstanbul'a gidiyor, olup biteni tek tek anlatarak ağasını azmettirecek ölçüde dolduruyor... Gaza gelen KötüAdam Müşfik'i öldürmek isterken kendi oğlunu vuruyor vs...

Final "yok ya! daha çocuğumuz olur" filan diyerek Müşfik ile Suna'nın mutlu sonu olarak nihayetleniyor...

Melodramın şaşmaz kurallarından biri, esas kızın bir başkasıyla cinsel ilişkiye girememesi... böyle bir şey olursa illa iki ölüm oluyor, erkek failden başka ya çocuk ya da kadın hikayeden ölerek ayrılıyor.

Askere giden Müşfik Kenter'in bıyıklarının kesilmemesi, bütün askerlik sahnelerinin hapisaneyi andıran (!) bir koğuşta geçmesi, hoşuma giden tuhaflıklar...

Pazar, Mart 08, 2020

8M


Biz, bağıranları seviyoruz, sırf bu yüzden, edebiyattan siyasete, salondan sokağa her yerde bazen pozla bazen sahiden çığlık atıyoruz. İnternet herkesi sanatçı, yazar, düşünür, gazeteci, yorumcu yaptığı için çığlıklarımız da çoğalıyor. Dikkat çekmek, düşüncenin esasından çok daha önemli bir hale geldi, eskiden önemli değildi demiyorum, artık... esasın "bağrını yaktı" diyorum.

Gün, güzel geçsin...

Cumartesi, Mart 07, 2020

Vira vira


Bu yıl sonuna kadar Blutv için üç ayrı senaryo çalışması yapmak için sözleşme imzalamıştım. İlkini yirmi gün oluyor, bitirmiştik. Dün, yeni işin ne olacağına karar vermek üzere İstanbul'daydım.  Aynı senaryonun ikinci sezonunu yazmamızı istediler, güzel oldu. Daha çekime bile başlanmadan iki sezonu yazmak, değişik olacak. Nasip kısmet. Vira vira...

Fethi Naci


Fethi babasının adı. Giresunlu. Parasız yatılı. 1951’de tutuklanan gençlerden. Yeryüzü ve Beraber’in solcularından. Altmışlarda TİP’li, kim değil ki? Eleştirmenin günlüğü, karınca yevmiyesi. Bakıyor kitaplara, dün çıktı yumurtadan, bugün büyük yazar, geçelim bir kalem. Yüzünde bıkkınlık, yuvasına çökmüş yorgun gözler. Nereye gitse bir yazar çıkıyor önüne. Doğruya doğru, eğriye eğri, celalli ve huysuz olup bitene, dostlarına. İstediğini okuyamamak, en çok o koyuyor insana. Ufuk bitiyor, kervan bilmiyor, dayan ha kılavuz, sakın okumayı bırakma. Fethi Naci, toplumsalın renklerini arardı hep, bulunca gençleşirdi yazısı. Bazen marksizm ezberi, bazen çok geniş bir ırmak, eleştirmenin kanı. Fethi Naci, romanın çiçeklere su veren karşı komşusu.


Cuma, Mart 06, 2020

Son Okuduklarım 41


Kasiyer, çevirmenine güvenerek okumaya başladığım bir romandı, ortalamanın üzerinde bir metin bekliyordum, fazlası çıktı, çok beğendim. Yakın zamanlarda bu denli iyi anlatılmış bir karakter hikayesi okumadım desem yeridir. Roman, bir market çalışanının merkeze alarak normali, rutini, çalışma disiplinini, cinsiyet rollerini, sosyalleşme kurallarını garip bir biçimde güzel hikayeleştiriyor. Furukura, çevresine bakarak normalin ne olduğunu anlamaya çalışan, kendini ona göre biçimlendiren ilginç bir karakter. Geleceğe de kalacak.  Lady Chatterley'in Aşığı Yargılanıyor, sevdiğim türden bir mahkeme kitabı. Britanya'da Penguen yayınevi Lawrence'ın doğumun yetmiş beşinci yılında ünlü romanı sansürsüz olarak yayımlamaya karar veriyor. Böylece diyelim, vakt-i zamanında kitap müstehcen bulunduğundan iş yıllar sonra yeniden mahkemeye düşüyor. Bir gazeteci olarak mahkemeyi takip eden Bedford bize tanıkları, suçlama ve savunmaları anlatıyor. Mahkeme, liberterlikle, ifade özgürlüğüyle klişelerle bağnazlıkla ilgili bir tartışma içerdiği için hayli zihin açıcı.  Deniz Duası, Hosseini'nin mültecilerle ilgili kısacık bir metnine dayanan resimli bir kitap. İsmini mini minnacık yazmışlar ama Dan Williams'ın ilüstrasyonları sıradışı güzellikteler ... Hariciye Günlükleri için Baobab'ın ilginç tercihlerinden biri daha demek gerekiyor... Bizde sanıyorum böyle bir çizgi roman yayımlanmadı. Alışkın değiliz, Blain'in komik ve akıcı bir çizgisi var ama senaryo "hardcore" meslek ve mutfak rutinini anlatıyor. Lisans eğitimimde Uluslararası İlişkiler okudum, tam öğrencilere göre olduğunu söyleyebilirim. Diplomasi magazini, bürokratik manipülasyon ve siyasi pragmatizm esprili bir biçimde işleniyor. Bilmiyordum, yazar Antonin Baudry'nin böylesi bir geçmişi varmış, otobiyografik nitelikte, hariciye deneyimlerini paylaşmış.


Resimlerle Nasrettin Hoca, Mim Uykusuz'un 1974 tarihli fıkra derlemesi. Uykusuz, 42 fıkrayı, resimli bant havasında karelere numara vererek çizmiş, sonraki fıkraları vinyetlerle bezemiş. Derlemenin ilginçliği haliyle Uykusuz'un çizgisi, fıkraları çizgilerle betimlemesi... Hoca'yı Disney havasında komikleştirdiğini düşünürsek çocuklara hitap etmek istemiş sanki. Diğer yandan kitabın ön arka kapağının ilkini Mehmet Tekdal, ikincisini Salih Erimez çizmiş, Uykusuz niye çizmemeyi tercih etmiş, insan merak ediyor. Belki de yayınevi bunu istemiş. Çin İşi Japon İşi, yerli ve yabancı edebiyattan seçilmiş erotik şiirlerden yapılmış bir derleme. 1976 tarihli kitabı Günel Altıntaş hazırlamış. Sonraki yıllarda yapılan benzer nitelikli derlemelere kıyasla daha neşeli bir seçme olduğunu söylemek gerekiyor. Ferhat ile Şirin, Ferit Öngören'in altmışlı yıllarda yayımlanmış bir gazete çalışmasının yıllar sonra kitaplaştırılmış hali (2003). Küçük boy basılmış, çizgilere tek renk katılmış, ortaya sevimli bir edisyon çıkmış. Öngören, bence daha çok çiz(diril)mesi gereken bir çizerdi. Akıllı, esprili, yeniliğe açık bir üslubu vardı. Az çizmesine üzülenlerden biri olarak albümü severek okudum. Bir halk hikayesini çizme arzusu, köycülük akımının sol düşünceyi etkilemesiyle doğrudan ilgili. Türk Karikatürü, o yıllarda kısa bir süre önce kurulan Karikatürcüler Derneği'nin ilk yayınlarından biri (1971). Karikatürcüler ve çalışmalarından örnekler sıralanmış. Bugünden bakıldığında sergi kataloğu havasında... ve naif görünse de bir birikim oluşturması bakımından değerli bir katkı. Meslek itibarı açısından bir yandan sanat vurgusu diğer yandan "geçmiş" derinliği yaratmak zorundasınız.

Perşembe, Mart 05, 2020

Köprü Altı Çocukları


Bir süredir, nerden kapıldım bilmiyorum, fotoroman okumaya başladım. Arada oluyor, bir şeylere takıyor, sürükleniyorum. Yukarıda kapak görselini paylaştığım Köprü Altı Çocukları, eskiden vıcık vıcık melodram derlerdi, hah işte onlardan bir tanesi, tek kelimeyle şahane bir şey...

Köprüaltı çocuğu diye, şimdilerde kullanılmıyor ama eskiden başıboş, evsiz barksız, suça meyilli gariban çocuklara denirdi, köprü altında yatıp kalktıkları düşünülürdü... Muhtemelen İstanbul'dan
(Galata'dan) dilimize sirayet ederek yaygınlık kazanmıştı. Sonradan "Sokak Çocukları" denmeye başladı, Köprüaltı deyişi handiyse unutuldu...

Fotoromanın ismi bu olunca tahmin etmiş olmalısınız, sokağa düşmüş, bahtsız-şanssız biri erkek diğeri kız çocuğunun hikayesi anlatılıyor. İkisi de babalarının öldüğünü (artık nasılsa) bilmiyorlarmış, okurla birlikte öğreniyorlar.

Erol, annesine "Benim babam nerde?" diye sorduğunda bir iki sayfa içinde ölecek olan çamaşırcı annesi mantıklı bir cevap veriyor, bayıldım :" "Yavrum, baban olsaydı çamaşır yıkıyarak yaşarmıydık?". Erol, elini kalbinin üstünde tutarak "Yoksa, yoksa babam öldümü anne?" dediğinde (sahiden) cerbezeli bir başa dönmesi geçiyorum.

Hikayenin diğer kısmında Sibel var, onun da perperişan annesi işsiz... Bir eve hizmetçi oluyor, patron sulanıyor, sonra üzüntüyle sahilde şarkı söylerken kendisini duyan (ve sesini beğenen, müşfik) bir pavyon sahibinden iş teklifi alıyor ama Sibel'i duymasından korkarak kızını yatılı okula veriyor.


Gözleri dolarak kızına niyetini açıkladığı sahne pek güzel: "Kızım yatılı okula yatman lazım" diyor, Sibel de garibim, yatılı okula yatmaya gidiyor. Gel gör ki, sınıftaki kötü kalpli bir başka kız (nalet olsun ona) gerçeği tıslıyıveriyor, "anan kötü yola düşmüş" manasında bir şeyler geveliyor. Sibel bu iftirayla yaşayamam diyerek pavyona gidiyor ve annesini şarkı söylerken görüyor. Bu eşsiz sahneyi aşağıdaki görselde paylaştım, arz ederim...

Siz de takdir edersiniz ki, Sibel yedi sekiz yaşında bir sabi, kolay ve katlanılır bir şey değil, resmen şarkı söylüyor annesi, bu dehşetli sahnenin ardından doğal olarak sokaklara düşüyor ve daha evvel Erol'u bir örümcek gibi tuzağına düşüren haysiyetsiz bir pislikle, Sansar Nuri ile karşılaşıyor...


Ve Sansar Nuri, elinde Sibel'le köprü altına çıkageliyor... Neyse ki Erol, ileride mert bir delikanlı olacak bir çocuk, Sibel'i hemmen sahipleniyor ve te polise neyim giderek hikayeyi mutlu sona bağlıyor.

Böyle bir hikaye ancak inanarak anlatılabilir, üreticileri benim parodi olarak gördüğüm ayrıntıların farkında bile değillerdir, hep söylüyorum, Dünyayı Kurtaran Adam'ın "remake" yapılması mümkün değildir...

Çarşamba, Mart 04, 2020

İki Veda




















Bugün iki gazeteden arayıp yazı istediler, yazabilirdim, istemedim, zamanın darlığını bahane edip atlattım onları. Üzgünüm. Ne söylesem eksik kalacak gibi geldi... Babamdan büyük olduklarına göre amca diyebilirim, birini daha yakından tanıdığım, diğerini daha uzaktan bildiğim iki çizgi romancı, garip ve üzücü bir tesadüfle aynı gün peş peşe ölüverdiler. İki "ressam", iki eski arkadaş, iki rakip, iki ayrı dünyanın insanı... bizi konuşturmak ister gibi... aynı gün göç ettiler.

İnsan, hatırlandıkça ölmüyor gibi geliyor bana... Suat Yalaz'ın da Abdullah Turhan'ın da hatırlanacak serüvenleri var... Güzel olan da "orada" yaşamak zaten... Hayat, o serüvenler ve hikayeler olmasa çekilir şey değil çünkü...