Perşembe, Ekim 31, 2024

Fark

Fotoğraf altmışlı yıllardan, muhtemelen anne kız olan iki kadının dansözden duydukları tedirginlik,  birlikte görünmek istememeleri “resim” olarak hoşuma gitti. Sınıfsal bir hassasiyet göstermişler diyelim, dansöze bakmamak, onunla aynı ortamda olmaktan hazzetmemek, değer yargıları ve statü farkını koruma arzularından kaynaklanmış gibi duruyor. 

Ayrıca, sınıfsal baskı ve "saygın" görünme arzusunu da hesaba katmak gerek, eğlence anlayışlarının bu tarz ortamlara uymadığı izlenimini bile isteye vermiş de olabilirler. Malumunuz, beğenmediğini hissettirmeye çalışmak da bir sınıfsal gösteridir, mesafe koymak istersiniz, “avam”, “salaş” ve geniş anlamıyla uygunsuz bulursunuz.

Cumhuriyetin kadim tartışmalarındandır, fotoğrafın çekildiği yıllarda belki biraz daha fazlaydı, batılı ve modern olmak, çoğunluğun beğenilerinden uzak durmak da demekti…Batılı tarz eğlenceler daha "şık" ve "saygın" olarak değerlendirildiğinden, dansöz eğlencesi ziyadesiyle doğulu ve turistik, uzak durulması gereken ucuz bir semboldü. 

Akla gelebileceği için yazayım, utanma ile iğrenme farklı güdülerdir, utanmaları gerektiğini düşünmüş olabilirler, iğrenç de bulabilirler ama bana daha çok mesafe koymak istemişler gibi geldi.

Bakmamak demişken, bakanı atlamış değilim, kameraya -bize- poz veren dansözün bakışı var, onu da pek çok kez yazdım, kameranın büyüsü faslından...

Not: Fotoğrafı görenler yorum yaptığı için yazayım, o yıllarda erkeklik ve ataerkillik eleştirisi yaygınlaşmamıştı, edebiyatta ya da şiirde izleri nadir ölçülerde görülüyordu ama gündelik dile sirayet etmiş değildi… Yani, dansöze bakarken erkeklik eleştirilmiyordu. 

Çarşamba, Ekim 30, 2024

Ormana kaçmak

Kendimi iyi bir yerde, beni mutlu edecek bir yerde hayal ettiğimde hiç şaşmıyor, bir ormanda oturuyor oluyorum. Kimsecikler yok, tek başıma, sesleri dinleyerek öylece oturuyorum. Serin bir esinti, yeşillik, ıslaklık... 

Sonraları fark ettim, sıcak bana göre değil... Denizi ve yüzmeyi seviyorum ama sıcak kıyılarla aram yok. 

Çok değil beş altı yıl önce kalabalık bulduğum için kaçtığımı sanıyordum, artık öyle olmadığını, o sıcağın beni daralttığını daha iyi anlıyorum. Güneşten sakınarak, gölgelerden giderek yürümek, klimaların göğsümde yarattığı "baskıdan" bunalmak filan... ıhh... 

Bir gün "emekli" olduğumda  sahil kenarına değil, bir ormana, bir ormanın kıyısına sığınacağım... diyorum. Üst üste iki arkadaşım, "sen Ankara'dan ayrılamazsın" filan dedi, bir başkası bu "kıpırdamama" halinin psikolojideki adını söyledim filan. Bilemiyorum. 

Ormana geri dönelim...

On iki ya da on üç yaşımdayken Kemer'de kıyıya yakın bir şeritte yürüyerek ağacı bol yeşil bir dağa tırmanmıştık, ağustos ayıydı, tırmandıkça sıcaklık artıyordu, dağdaki ağaçların türünden olabilir sanki gölgesi yoktu ormanın...O zaman ilginç gelmişti, Akdeniz ormanları bildiğim ormanlar gibi değildi... Sıcak kere sıcaktı. Benim bildiklerimde yukarı çıktıkça hava soğurdu, üşürdünüz. 

Çocuksunuz, basit bir mantıkla ayrıştırıyor, anladığınızı da abartıyorsunuz, en az kırk yıldır, ormana ve ağaca duyduğum dikkatle olabilir, Akdeniz'deki Ege'deki yangınlarda o cayır cayır sıcağın en önemli fail olduğuna inanırım. 

Pek çok insana saçma gelecek, hiç olur mu dedirtecek bir kıyaslama yapayım, Ankara'da İzmir'den daha çok ağaç veya orman var. Dileyen araştırabilir. Yangınlarla ve turizm mafyası eliyle  oralarda ormanlar günbegün azalıyor. Buralarda ise hem çok dikiliyor, üstelik hava ağaca daha uygun bir serinlikte büyüyor ya da büyür oldu. Küresel ısınmanın sonuçları diyelim, mevsimler ve iklim haritaları değişiyor.

Malum, orta sınıf, sahil kenarında bahçeli bir ev hayali kuruyor, küresel ısınma bunu da değiştirecek... bu da yazının kehaneti olsun, şuraya bir ünlem işareti bırakayım. 

Salı, Ekim 29, 2024

Gazooz gibidir Angara

Her yaştaki gençler içinmiş...
 

Pazartesi, Ekim 28, 2024

Çizgi roman sohbeti


Ö l ü m - k a l ı m  H a l l e r i
Şu soruyla sık karşılaşıyorum, "çizgi roman ölüyor mu?" veya ne yapmalı da çizgi roman "ölmekten kurtulur?". Niye ölsün diye başlıyorum cevabıma, bu bir anlatım biçimi, derdini ve hikayesini anlatmak isteyenler "kıyamete kadar" çizgi romanı bir araç olarak kullanmayı sürdürecekler...Üstelik, diyelim bugün bir şey oldu ve hiç üretilmeyecek bile olsa yüzbinlerce okunacak çizgi roman var, okuyabiliriz. Çocukluğumuza ve kaybolup giden bir sanata "hadi gel" birlikte ağıt yakalım canım benim demek istiyorlar sanki. Üzerinde hemfikir olacağımız, uzlaşabileceğimiz bir çocukluk hatırası da yok ayrıca... Aynı mahallede bile büyüsek, hepimiz başka yerinden hatırlıyoruz olup bitenleri...

Yok, endüstriyel bir sorunsa, o benim sorunum değil... Örümcek Adam'ın satıp satmaması benim derdim olamaz. Hadi diyelim ben "tarihçisiyim", endüstrinin gelişimini izlerim, kayıt altına alırım ama bir şeye ah vah edeceksem, tek başına iş üreten bir grafik romancının hayal kırıklığına daha fazla üzülürüm... Yok, üreticisi olarak bana soruluyorsa, hikaye anlatmak için her zaman bir yol bulurum, buldum da...(...) Siz bunlara kapılmayın, üretirseniz, üretmeyi bırakmazsanız mutlaka karşılığını alırsınız. bakmayın siz, pozunu çok yapıyorlar, çalışmak kolay değil, onu pek yapmıyoruz.

Y e n i  ü r e t i c i l e r
Elbette, üreticisi sayısında bir azalma var, yetenekli insanların para kazanabileceği yeni araçlar var çünkü.... veya çocuklar için çizgi roman artık temel bir eğlence değil... çocuklar eskisi kadar çok "çizgi romancı" olmak istemiyorlar. Üretici sayısının azalması "sanat" olarak itibarı düşüren bir neden olamaz ama...

P o p ü l e r  k ü l t ü r  i ç i n d e
(...) Çizgi roman, popüler kültürün bir parçasıydı, artık eskisi kadar değil... bir tarihi ve folkloru var ama...bu gücünü mazisinden alıyor... Yeni bir ikon üretebilmesi imkansız... Hikayeler evreninde dijital platformlar, televizyon ve sinemanın yanında... etkiden konuştuğumuz için söylüyorum, esamisi okunamaz. Çizgi romanlar bin ya da bin beş yüz basılıyor, altı yüz adet basılanlar bile var artık. Sinema etkisiyle altı yedi bin satılan yabancı çizgi romanlar varmış. On beş bin satsa ne olur ki... 1970'lerde kırk bin satan dergiler az satılıyor diye kapanırdı. Mizah dergilerimizin hepsini toplasak yirmi bin satılıyor mu emin değilim, sanmıyorum. Bir etkileri var ama telife dönüşebilecek bir etki değil bu... Rağbet olmazsa telif de olmuyor, konuşulmuyor da... İnsanlar, sorarsanız popüler olanı eleştirirler ama döner dolaşır, konuşulur olanı konuşmak isterler...

O r i j i n a l l e r
(....) çizgi romanın eskisi gibi üretilmiyor, bilgisayar daha fazla işin içinde ama çizim sayfalarının koleksiyon ve sergi değeri yükseldi... İnsanlar tek ve biricik olan orijinal sayfayı satın alıyorlar... Yani geleneksel olan bitmez ve parayla olan ilişkisi nedeniyle değerli olmayı sürdürür. Sırf bu satış için sınırlı sayıda sayfa geleneksel olarak da çiziliyor. (...)

N o s t a l j i
(...) Dünya kadar insan halen üretiyor, sen çocukken okumuşsun, şimdi yaşlı adam gibi, nostaljiyle bize bir maziden bahsedip "bitti bu iş" filan diyorsun... Üretenlere saygısızlık filan demeyeceğim, senin beğenin veya seninle aynı fikirde olanların beğenisi... çizgi roman için bir ölçüt olamaz. Çok şükür olamaz. Dünya kadar farklı anlayış var bu işin içinde. Sen okumuyorsun diye okunmuyor diye düşünmek nasıl bir mantık anlamıyorum. (...) bakın bu da aynı şey, eskisi gibi çizilmiyor demek, eskisi gibi yazılmıyor demek... elli yıl önceki hikayelerle ilerlemek mümkün değil ki... akıl hala çocuklukta... sen o çizgi romanı okurken annen içerden gelip "dersine çalışsana evladım" diyecek sanıyorlar. (...) Popüler kültürün işleyişini düşünün, yeni gelmesi lazım bize, nostalji deniyor ya, o da revize edilen ve güne uyarlanan bir şeydir, nostalji dahi güne uyarlanmazsa yaşayamaz.

G r a f i k  R o m a n
(...) Grafik roman, yeni bir yön, çizgi roman için yeni bir anlatım biçimi... Edebiyata yakın bir dili var, bu bence çizgi romanın dergiden kitap formatına geçmesiyle de ilgili işlevsel bir yenilik... Biz çok farkında değiliz ama Batı Avrupa'da feministler grafik romanı tür olarak çok sahiplendiler, bir ifade ve tepki aracı olarak sahiden iyi kullanıyorlar (...) Hayır, karıştırılıyor, İngilizcesiyle biri comics diğeri graphic novel... bizse o Amerikan icadının milli şuurumuza tehlike yaratmasını istemediğimizden, onu ta en baştan edebiyata-romana yaklaştırmak istemiş, benzetmiş, iliştirmişiz... yani biz çizgi roman derken, daha öncesinde resimli roman derken "comics" demek istiyoruz...

U n d e r g r o u n d
Underground çizgi roman da tür olarak bir alternatifti... ve bence bizim çizgi romanımızın bu konuda da bir geçmişi vardı. Ama muhafazakar bir dönemdeyiz, nasıl desem, sahaflarda içki masası resimleri çok satıyor, neden çünkü, kaybolur gibi oldu, büyük şehirler dışında içkili lokantalar yok oldular. Mevcut sansür koşulları nedeniyle diyelim Lombak tarzı öyküleri yeniden görebilmek artık o kadar kolay değil... Politically correct de değil... (...)

M i n i m a l  i ş l e r
(...) Öngörüde bulunmak zor, içinde bulunduğumuz kültürel iklim, insanların otobiyografik hikayeler anlatmasını teşvik etmiyor, siyaseten hep bir "ağır" şey oluyor ve tepki veriyoruz,vermek zorunda kalıyoruz,  hep daha büyük bir mesele var, kendimizi kolay ifade edemiyoruz. Yani bu hengamede minimal işlerin çıkması çok zor...daha bağıran hikayeler olur ama...oluyor da zaten...

E s k i l e r
(...) Kim ilginçti, hep söylüyorum aslında... Engin Ergönültaş ilginçti, İlban Ertem hakeza... Suat Gönülay yine öyleydi...Üçü de çok güzel hikayeler bıraktılar bize... Ben nasıl desem, bu konularda bir oburum, ararım, eskilere bakıyorum, bir kaç ay önce Suavi Süalp topladım, okudum, biraz dönem ruhuna bakmaya çalışıyorum... Galiba diyorum, senaryo işlerim bittikten sonra yazacaklarımı istifliyorum.

S e n a r y o  i ş l e r i m
(...) Benim çizgi romanla ilgim, kitaplarım, grafik romanlarım filan senaryo işlerimde bana bir öncelik, bana bir kolaylık filan sağlamadı. Editörlüğüm veya akademisyenliğim de öyle... Başka başka çevreler bunlar... Yüksek bir rekabet var, senaryoya bakıyorlar, piyasa ölçüleriyle iyiyse, ilginçse, uygunsa seninle ilgileniyorlar. Yani ben editörmüşüm, kitaplarım varmış falan bunlar laftır, sahiden kimse ilgilenmez, kimse geçmişe bakmaz, çoğu insan yaptığım herhangi bir işi okumuş değildir. Hadi takdir edildim ve itibar gördüm diyelim, dün yok ki, aslolan bugün ve işin kendisi... yeniden ve yeniden bir kavga veriyorsunuz.

[2019 yılında Hacettepe ve Başkent Üniversitesinde yaptığım konuşmalardan, kayıtları deşifre eden Deniz'e (K. Yiğit) teşekkürler. Metni konuşma havasını bozmadan küçük düzeltmeler yaptım ve ara başlıklar ekledim]

Pazar, Ekim 27, 2024

Ne olacak bu mizah dergilerinin hali?


Muhalefet Defteri isimli mizah dergileri ve karikatür hakkında kapsamlı bir inceleme kitabı yayımlandı. Yapı Kredi Yayınlarından çıkan, Levent Cantek ve Levent Gönenç imzalı kitap, ikilinin kimileri daha önce yayımlanmış ortak imzalı çalışmalarına dayanıyor. Gönenç, bir Anayasa Hukukçusu, Cantek ise üniversiteden ayrılmış eski bir akademisyen. Gönenç’in çeşitli gazete ve dergilerde karikatürleri yayımlanmış, yayımlanıyor. Cantek de grafik roman senaryoları yazıyor, özellikle çizgi romanla ilgili pek çok kitabın yazarı. Muhalefet Defteri, kendi deyişleriyle çeyrek yüzyıl önce başlayan arkadaşlıklarının bir sonucu olmuş, tutkuyla konuştukları ortak ilgileri hakkında bir şeyler yazmak istemişler. İkisi de eski ve yeni mizah dergilerini topluyor, inceliyor ve izliyorlar halen. Gönenç “Ben karikatür çizmeye başladığım ilk yıllarda mizah dünyası büyülü bir dünya gibi geliyordu bana. Özellikle mizah dergisi ortamı… Tutturmuştum, babam beni kıramayıp İstanbul’da Gırgır ve Fırt’ın hazırlandığı yere götürmüştü. Tekin Aral ve başka bazı karikatürcülerle tanışmıştım. Hatta Tekin Aral bana bir tarama ucu hediye etmişti. O yıllarda çok zordu tarama ucu bulmak. Küçücük çocuğum, bana rüya gibi gelmişti o kısa ziyaret” diye anlatıyor. Cantek ise mizah dergisi üreticileriyle ilk karşılaşmasının beklediğinin aksine sert geçtiğini, Oğuz Aral’ın Limon dergisini çıkartmak üzere dergiden ayrılan gençlere öfkelenmesine çok şaşırdığını söylüyor: “Ben onları destekleyecek, teşvik edecek sanmıştım. O tepki sonraları bana çok zihin açıcı geldi. Romantize etmemem gerektiğini o vesileyle anladım. Baba-oğul, usta-çırak ilişkileri diye anlatılıyordu ama bir de para kavgası vardı. Haftada üç yüzbin satan, yüksek gelirli bir dergiydi Gırgır.” Cantek ve Gönenç’in ortak çalışması, mizah tarihinden ve bugünden ayrıntılarla dolu. Hem tutkulu bir merakın hem de eleştirel bir okumanın izlerini taşıyor. İkiliyle dergileri ve kitabı konuştuk.

Mizah dergileri neden önemliler? Tutkuyla, severek üzerlerine çalıştığınız için soruyorum bunu. Aktüelliklerinin karşılığı nedir ya da tarihçi malzemesi olarak değerleri nedir?

Levent Gönenç- Mizah dergileri birkaç açıdan önem taşıyor. Öncelikle mizahçılar açısından: birincisi, bu dergiler sayesinde mizah ile uğraşanlar hayatlarını idame ettiriyorlar, dergiler onların ekmek kapısı. İkincisi, mizah dergileri bu mecranın canlı kalmasını sağlıyor. Her hafta mizah üzerine düşünülmesi ve iş üretilmesi bu alanda, zaman zaman tekrarlara düşülse de, sürekli bir canlılığın ve dinamizmin var olmasını mümkün kılıyor. Üçüncüsü, mizah dergileri mizahçılar için bir okul işlevi görüyor, yeni mizahçılar bu dergilerde yetişiyor. Okur açısından düşündüğümüzde ise şunu söyleyebiliriz: Mizah dergileri çoğu zaman bir alışkanlık. Günümüzde artık pek böyle olmasa da, geçmişte mizah dergileri okurun bağlandığı, takip ve talep ettiği yayınlardır. Okurun ihtiyaç duyduğu haftalık bir mizah dozu var yani.

Levent Cantek- Arz-talep ilişkisiyle yaşayan bir derginin tarihi vesika değeri taşıması tabii ki başka bir şey. O niyetle üretilmiyorlar ama geriye dönüp baktığımızda popüler esprinin ne olduğunu anlamak, neyin eleştirildiğini, neyin azımsandığını görmek önemli. Bugünden geriye gittiğinizde, o espri size komik gelmeyebilir, bağlamı bilmiyorsunuz eleştiriyi kaçırabilirsiniz veya o günün normali, bugün için siyaseten doğru olmayabilir. O noktada tarihçinin meseleye nasıl bakacağı, nasıl yorumlayacağı sorunu giriyor devreye.

Gönenç- Mizahçılar vak'a-nüvis gibi üretiyorlar belki ama asık suratlı değil, yeri geldiğinde komik, yeri geldiğinde sarkastik. Böylece mizahçılar güncelin yansımasını dergi sayfalarına taşıyorlar. Bu yüzden mizah dergileri geçmişi anlamak için çok önemli ipuçları veriyorlar bize. Özellikle farklı dünya görüşlerini savunan mizah dergileri kendi bağlamları içerisinde değerlendirildiğinde, belli olaylara ve kişilere ilişkin çok önemli ayrıntıları yakalamak mümkün oluyor. Sonuçta mizahın tarihi ile tarihin mizahı iç içe geçiyor.

Cantek- Türkiye’de tarih algısı, daha çok seçimlerle, partilerle ilgili geliştiğinden mizah dergileri ve karikatür daha çok buna yarayacak biçimde kullanılıyor. Oysa mizah, yasaklanan, yok sayılan mecralardan beslenir. Argo ve cinsellik önemli mecralar, gündelik hayatın içinde kalan bir dil yine önemli. Mizah dergilerine ve esprilere, kadınların ve erkeklerin kullanımına başka türlü bakmak gerekiyor, daha işlevsel bir kullanımdan söz ediyorum.

Mizah dergileri muhalif olarak görülürler, bu yanlış bir kanaat mi? Veya nasıl bir muhaliflikten söz ediyoruz biraz açar mısınız?

Gönenç- Evet, mizah dergilerinin hep muhalif olduğu söylenegelmiştir. Bu yerleşik bir kanaat. Bunda büyük ölçüde gerçeklik payı da var. Ancak mizah dergilerinin tümünü veya mizahçıların hepsini muhalif saymak çok doğru bir tespit olmayabilir. Tabii burada asıl önemli olan muhalefetten neyi anladığınız. Eğer siz muhalefetten çoğunluğa karşı azınlığın eleştirilerini ve karşı çıkışları anlıyor iseniz mizah dergiciliği tarihinde bu tür örnekler çoktur. Ancak eğer muhalefeti azınlıkta olsa dahi belli bir gruba karşı olumsuz bir tavır alış olarak anlıyorsanız iş değişiyor. Örneğin Cumhuriyet döneminde uzun yıllar yayımlanmış olan Akbaba dergisi tek-parti döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nin yanında yer alıyor ve o dönemde ortaya çıkan muhalefet hareketlerini eleştiriyordu. Aynı şey içinde bulunduğumuz dönem için de geçerli. AKP iktidarın iktidara yakın olan mizahçılar, muhalefete muhalefet yapan bir mizah anlayışını benimsemiş görünüyorlar. Dolayısıyla “Mizah dergileri muhaliftir” derken mutlaka bu tespitin açıklanması gerekir.

Cantek- Ben Levent’in kaldığı yerden devam edeyim, muhalif dendiğinde ne anlaşıldığı önemli aslında. Hükümete, rejime karşı eleştirellik anlaşılıyor. Mizah dergilerinde otoriteyle, ebeveynlerle, öğretmenlerle veya evde babayla uğraşılır örneğin. Hayata, geleneğe karşı geliştirilmiş bir eleştirellik pek akla gelmez. Mizah dergileri bence asıl olarak o yönleriyle ilginç ve önemliler. Yani, apolitik oldukları iddia edilirken bu yönleri hiç akla getirilmiyordu, haksızlık ediliyordu demek istiyorum. Geniş bir tanımla bakmak lazım muhalefete.

Pek çok karikatürist mizaha hoşgörü gösterilmesi, dava açılmaması gerektiğini söylüyor. Katılıyor musunuz bu fikre?

Cantek- Bu da muhalefet tanımı gibi karışık bir mesele. Kim, kime hoşgörü gösterir? Güçlü olan, güçsüz olana gösterir. Tersi olabilir mi? Güçsüz olan hoşgörü göstermese ne olur ki? Cürmü kadar yer yakar. Ben karikatüristlerin devletten hoşgörü göstermesini istemelerinden doğrusunu söylemek gerekirse hoşlanmıyorum. Gazeteciler de eleştiriyorlar, edebiyatçılar da… Onların böyle bir çağrısı var mı, böylesi bir ricası… Otoriteyi eleştirmek bir riskse, sen bu riski göze alıyorsun demektir. Başka türlüsü oluyorsa, sen eleştirdiğin için suçlanıyorsan zaten orası demokratik bir ülke değildir.

Gönenç- Mizah hoşgörünün olduğu ortamlarda daha rahat yapılır. Ancak bunun da bir sınırı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. En gelişmiş demokrasilerde dahi bu böyle. Yani mizahçılar mizah yapıyoruz diyerek hakaret veya küfür etme ayrıcalığına sahip değiller. Ancak bir dava söz konusu olduğunda bilirkişilerin ve mahkemenin bu fikri ürünün bir mizah eseri olduğunun ve mizahın doğasında sert de olsa eleştiri unsuru bulunduğunun farkında olması gerekir. Eğer ilgili yasa hükümleri bu anlamda çok dar yorumlanacak olursa dünyanın hiçbir yerinde mizah yapmak mümkün olmaz.

Mizah dergilerine ve karikatüre, tarihsel dönemler itibarıyla soruyorum, en çok ne zaman baskı yapıldı?

Gönenç- Mizah dergilerine ve karikatüre geçmişte farklı dönemlerde çeşitli biçimlerde baskı uygulanmıştır. Eğer “baskı” ile mizah dergilerine ve karikatüristlere dava açılmasını kastediyorsak, son dönemde bu tür davaların geçmişe göre arttığını söyleyebiliriz. Ancak mizah dergilerine ve karikatüristlere baskı her zaman dava yoluyla olmayabilir. Örneğin geçmişte Demokrat Parti zamanında mizah dergileri baskı yapabilmek için kağıt ve mürekkep bulamıyorlardı, bu malzemeler siyasi iktidarın izni ve onayıyla alınıp satılıyor ve mizah dergilerine bu anlamda bir ambargo uygulanıyordu. Hatta bu yüzden kapanmak zorunda kalan Tef mizah dergisi okuyucularını bu durumdan haberdar ederek son sayısını kese kağıdı kalitesinde bir kağıda basmak zorunda kalmıştı.

Cantek- Baskıyı belirleyen ölçütlerimiz neler önce onu düşünelim. Dava sayısı mı, hapis cezası mı, derginin baskı imkânlarının engellenmesi mi, dergiler çıkmadan evvel sansür edilmesi mi? Abdülhamit döneminde mizah dergileri çıkamadılar, 12 Eylül’de bütün siyasi davalar bir biçimde sonuçlanmadı, insanlar yıllarca hapis yatıp sonra beraat ettiler veya nelerle suçlandılar. Suç olarak görülen şeyler nelerdi? Şunu ölçemeyiz. Bir üretici, çevresinde olup bitenleri görüp ona göre yazıp çiziyorsa, çekinerek ve dolaylı yolla konuşuyorsa orada baskı vardır, kolay tespit edemezsiniz. İnsanlar yaşamak, geçinmek ve hayatını sürdürmek, ailelerini, yakınlarını düşünmek zorundalar. Bizim gibi ülkelerde otoriter eğilimler her zaman güçlüdür ve muhalif düşüncelere yönelik güç gösterileri sürekli tekrarlanır. Yoksa, bugünle geçmişe bakarak, hapse girenleri, işten çıkarılanları, ölenleri sayıca kıyaslayın, bir sonuç çıkarırsınız. İleride üzülerek hatırlayacağımız günleri yaşıyoruz.


 Mizah dergiciliğimizin tarihsel olarak en önemli üç kişiliği kimdi desem?

Gönenç- Mizah dergiciliği deyince belki ilk akla gelen isimlerden biri Akbaba’yı çıkaran Yusuf Ziya Ortaç. Ortaç pek çok anlamda mizah tarihimizi etkilemiş bir isim. Ardından tabii ki, Gırgır’ın fikir babası, kurucusu ve mizah yönetmeni Oğuz Aral akla geliyor. Günümüze doğru geldiğimizde ise tek bir isimden söz etmek pek mümkün değil. Çünkü günümüzde yayımlanan mizah dergilerinde daha çok kolektif bir yönetim yapısı mevcut. Dolayısıyla aralarından birini çekip almak fevkalade güç.

Cantek- Ortaç ve Aral’ın yanına ben, Engin Ergönültaş’ı da katardım. Ticari olarak başarılı ve uzun ömürlü dergileri olmasa da underground eğilimli bir tarzın üreticisi oldu ve günümüz dergiciliğini Aral’dan daha fazla etkiledi. Oğuz Aral’ı herkes bilir, Ergönültaş’ı bilenler bilir demek gerekiyor. 1978 yılında çıkan Mikrop, Gırgır’dan daha fazla bugüne kaldı.

Gırgır, dünyanın en çok satan üçüncü dergisi değil miydi? Bu bağlamda mizah dünyasının mitleri, abartılan ve azımsanan örnekleri var mı?

Gönenç- Mizah dergilerinden, özellikle Gırgır’dan ne zaman söz açılsa bu konu gündeme gelir. Bu bir gerçek midir, yoksa bir günümüzdeki moda terimle bir “şehir efsanesi” midir? Büyük ihtimalle bu inanmaya gönüllü olduğumuz bir efsane. Bir yandan dünya çapında bir başarı elde etmek milli gururumuzu okşarken, diğer yandan çok sevdiğimiz Gırgır’a bir paye vermek istemiş olabiliriz. Ancak nihayetinde Gırgır’ın hangi verilere göre dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi sayılabileceği tartışılır. Örneğin dünyada satan tüm mizah dergileri incelenerek mi böyle bir sonuca ulaşılmıştır? Bu ve benzeri sorular bu tespiti tartışmalı hale getiriyor. Nihayetinde bu meseleyi çok fazla abartmamak ama Gırgırın da hakkını teslim etmek gerekir. Gırgır dünyada olmasa bile Türkiye'de en çok satan mizah dergisi, hatta dergi olarak tarihte yerini almıştır.

Cantek- Gırgır’ın yayıncısı Simavilerin en çok satan gazetesi olan Günaydın tarafından uydurulmuş bir asparagas bu aslında. Soğuk Savaş’ın iki süper gücü olan Amerika ve Sovyetler’den iki dergi, Mad ve Krokodil seçilmiş, evirip çevirilmiş, olan bu. Oğuz Aral, bunu uzun uzun anlatırdı, hatta buna göre Fırt dördüncü en çok satan oluyordu, Çarşaf beşinci filan. Sahiden komik, Amerika’da Sovyetlerde başka dergi yok mu, Japonlar neler yapıyordu, Hindistan’da Çin’de, onu geçtim Fransa’da ne çıkıyordu soran yok, inanılır gibi değil. Gırgır tabii ki çok satıyordu ama bu üçüncülük filan nerden çıktı, niye yetinemedik bu başarıyla bilmiyorum. Her yere gökdelen diken bir ülkeyiz, Avrupa’da bu kadar gökdelen var mı, sayıp dökenler oluyor, bence aynı şey… Solculuk sağcılık filan burada karışıyor, yetmiyor bize…

İslamcılar mizah söz konusu olduğunda ısrarla bir tebessüm vurgusu yapıyor, kahkahayı reddediyorlar. Nedir bu tebessüm hassasiyeti? Din ve mizah ilişkisi daimi bir uyumsuzluk ilişkisi mi içeriyor?

Gönenç- Biz bu konuyla ilgili düşünmeye başladığımızda esas olarak şunu gördük: İslami mizah yaptığını ileri süren mizahçılar aslında genel geçer mizahi kalıpları kullanarak mizah yapıyorlar. Siyasi olmayan işlerinde argo, küfür ve cinselliği çıkardıktan sonra yazdıklarının çizdiklerinin genel-geçer mizah üretiminden pek farkı yok. Siyasi nitelik taşıyan İslami mizah ise, bir dönem siyasetin marjinal alanında yer alan muhafazakar partilerin, başörtüsü, imam-hatipler vb. konularda savundukları görüşlerin, biraz da propagandacı bir tavırla mizah dergisi sayfalarında tekrarlanmasından ibaret. Günümüzde bu anlamda artık eleştirilecek bir mesele, yoluna baş koyulacak bir “dava” olmadığı için bu dergilerin içeriği gitgide kısırlaşmış ve çoğu kapanmış durumda. Sonuçta kahkaha caiz değil, tebessüm et dediğinizde, mizahı dar kalıplara hapsettiğinizde mizah boğuluyor. Çünkü bu mizahın doğasına ters. Bu yüzden ayrı bir “İslami mizah” kategorisi veya janrı olduğunu söylemek dahi güç.

Cantek- Ayinesi iştir kişinin derler ya… Başlangıçta hep büyük laflar ediliyor ama sonuçlara bakıyoruz, yeni bir şey olmadığı gibi taklitten öteye de gidilmiyor.


Penguen’in kapanmasını temel alarak soruyorum, mizah dergileri mi yaşanan zamanın gerisinde kaldılar yoksa dergicilik bakımından ömürlerini dolduruyorlar mı? Mizah dergileri daima çoksatar yayınlardı, artık değiller. Yeni bir dönem yaşıyoruz sanki. Ne yapacaklar, nasıl bir öngörünüz var gelecekle ilgili…

Gönenç- Penguen’in ve belki başka mizah dergilerinin neden kapandığı sorusunu tam olarak cevaplayabilmek için belki biraz daha beklemek gerekiyor. Çünkü bu dergilerin yerine yeni dergilerin çıkıp çıkamayacağını veya bu anlamda mizah dergiciliğin biçim değiştirip değiştirmeyeceğini zaman içinde göreceğiz. Ancak şurası bir gerçek ki, bugün mizah dergilerinin rekabet etmesi gereken çok fazla şey var. Başta televizyon ve sosyal medya. Gerçekten mizah dergileri bu rekabeti göğüsleyebilecek dinamizme sahip mi veya kapananlar bu dinamizme sahip miydi, tartışılır. Bunun dışında zaten dergicilik doğası gereği her zaman yıpranma riskini içinde barındırır. Her hafta okuyucunun karşısına farklı bir içerikle çıkmak neredeyse imkânsız gibidir. Okuyucu bir süre sonra derginin üslubunu kanıksar ve artık şaşırmaz olur. Bir tür “metal yorgunluğu”. Bu yüzden mevcut mizah dergilerinin doğal ömürlerini tamamladıkları da düşünülebilir. Ancak nihayetinde bu karamsar bir tabloya da işaret etmiyor. Geçmişte de dergiler çıkmış kapanmıştı ama yerine hep yenileri geldi. Bu kez de böyle olacağını tahmin etmek güç değil. Sadece biraz zamana ihtiyaç var. Okur bu dergilerin eksikliğini hissetmeli, bu dergilerde üretenler de bir tür iç muhasebe yapmalı. Bunun sonucunda ne olur hep birlikte göreceğiz.

Cantek- Ben 1970 öncesine döndüğümüzü düşünüyorum, daha az satışlı, daha dar kadrolu dergiler olacak. Üreticiler o yıllarda olduğu gibi çok çeşitli yerlerde işler yaparak geçinmek zorunda kalacaklar.

Son soru sizinle ilgili, nasıl tanıştınız, kitaba ve birlikte çalışmaya nasıl başladınız?

Cantek- Yirmibeş yıl önce galiba tanıştık, aralıklarla konuşuyorduk, son on yılda daha sık görüşüp, aramızda konuştuğumuz meseleleri yazıya dönüştürmeye başladık. Yaza yaza bir kitap çıktı işte…

Gönenç- O kadar olmuş demek ! Ben Cantek’i ilk kez Sanat Kurumu’nda bir toplantıda gördüğümü hatırlıyorum. Farklı bir tondan konuşuyordu bilindik meseleler üzerine. Mizah ve karikatürün teorik ve akademik boyutları üzerinde yeni yeni düşünmeye başladığım zamanlardı. Anlattıklarına kulak kesilmiştim.  Sonrasında çok konuştuk bu meseleler üzerine. Bir yerden sonra kalıcı kılalım dedik bu hasbihâli. Birlikte yazdığımız makaleler ve bu kitap böyle çıktı ortaya.

Başka çalışmalar da yapacak mısınız?

Cantek-Grafik roman hakkında bir çalışma yapalım istiyoruz ama nasip kısmet diyelim…Gönülden geçen çok da…

Gönenç- İkimiz de grafik roman tutkunuyuz ve son zamanlarda bunun üzerine de çok konuşuyoruz. Grafik roman Türkiye’de yeni yeni tanınan bir tür. Dolayısıyla, çok sevdiğimiz bu türü tanıtmak ve yaygınlaştırmak için bu kitabı yazmak boynumuzun borcu. Ama hayat gailesi işte...  Cantek’in dediği gibi, nasip kısmet...

Söyleşi, Aybars Yanık imzasıyla K24'te yayımlanmıştı.


[2017]

Cumartesi, Ekim 26, 2024

Doktor No

Üstteki kapağı, yakınlarda gördüm, hoşuma gitti, o kadar biliniyor ki nokta içinde 007 yazılınca ne olduğu hemen anlaşılıyor. Eskiden pulp işlerin kapakları bu sadelikte olmazdı, dikkat çeksin diye illa bir olağanüstülük, bir frapanlık katılırdı işin içine...

Yukarıdaki tam öyle bir kapak olmasa da bir geçiş dönemi işi olmuş, örümcek ağının merkezine romanın ismini istiflemişler ki... James Bond bir örgütle mücadele ediyor demek istenmiş, çok tüketildiği için bugün artık ilginç gelmiyor ama bir zamanlar komünistler, masonlar, kara adamlar hep örümcek ağıyla tanımlanırdı.

Bu da bizden iki kapak, ilki benim bildiğim ilk baskısı, diğeri ikincisi... Sonraki baskılardaki tek bir kapak bile o ilk kapağın estetik güzelliğine ulaşamadı.

Cuma, Ekim 25, 2024

Güzel Şeyler


Ebebulgur: Bulgur iriliğinde yağan kar.
Cintepesi: Dağın en yüksek yeri. 
Ebehörlüm: Beş nisanda esen fırtına.
Ecet: Dul bir kadının yeniden evlenmesi için beklemek zorunluğunda olduğu zaman.
Elebez kancığı: İşsiz güçsüz olup, gönül eylemek için avare avare dolaşan.
Elüğun köri: Bir kimseninin çağırmasına ya da sorusuna karşılık olarak tersleme, azarlama anlamında kullanılır.
Fenekir: Delik deşik olmuş, eskimiş.
Fışfırdal: Sidiğini tutamayan.
Mart Cevizi: Boysuz, küçük yapılı adam.
Lemlum etmek: Açıkça söylememek, gevelemek.
Melermek: Gözlerin heyecandan yusyuvarlak açılması.
Muştucuböcü: Girdiği eve hayırlı haber getirdiğine inanılan, kelebeğe benzer kahverengi kanatlı böcek.
Oğlakbaşlı: Kuyruklu yıldız

Perşembe, Ekim 24, 2024

Ve karşınızda hırkızlar

Polisimiz, yakalanan hırsızları takdim ediyor, bana ellili yılların sonu gibi geldi. Alelacele ve telaşla arkaşların saçları uçurmuşlar, gaztecilerin karşısına çıkarılırken elleri yüzleri düzgün-façaları cilalı olmamalı çünkü, amman aman, akıllara ziyan... sakın ha!

Bir kontrast istiflemek istediklerini biliyoruz. Suçlular ve biz, suçlular ve polisler, iyiler ve kötüler...

Suçluların, yakalanan mühimmatın filan sergilenmesini oldum olası garip bulurum, tabii ki anlıyorum, polis yapıp ettikleriyle ilgili bir vitrini olmasını arzuluyor, gözdağı vermeye korkutmaya çalışıyor, kendini ve başarılarını takdim etmek istiyor.

Oysa masumiyet karinesi ihlal ediliyor, itibar zedeleniyor, linççi bir dil kuruluyor vs... Sanılanın aksine ters de tepebilir bu yöntem, suçun romantize edilmesine yol açabilir, eylemin tekrarlanmasına neden olabilir filan...Hak getire tabii...

Fotoğrafı sevme nedenim: polisin suçluları teşhir ve takdim ederken kıvrılan eli, sahneye davet eder gibi değil mi? Rast perdesinden konuşur gibi...

Ve karşınızda yeni yakaladığımız hırkızlar!

Çarşamba, Ekim 23, 2024

Hayal kırıklığı

https://www.deviantart.com/moustahiech/art/Walter-Molino-1063054052
Walter Molino

Pazartesi, Ekim 21, 2024

Maskeli Çetin Kaptan

Otuzlu yıllardan bir çizgi roman Çetin Kaptan, Rakım Çalapala'nın yazdığı Ercümend Kalmuk'un çizdiği çalışma Yavrutürk'de yayımlanırdı. Aşağıda tam sayfa örneğini de vereceğim çalışmada Çalapala şiirimsi bir metin yazıyor, Kalmuk da o dizelere uygun bir görselleştirme yapıyordu.

Etkisi oluyormuş, beğeniliyormuş ki, yıllar önce Mümtaz Soysal, bir röportajında en sevdiği kahramanın Çetin Kaptan olduğunu söylemişti. Demek ki diyorum, Çetin o yılların çocuklarının kalbini fethedebilmiş... 

Doğal olarak yerli ve milli bir çizgi romandı Çetin Kaptan, bir o kadar da pedagojik...

Yukarıda seçtiğim gaz maskeli kare, yaşadığımız pandemi nedeniyle hemen dikkat çekmiş olmalı, öncesinde ne olduğu "pek" anlaşılmazdı.

Çetin Kaptan, niye maske takıyordu veya niye harçlığından artırarak kendine bir maske almıştı derseniz eğer... şöyle anlatayım, o yılların popüler kültüründe büyük bir savaş çıkacağı endişesi çok yüksek(ti)... Çıkacak savaşın uçaklarla, gaz bombalarıyla yaşanacağı düşünülüyor, gaz maskeleri kurtarıcı bir mühimmat olarak görülüyor(du). 

Gaz maskeleri, genellikle soğuk savaşla özdeşletirilir ama ilk büyük savaş ve sonrasında da popüler kültürün tekrar eden ve bilinen simgelerindendi. Düşünün bizimkiler de Fransızlardan göre göre ağaç yaşken eğilir misali, çocuk kahramanlarına maske taktırıyorlardı. 

Bakınız Çetin Kaptan, iftiharla maskesini sunar!

Pazar, Ekim 20, 2024

Dünyaya açılan pencere

Cemal Nadir, "gazete dünyaya açılan bir penceredir" fikrini esprileştirmiş. Delikanlı, gazetede açtığı delikle hanfendiyi dikizliyor. Gören olursa "ayıplar", e ayıp dediğimiz de ne desek boş, esprinin kıyılarında yaşar, mağduruysanız trajedidir ama seyretmesi sizi güldürebilir. Freud, esprinin bastırılandan çıktığını cinsellik ve argonun bu sebeple temel kaynaklar olduğunu iddia eder.

Ben, "dünyaya açılan pencere" nitelemesine takıldım, bir erkekle bir kadının karşılaşmasını sahiden de dünyaya açılmak sayarım. Meydan okuma içerir çünkü, cesaret ve kaybetme korkusu yarenlik eder o kalkışmaya... Büyük bir keşiftir... Yeni bir kıtayla tanışırsınız. Beğendirmek zorunda olduğunuz bir süreç yaşar, olduğunuzdan daha "ince" olduğunuz bir efor kaydedersiniz. Melankoli, şehvet, arzu, endişe, neşe, keder, öfke duyarsınız... Dünya, sahiden de o gazetedeki delikten gördüğünüz şey olur, kalbin gümbürtüsü, yokluğunun sessizliği... 
 

Cumartesi, Ekim 19, 2024

Salih Erimez

Salih Erimez, göz alıcı çizgileri olan bir sanatçı değildi ama çok özgün ve kendine has bir dünyası vardı. İlk çizgilerinden son çalışmalarına kadar bir tarzı neredeyse hiç değiştirmeden sürdürmek az şey değil. Hem iyi hem kötü. Çizgi roman ve karikatürden ziyade ilüstrasyona yakındı. Uzun yıllar, geçmişi anlatan çizimler yaptı, orada da bir ortalaması vardı diyemem, bazen sahiden çarpıcı "esprisi", "fikri" olan sayfalar çizdi, bazen zor anlaşılan, insana ne okuduk, neye baktık dedirten şeyler üretti... 

Yukarıda iyi olduğunu düşündüğüm bir örnek seçtim. Külhanbeyleri sarhoş bir halde naralar atıyor, köpekler onlara havlıyor, arkadaki Zaptiye hiddetleniyor, penceredeki kızlar da "külhanlara" imreniyor filan... El hak, tarafları güzel konuşturmuş. 

Külhanbeylerinin "Heyyt imanım, savulun be! Adımız çene söküp filiz kıran, var mı bize yan bakan?" narasına Zaptiye subayı hiddetlenip Çavuş'a emrediyor: "Çavuş, çevirin şunları, alın karakola yatırın falakaya, nara atmayı anlasınlar"... pencereden bakan kızların derdiyse başka: "Kırk bir kere maşallah. Yaradana kurban olalım."

Erimez için göz alıcı değil dedim, şöyle anlatayım, zanaat olarak, sahnenin istifinde penceredeki kızlar hiiç gözükmüyor, halbuki arzunun membaı olarak sadece görünmemeli dikkat çekici biçimde yerleştirilmeliydiler, hatta sayfa kompozisyonu değişmeliydi, onları merkeze alarak yeniden kurulmalıydı demek istiyorum. Sonuçta erkekler tepişiyor, onlarsa bir espri olarak kapalı hayatlarına sirayet eden o narayı gürültüden çok bir aşk nağmesi olarak görüyorlar. 

Erimez, son yıllarında çizmiş bu sayfaları, belki yorulmuştu, belki bıkmıştı, onu da aklımda tutuyorum. 

Cuma, Ekim 18, 2024

Bir günün beyliği

Kürt Beyi: bir günün beyliği beyliktir!
Karikatür, İran’ın işgali sırasında Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurulan, bir yıllık kısa ömürlü Kürt Mahabad Cumhuriyeti'nin sönümlenmesiyle ilgili (1946). Blogun takipçilerinden olan bir arkadaşımız bu kapakla kimin eleştirildiğini sormuş: “Cemal Nadir, o kapakla günümüz İran sınırları içerisinde Sovyet desteğiyle kurulan Kürt devletini mi tiye alıyor? (…) Yoksa dönemin Türkiye’sindeki Kürtler için mi çizilmiş? Bunu merak etmekteyim. ”

Ona yazdığım cevabı paylaşayım: Özel bir ilgim olmadığı için olayın kendisine dair bir şey söylemem zor, dönemin gazetelerine bakmak gerekiyor. İlk söyleyeceğim, konuyu (espriyi) Yusuf Ziya Ortaç bulmuş-söylemiş, Cemal Nadir sadece resmetmiş olabilir, bunu hep aklımızda tutmalıyız, imzaya aldanmamak gerekiyor... Akbaba’da özellikle siyasi esprileri Ortaç belirliyor, karikatüristlere "çizdiriyor"... 

İkinci mesele ise o dönem basınında Kürtler ismen dahi pek geçmiyor, şaki ya da eşkıya olarak niteleniyor ve o mantıkla da karikatürize ediliyorlar. Sonuçta İstanbul'da çıkan az satışlı yayınlar bunlar... Kürtlerle "karşılaşmıyorlar", onların düşman gündeminde Yahudiler ve Rumlar var. Yani o espriyle içerdeki Kürtlere yönelik bir mesaj verilmiş olması çok mümkün görünmüyor. Sovyetler, Kürtlere, Araplara, atıyorum Afrikalılara yardım ediyor gibi görünür ama aslında köleleştirir gibi bir yargıya sahipler... Bir günlük beylik esprisinde elbette Kürtlere yönelik tahkir ve tezyif var, ama yukarıda söyledim, onları eşkıya ölçüsünde vahşiler gibi görüyorlar... hakeza Arapları ve "Zencileri" de öyle görüyorlar. Bilmedikleri için de klişelerle düşünüyorlar.

E, peki niye bu kapağı çizmişler dersek, öncelikle anti Sovyetik bir refleksi aklımıza getirmeliyiz. Sovyetlerin desteklediği herhangi bir şey iyi olamaz diye düşünülüyor, o fikirle bakılıyor olup bitene, mesele Kürtler değil Soğuk Savaş iklimi ve koşullanması bence...

Şunu bilebilsek, güzel olurdu, aynı soğuk savaş koşullarıyla ilgili Akbaba'nın feyz aldığı Fransız dergileri örneğin, bu meseleye dair ne çizmişlerdi? 

Perşembe, Ekim 17, 2024

Boğaz Manzarası

Aydede kapağı, Turhan Selçuk çizmiş, karı-koca boğaz manzarasına bakarak oturuyorlar. Onları, daha doğrusu, genç kadının oturuşunu gören iki delikanlı da hemen aşağıda konuşlanmışlar, o günlerin yeni yeni yaygınlaşan argo deyişiyle "dikize" "ronta" yatmışlar ve nereye bakıyorlar, manzaraya (!). Zaten karikatürün esprisi de bu manzara vurgusuna dayanıyor. Dünyadan bihaber, kendiyle dolu yaşlı koca "Ne aptal insanlar var dünyada, şu güzel boğaz manzarasına sırtlarını çevirip oturmuşlar" diyerek gençlerle alay ediyor sözüm ona (Aydede, 2.6.1949).

Turhan Selçuk, 1991 yılında kendisiyle yaptığım söyleşide erotizmi amaçlayarak çizmediğini iddia etmişti, okur öyle görmüş ve algılamış olabilir, ben yapmadım demeye getirmişti. Bence bu tür işlerini değersiz bulduğu için böyle bir kestirimde bulunuyordu, yoksa yukarıdaki karikatür gibi belki bin tane çalışması vardır ve erotizmi, sanatının önemli bir parçasıdır, bana sorarsanız tam da merkezindedir. 

Mizah dergilerinin asıl okurları ergenlikle "genç yetişkin" yaşları arasındaki erkeklerdir, yani 14 ile 24 diyelim, o ara... İş güç sahibi olunca dergiler bırakılır, hayata atılmak, aylaklığın sonudur. Ha, okurlardan genç erkekler dedim, işin içine aylaklığı da katmak gerek...Gezinen, keşfeden, arayan, yeni öğrenen...özetle büyüyen birileri. 

Karikatürdeki genç kadını dikizleyen erkekler, bu karikatürün çizildiği tarihlerde pek de eleştirilmezdi, doğru ya da yanlış bulmak gibi bir ahlaki seçenekle düşünülmezdi. Kadın imkan tanımasa orada olmayacak gibilerdi. Saf, kıfayetsiz, çapsız ve meteliksizlerdi ama saldırgan değillerdi. Ya da bir "Karagöz" sempatisi gösteriliyordu diyelim. E kadın okur da yoktu veya kadınların ne hissettiği hiiç hesap edilmiyordu. 

Sonra sonra maganda, zonta filan diye diye abazan gençler ve lümpenler aynı mizah dergilerinde "dövülmeye" başlandı. Aylaklıktan dahi korkulur oldu, insanlar evlerine sığındılar, sokak özgürleşmenin değil tehlikenin membaı oldu. Karagöz filan değil de bildiğin tehlikeydi o insanlar... Doksanlara gelmiştik.

Not: Argo bahsinde bir not düşeyim, yetmişli yıllarda, manzara değil de, "sinema seyrediyorum" denirdi. Seyir halini, sinema bütünüyle fethetmişti artık. 

Çarşamba, Ekim 16, 2024

Ayı, Ataç ve Ankara

1955 yılının bir gününde, Ankara’da, devrim geçirmiş Türkeli’nin başkentinde, anayoldan ancak üç beş adım bir sokakta ayı oynatılıyor. Kimsenin de buna karıştığı, yasak etmeye kalkıştığı yok. Atatük’ün, Atatürkçülüğün kurduğu şehir, Osmanoğullarının İstanbul’una dönüyor. Güler misin? ağlar mısın?

[Ataç söyleniyor, 10 Temmuz 1955, Günce 1, Can Yayınları, İstanbul 1998 (2. Basım)]
 

Salı, Ekim 15, 2024

Levendddd

Böyle bir marka varmış, vakti zamanında marka tescili için başvuruda bulunulmuş... Kıkırdayarak hemen satın aldım, kaçar mı? Levend C ile bakıştık bir süre...

Tabii, anlatmasam olmaz, "d" harfi kullanılarak yazılmış Levend bana rahmetli Suat Yalaz'ı hatırlattı. Suat Abi, dehşetli bir narsistti, mansplaining numunesiydi, tanışır tanışmaz, adımın son harfinin "t" ile  değil "d" ile yazılması gerektiğini söyledi, kimse dilini bilmiyordu, saydı durdu, yetmedi, gitti kitaplarını getirdi, Levend'e diye imzaladı. 

Bütün bunlar olurken of puf hissiyle boş boş baktım sadece, isim bu, Leveng bile olabilirdim... Arapça kökenli Suat ismi için, e peki o da "Suad" mı olmalıydı filan demedim, niye diyeyim, sustum. Aramızda kırk yaş vardı, kendi adının farkında bile değil, imzalı kitap filan istemiyorum, bana kitap imzalıyor ve bunları Levend'e diye yazıyor... Ne adamdı. 

Ben, Levend C ve Suad Abi bu vesileyle bir kere daha konuşmuş olduk.

Pazartesi, Ekim 14, 2024

Baksınlar

Üniversite ne öğretir insana... Tabii ki tek cevabı yok bunun.... Bir ruh olarak, farklılığı ve farkındalığı anlatır, yol arkadaşlığı eder size... Eleştiriyi, dünyaya farklı bakmayı “öğreten”, birarada yaşamayı gözeten, dünyada tek siyaset ve tek doğru olmadığını anlatmaya çalışan bir ruhtan söz ediyorum. Peh diyebilirsiniz, hiç öyle değil, liseden farkı yok, nerde yaşıyorsun şu bu… Yanlış olması, eksik olması veya hiç olmaması o ruhun, o esasın olmadığını ve olamayacağını göstermez. 

Bir sınıfa girersiniz, sınıfta Kürt de vardır, Kürt düşmanı da, Alevi de vardır, Alevi nefreti de, Müslüman da vardır, Müslüman olmayan da. Taşralı da vardır, hiç büyük şehirden çıkmamış da. Hep beraber, hukuk, izan, vicdan, demokrasi, özgürlük, otorite, baskı, etik ve çoğulculuk tartışırsınız. Tarih, yanlış yapan sayısız bürokrat ve siyasetçiyle doludur, en çok orada ve o yaşta öğrenirsiniz. Sebepler, kırılmalar, yakınlıklar ve uzaklıklarla ilk kez orada yüzleşirsiniz. 

Hitler nasılgüzelgelmişti Almanlara ... dersiniz mesela… Hayret edersiniz. Şaşırırsınız, irkilirsiniz. Zaman uzar kısalır, hayat büyür küçülür. Bağıranların ne niyetle bağırdıklarını anladığımız yerdir üniversite… Vatan, millet, demokrasi, hürriyet derken nasıl da dayak atıldığına şahit olursunuz… 

Şu hayatta, hemen hiçbir yerde kurulmayan eşitliğin, inanın romantize etmiyorum, kurulabileceği tek yer üniversitedir, imkandır. 

O eşitlik içinde, o öğrenciler isyan ederek olgunlaşırlar, beğenmeyerek eleştirerek… hiç de öyle değil diyerek… farkına vararak, farkında olarak… o zaman dünyaya yaklaşılır, o zaman o öğrencilerin hocaları “genç” kalırlar. 

Yukarıda imkandır dedim, ihtiyaçtır, lazımdır… Aşağıya da yukarıya da bakacaklar, elzemdir, yeter ki baksınlar… 

Hayal kurmadan hikayeniz olmuyor.

Not: Yazıyı bitirince tekrar okudum, iyimser ve "ılımlı" oldu be, o dangoz faşist de seni çok anlardı hissine kapıldım, oysa "ilke" konuşuyorum, haksızlık edilen meselenin hayati önemini hatırlatıyorum. Gerginlik bizi öyle belirliyor ki, ne söylesek eksik kalıyor. 

 

Pazar, Ekim 13, 2024

Ahmet Ayık ve büyük bahşiş

Babam esnaftı, çok çok küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kaldım, okullar her tatil olduğunda, yani her yaz, her cumartesi, her bayramın son günü sabah sekiz akşam yedi mesaisi yapardım. İnsan çocukluğunu, ergenliğini böyle çalışarak geçirince pek mutlu olamıyor,  yaşıtların gezip tozarken sen tekkeyi bekliyorsun çünkü... Çalıştım ettim diye iki satırda yazdım, o kadar kolay değildi yani...  İlkokuldan üniversiteyi bitirinceye kadar...sürdü de sürdü. Okulun açılmasını tatil yapacağım diye günbegün sayardım. Yirmi iki yaşımda artık çalışmayacağım, okuyacağım diye babamla kavgalar ettim de... ancak öyle, on küsur yıl sonra filan sıyırdım. 

Neyse işte, geçmiş zaman, delip de geçiyor, o günleri güzel hatırlamıyorum ama çocuksun, oyun oynayacaksın, moralini sağlam tutacaksın, bir biçimde idare ediyordum... Bazı müşteriler çalışanlara bahşiş verirlerdi. Dayan çocuğum der gibi teşvik edici bir şeydi bana... Ünlü güreş şampiyonu Ahmet Ayık, "dükkana" gelmiş bir şeyler almış, aldıklarını taksiye taşımıştık, Mıstık Abi ile bana, paylaşmamız için çok çok yüksek bir bahşiş vermişti, o kadar şaşırmış ve mutlu olmuştuk ki hoplayıp zıplıyorduk. Ne oldu? Babam, bu paranın çok yüksek olduğunu söyleyip, benim payımı diğer çalışanlara da paylaştırdı. 

Üniversite hazırlıkta Ahmet Ayık'ın kızıyla aynı sınıfta okumuştum, tanışır tanışmaz anlatmıştım ona... "babam yapar öyle şeyler" demişti. 

Biliyorum, komik ama, Ahmet Ayık benim aklımdaki cömert insanlardan biridir, sempatiyle hatırlarım... Her ne olursa olsun, bir hizmet aldıysam yüzde on ekstra ödemeye çalışırım, aklımın bir köşesinde Ahmet Ayık'ın bana verdiği neşe, on yaşımdaki hoplayıp zıplamalarım vardır. 

Cumartesi, Ekim 12, 2024

Çakmak ve kül tablası

Kadın bedenini hemen her şeyin içine katan bir "ticari" akıl var, yeri geliyor erotizm, yeri geliyor "bayağılık" ve "kitsch" diyoruz... üzerimizde bir etkisi oluyor ama onu bir başka şeyle kıyaslayınca vasatlığını fark ediyoruz. 

O akıl, normali de etkilediği için haliyle "eleştirilmeli"... Çünkü eleştirilmediği sürece bir farkındalık yaratamayız, saçma der, "pulp" der, geçer gideriz.

İki tane kitsch örneği paylaşacağım, itiraf ediyorum, bu türden zevzek ürünlere meraklıyım... Kadınlar genellikle güzel, narin, uysal ve itaatkar temsil edilirler, cinsel cazibeye indirgenirler filan... Yukarıdaki işçiliği hoş olan ahşap bir kül tablası, alttaki ise döküm çakmak... İkisi de "erotik" bir niyetle, erkek müşterinin ilgisini çekecek biçimde tasarlanmış... 

İlkine külünüzü çırpıyor, cuaranız biteyazdığında o kadın vücuduna bastırarak ateşini söndürüyorsunuz. Hastalıklı bir şey ve hiç anlaşılır gibi değil...Tek kelimeyle düşmanca duruyor. İkincisinde ise tuşa basınca kadının kasıklarından "ateş çıkıyor", sigaranızı yakıyor, tellendiriyorsunuz. Ateşli kadın tahayyülünden yola çıkılmış olmalı... "Kadın yanıyor" filan derler ya, galiba o hesap... Fallik bir sembol sayılan sigarayı yaktığına göre! Neyle neye gönderme yapıldığını, bilenler bilmeyenlere anlatsın. 

Çocukken, mahalledeki abiler, genç bir kadından şöyle bahsetmişlerdi, işte o kadar yanıyormuş ki, ıslak kot giyiyor, kendini öyle bastırıyormuş. Daha neler, yok artık diyemeyecek kadar küçüktüm, aklımda kaldı.  Asistanken, fakültenin çaycısı, çayın yanında mutlaka soğuk su isteyen bir kadın hoca için, hiç beklemediğim biçimde "dul ya yanıyo, soğuk su olmadan duramıyo" demişti. Bu türden iştahlı saçmalıklar, yukarıdaki ürünler kadar ilgi çekici elbette, ağzı açık ayran delisi misali coşkuyla konuşuyor erkekler... O sebeple ayrıca anlatmaya gerek kalmadan bu ürünlerin mesajını anlıyorlar. 

Yaşadığımız dönemin en büyük ayrımcılığı kadınlara yönelik nefret... Hani arada kadınlarla ilgili bir facia oluyor ve "anormal" olması nedeniyle kahrediyoruz ya... Asıl mesele, normal görünenin altındaki marazi olanı gün yüzüne çıkarabilmekte... Şöyle düşünelim, o kül tablasında çıplak bir kadın yerine Müslüman din adamı olsa, veya bir Yahudi... belki bir Arap, belki transfer olarak takımdan ayrılan bir yıldız futbolcu... Nasıl olurdu, neye kızardık, ne bizi güldürürdü? Abartarak şunu kendimize soralım, ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Cuma, Ekim 11, 2024

Boy Fukarası (!)

Eski bir magazin gazetesinde rastladım, neden bilmiyorum, bir garezleri olduğu aşikar, Filiz Akın'ın boyuna takmışlar, dillerine dolamışlar. İşte Filiz Akın, boy fukarasıymış da partneri Tarık Akan olunca filmde "hiyle yapmak zorunda kalınmış" da merdivenler kullanılmış da falan filan...

Halbuki, tersten de bakıp, Tarık Akan'ın fazla uzun olmasını "yazabilirlerdi", yazmamışlar, filmlerde bunlar olabilir, oyuncuların fiziken uyumu mutlaka dikkate alınır, kamera açıları, topuklu ayakkabılar, basamaklar ona göre istiflenir. Hatta bana sorarsanız, aşağı yukarı kendisiyle aynı boylardaymışız, Tarık Akan sinema için fazla uzundu, hikayenin önüne geçecek kadar dikkat çekebiliyordu, ki bu handikap sayılır... Filmler pek öyle "hayat gibi" değildir, fiziki denge ve mesafe ister istemez hesap edilir.  

Neyse, laf uzamasın, niye Filiz Akın'a bu kadar yüklenmişler diye düşünüyor insan, bu tahkir edici, nahoş ifadelere neden gerek duymuşlar, kadın olması mı onlara bu cüreti vermiş, bence öyle...Bana öyle geldi. 

Sosyal medyada insanlar birbiri hakkında pervasızca, belki şaşırtmak belki cesur görünmek için benzer türden aşağılayıcı nitelemelerde bulunuyorlar... Ayıp mayıp desek de şaşırmıyoruz, normalimiz çoktan şaştı. Geçen bir arkadaşım, bu dil nerden çıktı, nerden serpildi filan diye hayret ederek konuşuyordu. Ben de ona magazin gazetecilerinin aynen böyle yukarıdan, yüksek perdeden konuştuğunu,  o dil ve pozla haber yazdıklarını, hiiç de sorgulanmadıklarını anlatmıştım. Ona da gönderdim tabii haberi...

Perşembe, Ekim 10, 2024

Çadır Tiyatrosu

Çadır Tiyatrosu, önce kapağıyla ilgimi çekti, Altan Erbulak çizmiş, albenili olmuş. Necmi Onur, altmışlı yılların gazetecilerinden, tefrika röportajlarıyla tanınıyor, öykü ve roman da yazdı ama doğrusu pek parlak işler değildi. 

Gazeteciler, hayatlarının bir döneminde mutlaka edebiyata kalkışıyorlar, hatta bunu denemeyen çok ama çok az gazeteci varmış gibi geliyor bana. Necmi Onur'un röportajlarıyla edebiyatı pek farklı değildi. Ahlak ve siyaset soslu bağıran bir dili vardı diyelim.

Çadır Tiyatrosu, Necmi Onur'un kılık değiştirerek-kimliğini gizleyerek katıldığı bir kumpanyada yaşadıklarını anlatıyor, o bakımdan ilginç, güzel fotoğraflar var, taşrayı, çadır tiyatrosu çalışanlarını, sazcıları, dans eden kızları, ticareti, geceyi ve sakaleti kanırtarak "resmediyor", tek kelimeyle yürek sızlatıyor diyelim.

Matrak bir bölümü var kitabın, o kumpanya çalışanları, o kenarın görgüsüzleri, kitabın kötü adamları, artık nasılsa, kendini-kimliğini saklayan Necmi Onur'a, gazeteci Necmi Onur'u anlatıp saydırmaya başlıyorlar, şöyle kızıl, böyle kominist, nasıl yalancı falan filan... Necmi Onur yazmasa bunları, nerden nasıl tanıyorlar diye düşünebilir insan... tesadüfe bak diyebilir. Onur bu kadar ünlü değildi de, ünlü olsa ne olacak? Mesele, doğru olup olmaması da değil zaten, Necmi Onur'un buna inanması, kendini tutamaması. Narsizm başa bela, coşturuyor insanı...

2008 yılında Frankfurt'ta benzer bir şey başıma geldi, uçaktan indik, yanımdaki gazeteci yazarı, akrabaları karşıladı, biri dayıoğlu, ikisi yeğenleri, biri kaynının kardeşi gibi gibi diyeyim, biliyorum çünkü, uçaktan inerken, bir sorun oldu yazarımız geç çıktı dışarı, ben bekleşenlerle sohbet etmek durumunda kaldım. Laf uzamasın, ben havaalanından otele geçeceğim, o ise akrabalarının evine gidecek filan... Yazar, yanıma geldi ve "Leventcim, bunlar da benim hayranlar, buraya kadar beni karşılamaya gelmişler, vakit geçireceğim mecburen, biz daha sonra görüşürüz" dedi. Ne bilsin, benim onlarla tanıştığımı, kafada kurmuş, otomatiğe bağlamış, illa poz yapacak, sallayacak...  

Çarşamba, Ekim 09, 2024

Kuş

Çizgi: Berat Pekmezci
 

Salı, Ekim 08, 2024

Edip Cansever'in Antikacı Dükkanında

Hoşuma gitti, solda Fethi Naci, sağda Edip Cansever...Ozan Sağdıç'a poz vermişler. Tatlı dilli bir söyleşi olmuş, bana Fethi Naci o yıllarda daha "huzurluymuş" gibi geldi. 

Konuşmada ilginç bir bölüm var, kendime yakın bulduğum için paylaşacağım. Fethi Naci, Cansever'in şiirinde ve konuşma dilinde "ya da" yı çok kullandığını söylüyor, fark etmiş...

Cansever şöyle yanıtlıyor: "Aynı şeyi Melih Cevdet de söyledi. Bence bu şundan ileri geliyor. Önceki şairlerin dünyaya bakışlarında bir kesinlik vardı: her şeyi çözmüş gibi bir hal, bir konu alıp onu işliyorlardı. Bunu yaparken dünyayı yorumlayışlarında bir donma vardı denebilir. Oysa ben sürekli olarak kavrama halinde sayıyorum kendimi."

Ne diyordu Çehov, "gerçek ikisi arasında bir yerde..." Öyle kolay olsaydı, di mi yani?

Not: Ve... ile başlayan ne çok dizesi var şiirimizin... Ya da'ya gelene kadar...