Cuma, Haziran 30, 2023

Münasip mi peki...


Salah Birsel, "Yaşlılık Günlüğü"nde yazmış bu satırları (Sel Yayınları, 2019, s.19). Başka bir zamanın mantığı da denebilir, yaşlı bir insanın rahatlığı da... Bugün olsa, kavga çıkar, sosyal medyada çokça eleştirilirdi.

Is this correct?

Perşembe, Haziran 29, 2023

Çizgi Romanın Türkiye Macerası


Çizgi romanların Türkiye’ye girişi hangi tarihte, hangi yayınla oldu? O dönemde nasıl karşılandığı, ne gibi tepkiler aldığıyla ilgili bir bilgi var mı elimizde?

Avrupa’da çizgi roman asıl olarak 1930’lu yıllarda bir yayın yoğunlaşması gösteriyor. Amerikan çizgi romanları ithal ediliyor demek daha doğru. Bu bakımdan biz de farklı değiliz. Frankofon çocuk dergilerini modellediğimiz için Fransa’da ne varsa uyarlıyoruz. Beğenilerimiz oraya göre gelişiyor. Fransa üzerinden dolaylı bir Amerikanlaşma hep olmuştur, çizgi romanlar da bunun bir parçası. Yine bu dönemde Amerikan çizgi romanlarının her ülke kültürünü etkilediğini, pek çok ülke çizgi romanının öncü isimlerinin bu ürünleri okuyarak-büyülenerek üretmeye başladığını görüyoruz. Bizde de öyledir. Kurucu isimlerimizin hepsi Alex Raymond’tan söz ederler örneğin. Diğer yandan her kültürde öncü nitelikli ama devamlılık göstermeyen daha eski tarihli denemeler var. Bizde de var ama ben balonlu, ardışık hikâyeli çalışmaları temel alıyorum, otuzlu yılları başlangıç sayıyorum.

Yerli çizgi romanların doğuşu nasıl oldu? Ardından bu sanat Türkiye’de nasıl bir gelişme gösterdi?

Çizgi roman, çocuk dergilerimizde başladı ama asıl gelişmesini gazetelerde gösterdi. Gazeteler çok sattığı için yüksek telifler ödeyebiliyor ve üreticileri yeni çalışmalar yapmaları için teşvik edebiliyordu. O sebeple bugün bilinen, hatırda kalan popüler yerli çizgi romanlarımızın tamamı gazetelerde başladılar. Akşam’da Kaan-Karaoğlan, Milliyet’te Abdülcanbaz, Hürriyet’te Tarkan gibi… 1930-1980 aralığında çok-satar çocuk dergilerimiz pek olmadığı için olabilir, çocuklar için üretilmiş ve başarı kazanmış, çocuklara yönelik çizgi romanımız yoktur.

Türkiye’de çizgi romanlar biraz küçümsenen, belki çocuklara yönelik bulunan, hatta alt beğeni düzeyine seslendiği düşünülen işler oldu. Bunun nedenlerini biraz açabilir misiniz?

Bu sanat algısıyla ilgili bir durum… Yüksek sanat karşısında popüler olan her anlatı türüyle ilgili bu tür eleştiriler yapılır. Bugün, geçmişteki kadar aşağılanmıyor çünkü eskisi gibi popüler değil. Çizgi roman Türkiye’ye ilk girdiğinde adlandırılırken bile saygınlık kazandırılmaya çalışılmış, çocuk dergilerinin edebiyat öğretmeni olan editörleri ona “roman” demişler, “kötü bir şey değil bir çeşit roman” demek istemişler. Hâlbuki söz sanatlarını kullanmakla beraber edebiyatla ilgisi yoktur çizgili sanatların. Hikâyesi ve dokusu nedeniyle andırabilir ama roman ya da sinema olmayan, başka bir anlatı türü ve aracı çizgi roman.


Çocukluğu ve gençliği 1970’ler ve 1980’lere rastlayanlar için çizgi romanların yeri apayrı olsa gerek. Çizgi roman okumak, eski sayıların peşine düşmek, değiş tokuş etmek, haklarında konuşmak sosyal hayatta da yeri olan şeylerdi, bu konuda neler söyleyebiliriz?

1970-89 aralığı çizgili dergilerin çok ama çok sattığı bir dönemdi. Mizah dergilerimizin toplam satışı haftada bir milyona yaklaşıyordu. Televizyonun sınırlı olduğu, sinemanın pahalı olduğu bir dönemde çizgi roman büyük eğlenceydi. O yılları yaşamış herkes bilir ki, gözle görünür bir bilinirlik vardı, konuşulurdu, okumuyorum diyen biri bile esprileri ve görsel referansları tanırdı.

Zaman içinde çizgi romanın günlük hayattaki yeri, bizim için anlamı nasıl değişti?

Televizyon ve internet, yazılı basını eksiltti demek gerekiyor. Popüler kültür yeni mecralara göre değişti. Nostaljik bakmanın bir anlamı yok. Çizgi roman, popüler bir referans değil artık.

Türkiye’de çizgi romanın altın çağı ve sönük çağı olarak hangi dönemleri gösterebiliriz, bunun nedenleri nedir?

1955-75 arası gazete çizgi romanlarının altın çağı sayılabilir. Gırgır’la birlikte, 1975-1995 arasında komik çizgili “adult” eğilimli başka bir üretim evresi geldi. O da yerli üretimi dönüştürdü. Okur algısını da değiştirdi. Doksanlı yılların başıysa kaybolma ölçüsünde geçen bir evre oldu. Sahaflarda eski çizgi roman bile satılmaz oldu. Televizyon kanalları artmıştı, sansür gevşemişti, popüler kültür biçim değiştiriyordu. Örneğin Gırgır mizahı televizyona taşınabilir oldu, çocuklar için üretilmiş bile olsalar pek çok çizgi roman, eski ve naif kaldılar, gerçekçilik biçimi değişmişti. Dikkat edin ilk kez o yıllarda çizgi roman, nostaljinin bir parçası oldu. Çünkü yaşamıyordu, konuşulamıyordu.

Şimdiki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Birçok yayınevi yerli yabancı birçok çizgi roman yayınlıyor, yakın zamana kadar hayal bile edilemeyecek bir çeşitlik var.

Çeşitlilik güzel, itibarlı işlerin farkına varıldı, saygın yayınevleri grafik roman yayımlıyorlar. Yeni bir okur var, geç oldu, tren kaçtı diyenler olabilir, ben öyle düşünmüyorum. Çizgi roman, iyi hikâyeler anlatırsa yaşar ve kendini yineler. Yapamazsa kaybolur. Popüler kültürün doğası böyle…

Çizgi romanlardan bildiğimiz süper kahramanlar sinemayı, tüm popüler kültürü istila etti, neler söyleyeceksiniz?

Hollywood etkisi, filmi çıkan çizgi roman çok satıyor, bir hareket getiriyor. Eskisi gibi yine değil ama olumlu anlamda bir yükselme var. Şunun da farkındayım, çizgi romanını hiç okumadığı veya hiç okumayacak olan bir seyirciye de hitap ediyorlar.

Türkiye’de çizgi roman okurlarının özellikleri, zevkleri, talepleri nedir, ne gibi kendine has özellikleri vardır sizce?

Eskiden olsa yaşlı bir okur var derdim, nostaljik ve muhafazakar, mutlaka erkek diye nitelerdim. Oysa bugün manga ve grafik roman okuyan daha fazla kadın var. Her yerde olduğu gibi bizde de etkisi oldu.

Gençliğinde çizgi roman okuyan insanlar artık büyüdü, meslek ve gelir sahibi insanlar oldu, bir kısmı da hala çizgi roman okumayı sürdürüyor. Onlar çizgi roman piyasasını nasıl değiştiriyorlar? Buradan şuna da geçebiliriz, yetişkinlere özel, daha derinlikli çizgi romanların sayısının giderek artmasını nasıl değerlendirebiliriz? 

İhtiyaç hâsıl oldu demek gerekiyor. Çizgi romanı sevmiş, okumuş bir çocuk büyüdüğünde, iş güç sahibi olduğunda ne okuyacak? Koleksiyonla, nostaljiyle nereye varacaktı ki? Grafik roman ayrıca sanat ve edebilik bakımından ayrı bir evre. Kadın okurun artması, edebiyatla ilgilenen okurun ilgi göstermesi ayrı ayrı dönüştürücü etkenler. Bir de çizgi romanlar artık gazete bayiilerinde değil kitapevlerindeler ve dönüşmek, başkalaşmak zorundalar.

Bir de İtalyan çizgi romanlarının Türkiye’deki etkisi var? Tommiks, Teksas, Zagor, Mister No, Kızılmaske, Kaptan Swing ve diğerleri… Hatta Tommiks-Teksas bir dönem neredeyse çizgi roman okumanın sembolü haline gelmiş?  Çocukluğu ve gençliği 1970’ler ve 1980’lere rastlayanlar için İtalyan çizgi romanların yerini nasıl değerlendirmek gerek? 

İtalyan çizgi romanları, Hollywood'u modeller ve sinemayı dergi sayfalarına taşırlar. Ünlü oyunculardan öykünerek resmettikleri kahramanlar ve hikaye yapıları zaten bunun bariz göstergesi. Bizde de bu yolla etkisi oluyor. Orijinal isimlerini bu yüzden değiştiriyoruz, o vurguyu pekiştiriyoruz. Tommiks, Teksas gibi isimleri hatırlayın, asıl isimleri bu değil. Yine bizdeki türün koleksiyoncularına bakın western sevgisiyle çizgi roman sevgisi çok içiçedir, o da tesadüf değil. Hatta bizim tarihi çizgi romanlarımızı inceleyin, oradaki hanlar, westernlerin barlarından modellenir. Kızılderiler bizde uğrular olmuştur filan. İtalyan çizgi romanlarının etkisi çok uzun sürüyor çünkü popüler kültür ve eğlence biçimleri, televizyon öncesinde hızlı değişmiyordu. Kuşaktan kuşağa aktarıldı. Satışları düşse bile bilinirlikleri hep vardı. 



İnternet, ipad, okumanın giderek dijital ortama kayması çizgi romanları nasıl etkileyecek, bu sanatı nasıl bir gelecek bekliyor?

Yazılı basının ve kâğıdın evrimiyle ilgili bir durum bu… Okuma kültürü varolduğu sürece çizgi roman da farklı mecralarda kendini yaşatır diye düşünüyorum. Karamsar değilim.

Şimdi kişisel bir soru. Sizce tüm zamanların en iyi çizgi romanları hangileri?

Bir liste gibi okunmasın, yapsaydım eğer, sadece grafik romanlardan oluşan bir seçme yapardım. Hiç bilmeyenler ya da yeni başlayanlar için bizde de yayımlanan Art Spiegelman’ın Maus, Alan Moore’un V for Vendetta, Alison Bechdel’in Cenaze Evi, Şenlik Evi, Satrapi’nin  Persepolis ve son olarak Daniel Clowes’un Ghost World’ünü tavsiye edebilirim.

Atlas Tarih, Ağustos 2018.

Çarşamba, Haziran 28, 2023

Salı, Haziran 27, 2023

Romantizmin Çizeri


Avrupa'nın önemli çizgi romancılarından biri daha, üstelik yakın tarihli bir albümüyle artık Türkçede. Gibrat, Türkiye'de iyi tanınan çizgi romancılardan biri değil ama onu hiç bilmiyor da değiliz. Doksanlı yılların ikinci yarısında yayınlanan ucuz erotik dergilerde epeyce ilüstrasyonu kullanıldı örneğin, hatta 1995 tarihli Pinocchia çalışması sansürlenerek (ve kimin çizdiği belirtilmeden) de olsa yayınlanmıştı. Hikaye, Collodi'nin ünlü kahramanını  bir kadın kuklaya dönüştürerek anlatmak gibi bir espriye dayanıyordu, pek de parlak bir buluş değildi. Gibrat'ın tarzına ve bütün çalışmalarına bakılırsa hemen fark edileceği gibi ucundan kıyısından erotizme meyleden sayfalara, mutlaka güzel kadınlara rastlamak mümkün. Tam adıyla Jean Pierre Gibrat, 1954 Paris doğumlu, kadim Fransız çizgi roman dergisi Pilote (1959-89) çevresinden sayılıyor. Yaşı düşünülürse derginin son demlerinde üretim yapabilmiş; Saval, Berroyer veya Vidal gibi isimlerle ortak çalışmaları olmuş. Bizde de ilgi görüp yayınlanmasından tahmin edilebilir, Pinocchia ona Fransa dışında bir tanınırlık sağladı. Satışlarının düştüğü, sadık okurların yaşlandığı bir zaman aralığında, erotik çizgi romanlar, üretimin sürdürebildiği tek mecra gibi duruyordu. Gibrat'ın bugün iyi bilinen çizgileri, Cécile ve Jeanne karakterlerine ilişkin görseller en çok o yıllarda üretildiler. Aynı karamsarlık içinde Gibrat da pek çok çizer gibi çizgi roman dışı alanlara yönelerek sinemaya yoğunlaştı, senaryo yazdı, yapımcılık yaptı vs...

Gibrat'ın sanıyorum kendisini de mutlu eden, kişiliğini, çizgisi dışında hikayeciliğini de anlatabildiğine inandığı çalışmaları 1997 tarihli, bizde Erteleyiş adıyla yayınlanan Le Sursis ile başladı. 1999 yılında çalışma tamamlandığında Gibrat'ın yeni bir evreye girdiği anlaşılıyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız taşrasındaki çekişmeleri, Türkiyeli okurun çok aşina olmadığı "iç savaş" evresini anlatıyordu. Milislerle direnişçiler arasındaki gerilim, Almanlar, din adamları, kasaba hiyerarşisi derken arka planda dokunaklı bir aşk hikayesi resmediyordu. Bana her zaman ilgi çekici gelen bir yönü var Gibrat'ın, yaşanan olumsuzluğu koyulaştırmıyor. İnsanlar peşi sıra ölüyorlar ama o acıyı yaşatmıyor karakterlerine. İyimserlik ve şimdiyi yaşamak gibi bir tutunma çabası var hepsinin. Savaşın olağanüstü koşullarını, ölümün sıradanlaşmasını vurgulamak için bunu tercih ettiği sanılmasın.  Gibrat, renk seçimlerinden başlayarak yumuşak bir dünya kuruyor. Ne yaşanırsa yaşansın gülebiliyor karakterleri. Geriye dönmüyorlar. Huzursuz değiller, unutuyorlar.

Erteleyiş'te sarkastik bir erkek kahraman var. Konuşkan, hedonist, ahlaki tartışmalara girmeyen yılgın biri. Kaçıyor, gizleniyor...O adam güzel bir genç kadına aşık. Çocukluk aşkı. Saklandığı evden onu gözetliyor, onu düşünüyor, özlüyor, kıskanıyor, aklı çıkıyor. Gibrat, o saf, albenili, aşık olunan zarif genç kadını benzersiz ve tekmişcesine hikayesine öyle bir istifliyor ki asıl mahareti öncelikle burada. Genç kadın, seyirlik, tipik bir arzu odağına dönüşüyor. Gözetleyen sevgilisi gibi okuru da ona doğru seyre yönlendiriyor. Bütün bunların yanına politik karmaşaya ilişkin teferrautlar katıyor. Bu teferruatların belgeselci yönünü gözardı ediyor değilim, örneğin Stalin karşıtlığına, Kiliseye yönelik memnuniyetsizliğe, İspanyol Cumhuriyetçilere değiniliyor, ulusal direnişçilerin karmaşık yapısı ve kaotik muğlaklılığı betimleniyor. Ama sanki hepsini o aşk hikayesinin naifliğini anlatabilmek için kullanıyor. Öyle bir aşk ki, herşeyiyle habis ve şedit olan bir dünyanın içinde tertemiz kalabiliyor. Gibrat, Erteleyiş'in kahramanı Julien'e saklanması için ilk öğretmeninin evini seçmiş. Çocukluk anıları, saf kalabilen, sığınabilecek nostaljik bir uğrak. Hatta, tarihsel arkaplanı bütünüyle nostaljik bir unsur olarak harmanlıyor bile denebilir. 2008 yılında başladığı Matteo dizisi için de benzer şeyler söylenebilir. 1914 yılında savaşla başlayan hikayesi, Ekim Devrimiyle Petrograd'ta sürüyor; ilgi uyandırıcı bir enerjisi var, siyasi panorama asla vasatın altında değil ama gel gör ki hikayeden  çok anarşist militan Matteo ile sevgilileri Juliette'i veya Léa'yı hatırlıyoruz.

Gibrat, İngilizcede yayınlandığında Manara'ya benzetilmişti. Ne üretirseniz üretin, piyasa herşeyi önceden bildiği kodlarla tarif eder, başka bir şey olabilir ve tutunabilirseniz, siz de başka bir ölçüt, kıyaslamak için bir başka nirengi noktası sayılabilirsiniz. Gibrat, Manara'ya hikayecilik bakımından neredeyse hiç benzemiyor. Manara'nın cinsellik merkezli bir aurası vardır, hayatı cinsel arzunun yönettiğine inanır. Gibrat ise açık biçimde bir romantik, melodram anlatıyor bize. Erteleyiş'ten sonra hazırladığı yine iki albümlük Le Vol du corbeau (2002 ve 2005) bunun tipik bir örneği. Çizdiği güzel kadınlar sebebiyle erkek okurun ilgisini çekse de esasen bir soap opera anlatıcısı. Mektuplar, günlükler, romanlar, masa başında konuşarak, pencere önünde susarak ve hayaller kurularak geçiren zamanları sıkça resmediyor. Gibrat, cinsel ilişkiyi değil hemen sonrasını, iki aşığın mutlu diyaloglarını göstermeyi tercih ediyor. Erteleyiş'in Türkçe baskısı güzel olmuş, iki ayrı albüm birleştirilmiş, sonrasına Gibrat'ın ilüstrasyonları eklenmiş. Şunu eleştirebilirim:  gerekçesini bilmiyorum, orijinal ikinci albümün başında yer alan önsöz mahiyetindeki metne yer verilmemiş. Sanki diyorum, Gibrat, albüm veya dönem hakkında metinler olsaymış daha iyi olurmuş.

Radikal Kitap, 11.1.2013


  

Adalet Cimcoz



Almanya’da okuyanlardan. Dublajın Kıralı Ferdi Tayfur’un kardeşi, dubleli, dumanlı geceler. Mehmet Ali’yle evlilik. Adalet, sanat sosyetesinin neşesi, gecenin esmeri, tütünlü dedikodu. Tünelin uğultusu ve Maya Galerisi’nde peynirle şarap. Zamanın ipleri ve sanata çekilmiş telgraf. Babıâli’de fitne fücur, Beyoğlu’nda liberter misafir odası. Evinden çıkmayan kadın, agorafobi. Her şairin tanıdığı Adalet, Anadolu’yu bilmeyen İstanbul.

İlüstrasyon: Deniz Karagül

Pazartesi, Haziran 26, 2023

Sanatına en büyük darbeyi...


Yukarıdaki satırların yazarı, muhafazakar bir yazar, kitabı da meşrebine uygun bir yayınevinden çıkmış... Mesele yazar ve yayınevi değil elbette... İnsanların tek ve doğru bir edebiyat algısı var, onun dışındakiler tü kaka saymakta beis görmüyorlar... Tek edebiyat yok ki... hep söylüyorum iyi ki de yok... 

Mehmet Rauf, erotik bir hikaye yazdı diye nasıl gözden düşebilir ki diye enine boyuna düşünmemiş yazarımız, yüz yıl geçmiş, halen konuşulabiliyor,... Çünkü o erotik edebiyatı sevmiyor... Ortaç, mizah, kadın ve şehevilikle (erotizm demek istiyor sanırım) uğraştığı için kendini harcamış (mı acaba?) Adam gazetecilik yapıyor, geçiniyor, günü yakalamaya uğraşıyor dese... sakin kalacak... 

Sanatına en büyük darbeyi... türü ifadeler için... ne desem boş... hep olacak böyle yorumlar. Kolaylık çünkü, "sanat budur" diyorsun, kesin ve tartışılmaz bir ifade olduğu için sadece birilerini harcamıyorsun, kendini de kutsuyorsun... 

Keşke her şey bu kadar basit olsaydı...

Sanatın her türünde hiyerarşiler oluşur ve hepsi zamana yenilir, yenilenir, değişirler...Bir dönemin çok konuşulan eserleri unutulur gider veya birden hatırlanırlar... Onları hatırlatanların da etkisi vardır bunda. Sanat derken veya sanat değildir derken zamanelik ne kadar akla geliyor... 

Edebiyatın piyasa ile ilişkisini hesap etmemek mümkün mü mesela... O kadar çok değişken var ki... 

Bir yazarın yazdıklarıyla kişiliğini, özel hayatını ne kadar ayırıyoruz? Adı skandallara karışmış bir yazarın yazdıkları artık "edebiyat" veya "sanat" sayılmayacak mı? Mesela Mehmet Rauf için söylenenleri Peyami Safa, Ömer Seyfettin için söyleyemez miyiz? 

Edebiyat, yüksek bir ahlak zaviyesinde mi duruyor, durmalı mı? Edepsiz/Edebsiz olamaz mı mesela? Soru çok da, rahat etmek için soruları azaltıyoruz...

Pazar, Haziran 25, 2023

Fantezi


Fotoğraf, 1950'li yılların başından, arkasında yazılanlara bakılırsa, iki kızkardeş "ağabeylerine" göndermek üzere "resim çektirmişler". 

Böyle bir fotoğraf çektirmek için önce hayalini kurmak gerekiyor. Acaba diyorum, balerin olma hayalini kızlar kendileri mi akletti, yoksa onlar adına anneleri mi seçti bu "fanteziyi"? Fotoğrafçı da yönlendirebilir, eskiden "dükkanlarında" mutlaka hazır kostümler olur, çocuklar askerden izciye, efeden prensese bir şeyler seçer, giyer, çekinirlerdi. 

Bence bu balerin kostümleri özel olarak diktirilmiş... Yani uzun sürmüş bir hayalin resimleri bunlar... Terziye de para verilmiş, öyle anlaşılıyor, kim bilir, belki yılsonu müsameresinden, 23 Nisan'dan filan kaldı... 

Ve evet, eskiden böyle bir şey vardı, bir tür eğlenceydi, birilerine, eşe dosta, uzak akrabalara fotoğraf gönderilirdi, bunun için fotoğrafçılara gidilir, çeşitli mizansenler, türlü kostümler kullanılır, bu tatlı kilolu kız çocuklarının balerin olmaları gibi  çoğu insan olamayacakları "fantezi" bir role bürünerek, kendilerince bir espri yaparlardı. İşin içinde resme bakanı şaşırtmak, hayal kurdurmak, akılda kalmak vardı galiba... 

Cumartesi, Haziran 24, 2023

Berlin

#Bozkır ile ilgili bir haber paylaşayım, BluTv dizimizi Berlin Tv Series Festival'e göndermiş, katılım yüksek, jüri için çok bölümlü işleri izlemek zor olduğundan, çeşitli elemeler yapılıyor, biz en iyi drama ödülüne aday gösterildik ve ilk dörde kaldık ve geçen hafta elendik. 

Bozkır, Berlin Tv Series Yarı Finalisti olarak geçiyor artık. Yani festivalde gösterilmek (selected) ayrı, ödüle aday (nominee) olmak ayrı... Ödül adayları önce sekize, sonra dörde, sonra ikiye düşüyor.

Bir karışıklık olmuş, düzeltmek istedim. Yoksa ödül dediğin serseri kuştur, kime konacağı belli olmaz-olmuyor. Bu kadar çok insanın emek verdiği, büyük zaman harcadığı dizi sektöründe öyle ya da böyle hikâyenizin takdir görmesi sonraki işlere bir iyimserlik katıyor, eksik kalmasın istedim.

Aydın Doğan Ulusal Çizgi Roman Ödülü 2021-2022

Pandemi nedeniyle ertelenmişti, iki yılın ödüllerini birarada verdik. 2022 Aydın Doğan Ulusal Çizgi Roman Ödülü, Germakoçi ile Uğur Erbaş'ın oldu. Erbaş, tarihçi titizliği ve dönem aurasını kurabilme mahareti gösterdiği senaryosu, akışkan çizgileri ve hikayesini bütünleyen sağlam üslubuyla bu ödülü hakediyordu. 

2021 Aydın Doğan Ulusal Çizgi Roman Ödülünü ise, Kuş Cenneti ile İlker Gazioğlu aldı. Gazioğlu, yenilikçi sayfa düzeni, katmanlı kare içi istifi ve iştahlı çizgileriyle senaryoyu kolaylaştıran ve anlam olarak güçlendiren bir üslup kurmayı başardığı için kazandı. Meraklısına duyurulur diyelim. 

Cuma, Haziran 23, 2023

Son Okuduklarım 74

Hasta güzel bir kara hikaye, bilmiyordum, Netflix'te uyarlaması da gelmiş, nasıl derseniz, tahmini zor değil, seyircinin aptallığına inanan platform, son derece açıklayıcı bir istif yaparak başka bir şey çıkarmış ortaya... Kötü diyemem ama sahiden başka bir hikaye olmuş yaptıkları. Grafik romansa başarılı bir muğlaklık, okura bırakılmış "cevaplar" ile her bakımdan daha yeni ve derinlikli duruyor. Marazi erotizmini ve hükmedici zekânın anlatımını çok beğendim. Hikaye, bir aile katliamından kurtulan genç bir erkeğim komadan uyanmasıyla başlıyor. Tedavi sürecine bir terapist ayrıca eşlik etmeye başlıyor. Hatırlamalar, itiraflarla gerçeği öğrenmeye başlıyoruz. Hastamızla Terapist arasındaki çekim, Thomas Harris havasında geliştirilmiş, ergen yalpalaması, cinsel cazibe ve zeka tartımıyla kurulmuş. Yan hikayeler ayrıca ustalıkla işlenmiş. Hasılı, potansiyelli hikayeymiş, hiç şaşmamış, Netflix iki günde unutulacak bir garabete evriltmiş.  Gerçeklik Düğümü, azalan yerli üretimlerimizden biri. İddiasını ve başlangıç fikrini beğendim. Lovecraft havasındaki muamma da başarılı. Edebi olarak, tahkiye olarak  a la mode duruyor, çizgiler ileride daha da mahirane olacak, bunu hissettiriyor... Ne ki albümün total olarak seyrelmesi gerekiyormuş, karakter olarak çok kalabalık ve fazla olay anlatılmış, bu esere güç kaybettirmiş... Slowburn tonunda kalarak dağılmadan karanlık tarafı koyulaştıracak-tek elde güçlendirecek bir kurgu yapılmalıymış, kahramanı çaresizleştirecek bir yöne yoğunlaşılmalıymış. Yapılmamış demiyorum, kötü adam tarafı irrelevant nispette fazlalaşıyor. Lovecraft'ı bunca zaman yaşatan şey tedirgin edici muammasıdır mesela veya yaşadığımız hayatın en güçlü hissi güvensizliktir.  Nasıl desem, öyle bir hayat yaşıyoruz ki, kimse kimseye güvenmiyor ve o sebeple "iç ve dış mihraklardan", lobilerden, Amerika'dan şundan bundan konuşuyoruz... Haksızlık etmeyeyim, yanlış da anlaşılmasın, memleket için zor bir şey denemişler, buna rağmen güzel bir ilk albüm olmuş.

Ben Koşarım Aşağlara, Koşarım Tomris Uyar'la eşi Turgut Uyar hakkında yapılmış uzun sayılabilecek bir söyleşi kitabı. İnce bir kitap, söyleşinin hemen arkasına içeride hiç değinilmeyen bir tartışmaya dair yazışmalar eklenmiş. Uyar'ın bir yazısında Kemalizm'i eleştirdiğini iddia ederek Dil Kurumu savunmasını istemiş filan, bağlamsız bir ilave olmuş, en azından bir takdim yazısı eklenebilirmiş. Tomris Uyar ise kocası, arkadaşı ve edebiyatçı Turgut Uyar'ı doğrusu güzel anlatmış. Onun münzeviliği, dostlarıyla ilişkileri, belki ölmeye yatması, belki ilgisizliği ve kızgınlığına dair yorumlarda bulunmuş. Kişisel olarak oğluna kendi ismini vermesi de Tomris hanımın bunu kabul etmesi de bana her zaman garip gelmiştir. Hakeza sürekli kemiklerinin kırılmasına neden olan kazalar geçirmesi de... Bir yaştan sonra ortopedik olarak hayatı güçleştiren, insanı muhtaçlaştıran (haliyle acılaştıran) bir süreç çünkü... Tomris hanımın dışa dönüklüğü, belki flörtözlüğü onu nasıl etkilemiştir merak ediyordum, konuşmalarda bir iki done veriyor. Kıskanmak, kolay baş edilir bir his değil çünkü. Aşkı kollayan ve kovalayan istilacı bir bir duygu. Kitap, Turgut Uyar okumalarına bir başlangıç-bir giriş sayılabilir.  
Metin Arditi, bildiğim bir yazar değildi, Babam Omuzlarımda'yı babalık meselesi nedeniyle okumak istedim, iyi ki okumuşum, kaç gündür, kitabı anlatıp duruyorum. Önce tatlı, iyi kurulmuş bir geçmiş ve çocukluk güzellemesiyla başlıyor, sonra yavaş yavaş o hayran olunan babanın bir eksikliğini, bir fazlalığını  resmetmeye yöneliyor. Yedi yaşında yatılı okula verilmiş, bir on yıl boyunca eve hiç dönememiş, yalnız büyümüş ve ayakta kalmış bir çocuğun hatıraları bunlar. Büyüdükçe, fark ettikçe, hayranlığın yerini farklı hisler alıyor, serinkanlı ve mesafesini koruyan akıllı bir yazarın buruk iç sesi sizi sürüklüyor. Epeyce yakınlık duydum yazdıklarına, ki bu bir yazarlık mahareti... 

Perşembe, Haziran 22, 2023

Baarsana!


Siyasetçi kimdir, nasıl biridir diye sorulsa, bence hiç şaşmaz, bağıran birilerinin tarif edildiğini görürsünüz. Populizm, ajitasyon şu ya da bu, ne dersek diyelim, bizim siyasetçilerimiz canhıraş bağırıyor. Şöyle bir düşünün, sakinliğiyle tanınan biri siyasette tutunamıyor, yok hoşgörülüymüş, yok tevazu sahibiymiş, yok çelebiymiş kim olursa olsun silinip gidiyor.

Sadece siyasetçi mi? Her mesleğin bağıranı makbul. Çileden çıkıyor, haddini bildiriyor, cevabını veriyor, gözleri doluyor filan ama illa ki bağırıyor "en iyiler".

Bağıran adamları seviyoruz. Bağıran kadınlara helal olsun diyoruz.

Niye seviyoruz bağıranları? Gösterisi hoşumuza gidiyor bana kalırsa.

Peki bağırmak, kazanmak mı demek? Hayır, bağırmak kazanmak demek değil. Bağırmak, bir ön şart.

Yoksa, biz, daima kazanandan yanayız, kazananın gösterisinden yanayız. Kim değil ki demeyin? Kaç tane Osmanlı padişahı biliniyor, niye onlar biliniyor? İstanbul'un Fethi, Viyana Kuşatması şu bu... Niye iki paragrafta anlatılıyor gerisi... Niye herkes Gassaraylı? En başarılı takım olduğu için... Kazanamıyorsa sporun da tarihin de siyasetin de önemi yok. Türkiye'nin en yoksul ilçeleri, en mahrum, en mutsuz köşeleri neden iktidar partisine oy veriyor?

Kaybedildiğinde, kaybedenler en çok kime kızıyor, bağırmayan siyasetçiye, bağırmayan kulüp başkanına... Kırmızı kart görene değil sahada kalan "ruhsuz" oyuncuya...

Türkiye, uzun yıllardır baarıyor... Görünen o ki uzun yıllar baaran adamları seyredeceğiz.

Çarşamba, Haziran 21, 2023

Mikrop

1937 yılından, Yedigün dergisinden bir magazin haberi, Parisien neşriyattan alınmışa benziyor, altyazıyı da tercüme etmişler haliyle... Metni alıntılıyorum: "Gönül işlerine İmparator karışmaz derlerdi ama işte nihayet fen müdahale etmiye başladı. Yukarıdaki resimde son sistem ağız maskelerini görüyorsunuz. Nisanlılar ve yeni evliler için icat edilmiş olan bu maskeler bilhassa kış mevsiminde sari hastalıklara karşı çok büyük faydalar temin ediyor. Nezle, grip vesair mevsim hastalıklarının bir sevgiliden diğerine sirayetine mani oluyormuş..." 

Metinden ilgimi çeken bir iki noktayı paylaşayım, pandemi geçirdiğimiz için maskeler bize artık garip gelmiyor, çok değil üç beş yıl önce, akla gelmezdi maskelerle günbegün yaşayacağımız... O dönem okurunu ise bu poz şaşırtmış olmalı... İkincisi, o yıllarda, öpüşmeli-koklaşmalı bir mesele olduğunda haber metnine eklenen "nişanlılar ve yeni evliler" vurgusu bana oldum olası matrak gelir, hani ancak onlar bu işlere meraklıdır, sonra geçer gider gibi bir belirginleştirme yapılıyor çünkü... Üçüncüsü, bütün iç gıcıklayıcı tutumuna karşın, ağız yoluyla mikrop bulaştığını belirtmesi ilginç ve yeni duruyor.

İlkokulda, iki teyzenin konuşmasına şahit olmuştum, biri diğerine, sokakta gördüğü iki sevgiliyi şikayet ediyordu: "Mikroplar, sokak ortasında öpüşüyorlar"... Onu hatırladım. 

Salı, Haziran 20, 2023

Tenten Tayland'da

Kim bu işe kalkışmış, bu kadar emek vermiş belirsiz, Tenten Tayland'da albümü anladığım kadarıyla bir meraklı tarafından dilimize  tercüme edilmiş ve dijital olarak çoğaltılmış. O sebeple kolay ulaşılabilir bir şey değil, tesadüfen rastlayarak satın aldım. 

Tenten yüzyıla yakın bir süredir Avrupa çizgi romanının ve frankofon kültürün simgelerinden biri. Telif haklarıyla ilgili ciddi bir takibi yapılıyor ve mirasçıların kurduğu vakıf, "markanın" kendisi dışında üretilip çoğaltılmasına karşı esaslı bir mücadele veriyor. Tenten'in devamı olabilecek yeni serüvenlerin üretimine de haliyle izin verilmiyor. Tenten Tayland'da "izinsiz" üretilen bir parodi anlayacağınız, yüksek ihtimal hakkında dava açılmış, el altından satılmış bir "illegal yayın". Bizdeki üreticileri de o yüzden isimlerini belirtememişler. 

Parodi nitelemesini biraz açayım, Tenten az diyaloglu, bol hareketli başarılı bir  serüven çizgi romanıdır. Albüm, bütün Tenten evrenini, estetiğini ve klişelerini ters yüz eden bir espriyle üretilmiş. Tenten'de ne yoksa özellikle o abartılmış ve bu ters yüz etmeyle hikaye evreni komikleştirilmiş. Oldukça geveze, yavaş anlatılmış, argo ve cinsel imaların yoğun olarak kullanıldığı bir anlatı kurulmuş. Hemen her karakterin "asıl yüzünün" ifşa edildiği, herkesin sex-oriented "yaşadığı", thaili kadınlar, travestiler ve tuhaf mekanlar-ilişkiler içinde geçen bir underground hikaye okuyoruz. Buna karşın, meğerse Tenten'in cinsel organı yokmuş filan... 

Albüm için güzel hikaye denemez ama ergen iştahlı bir ilginçlik taşıyor. 

Meraklısına not: Farang Yayınları diye bir yayınevi aramayın, Farang, Tayland'da Fransız anlamına gelen bir sözcük, yabancı demeye getiriyorlar. Yani uydurulmuş, ironik bir yayınevi ismi.

Pazartesi, Haziran 19, 2023

Adam öldürüyorlar!

Karagöz'ün 27 Ağustos 1924 tarihli sayısında bir "polis" eleştirisi görünce ilgimi çekti. Karikatürün merkezinde korkarak kaçan polisimiz bağıra çağıra "adam öldürüyorlar" diyerek yardım istiyor, arkasında türlü türlü suçlular... İstanbul asayişinden şikayet ediliyor aslında. 

Asayiş, İngilizcedeki karşılığıyla "public order", kamu düzeninde kaotik bir sorun olmaması anlamına geliyor. Farsçadan bize geçmiş, "huzur" demek... Vatandaşların güvenlik içinde yaşadıklarını göstermesi bakımında eskiler "asayiş berkemal" derlerdi, düzenin kusursuz biçimde işlediğini ifade ederdi. Mizahçılarımız bunu kinayeli biçimde kullanırlardı, polis dayak atar, sonra da bunu söylerdi filan... 

Karikatür niye ilginç, biz bugünden bakarak 1923-38 arasını bir altın çağ olarak görüyoruz, hemen her şeyin bugüne benzemeyen bir olumlulukla varolduğuna inanıyoruz. Ya da yükselen dindarlığın dönemi bütünüyle olumsuzlayan bir yönsemesi var. O çağda, o günü yaşayanlar için böylesi bir durum yok, onlar yaşamaya devam ediyorlar, cumhuriyeti bir kopma olarak görmüyor, bir sürekliliğin parçası olarak anlamlandırıyorlar. Yani bu karikatür, 1916'da da çıkabilirdi. 

Karikatürü çizenin eski bir subay olduğunu düşünürsek, disiplin eksikliğinden şikayetçi olduğu, daha sert ve daha müdahaleci bir polis gücü istediği tahmin edilebilir. Ne olursa olsun, polisi eleştirmek kolay değil, cesaret istiyor. 

Pazar, Haziran 18, 2023

Lüleli saçlar ve dımdızlak kafalar

Ünlü ressam Fikret Mualla'nın babasıyla çekilmiş bir çocukluk fotoğrafı. Bugünden bakıldığında bir erkek çocuğunun bukleler, kurdelelerle süslenmesi, eteği andıran kıyafetler giydirilmesi garip görünebilir. Fotoğrafa merakınız varsa, eski resimleri incelerken benzer bir  istiflemeyle sayısız kez karşılaşıyorsunuz. 

Bir dönemin kalbırüstü aileleri "normal" sayarak rahatlıkla bu süslemeyi çocuklarına yapıyorlar, Çocuklar bir yaşa, görünen o ki, okula başlayana kadar, (sanki) "gender neutral" kabul ediliyor, güzellik ve sevimlilik atfedilen her şey cinsiyet ayrımı yapmadan onlara yakıştırılıyor. İttihatçı modernleşmesinin bir parçası gibi görülebilir, ki etkileri ellili yılların başına kadar sürüyor.

İttihatçı modernleşmesi dediğime bakmayın, yekpare ya da tek biçimli bir şeyden söz etmiyorum, darmadağın olmuş, sürekli savaş halinde bir ülkede merkezileşmek pek mümkün değil... İttihatçılar, çocukların bir an evvel işçi ve asker olmalarını istiyorlar, iş gücü-kol gücü de lazım. Yoksa, aynı dönemden yoksul ve işçi çocukların hepsi dımdızlak kafalarla görünüyorlar fotoğraflarda.  

O sebeple kalbırüstü aileler dedim yukarıda...Yüz yıl önce kimler çocuğuyla hatıra fotoğrafı çektirebilir ki?

Cumartesi, Haziran 17, 2023

Çizgilere Derkenar 29

Yetmişli yıllarda Milliyet Yayınları mizah dizisine başlamıştı, çeviri ağırlıklıydı, kapaklarını Bedri Koraman çiziyordu, renkli albenili, o yıllar için "yeni" duran, mizahla uyumlu biçimde komik görünen bir tarzı vardı. 

Mizah, ister istemez aktüele dayandığı için çabuk eskir, hele çevirisi, edebi bir niteliği yoksa hatırlanmayacak ölçüde çarçabuk unutulur, bu dizi de öyle oldu. Bugünden bakınca, Bedri'nin güzel çizgilerinin nostaljisi dışında dizinin herhangi bir değeri kalmadı.

Yanlış anlaşılmasın, bir gazete, kitap yayımlamaya kalkıştığında temel amacı bir long seller yaratmak değildir, kısa sürede ilgi görecek, kolay tüketilecek, çok satacak bir yayın arar, bulamazsa, o hale getiremezse, işini iyi yapmıyor demektir. 

Tabii ki bu kural, sadece gazeteciler için geçerli değil, Best Seller kitap yayıncılığı her zaman popüler dili ve "yeni" gözükmeyi gerektirir, onar yıl arayla yayımlanan James Bond romanlarının kapaklarını karşılaştırırsak, bu arayışı görebiliriz. Çizginin yerini fotoğraf almış, yayıncısı fotoğrafı daha modern ve yeni (belki daha gerçek) saymış o yıllarda... Yetmişli yılların pulp estetiğine başvurulmuş. Doğru ya da yanlış diyemem, dönemsel tercihler bunlar, bugün iki kapak da arkaik ve demode, üslup ve estetik olarak kullanılmaz duruyor. 

Cuma, Haziran 16, 2023

Hamalın yaması

Altmışlı yılların ilk yarısından bir fotoğraf, iki işçi, karakolda suçlu fotoğraflarını inceliyor, muhtemelen kendilerini mağdur eden adam(lar)ı arıyor, belki hırsız, belki dolandırıcı birini tespit etmeye çalışıyorlar. Kısmetsizlik... Fotoğraf, İstanbul Şehir Gazetesi arşivinden çıkmış...

Bana şu yüzden ilginç geldi, Ankara'da Ulus'ta büyüdüm, Hal çevresinde, Hacıbayram'da hamallar ve ameleler "ya nasip diyerek" bekleşir, inşaatçılar, gündelik işler için ihtiyacı olanlar gider, hamallara hakkaten bakarak aralarından pehlivan ve cevval olanları seçerdi. Hepsinin perişan ve yorgun  halleri, kalın nasırlı elleri, güneşten kavrulmuş ve kırış kırış tenleri olurdu. Kalın ve tıknaz adamlardı. Kat kat giyinirlerdi, eprimiş ve yamalı kıyafetlerini, taşıma halatlarını, bellerine ve bazen omuzlarına sardıkları yastık gibi meşin parçalarını hatırlıyorum... 

Fotoğraftaki iki adamı görür görmez hamal olduklarını anladım. Benim hatırladıklarım yirmi yıl sonrasıdır, aynı kıyafetler, saçlar, jestlerle karşılaşınca ister istemez "bu kadar mı değişmez" dedim. Sadece modadan söz ettiğimi düşünmeyin, kapitalizmle teknolojiyle ve asıl olarak zamanın akışıyla ilgili bir mesele bu.   

Perşembe, Haziran 15, 2023

Normal!!

Kıskanma genellikle aşkla ilişkilendirilir, kişilerarası ilişkinin rekabetçi (mesela mesleki) bir tarafı varsa  daha çok haset ile tanımlanır. İş dünyasında, bürokraside atamalar, yükselmeler, seçimler asıl olarak bu fasıldan konuşulur. Aşıklar arası kıskançlık ise daha çok tutkuyla, çok sevmeyle, kaybetme korkusuyla açıklanır. 

Aşk cinayeti denilen şey, sadakatsizlik şüphesinden çıkar, aldatılarak aşağılandığını düşünen mağdur (!), gider (üçüncüyü) ötekini öldürür. 

Cinayet tarihini incelerseniz, onuru için sahneye çıkan erkeklerin tamamı aşk ve sadakat bağlamında ölür ve öldürürler. Düello dediğimiz şey ekseriyetle mülkiyet kavgasıdır, kadını sahiplenme, "tarlaya kimseyi sokturmama" mücadelesidir.

Seven kıskanır denir ya, eskiden bu hallenmeler çok erkeksiydi, erkeğin şiddetini meşrulaştıran bir tarafı vardı... Şimdilerde hemen her şey klavye tıkırtısıyla, telefon mesajlarıyla yaşandığından olabilir epeyce "unisex" oldu... Birinin biriyle takipleşmesinden, mesajlarını ve fotoğraflarını beğenmesinden, dm den yazmasından, kalp bırakmasından, hatta takip etmesinden bir şeyler çıkarılıyor... Kadınlar ve erkekler, birbirlerini buradan sınıyor ve mukayese ediyor...

Mizahçılar, algıda seçicilik olabilir, bunun esprisini çok yapar oldular:  [mesajı için] "gördü ama cevap vermedi", "biriyle yazışıyor" "online görünüyordu", "iki tık çizgi olmadı", "gece girdim, yazıyordu" gibi kalıpları karikatürlerine taşıyorlar.  Kubilay Odabaş, bu halleri espri olarak kullanan en genç mizahçılardan biri.

Yukarıdaki karikatürde normalleşmenin esprisini yapmış mesela... İnternetin ve telefonun ilişkilerin bir parçası haline gelmesi, her şeyin orada başlayıp orada sonlanması, orada yaşaması normalimizi çoktan değiştirdi demek istiyor sanki.  

Çarşamba, Haziran 14, 2023

Son Okuduklarım 73

Aramızda, hikayesini alışıldık biçimde anlatmıyor, çizgilerle ardışıklık kurarak ilerlemiyor, anlatıcıyla özdeşlik kurmaya da çalışmıyor. Otobiyografik bir büyüme hikayesiyle kadınları öldüren bir seri katile dair gelişmeleri birarada-koşut biçimde okuyoruz. Büyüme sancılarına, erkeklik gösterileri, katil ve öldürülme korkusu -dehşeti eşlik ediyor. Feminist literatürün içinde doğru saptamalar yapıyor. Ne var ki, kolay okunamıyor aslında, bizatihi belgeselci dili bu okumayı güçleştiriyor. Weird Myths, Tuhaf hikayeler ve Mitler adıyla yayımlanan albüm anladığım kadarıyla yurt dışında da çıkmış. Ozan Bilaloğlu, bildiğim bir çizgi romancı değil. Yapmak istediği öykü tarzını ve ardışıklık biçimini anlıyorum, sevdiğim ve merak ettiğim bir biçem aslında ama el hak, zor bir kıvamdır, çok tutturamamış o kıvamı sanki. Seksenli yıllarda Heavy Metal'de Kirchner ile tanışmıştım bu tarzla, yerlilerden Tuncer Erdem başka türlü bir temsilcisi olmuştu yıllarca. Bilaloğlu, "weird" denilen fantastik gayyadan denemeler yapmış, daha vakti var...

Vefa'nın Galip'i, isminden de tahmin edilebileceği gibi 1921 doğumlu, bir dönemin ünlü bir futbolcusunun hatıraları. Oğuz Aral'ın ünlü çizgi romanı Utanmaz Adam'ının asıl ismi Şeref Haktanır'dır, o sebeple ilham alınmış bir şey mi diye başladım kitaba. İlgisi yokmuş, kitap, o yılların temposuyla otuzlu yaşların sonuna kadar top oynamış beyfendi bir sporcunun hatırladıklarından oluşuyor, bir kronoloji var, oldukça da düz, ağrısı-sızısı, hırsları yokmuş gibi anlatılmış, kimseyi kırmak istemediği anlaşılıyor. Sırça Köşk, Sabahattin Ali'nin aynı adlı öykü-masalından yapılmış bir uyarlama. İtiraf edeyim, fikir olarak iyi başlayan ama doğru geliştirilmemiş bir anlatı olduğunu düşünürüm Sırça Köşk'ün... Mesele zaten öykünün derinliği değil, albüm çekiciliğini öyküsünden değil kurduğu estetikten alıyor, Fırat Yaşa ilginç bir hikaye evreni kurmuş yine, öyküden çok, çizgi istifini izliyor insan. Bu yılın en özgün yorumu olabilir.  

Salı, Haziran 13, 2023

Markopaşa

 Toplatıldığı, tehlikeli bulunduğu için saklanmadığı ve giderek az sattığı için Markopaşa ve devamı olan muhalif mizah gazeteleri pek bulunmaz, değil kütüphanelerde, özel koleksiyoncularda bile tam bir serisi olduğunu sanmıyorum. 

Yirmi yılı geçiyor, hakkında sonradan kitaba dönüşen bir yüksek lisans tezi yazmıştım, o dönem, rejimin düşmanı sayılan komünizm ve şeriata ilişkin süreli yayınları kütüphanelerde bulabilmek mümkün değildi, şimdiki gibi gelişmiş bir sahaf ağı da yoktu, çok dolanmış, çok zorlanmış, ancak Turgut Çeviker ve Rasih Nuri İleri koleksiyonlarından (ki onlarınki de eksikti) faydalanarak ilerleyebilmiştim. 

Günümüzde manzara pek değişmiş sayılmaz, sahaflarda tek tük de olsa aralıklarla bulunabiliyor ama sayılar sahiden çok çok pahalı fiyatlara satılıyor, bu meseleyi kendime dert ettiğim için, işten güçten kendime fırsat bulduğumda, farklı serileri tamamladığımda gazetelerin tıpkı basımını yapıp kitap olarak yayımlamak, internette araştırmacıların kullanımına açmak gibi bir hayalim var. 

O güne değin, arşivimin konuyla ilgili araştırmacılara açık olduğunu hatırlatmış olayım. 

Pazartesi, Haziran 12, 2023

Böyle dilber gördün mü ey meclisi...

Yetmişli yıllar gibi duruyor, arkasındaki nota bakmasam, turistik bir yer sanki, Ege sahilleri derdim, meğerse İstanbul'muş... Gazino veya o türden bir eğlence mekanı olmayabilir, çünkü fotoğrafta her yaştan insan var, düğün çıksa şaşırmam. 

Dansöze bahşişi veren beyfendi, votka içmese Alman yahu bu filan diye sallardım, değil galiba, Orta Avrupalı sanki... Bahşiş, yetmişli yılların hacimli kağıt paralarından ama kaç lira anlaşılmıyor.

İki şey ilgimi çekti, ilk olarak dansözle "gavuru" kesen arka masa sakinlerine takıldım...İki erkek kesin olarak dansöze bakıyor da yaşlı teyzenin gözü (dansöze şaşırsa da asıl olarak) takılan paralarda...Üçü de iştahlı bir merak ve dikkat içindeler. Bilmedikleri ve belki ilk defa rastladıkları bir şeye bakıyorlar. İkincisi, dansözün fotoğrafçıya attığı bakış ilginç...Saçlarını toplamış, kollar havada göğüsleri dikleştirmiş, şuh bakmak istemiş... Şu "hatıra", şu "kameranın gözü" ne güçlü şey, bakmadan olmuyor işte...

Arka masa o kaydın farkında bile değil... 

Pazar, Haziran 11, 2023

Yağmacılar

Geçenlerde 6-7 Eylül ile ilgili bir paylaşım yapmıştım, o fasıla Yalçın Çetin imzalı 29 Eylül 1955 tarihli derginin kapağını ekleyeyim, ... 

Yataktaki çiftimiz konuşuyorlar, galiba erkek soruyor ve cevaplıyor: "Gece sokağa çıkma yasağının en çok neye faydası olacak dersin?" diyor ve espriyi yapıştırıyor "Nüfusumuzun çoğalmasına!"

İnsanlar katledilmiş, evleri yağmalanmış, tecavüz, hırsızlık, darp olmuş, bu sebeple şehirde gece sokağa çıkma yasağı getirilmiş...Akbaba, paralel evrende kıkırdıyor... Mağdurlar Türk olsaydı, bu espri yapılabilir miydi?

Acaba diyorum, olup bitene karşı ırkçı bir sevinç de var mı işin içinde? Nüfusumuz filan demişler çünkü...

Yağmacılar kim diye sormaya gerek yok, e işte yağmacılar bu espriyi üretenler, yayanlar, gülenler ve umursamayanlar, unutanlar desek, ne kadar abartmış oluruz...
 

Cumartesi, Haziran 10, 2023

Hayat her hikayenin şeysidir

Yakın çevrem, uzun uzadıya sohbet ettiğim insanlar, benim ağzımdan şu cümleleri çok duymuşlardır, sahiden çok çok erken yaşlarda çalışmaya başladım, yirmili yaşların başına kadar aylaklık yapabileceğim bir tek günüm, hafta sonum ve bir tek tatil günüm olmadı. Yazları okul açılması için gün sayardım, kurtulayım diye...

Okula gitmek benim için tatil demekti, biraz kendime vakit ayırmak biraz da başka bir çevrede yaşamaktı. Geceleri rüyalarıma girerdi. Okula gideceğim geceyi mutlaka uykusuzluk ölçüsünde yarım yamalak uyuyarak geçirirdim. 

Şimdiki dertlerim, belki oburluğum belki de o günlerdeki "eksikliğimden" kaynaklanmış olabilir diye düşünüyorum... dediğimde bir arkadaşım, o zamanı kullanarak şimdiki hayatını rasyonelleştiriyor olabilir misin dedi. 

Benim anlattığım bir hikaye, arkadaşımın yorumu da başka bir hikaye...bu iki "hikayeyi" anlatarak size başka bir hikaye daha anlatmış oluyorum aslında... Okuyanlar da başka başka yorumlar, kendilerinden yola çıkarak başka hikayeler anlatabilirler. 

Anlattığımız hayatlar, bizim hayatımız değil hatırladıklarımızdan, aklımızda kalanlardan, ilgi çeken yaşanmışlıklardan derlediğimiz ve kurguladığımız hikayelerimiz... Kimse, kimseye hayatını anlatmıyor, hepimiz birbirimize bir hikaye anlatıyoruz... Hayat çok karmaşık, çok etkenli, çok kişili, çok geniş zamanlı, anlatılabilir bir şey de değil. Biz hikayeler anlattığımız için kolay sanıyoruz, hayatımızı anlattığımızı sanıyoruz.

Otuz yıl önce, bir mülakata girmiştim, bir bürokrat bana "e anlat bakalım delikanlı, senin hikayen neymiş" demişti, üsluptan hoşlanmadığım için tedirgin olmuştum konuşurken... Onun hikaye dediği şey, bitirdiğim okullar, anam babam filandı tabii... 

Çok hikaye anlatıyoruz, çok hikaye dinliyor, duyuyor, seyrediyor, okuyoruz...Hepsinden etkileniyor ve hikayelerimizi revize ediyoruz...

Cuma, Haziran 09, 2023

Anabritannica

Arada yazıyorum, yer sorunu oldu, içim daraldı, sıtkım sıyrıldı gibi gerekçelerle bir süredir kütüphanemin önemli bir bölümünü tasfiye ediyorum, insan böyle bir elemeye-kitapları elden geçirmeye girişince, bir kurtulma hissi yaşamıyor değil, ne ki hatırası olan kitaplar da çıkıyor insanın karşısına.

Anabritannica ile vedalaşamıyorum örneğin, kıyamıyorum bir türlü, içim eziliyor... Ya diyorum, ben seni almak için nasıl uğraştım bilemezsin, Vallahi tillahi üç kuruş param var, fasikülünü aldığımda öğlen yemeği yiyemediğim günler oluyordu... 

Britannica, iki kere haftalık fasiküller halinde yayımlandı, ikisinde de bitiremedim, parasızlıktan ancak beşinci cilde gelebilmişimdir, hatta fotoğraftan tespit edilebilir, birinci cilt kapağı olmadığı için, iki tane ikinci cilt kapaklı cilt var elimde... Asistan olduğumda gerisini sahaflardan tamamlamıştım. 

Bugün herhangi bir ansiklopedi para etmiyor, odun muamelesi görüyor... İnternet var ya, kimse ansiklopedilerin yüzüne bakmıyor... Satsan yazık. Bir de ansiklopediler tam anlamıyla işgalcidir, çok da yer kaplarlar, bayramdan bayrama açılan yemek masası gibi vitrinde otururlar, lök diye çökerler evin bir köşesine...

Kurtulsam güzel olur demek istiyorum, ama kıyamıyorum, dilimizdeki en geniş, en doğru ve en derli toplu yayın olduğunu düşünüyorum, halen de okumayı seviyorum... Özetle ne yapsam bilemiyorum. 

Perşembe, Haziran 08, 2023

İki yıldız bir kitap


Hülya Koçyiğit ile Tarık Akan'ın bir kartpostalına rastladım, bir kitaba baktıkları için ilgimi çekti... 1968'de, Halk Kitabevinden (Semih Yazıcıoğlu çevirisiyle) çıkmış Erich Maria Remarque imzalı Hayat Köprüsü romanına bakıyorlar... Niye bakıyorlar? Kartpostal, belki bir filmden sahne, belki başka bir niyetle hazırlanmış bir magazin mizanseninden... bilemiyorum.


Hayat Köprüsü, 1961 tarihli Der Himmel kennt keine Günstlinge (İng., Heaven Has No Favorites) romanının çevirisi... İlginç olan şu, kartpostalın arkasına 1977 tarihi atılmış, kitabın çıkışından kaç yıl sonrası... E olabilir, olamaz mı, o tarihlerde çok az kitap çıkıyor, seneler sonra okumuşlar ya da okur gibi yaparak mizansene meze etmişler diyebiliriz...  

Galiba şu yüzden, kitap, 1977 yılında Sydney Pollack tarafından Boby Deerfield ismiyle sinemaya uyarlandı ve romandaki Clerfayt'ı (Deerfield olmuştu) Al Pacino oynamıştı...Belki diyorum o sebeple, biraz da meraktan, kitabı yeniden keşfetmek, "modern" görünmek istemişler.

Bunlar yorum tabii...

Remarque (Remark) bugün hatırlanmıyor ama Türkiye'de uzun yıllar bilinen ve çok satan bir yazardı. Bizim evde, babama ait Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yokİnsanları Seveceksin, Üç Arkadaş gibi romanları vardı, defalarca karıştırmış, uzun uzun incelemişimdir. 

Romanları bilmeden önce Garp Cephesinde Yeni bir Şey Yok'un filmini seyrettiğimi, çok ama çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Öğrencilerini ölmeye ve öldürmeye teşvik eden öğretmen karakterini ve onun sahnelerini halen  unutamam... hayatım boyunca fikren etkilendiğim ve o yaşlarda çok da anlamlandıramadığım politik filmlerdendi. 

Güçlü bir savaş karşıtıydı Remark, ilk büyük savaştan sonra popülerlik kazanmış, faşizme karşı oluşuyla hedefe dönüşmüş, Almanya'dan kaçmak zorunda kalmıştı. Öyle ki, Naziler meydanlarda kitaplarını yakmıştı... Sanıyorum, kız kardeşi, ülkesini terk etmemiş ve muhalif düşünceleri nedeniyle idam edilmişti. 

Yetmişli yıllar için Remark bizim muhalif evrenimizde "eskimişti". Hasmımız 6.Filo, CIA ve Amerika'ydı. O bahisler bize daha taze ve etkileyici geliyordu. 

İki kartpostal güzelimizin Hayat Köprüsü'nü, hele o yıllarda, okudularsa eğer, bir aşk romanı gibi okuduklarını sanıyorum.

Çarşamba, Haziran 07, 2023

Ütopyası Şirinler

Çizgili sanatlarla ilgili temcit pilavı gibi tekrar tekrar zikredilen haber ve iddialar oluyor, bana da soruluyor, yok Tenten ırkçı mıydı, Süpermen Yahudi miydi falan filan… Başka bir tanesi, Les Schtroumpfs-Şirinler'in komünist bir ütopya olup olmaması. Onun temelinde, serinin yaratıcısı Peyo’nun fikren sosyalist veya komünist olması yatıyor, doğru mu değil mi bilmiyoruz bu arada…

İşte, Peyo, sırf bu nedenle, hayalindeki komünist ütopyayı çizgi romanında inşa etmek istedi deniyor… İddiaya göre, Şirinler köylerinde paranın olmadığı komünal bir yaşam sürerler, her biri aynı kıyafeti giyer, her şey bedavadır. Şirin Baba, Karl Marx'a benzer ve kızıl şapka giyer. Şirinler köyünde kilise benzeri bir yer yoktur, bu nedenle din yoktur, buna karşın Şirinler'in düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve dini sembolize eder… Altın ve para düşkünü olduğu için sadece dini değil kapitalizmi de simgeler. Öyle ki serinin İngilizcesinde kullanılan isim olan Smurf’un açılımı "Socialist Men Under Red Flag/Father" dır. İddialar bununla sınırlı değil, Şirinler’deki komünist propagandayı fark eden Amerika uzun dönem diziyi yasaklamıştır ve saire…

Doğal olarak hepsi, ya yanlış ya da abartılı yorumlar… Sondan başlayayım, Amerika’da Avrupa çizgi romanının bir varlığı olduğu söylenemez, frankofonlar Amerikan piyasasına dahil olamamışlardır, yani yasaklama diye bir şey olamaz, hiç olmadı da…Yukarıda yazdım, Peyo’nun siyasal görüşlerini gerçekten bilmiyoruz, ama endüstriyel bir üretimde yayıncıların, editörlerin, sansür ve denetleme kurullarının, piyasa beklentilerinin ve ciddi rekabetin olduğu yerlerde kişiye özgü nitelikler sanıldığı kadar önemli değildir… Satışı etkileyeceği, kitleyi daraltacağı için tek kelimeyle yapamazsınız, yaptırmazlar.

Peyo, gayet basit bir düalizmle bir köy hayal etmiş, masalsı bir yer kurmuş, o köyün iyi, güzel ve doğrunun olduğu bir yer olması gerekiyor ki, o köye saldırılsın, düzen bozulsun ve serüven olsun… Kaldı ki köy, anaakım örüntülerde saflığı ve bozulmamışlığı, kent ise materyalizmi ve kapitalizmi simgeler. Şirinler, sadece komünistlerin değil muhafazakarların da hayali olabilir demek istiyorum, doğanın içinde, rekabetçi gürültünün uzağında bir yerde yaşıyorlar. Neşeli ve mutlular, Pamuk Prenses’in yedi cücelerini andırıyorlar. Gargamel, papaz değil büyücü gibidir, Pamuk Prenses’i yok etmeye çalışan Cadı’yı andırıyor. Şirin Dede de Marx'ı filan andırmaz, o masallardaki ak sakallı dede değil de nedir yani... Hani derler ya, her gördüğün sakallıyı deden sanma diye... Tamam, hakkını teslim edeyim, İngilizce ismindeki Smurf'un açılımı güzel uydurulmuş, ama uydurulmuş işte... 

Geçen birisi "doğruymuş" gibi konuşunca yazasım geldi...