Perşembe, Mart 30, 2017
İzmir
Salı, Mart 28, 2017
Araftaki İnternet
“Şimdi bir de internet var üstelik” demeden birazcık geriye gideceğim,
Umberto Eco’nun zihin açıcı bir yorumunu hatırlatacağım: “Televizyonlu
akşamlarımız artık öyküler anlatmıyor, herşey bir fragmana dönüşmüş durumda”.
Benzer ifadeleri başta Baudrillard ve Postman olmak üzere yakınçağın önemli
düşünürlerinin kaleminden okumuş olabilirsiniz. Hemen hepimiz, bu türden
yargıları kabullenip paylaşırız, çünkü bunun ardında “daha iyi” olan bir geçmiş
tahayyülü vardır. Televizyonun olmadığı zamanlarda akşamlarımız yekpare bir
bütünlük mü arzediyordu acaba? Madem araç (medium) bu denli önemseniyor,
radyolu ya da gazeteli akşamlarımız fragmanlara dönüşmemiş miydi diye sormamız
gerekiyor. Örneğin gazeteler, rekabet koşullarının zorlamasıyla “magazine”
mantığına dayalıdır ve magazin ile mağaza sözcükleri aynı kökten gelirler.
Alışveriş sepetinize istediklerinizi doldurur gibi gazetede de her
köşeyi-bucağı okumazsınız, seçersiniz. Radyo da öyledir, bütün bir ailenin
milim kıpırdamadan pür dikkat radyoyu dinlemesi romantik bir mittir; Uzun
dalga, kısa dalga, Kahire Radyosu, Moskova’nın Sesi derken mutlaka bir
dolaşılırdı ta yıllar önce, “ajansın dinlendiği” zamanlarda. Radyonun yanında
gazete, onun yanında pikap, dergi dururdu ve dışarıdaki semt sinemasını
unutmayın.
Fragmente-parçalanmış bir hayat yaşıyoruz varsayımını şöyle kabul edebilirim. Her yeni iletişim aracı, daha büyük bir nüfusa ulaşır ve kendinden önceki aracın üstünlüklerini massederek ilerler (ilerledikçe seçenekleri ve fragmanları çoğaltır). Yoğunlaşma ve yaygınlaşma ölçeği elbette günbegün artıyor. Yoksa korku ve kaygı dolu serzenişler tarihsel bağlamı dışında pek bir anlam ifade etmiyor, çünkü bu bir vakıa, hep oluyor ve var işte. Yüzyıl önce çıkan gazetelerimize bakarsanız yaslı yeisli iddialarla karşılaşırsınız: “Radyo musikiyi, sinema sahneyi her ikisi birlikte sohbeti öldürdü”. Bugün de internet için benzer bir husumet ve beğenmemezlik sürdürülüyor. Kütüphaneye gitmeyip “google”layan öğrenciye, enformasyon çokluğu yüzünden odaklanamamaya, herkesin yazar olmasına, yüz yüze iletişimin azalmasına kızıp hararetleniyoruz. Oysa hepimiz bakıyoruz internete, hatırlamak, neye bakacağını fark etmek ya da sahiden bulmak için. Çokça zaman harcıyoruz ve bazen hiç bilmediğimiz kitaplara, filmlere, yıllarca aradığımız ayrıntı ve metinlere pat diye ulaşabiliyoruz. Dijital içerik ve download çağında yaşadığımız aşikâr…Tarihin hiçbir döneminde olmayan, bizzat mülkiyetin özel niteliğinin ihlal edildiği bir süreç yaşıyoruz. Paylaşıma dayalı özgür yazılım ve açık kaynak (open source) programları kullanıma açılıyor. Tüm hakları saklıdır (all rights reserved) şeklindeki yasal uyarıya karşı “tüm hakları feshedilmiştir” (all rights reversed) sloganı zuhur ediyor; fikir eserlerinin özel mülkiyete konu olmasına (copyright) karşı çıkan copyleft akım ve kavramından söz ediliyor. Sözü dolandırmayayım, geçmişin güçlü diğer mediumları için de yinelenebilir bu, internet ontolojik olarak bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Öncel olarak verili ya da tamamlanmış değildir: bu sebeple interneti sürekli değiştiğini bilerek sağladığı yeni imkânlarla birlikte değerlendirmek gerekir.
Yıllar önce televizyonda, bir Siyaset Meydanı programında muhalif bir yazar, kendisiyle –sanırım- Sakıp Sabancı’ya eşit konuşma süresi verilmesinin yanlışlığına işaret etmişti, çünkü Sabancı dilerse ve sürenin azlığına kızarsa, kendisine bir tv kanalı açabilirdi oysa yazar ne söyleyecekse ancak kendisine verilen süre içinde söyleyebilecekti. Bugün pek çok kişi kendi web sayfalarından görüşlerini ifade edebiliyor. Elbette bu önemli bir imkân; medya, ticarileştiği, eğlenceye yoğunlaştığı ve anaakım değerleri pekiştirdiği için katılımcı bir demokrasiyi varedemiyor, bu da ayrı bir vakıa. İyimser yorumlara bakacak olursak, internet, yeni bir siyasal alanın, tartışma ve müzakere kanallarının yeniden tesis edilmesini sağlıyor, siyasal katılımı artırdığı gibi farklı ses ve haber gündemlerinin kendilerini varetmelerini kolaylaştırıyor. Doğal olarak bu yorumları epeyce eleştiren var; doğrudan demokrasinin sorunlarının teknolojik değil mantıksal olduğunu iddia edenler, alternatif site ve bloglarda anaakımda yazılanların yinelendiğini ve elit manipülasyonunun bir kez daha pekiştirildiğini belirtiyorlar. Çeşitlilikten ve alternatif gündemlerin varolmasından yana olduğumdan bunu hesap ederek, yapabildiğim ölçüde eleştirel mesafeyi koyarak onları izlemekten yanayım.
Alternatif demişken, Birleşik Amerika’da medyada kullanılan Buckbobbill adlı bir nitelemeden söz edeceğim. Ticari basına karşı alternatif olarak dijital yayıncılık yapan, sorgulayan, html yazabilen, web imkânlarını iyi bilen, hayali bir araştırmacı gazeteci figürü bu. Bilim kurgu kahramanı Buck Rogers, malumunuz Bill Gates ve Watergate Skandalını ortaya çıkaran ünlü gazeteci Bob Woodward isimlerinin bir karışımı yapılmış. Buckbobbill tarzı yayıncılık, geleneksel ve yozlaşan gazeteciliğin alternatifi olarak gösterilen bir ideal. Biliyoruz ki bu tür gazetecilik adlandırmaları esprisi ve heyecanı dışında bir anlam taşımıyor; dijital gazeteciliğin geleneksel gazetecilikten bir farkı yok her şeyden önce, araç mevcut etik ve meslek ilkelerini –ve onların mevcut kullanımlarını- başkalaştıramaz ayrıca. Medyaya siyasal iktidarın gözcülüğünü atfeden liberal yaklaşımları revize etme iddiası taşınıyor bu adlandırmayla. Aktörler değişirse, Buckbobbill gibi ideal bir gazeteci çıkarsa, medya yeniden görevini layıkıyla yapacaktır gibi bir çıkarım baştan yanlıştır. Ne erdemli bir kahraman ne de onun kullandığı yeni bir medium, medya-siyasal iktidar ilişkilerini ve ideolojinin işleyişini baştan ayağa değiştiremez. Üstelik, teknoloji, nötr değildir; zaman ve mekan üzerinde bir taraftır ve tarih gösterir ki, teknoloji egemen sınıfların tercihlerini çoğaltmaya ve sağlamlaştırmaya yaramıştır her zaman.
Görünen o ki olan şu: kim(ler) ve nasıl kullanılıyor tartışması bir yana, bütün mediumlar giderek tek bir çerçevede toplanıyor. Varsayalım, internette şehirdeki suç oranının artışıyla ilgili bir haber okuyorsunuz. Haber, birden çok sayfaya açılacak biçimde (layering) hazırlanmış; birinde Valinin açıklamalarına göz atıyorsunuz, diğerinde konuyla ilgili bir köşe yazısı çıkıyor karşınıza, bir başkasında gazeteye gelen ihbar telefonunun ses kaydını dinliyorsunuz. Cinayetlerden birinin olay sonrası görüntüleri ve uzman görüşlerini de izleyebiliyorsunuz. Daha önemlisi, mesela bir harita çıkıyor haberdeki linkten, imleci gezdirdikçe, hemşehrisi olduğunuz şehrin hangi semtinde ne oranda cinayet işlendiğini görebiliyorsunuz. Haberin altında okur ve izleyici yorumlarını, tartışma forumlarını ayrıca okuyabiliyorsunuz. Günümüzde önemli gelişmeler, halen televizyondan izleniyor, internet, radyo ve gazetelere göre ilerde olsa da televizyonu henüz geçebilmiş değil. Ama hemen tüm dünyada yapılan anketler gösteriyor ki her gün gazete alanlar nadiren 30 yaş altından çıkıyor ve Tv haberlerini takip edenlerin yaş ortalamasıysa sürekli yükseliyor. Hal bu olunca, “genç” internetin, kendinden önce gelen bütün mediumları tekeline alacağını görmek, kapitalizmin işleyişi gereği kehanet olmaz. Bir çeyrek asır sonra, kuşak değişimi yüzünden internet öncesi dönemi hatırlayanlar dahi azalacak. İnternet ile ilgili olumlu beklentileri yüksek tutmak ya da endişeyle hayıflanmak sahiden abes. “Gerçek” Çehov’un dediği gibi “ikisi arasında bir yerde”, arafta sanki.
Fragmente-parçalanmış bir hayat yaşıyoruz varsayımını şöyle kabul edebilirim. Her yeni iletişim aracı, daha büyük bir nüfusa ulaşır ve kendinden önceki aracın üstünlüklerini massederek ilerler (ilerledikçe seçenekleri ve fragmanları çoğaltır). Yoğunlaşma ve yaygınlaşma ölçeği elbette günbegün artıyor. Yoksa korku ve kaygı dolu serzenişler tarihsel bağlamı dışında pek bir anlam ifade etmiyor, çünkü bu bir vakıa, hep oluyor ve var işte. Yüzyıl önce çıkan gazetelerimize bakarsanız yaslı yeisli iddialarla karşılaşırsınız: “Radyo musikiyi, sinema sahneyi her ikisi birlikte sohbeti öldürdü”. Bugün de internet için benzer bir husumet ve beğenmemezlik sürdürülüyor. Kütüphaneye gitmeyip “google”layan öğrenciye, enformasyon çokluğu yüzünden odaklanamamaya, herkesin yazar olmasına, yüz yüze iletişimin azalmasına kızıp hararetleniyoruz. Oysa hepimiz bakıyoruz internete, hatırlamak, neye bakacağını fark etmek ya da sahiden bulmak için. Çokça zaman harcıyoruz ve bazen hiç bilmediğimiz kitaplara, filmlere, yıllarca aradığımız ayrıntı ve metinlere pat diye ulaşabiliyoruz. Dijital içerik ve download çağında yaşadığımız aşikâr…Tarihin hiçbir döneminde olmayan, bizzat mülkiyetin özel niteliğinin ihlal edildiği bir süreç yaşıyoruz. Paylaşıma dayalı özgür yazılım ve açık kaynak (open source) programları kullanıma açılıyor. Tüm hakları saklıdır (all rights reserved) şeklindeki yasal uyarıya karşı “tüm hakları feshedilmiştir” (all rights reversed) sloganı zuhur ediyor; fikir eserlerinin özel mülkiyete konu olmasına (copyright) karşı çıkan copyleft akım ve kavramından söz ediliyor. Sözü dolandırmayayım, geçmişin güçlü diğer mediumları için de yinelenebilir bu, internet ontolojik olarak bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Öncel olarak verili ya da tamamlanmış değildir: bu sebeple interneti sürekli değiştiğini bilerek sağladığı yeni imkânlarla birlikte değerlendirmek gerekir.
Yıllar önce televizyonda, bir Siyaset Meydanı programında muhalif bir yazar, kendisiyle –sanırım- Sakıp Sabancı’ya eşit konuşma süresi verilmesinin yanlışlığına işaret etmişti, çünkü Sabancı dilerse ve sürenin azlığına kızarsa, kendisine bir tv kanalı açabilirdi oysa yazar ne söyleyecekse ancak kendisine verilen süre içinde söyleyebilecekti. Bugün pek çok kişi kendi web sayfalarından görüşlerini ifade edebiliyor. Elbette bu önemli bir imkân; medya, ticarileştiği, eğlenceye yoğunlaştığı ve anaakım değerleri pekiştirdiği için katılımcı bir demokrasiyi varedemiyor, bu da ayrı bir vakıa. İyimser yorumlara bakacak olursak, internet, yeni bir siyasal alanın, tartışma ve müzakere kanallarının yeniden tesis edilmesini sağlıyor, siyasal katılımı artırdığı gibi farklı ses ve haber gündemlerinin kendilerini varetmelerini kolaylaştırıyor. Doğal olarak bu yorumları epeyce eleştiren var; doğrudan demokrasinin sorunlarının teknolojik değil mantıksal olduğunu iddia edenler, alternatif site ve bloglarda anaakımda yazılanların yinelendiğini ve elit manipülasyonunun bir kez daha pekiştirildiğini belirtiyorlar. Çeşitlilikten ve alternatif gündemlerin varolmasından yana olduğumdan bunu hesap ederek, yapabildiğim ölçüde eleştirel mesafeyi koyarak onları izlemekten yanayım.
Alternatif demişken, Birleşik Amerika’da medyada kullanılan Buckbobbill adlı bir nitelemeden söz edeceğim. Ticari basına karşı alternatif olarak dijital yayıncılık yapan, sorgulayan, html yazabilen, web imkânlarını iyi bilen, hayali bir araştırmacı gazeteci figürü bu. Bilim kurgu kahramanı Buck Rogers, malumunuz Bill Gates ve Watergate Skandalını ortaya çıkaran ünlü gazeteci Bob Woodward isimlerinin bir karışımı yapılmış. Buckbobbill tarzı yayıncılık, geleneksel ve yozlaşan gazeteciliğin alternatifi olarak gösterilen bir ideal. Biliyoruz ki bu tür gazetecilik adlandırmaları esprisi ve heyecanı dışında bir anlam taşımıyor; dijital gazeteciliğin geleneksel gazetecilikten bir farkı yok her şeyden önce, araç mevcut etik ve meslek ilkelerini –ve onların mevcut kullanımlarını- başkalaştıramaz ayrıca. Medyaya siyasal iktidarın gözcülüğünü atfeden liberal yaklaşımları revize etme iddiası taşınıyor bu adlandırmayla. Aktörler değişirse, Buckbobbill gibi ideal bir gazeteci çıkarsa, medya yeniden görevini layıkıyla yapacaktır gibi bir çıkarım baştan yanlıştır. Ne erdemli bir kahraman ne de onun kullandığı yeni bir medium, medya-siyasal iktidar ilişkilerini ve ideolojinin işleyişini baştan ayağa değiştiremez. Üstelik, teknoloji, nötr değildir; zaman ve mekan üzerinde bir taraftır ve tarih gösterir ki, teknoloji egemen sınıfların tercihlerini çoğaltmaya ve sağlamlaştırmaya yaramıştır her zaman.
Görünen o ki olan şu: kim(ler) ve nasıl kullanılıyor tartışması bir yana, bütün mediumlar giderek tek bir çerçevede toplanıyor. Varsayalım, internette şehirdeki suç oranının artışıyla ilgili bir haber okuyorsunuz. Haber, birden çok sayfaya açılacak biçimde (layering) hazırlanmış; birinde Valinin açıklamalarına göz atıyorsunuz, diğerinde konuyla ilgili bir köşe yazısı çıkıyor karşınıza, bir başkasında gazeteye gelen ihbar telefonunun ses kaydını dinliyorsunuz. Cinayetlerden birinin olay sonrası görüntüleri ve uzman görüşlerini de izleyebiliyorsunuz. Daha önemlisi, mesela bir harita çıkıyor haberdeki linkten, imleci gezdirdikçe, hemşehrisi olduğunuz şehrin hangi semtinde ne oranda cinayet işlendiğini görebiliyorsunuz. Haberin altında okur ve izleyici yorumlarını, tartışma forumlarını ayrıca okuyabiliyorsunuz. Günümüzde önemli gelişmeler, halen televizyondan izleniyor, internet, radyo ve gazetelere göre ilerde olsa da televizyonu henüz geçebilmiş değil. Ama hemen tüm dünyada yapılan anketler gösteriyor ki her gün gazete alanlar nadiren 30 yaş altından çıkıyor ve Tv haberlerini takip edenlerin yaş ortalamasıysa sürekli yükseliyor. Hal bu olunca, “genç” internetin, kendinden önce gelen bütün mediumları tekeline alacağını görmek, kapitalizmin işleyişi gereği kehanet olmaz. Bir çeyrek asır sonra, kuşak değişimi yüzünden internet öncesi dönemi hatırlayanlar dahi azalacak. İnternet ile ilgili olumlu beklentileri yüksek tutmak ya da endişeyle hayıflanmak sahiden abes. “Gerçek” Çehov’un dediği gibi “ikisi arasında bir yerde”, arafta sanki.
[2010 yılında yazmışım.]
Pazar, Mart 26, 2017
Son Okuduklarım 13
Cumartesi, Mart 25, 2017
Cuma, Mart 24, 2017
Aklımdaki, edebiyata iştah gösteren birilerine ulaşmaktı
Seçkiler,
derlemeler genellikle bir nesnellik iddiasıyla yapılır. Sizin seçimleriniz ise
oldukça öznel duruyor. Kimin hakkında yazıp yazmayacağınızı nasıl belirlediniz?
Nesnellik
bir iddiadır ve nesnelliğin mümkün olamayacağını iddia edenler de vardır.
Doğrusu aldığım akademik eğitim gereği asıl o iddiaya, “mümkün değil” diyenlere
yakınlık duyarım. Nesnelliği irdeleyebilir ve sağlamasını yapmaya
çalışabiliriz. Ne yaparız? Tez yazarken farklı kaynaklara bakabilir,
mukayeselerde bulunur, o iddia öncesinde yazıp çizilen ve söylenen her ne varsa
derler toparlarız. Dipnot verir, kaynakça yaparız. Ben seçki ya da derleme
yapmıyorum. Şiirden, romandan nasıl nesnellik beklenemezse yaptığım şeyden de
beklenemez. Bunların birer yorum, his veya iddia olduğunu bilmiyorum söylememe
gerek var mı? Doğal olarak kişisel tercihlerim, okumalarım, beğenilerim ve
takıntılarım var yazdıklarımda. Neyi önemsedim veya neleri bir seçim ilkesi
olarak belirledim derseniz eğer, öyle ahım şahım büyük kıstaslarım oldu
diyemem. Yakın döneme, bugünün yazarlarına pek rağbet etmedim. Bu tarza devam
edeceğim için yakından tanıdığım insanları yazmamaya da çalışacağım
diyebilirim. Ömrüm olursa, enerjim olursa, anılarımı yazarsam onları ayrıca
anlatacağım diyeyim.
Halen editörlük
yaptığınız ve pek çok yazarla çalıştığınız için mi böyle bir ayrım
yapıyorsunuz?
Olabilir,
bu da haklı bir gerekçe sonuçta. Geçim sıkıntısıyla, hayatımı sürdürebilmek
için editörlük yapıyorum. Yaptığım işi daha da zorlaştıracak her şeyi hesap
etmek durumundayım. Sonuçta farklı karakterleri olan insanlarla, yazarlarla
çalışıyorum. Onlara ve çalıştığım yayınevine karşı sorumluyum. Yazmamayı tercih
ediyorum.
Portrelerin çıkış
noktası ne oldu?
Yıllar
önce Turgut Çeviker’in yayımlandığı Güldiken
dergisinde mizah dünyasıyla ilgili aynı tonda yazılar yazmıştım. İlk adı
Kılçıklı Fasulye’ydi, sonra Mizah Mahallesi yaptım. Şehre Göçen Eşek kitabımda o yazılar derli toplu yer aldı.
Yayınevinin Türkçe edebiyat kitaplarının arka kapak yazılarında da benzer bir
dil kullanıyorum. En son Resimli Türkçe
Edebiyat Takvimi’nde yazdım bu portrelerin bir kısmını. Tabii Takvim çok
ağır bir iş… Sürekli malzeme ihtiyacı olan inşaat gibi… Yedek gibi yaparım, söz
verilen yazılar gelmezse kullanırız diye başladım yazmaya. Başka bir şeye
dönüştü en sonunda. Yazma işinde mutlu olmak önemli. Yaptığım pek çok işin
dışında bir şey bu yazdıklarım.
Şiir tadı var…
Var
evet, İletişim şiir yayımlamıyor. Yayınevi kurulurken böyle bir karar almışlar.
Ben ucundan kıyısından sınırları zorlamış oldum.
Şiir kitaplarını
takip ediyor musunuz?
Evet
demem haksızlık, hayır demem yanlış olur. Bir iddiam yok. Şairleri yazar olarak
ilginç buluyorum. Neredeyse hiç şair arkadaşım yok, onu da söyleyeyim.
Siz şiir yazdınız
mı?
Hayır
demem gerekiyor, herkes kadar bile şiir yazmamışımdır.
Portresini
yazdığınız kişiler arasında övdükleriniz de var, yerdikleriniz de.
Güzellemelerle dolu bir kitap değil bu.
Bu sizin
yorumunuz, buna her okuyan başka türlü karar verebilir. Genelde iyimser bir
kitap yazdığımı düşünüyorum. Bunlar kısacık şeyler. Etkisi ne olabilir? İştah
açıcı olabilir, ilham verici olabilir. Kolay okunuyorlar, kolay okundukları
için hemen karar verilebiliyor. Bana sıklıkla mesela o cümleyle ne demek
istendiğim soruluyor, açıklamam isteniyor, itiraz ediliyor. Yapacak bir şey
yok. Bir hayatı uzun uzadıya anlatmak isteseydim başka bir şey yazardım.
Aziz Nesin’i iki
kere yazmışsınız, çok sevdiğiniz
başkaları oldu mu?
Aziz
Nesin hakkında söyleyecek çok şeyim var ama genelde sevdiklerimi yazdım, belki
başkalarını da birer kere daha yazarım. Aziz Nesin’i iki kere yazmam planlı bir
şey değildi, bir baktım ki yazmışım. Yaşlı bir Pardayan’ım, unutuyorum.
Tanpınar ile
ilgili, "Türkçenin en güzel nostaljisi, modern romanı ve güfteli iç
sızısı," diyorsunuz. Neden en güzel nostaljisi? Bir de Tanpınar'ı
"modern" kılan eksenleri nasıl tarif ederdiniz?
Sözünü
ettiğim şey bu işte, huysuzluk etmiş oluyorum ama benden istediğiniz şey bir makale
konusu. Nostalji nedir ile başlayıp modern romanın kıstaslarını sıralamam
gerekiyor. Yapmayalım bunu, yapmak isteseydim zaten öyle yazardım. Nostalji bir
yazarın tarihe veya maziye bakarken takındığı tutum değildir, sadece bu
değildir. Tanpınar, anıt mezar gibi dolaşan, iç gıcıklayıcı bir mazi rüyasını
yaşatan biri değildi, elbette değildi. Akademiden etkilenmiş biriydi. Sizin
sorunuz da akademik. Nostalji bir histir, fasılalarla kendini gösterir. Para
sıkıntısı çeken, beğenilmemekten korkan biri nostaljik olamaz mı diyeceğiz?
Tanpınar, bir yere dönmek istediğinde maziye dönüyordu, en çok oradan
besleniyordu. Yahya Kemal de nostaljiktir, Nazım Hikmet değildir. Bazen
insanlar yaşlanmaya karar verirler, geçmişe sığınırlar. Halide Edip öyledir,
Aziz Nesin hiç girmemiştir o yola. Geçmişe sığınmak ya da sığınmamak,
nostaljiyle doğrudan ilgili olmayabilir. Bazıları, hep yaşlı adam gibi
konuşurlar, mesela Peyami Safa öyledir. Maziye sığınarak otoritelerini
meşrulaştırırlar. Bu da nostaljidir diyemeyiz. Tanpınar’ın sızısı nostalji.
O zaman şunu sorayım, akademi ile edebiyat
örtüşmüyor mu?
Pekâlâ
örtüşebilir, içeriğe bakılması gerekir diyeceğim ama önyargıları işleten bir
yönü var bu ilişkinin. On iki sene üniversitede çalıştım, roman okumayı vakit
kaybı olarak gören insanlar çoğunluktaydı. Tersinden bakalım, Tanpınar’ın yazar
olarak o denli ciddiye alınmaması hocalığından kaynaklanır. Öldükten sonra
romanları kaldı geriye, o mirasa, çağdaşı olmayan edebiyat okuru ilgi gösterdi.
Edebiyatçı ve doktora yapmış yazar yok mu? Var ama akademisyenliği o kadar
bilinmiyor olabilir. Edebiyat, öğretmenlik kaldırmıyor bana sorarsanız.
Kuş Eppeği’nde birtakım göndermeleri anlamak, yaptığınız ironileri kavramak ve
incelikleri görebilmek için aslında söz konusu şahsiyetleri ucundan kıyısından
bilmek gerekiyor. Bu bilinçli bir tercih miydi? Yani okuyucuda bir merak
uyandırmak, eşelemeye sevk etmek mi istediniz bir bakıma?
Evet,
bir oyun çağrısı var, yapmadım diyemem. Bir yandan da olabildiğince yalın ve
anlaşılır olmak istedim. Her yazar, az ya da çok, öyle ya da böyle, bir okur
tahayyül eder ve her zaman beklemediği bir okurla karşılaşır. Benim aklımdaki,
edebiyata iştah gösteren, kimmiş bu diye merak eden birilerine ulaşmaktı.
Kitapla ilgili aldığım en güzel methiye “Bana okuma kılavuzu çıkardın,”
demeleri oldu. Kolay gaza geliyorum galiba; acaba dedim, Türkçe edebiyatla
ilgili bir roman dökümü mü yapsam?
Böyle yazmayı
sevdiğiniz anlaşılıyor. Devamı gelecek o zaman?
İsterim
tabii de, üç günlük dünya, nasip kısmet…
[Söyleşi, edebiyathaber'de yayımlanmıştı.]
Perşembe, Mart 23, 2017
Muhalefet Defteri: Türkiye'de Mizah Dergileri ve Karikatür
Çarşamba, Mart 22, 2017
Haset
İnsanlar, vicdanen kendilerini sorgulamayı durduk yere
yapmıyorlar. Garip bir biçimde ancak ve ancak itham edildiklerinde kendilerine
dönüyorlar, öncesinde, böylesi bir külfete girmiyorlar, yok yere zahmet sayıyor
bile olabilirler. Bana dokunmuyor, benimle ilgili değil, başkalarının derdi ve
saire... Ne yazık ki böyle, suçlu değilim demek, suçlanmadan, itham edilmeden
mümkün olmuyor.
Suçlanınca ne oluyor?
Suçlananlar mutlaka kendileriyle ötekileri kıyaslıyorlar, ben şunu yaptım diyorlar, onlar gibi şunu yapmış değilim filan diyerek kendilerini savunuyorlar.
Birileri demiş ki, bir imza attılar kahraman olduk sanıyorlar, "ay ne salaklar, ay nasıl sersemler, hadi birlikte gülelim şunlara". Bu sözlerin meali nedir? Asıl mücadeleyi ben/biz veriyorum/veriyoruz şu bu...Yüksek hararetli alaycılık diyip geçelim mi?
İşlerinden atılmış, özlük hakları elinden alınmış, tek bir hukuki dayanağı olmadan mesleğinden ihraç edilmiş, sosyal ölüme terk edilen insanlara bu neden söylenir, niye söylenir?
Şunu anlarım, barış demek, şu koşullarda çok zor, korkutucu ve tecrite yol açıyor, açacaktır da. Sağcılar ve genel ortalama, "barış olsun" diyen insanlardan korkabilir, şüphelenebilir veya nefret edebilir.
Yok bunu diyenler solcuysa, anladığım şudur: imzacıların varlığı, yapıp ettikleri, onları eleştirenleri değersiz, korkmuş, kıfayetsiz ve utanmış hissettirdiği için aşağılıyor ve suçluyorlar. Bunun adı da haset olabilir.
Ruhen itham edildikleri, doğru olduğunu bildikleri, vicdanları rahatsız olduğu için köpürüyorlar.
Yoksa ihraç edilen imzacılar, bir meseleyle ilgili fikirlerini savunarak bir şey beyan etmişler, kendilerini kahraman, kendileriyle aynı fikirde olmayanları hain ilan etmiş değiller ki...
Yukarıda niye bıçak resmi var, hayatı o keskinlikte yaşıyoruz da ondan.
Salı, Mart 21, 2017
6 Soru 6 Cevap
Az okunma meselesini konuşmaya gerek yok. Bu işe
girdiğimizde öğrendiğimiz bir sorun değildi. Babalarımızın çocukluğunda da bu
sorun vardı. Herkes bu gerçeğe göre davranmak zorunda. Sorunuza tam cevap olur
mu bilmiyorum. Kişisel olarak ben Serüven’de çizgi romana farklı açılardan yaklaşılsın,
Türkiye’deki genel çizgi roman algısının dışına çıkılsın, yeni isimler çizgi
roman hakkında yorumlar yapsın, örneğin genç akademisyenler-edebiyatçılar alana
ilgi göstersin istiyorum. Popüler nitelikleri olan bir dergi yapmak gibi bir
niyetim hiç olmadı. İlginç olan şey ise şu: Serüven birçok çizgi romandan çok
sattı, dokuz aydır yeni bir sayısı çıkmamasına rağmen halen de satıyor. Oysa böyle olmamalı, Serüven’in satış
rakamları normal aslında da çok bilinen çizgi romanlar az satıyorlar o garip.
Bunu gerçekten şaşırdığım için söylüyorum. Demek ki sadece koleksiyoncular için
dergi çıkartılmayacak, dar cemaatlerin kendi aralarında yaptıkları
muhabbetlerin dışına taşınması gerekiyor çizgi romanın. Sorunuza dönersek böyle
bir ortama dergi çıkartmak bir tarafıyla kışkırtıcı tabii. Benim dışımda hiç
kimse - eski yayıncımız Raşit Çavaş, yakın arkadaşlarım, çoğu yazarımız da buna
dâhildir- Serüven’in yaşayabileceğine-satabileceğine inanmadı.
Serüven geniş ve birikimli bir yazar kadrosuna sahip, hiç
“koca koca adamlar oturup çizgi roman okuyoruz, başka işimiz mi yok” diyor musunuz
kendinize…
Bana diyenler oluyor, akademisyenim, kendi adıma başka
alanlarda çok daha verimli olabileceğim ortadayken çizgi romanla uğraşıyor
olmamı mantıksız bulan birçok arkadaşım ve hocam var. Çünkü yaptığım işlerin
kabul gören bir akademik niteliği yok. Çizgi roman camiasında kimseler işin bu
tarafını bilmiyor ama akademik bir mücadele de veriyorum…
Çizgi roman hobinizdi, ama bu dergi başka zorunluluklar
getirdi acaba ara sıra hobinizden sıkılıyor musunuz?
Elbette sıkılıyorum. Bir tür deformasyon yaşıyorum
aslında. Yerli çizgicilerin tamamını
izliyorum. Gazeteler, dergiler, genç çizerler, eskiler-yeniler hepsini izlemek
zorunda hissediyorum. Bu bazen bunaltıcı oluyor. Şu türü sevmem, bu adam bana
küfrediyor, bu adam yeteneksiz, bu çizgi estetik değil buna bakmayayım
diyemiyorsunuz. Yaptığım işe duyduğum saygı gereği her şeyi, bazen çok kötü
anlatılmış-çok kötü çizilmiş çizgi romanları okumak zorunda kalıyorum. O
zamanlar kendimi kötü hissediyorum. Bu iş nereye kadar gidecek diye düşündüğüm
oluyor. Yabancı yayınlar konusunda ise daha seçiciyim, istediğimi okuyorum…
Türkiye’de şu sıralar nedense fumetti rüzgârıdır
gidiyor, arada bir-iki comics çıkıyor, yenilerde Strip dergisi, Ümit Kaptan, Komiser
Nevzat gibi yerli çizgi romanlar çıkıyor. Ama bunlar güçlü bir gelenek
oluşturamıyor, yaşatamıyor, sizce Türkiye’de çizgi romanın gelişmesi için ne
yapılması gerekiyor?
Bir reçetem yok. Ama gördüğüm şu: Türkiye’de çizgi roman
konuşulmuyor. Bir itibar sorunu var. Tersten bakalım: İnternetteki çizgi roman
mecralarını izlerseniz Komiser Nevzat’ın konuşulmadığını görürsünüz. Oysa geçen
yıl Ekim ayında çıkmasına rağmen yılın en çok satan çizgi romanı oldu. Çünkü
kitap dünyasında itibarlı bir yazarın, Ahmet Ümit’in imzası vardı. Oysa aynı
mecralarda uğruna kavgalar edilen, “klasik” sayılan çizgi romanlar ise bütün
hararetlerine rağmen satmıyorlar. Sayısız kez yazdım: Nostalji tükenmenin-yok
olmanın göstergesidir. Sokağı ve zamanı yakalamak zorunda çizgi roman.
Eskiden Özcan Eralp, Sezgin Burak, Suat Yalaz gibi çizerlerimiz
yurt dışında çizgi roman yaparlardı, şimdilerde mk perker, Yıldıray Çınar, Nadir
Balan v.b. çizerlerimiz yurt dışına çalışıyor. Özellikle de Amerika’ya,
Türk çizerlerin yurt dışına çizmesini de bir beyin göçü olarak
değerlendirebilir miyiz? Bu Türk çizgi romanına bir şey katar mı?
Beyin/bilek göçü olarak değerlendirilemez, ayrıca ortada göç
olarak nitelenebilecek bir çokluk yok, sayılı örnekler bunlar. Çizer olmak
isteyen, dil bilen, yeteneği olan her insan endüstrinin olduğu yere doğru gider.
Ellili yıllardan beri çizerlerimiz yurt dışına çıkarlar. Ne yaptıklarına, nasıl
çalıştıklarına dikkat etmek gerekiyor. Büyükçe çoğunluğu ucuz işçilik yaptı bu insanların,
küçük yayınevlerinde düşük teliflerle işleri yayınlandı. Erotik-pornografik
çizgi romanlar yaptılar. Geçim sıkıntısıyla yapılan işlerin Türkiye’de çizgi
romana bir şey katabileceğini söylemek saçmadır. Sırf yurt dışında çizmiş oldukları için
onlara önem atfetmek ise yanlış olur. Tek tek isimlerden söz etmiyorum, bir
genelleme yapıyorum.
Hâlâ Karaoğlan, Hızırbey, Yüzbaşı Volkan, Delibalta gibi
eski artık klasikleşmiş Türk çizgi romanları yeniden basılıyor, eski çizgi
romanları hâlâ raflarda görmek Türk çizgi romanına bir şey katar mı
Katmak derken bir değer biçerek sorduğunuzu düşündüm,
yanlış da anlamış olabilirim. Bu soruyu bir üretici ya da bir yayıncı
cevaplandırsa daha iyi olur. Benim alana ilişkin mesafem geleceği
şekillendirecek yorumlarda bulunmakla ilgili değil. En azından asıl amacım bu değil. Sorunuzda
ismen geçen vakt-i zamanında yayınlanmış ve her biri kendi ölçülerinde ilgi
görmüş yerli çizgi romanların tamamını okudum, biri hakkında kitap yazdım.
Onları değerlendirirken birçok ölçüte bakarım ama temel olarak onları
yayınlandıkları ve ilgi gördükleri tarihsel ve sosyo-ekonomik koşullar içinde
yorumlamayı tercih ederim. Koleksiyoncu-çizgi roman satıcısı (sahaf) ekseniyle
ilgili konuşmaktansa bu eksene yönelik yayın kılavuzları hazırlamak, Serüven’de
yaptığımız gibi listeler çıkartmak daha uygun bence.
[Söyleşiyi 2006 yılında Hayal Saati için Ahmet Yüksel'le yapmışız. O yıllarda çıkardığım Serüven'le ilgili sorular. Görsel de 2006 Kış sayısının kapağı. Ozan Küçükusta çizmişti.]
Pazartesi, Mart 20, 2017
Berni'ye Veda
Pazar, Mart 19, 2017
Cuma, Mart 17, 2017
Perşembe, Mart 16, 2017
Serüven Külliyatı Militarizmi Seviyor mu?
Militarizm denildiğinde akla gelen birkaç tanım var.
Biri, savaşı ve savaş hazırlığını normalleştiren görüş, eğilim ve kurumsal
oluşumlar. Diğerleri daha kapsayıcı –ama zihin açıcı- nitelemeler; sorunların
ancak şiddet yoluyla (savaşarak) çözülebileceğine dair inanç, hiyerarşinin
yüceltilmesi ya da kadınlar karşısında erkeğin üstünlüğünü-şiddetini meşru
saymak vs. Serüven külliyatının militarizmle ilişkisine bakmak için türün nasıl
tanımlandığını da hatırlamak gerekiyor. Serüven külliyatını genelleyen ifadeler
vardır, şoven ve erkek, anlatıları olduklarını söylenir örneğin. Militarizm de
milliyetçilik, erkek kahramanlığı, askerlik, vatan müdafaası için ölmekle
(sonsuz itaatle) ilgilidir. Serüven külliyatında erkek kahramanın türlü
zorluklarla savaşarak elde ettiği yengi tüm anlatıların temelinde yer alır.
Aksiyon-savaş ve mücadele olmadan serüven olmaz. Kahraman, yurt müdafaası için
bekleyen bir asker gibi her zaman yeni bir mücadeleye hazırdır. Kötü adam-düşman
ölmeden, mağdurlar-kadınlar kurtarılmadan serüven-savaş bitmez. Özellikle
hikâye finallerindeki iyi ile kötü (erkekler) arasındaki teke tek kavga
yüceltilir, kavgasız-cezasız mutlu son yoktur. Her serüven, kahramanın düzenli
dünyasına (bekçiliğine) bir tehditle başlar, her defasında yeni bir savaş
başlar.
Marksist temelli edebiyat eleştirisi, serüven külliyatını
-daha genel olarak popüler edebiyatı- defalarca incelemiş, türle ilgili doğru
ve belirleyici yorumlarda bulunmuştur. Buna göre serüven külliyatının çoğunluğu
erkekler için üretilen, şoven nitelikleri olan, zaman ve kültürlerarası
değişkenlere bağlı olarak farklı düzeylerde ırkçı anlatılardan oluşur. Yapısal olarak sağcı nitelikleri daima ön
plandadır. Kapitalist piyasanın işleyişi nedeniyle ürünlerin çok satması
gerekmekte, her şey buna göre düzenlenmektedir. Mesajlar basitleştirilmekte,
karakterler klişeleştirilmekte, sanat niteliği geriye itilmekte, ortak
özellikleri olan bir okur kitlesi hedeflenmektedir. Popülerleşmeleri her şeyi
tanzim etme gereği duyan siyasi iktidarların da ilgisini çekmiştir. İlgi
derken, bunun gizlenen bir ilgi olduğunu, geniş anlamıyla popüler edebiyatın,
siyasi ya da kültürel iktidar nezdinde –resmi olarak- sevilmediğini belirtelim.
Hemen her zaman inşa edilmeye çalışılan kültür kavramı dışında tutulmuşlardır.
Ulusal dil, mit ve karakteristiklerin yaygınlaştırılmasında kullanılmaları dahi
dışlayıcı-küçümseyici yargıdan kurtaramamıştır onları. Popüler edebiyat
yazarlarından kimileri “sanat” dünyasına taltif edilseler de popülerlik hiçbir
zaman saygın bulunmamıştır.
Bu dışlamanın asıl can alıcı tarafı, popüler edebiyat
üreticileri üzerinde kendini gösterir.
Hemen herkes yazdıklarına değer verilmediğinin farkındadır; çoğu
üretici, yazıp çizdiklerini geçim sıkıntısıyla yapılan iş olarak anmakta, sanat
ve entelektüelizmi kendileri dışında birilerine bırakmaktadır. Popüler
edebiyat, özellikle serüven külliyatı (küçümsenmesi hasebiyle) “kendinden
utanan türleri” içermektedir. Yine bu nedenle çoğu üretici, bu utancı, mevcut
ideolojinin hararetli bir savunucusu olarak kapatmaya çalışır. Hemen her
üretici, vatanseverlik vurgusu yapmakta, gençlere örnek olacak, neredeyse
pedagojik (tarihi sevdirmek, ülkenin önemli sorunlarını popüler bir dille
anlatmak, gerçekleri göstermek, tüm bunları yaparken de toplum değerlerini
belirginleştirmek gibi) nitelikleri olan hikâyeler anlattıklarını iddia etmektedirler.
Oysa sonuçta anlattıkları tipik bir aksiyon hikâyesidir, kahramanın
başardıkları (düşmanlarına ve kadınlara karşı üstünlüğü) çok daha önemlidir.
Bir başka ifadeyle aksiyon ve erotizm, militer, ırkçı ya da milliyetçi
vurgulardan çok daha baskındır.
Serüven külliyatı ile militarizm ilişkisine dair genel bir kanıdan söz etmek gerekiyor: “Serüven külliyatı, içeriği ve anlatım biçimi nedeniyle militarist görüş ve eğilimlerden beslenmektedir veya serüven külliyatı, militarizmin toplumda yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır” denir. Son kertede söylenenler doğrudur, ancak, yukarıda değindiğim, aksiyon ve erotizmin, militarizm ile kıyaslandığında daha baskın olmasının üzerinde durulması gerektiğini, böylesi yargılarda bunun çok da hatıra gelmediğini düşünüyorum.
Serüven külliyatında kahramanların sosyal hayata uyum
sağlayamaması, emir altına girememesi, otoriteyle didişmesi, bürokrasiyi ve
politikacıları sevmemesi mutlaka vurgulanır. “Tek başına ordu” olmaları, disiplinle-hiyerarşiyle
uzlaşamamaları kahramanlığın ön şartlarındandır. Bir kadına âşık olabilir
(kadın muhtemelen ölecektir), bir orduya ya da lidere bağlanabilecektir
(mutlaka anlaşmazlığa düşecektir) ama hepsi geçici birlikteliklerdir. Popüler
anlatılar oldukları için düşmanlar değişebilmekte, milliyetçi ve militarist vurgular
azalıp çoğalabilmektedir. Kötülerin hangi ırktan ya da siyasi görüşten olduğu,
aktüelle ilişkilidir; bu, hikâyeyi gündelik olana yaklaştırırken gerçeklik
vehmini güçlendirir, anlatıya farklı bir derinlik katar. Kahramanlar böylelikle
yurt ve dünya politikası hakkında konuşarak çoğunlukla milliyetçi cevaplar
verirler. Çünkü saldırgan olan kötüler bu konularla ilgili klişe iddialarda
bulunmaktadırlar. Serüven külliyatıyla ilgili siyasi eleştirilere genellikle bu
diyaloglar temel oluşturur. İlginçtir, şiddet dolu ve müstehcen bulunduklarında
üreticileri aynı diyalogları kendilerini savunmak (ne kadar vatansever ve
pedagojik olduklarını göstermek) ve ciddiye alınmak için hatırlatırlar. Bu
serüvenler sayıca azdır, zira kahramanların bu denli ciddi konuşma yapmaları
beklenmez, onlar olayları genellikle eylemleriyle sonuçlandırırlar. Ciddi
konuşmalar yaşlılar, uzmanlar, bilim adamları ya da politikacılara
bırakılmıştır. Kahramanlar bir çocuk sabırsızlığıyla konuşmanın bitmesini
bekler ya da “anlayabileceğimiz biçimde basitleştirir misiniz?” derler.
Kahramanlığın önemli bir karakteristiği daha var ki
serüven külliyatının militarizm ile olan mesafesini ortaya çıkarıyor:
Bireycilikleri. Senaryolar her türlü hiyerarşiyi ve grupları çözerek
bireylerine ayrıştırmakta, teke tek kalma imkânı üretecek biçimde gelişmektedir.
Kahramanlar eğer askerse, üstleriyle araları kötüdür, istifanın eşiğindedirler;
değillerse, asker olmaya genellikle yanaşmazlar; hiyerarşi ve disiplin ile
ilgili sorunları vardır. Serüven külliyatı, sivil ve askeri bürokrasiye
bütünüyle muhaliftir. Bürokrasinin her türlü biçimi kötüleri üretmektedir;
başta rüşvet, şantaj, tehdit, adam kayırmak türü çıkar ilişkileri bütün sistemi
ele geçirmektedir. Bu noktadan bakıldığında ordu hiyerarşisinin ve disiplinin
reddine yönelik en popüler metinler serüven edebiyatından çıkmaktadır bile
denebilir. Üstelik bu mesaj, o denli sık tekrarlanmaktadır ki yaygınlaştırıcı
bir etkisi olduğu iddia edilebilir. Madem, kahramanların ne söyleyip nasıl
yaptığı siyaseten dikkate alınıyor ve serüven edebiyatı anlamlandırılırken
önemli bir kıstas olarak kullanılıyor; otorite, hiyerarşi ve disiplin karşıtı
tutumların da o ölçüde hatırlanması gerekiyor sanki… Aynı metinlerden
militarist olduğu kadar anti-militarist yönler de çıkartılabileceğini
düşünüyorum. Serüven külliyatı eleştirileri genellikle “edebiyat” kıstaslarıyla
kuruluyor, toplumdaki tüketilme/kullanılma biçimlerinin farklılığı göz ardı
ediliyor. Ayrıca kafa karıştırıcı bulunuyor olmalı ki popüler kültür
ürünlerinin çelişkili içerikleri olduğu -bir tarafından tutmayı tercih ederek-
kolayca göz ardı ediliyor.
[2006 yılında yazmışım.]
Salı, Mart 14, 2017
Şimdiki kadar çok yazmadı...
Biçimle oynayan kitapları seviyorum ama yayıncılık
açısından risk olduğunu da biliyorum. Bu kitaba özgü bir deneme yapmak istedim,
mesele o.
Kuş Eppeği’nde
kimler var? Bir seçki, herhangi bir seçki, içeri aldıkları kadar, dışarıda
bıraktıklarıyla da cümlesini kurar. Bu bakımdan, nasıl bir “kültür dünyası”
sunuyor Kuş Eppeği?
Buna başkaları karar vermeli, “kültür dünyası” da
tartışmalı bir alan. Niye o var da bu yok tartışması bence zaman kaybı olur.
Şöyle diyeyim, ömrüm ve iştahım oldukça yazacağım bir anlatım tarzı bu, daha çok
insan yazacağım.
Kadınların, gayrimüslimlerin temsili, mesela, bir kıstas
mıydı sizin için?
Geniş bir alana baktığımı düşünüyorum, insan neyi
seviyorsa, neyle ilgilendiyse, neye hakimse oralarda geziniyor. İlla kıstas
istiyorsanız gençlere ve yakın döneme özellikle pek bakmadım. Sanıldığı kadar çok kadın şair ve yazarımız
yok ayrıca. Azınlıklar hakeza öyle… Ama Orhan Gencebay diliyle söylersem “ne
söylesem bir eksik”
Kuş Eppeği’nde,
Mizah Mahallesi ve Resimli Türkçe
Edebiyat Takvimi’nde daha önce okurla buluşmuş isimleri de içeriyor. Mesela
Mizah Mahallesi’nden Salih Memecan bu seçkide var da Oğuz Aral yok, takvimdeki
portrelerden hemen herkes var da Hüseyin Rahmi yok. Bu sınırları nasıl
belirlediniz?
Bir reçetem var diyemem, Resimli Türkçe Edebiyat
Takviminde günün tarihi olayına atıfta bulunarak arka sayfada iktibaslar
yapardık. Bu sene bu iktibas işini yapmadım, olabildiğince özgün metin yazmaya
çalıştım. Portreleri de o sebeple daha çok yazdım, her hafta bir tane olsun
demiştim ama galiba daha fazla oldu. Kuş Eppeği’nde kullanmadığım elliye yakın
portre var elimde. Kimisini sevmedim, kimisi daha bitmemiş gibi geldi…
Erteledim diyelim… Birlikte çalıştığım insanlarla da konuştum, kimisi bu
kitapta sadece edebiyatçılar olsun istedi, sinemacılar, müzisyenler, mizahçılar
ayrı tutulsa diyenler oldu. Dinlemedim hiçbirini. Hissiyatım böyleydi.
Portre yazarları ekseri şahsen tanıdıkları isimleri
yazmışlar; Yahya Kemal’den Refik Halid’e, Yusuf Ziya’ya pek çok isim bu yolu
seçmiş. Beri yandan, Cemal Süreya “toplumda o sıra öne çıkan” isimleri yazarak toplumun
yazıda izdüşümüne ulaşmayı hedefliyordu. Levent Yılmaz da sonradan Paralel Hayatlar adıyla kitaplaştıracağı
portrelerin çıkış noktası olarak, bir söyleşisinde, “Tek derdim, aslında,
eleştiri idi” diyor. Levent Cantek’in bu toplamı hazırlarken hedeflediği neydi?
Her edebi metinde dil oyunu, eleştiri, malumat, hoşbeş,
alkış ve yuhalama vardır. Saydığınız isimleri azımsamak gibi bir niyetim yok,
tarz olarak aynı şekilde yazdığımızı düşünmüyorum. Biyografik nitelikler,
açıklamalar, mukayeseler yapan, uzun uzadıya anlatan birileriyle kıyaslanmam,
bana değil asıl onlara haksızlık. Geçen birisi yüz yıl önce yazılmış bir portre
kitabıyla beni kıyaslamış, bana mantıklı gelmiyor bu. Yorum yapmak, eleştirmek
öğrenilen bir süreçtir ve tek biçimli değildir. Çocukken ilk eleştirdiğim yazar
Kemalettin Tuğcu’ydu, bana gözyaşı da döktürmüş ilk yazardı ama. Kanarak okumak
ve oradan sıyırılmak öğreticidir. Üniversitedeyken siyasi düşünceler dersini
seçmeli olarak alan mühendislik bölümü öğrencilerini izlemiştim. Bir şeyi
tartışırken neredeyse hepsi çok net ve keskindiler, abartıları doğru değildi
ama ben öğrendiğim için söyledikleri bana zihin açıcı gelmişti. Onlar kadar
kılıç kuşanmamam gerektiğini fark ettim. Derler ki o kötü romanı niye
okuyorsun, o filme niye vakit harcıyorsun? Neyin yanlış yapıldığını anlamak çok
öğreticidir, niye böyle bakılmıyor, bilemiyorum. Şairlerin yazdığı anlatılara
özellikle dikkat kesilirim. Bağlamları farklıdır. Şairden coşku ve ters köşe
okursunuz. Onlar genellikle başka tarafa bakarlar. Benim yazdıklarım illa bir
şeye benzetilecekse şiir kitaplarının içindeki metinlere benziyor. Kıstas ve
amaç derken hep aynı soruyu yineliyorsunuz, inanın, bu soruların tek bir cevabı
yok, doğru cevabı ise hiç yok. İnsan yazmazsa ölecek gibi hisseder veya bir
şeye kızarak, bazen coşkuyla yazar. Hatta bazen nedensiz yazar, nedeni sonradan
üretir.
Yakup Kadri’den Çetin Altan’a, Haldun Taner’den Oktay
Akbal’a, Beşir Ayvazoğlu’na, Enis Batur’a pek çok isim bu türde çok önemli
eserler vermişken, portre edebiyatımızda ve okur nezdinde hakkı teslim edilen
bir tür mü sizce? Bunu neye bağlamak lazım?
Ben bu hakkını teslim etme işlerine pek inanmam. Bakın
siz, böyle bir soru sorarak bu teslimi yapıyorsunuz işte. Portre yazanların
veya türle ilgili kitapların az ilgi görmesinin bence bir önemi yok. Hayatta
yaptığınız en iyi şey yazmaksa, sizi en mutlu eden şey yazmaksa… Yazacaksınız.
Edebiyat öğretmenleri, yarışma jürileri, sanatseverler, kurumlar getirecek
gerisini… Portre edebiyatı adına, onları temsilen konuşmayı ben yapamam. Zaten
konuşma yapmak sevimsiz bir şey… Affedin beni…
Doğan Hızlan, 99
Yüz için yazdığı Önsöz’de “Her insanın biyografisi tek bir cümleye
indirgenebilir” diyor. Bir yaşam bir portreye indirgenebilir mi sizce?
Bunun cevabı yok, edebiyat söz konusu olduğu için yok.
Bir cümle, size bir yazarı anlatıyor gibi gelebilir, bir başkasına hiç ilgisi
yok gibi gelebilir. Az cümleyle anlattığım için bana da söylenecek bunlar.
İtiraz eden ve beğenmeyen de çıkacak, çok beğenen de. Bir hayatı, bir cümleyle değil
üç cümleyle bile anlatmak risktir… Alkışa ya da yuhalanmaya hazır olacaksınız.
Bağlantılı olarak soralım: Kitapta iki portresi olan tek
isim Aziz Nesin. İlk portrede Nesin’in birey olarak yazar, ikinci portrede ise
toplumsal bir figür olarak yazar portresi öne çıkıyor. Neden önemliydi bu
toplamda iki Aziz Nesin’in yer alması?
Aziz Nesin’i seviyorum da ondan, ileride bir gün
biyografi yazarsam, onu yazacağım. Çalışkanlığını, huysuzluğunu, adanmışlığını
seviyorum. Bunu sorsunlar diye iki kere yazdım…
Peki, yapılan her tanım aslında bu isimleri bir kimliğe,
bir sıfata hapsetmiyor mu? Sözgelimi, “soap opera mutsuzluğu ve bahtiyarlığı”
Sevim Burak’ı, “melankoli tutsağı” Tezer Özlü’yü, “günahkâr kullarından
edebiyatın” Murathan Mungan’ı, “mürteci öfkesi” Falih Rıfkı Atay’ı doyurucu bir
şekilde tarif ediyor mu sizce?
Bu söyleşiye bir başlık atacaksınız, peki o başlık,
konuştuklarımızı hapsetmeyecek mi? Lütfen yanlış anlamayın, şaka yapıyorum.
Hapsetmek demeyelim. Bunlar birer yorum, metaforlar içeriyor, epeycesi muğlak
hatta. Ben bir şey yazıyorum, çoğu şey, bilenleri için bir gönderme. O yazarın
geçmişinde bir yeri olduğunu bilmiyorsanız, size iyi ya da kötü akışkanlığı
olan bir cümle gelebilir, geçer gidersiniz. Dünyanın sonu değil, portre
dendiğinde ansiklopediler akla geliyor. Ben kolay eleştirilebilecek metinler
yazdığımı düşünüyorum. Bunu sevmiş, bunu abartmış, bunu yazarken eğlenmiş
diyecekler.
Hilmi Yavuz, Belleğin
Kuytularından’da “Acaba Yakup Kadri kadar müstehzi, Yusuf Ziya kadar
acımasız, Yahya Kemal kadar doğrucu olabilir miyim? Belki bütün bunlar, ancak,
portreleri yazılacak kişilerin adlarını vermeden yapılabilir” diyor. Sizin
üslup açısından tutturmayı hedeflediğiniz bir ton var mıydı?
İnsan olarak iyimser biri olduğumu düşünüyorum. Kin
tutmuyorum, kolay unuturum, işime gücüme bakarım. Hayallerim var, onlar için
çalışıyorum. Yazarlığımın, yazarak geçinmemin de bir lütuf ve şans olduğuna
inanıyorum. İyi bir okurum, iyi bir film izleyicisiyim. Bunları niye anlattım?
Ton dediğimiz, üslup dediğimiz şeyler buralardan çıkar, eğitimden, aileden,
çevreden, sınıftan, yazma deneyiminden, zamandan ve yoğunlaşmadan çıkar… Hilmi
Yavuz’la başlayayım, verdiği her örneğe itiraz ediyorum, ben asla öyle demem.
Yakup Kadri, müstehzi filan değildir veya Yahya Kemal doğrucu. Yusuf Ziya,
acımasız değil, olsa olsa acınasıdır. Sorunuza geleceğim, bağlamı şöyle
kurayım. Bir yazar vardı, öğrencileri okuduğu için sevişme sahnesi
yazamadığını, karakterlerini küfrettiremediğini söylüyordu bana. Saçma olduğu
için buna gülünebilir ama bir yandan da sükûnetle bu ihtimamı anlayabiliriz. Öte
yandan aynı yazar, üniversitedeki öğrencilerine kitabını zorunlu olarak satın
aldırıyorsa gülmekten fazlasını yapmalıyız. Şimdi bu örnek, edebiyatın bir
parçası mı? Yakına, bugüne geldikçe yazar büyüsü dağılıyor, tanıyorsun,
görüyorsun. Yazar da bunu dağıtıyor, Türkiye, tarihin hiçbir anında şimdiki
kadar çok yazmadı. Sadece yazarlar değil herkes çok yazıyor, çok şey söylüyor,
çok konuşuyor. Dedikodu, magazin, tanışıklık, aktüelite çok karışıyor, böyle
olunca biri hakkında yazmak zorlaşıyor. Oğuz Aral’ın bir uyarısı varmış, kendi
uyabilmiş mi bilmiyorum, bence anlamlı bir çerçevesi var. Diyor ki “kimsenin
çayını içemeyeceksin”, eleştireceğin insanlarla aynı masaya oturmayacaksın, yok
oturursan eleştiremezsin. Uzun yaşarsam, ileride anılarımı, isim isim, hiç
saklamadan yazacağım. Ama yakından tanıdığım yazarları, hele bugünün
yazarlarını Kuş Eppeği tadında anlatmayı hiç düşünmedim.
Bir kişinin portresi, kuşkusuz, övgü, hiciv, parodi gibi
pek çok işleve hizmet edecek şekilde yazılabilir. Yusuf Ziya, Kerime Nadir, Levent
Kırca, Kuntay, Kozanoğlu gibi bazı portrelerde sivri eleştiri, yadırgayan ve
yargılayan bir tavır varken, “dalından düşecek kadar büyük bir rüya elması”
dediğiniz Nazlı Eray için, mesela, yoğun bir sevgi hissediliyor. Portre, hep
bir başkasının, hep yazarın mıdır?
Siz de bir yorum yapıyorsunuz, insanların neyi
yadırgayacağını bilmek her zaman tahmin edilebilir değil. Nazlı Eray için “hafif
deli” dedim, ya sizin gibi düşünmüyorsa… Nasıl okuduğunuz önemli, tabii ki ne
demek istediğinizi anladım. Sanıyorum Kuntay’ın her yazdığını, sadece
kitaplarını değil gün be gün her gazete yazısını günlerce aylarca okumuşumdur.
Kozanoğlu’nun her kitabını ta çocukluğumdan biliyorum, kendimi bir Yusuf Ziya
uzmanı sayabilirim. Sizin sivri dediğiniz eleştiriyi ben yakınlaşmaktan gelen
hararet olarak görüyorum. Yoksa o sivriliği sahiden yöneltebileceğim başkaları
vardı, onlara henüz girmedim diyelim. Genel olarak iyimser metinler yazdığımı
düşünüyorum, en çok o yönden eleştirilebilirler hatta… Biraz “şair helecanı” var
içerde… Eşe dosta Selçuk Baran’la iki saat konuşabilseydim keşke diyorum
mesela… Enis Batur’la hiç tanışmıyoruz, bir kere telefonda konuştuk, size hikâye
yazdırmak istiyorum dedim, şaşırarak kahkaha attı. Yazdığım portreler biraz o
kahkaha tadında olsun isterim. Uçucu ve hayat dolu…
Adalet Ağaoğlu, Halide Edib gibi yapan- eden portrelerin
yanında, “Türkçenin en çok âşık olunan kadını” Tomris Uyar ve bir ölçüye dek
“Resimsi. Sinemasal” Füruzan fazlasıyla edilgen, maruz kalan portreler olarak
ortaya çıkıyor. Bu eleştiriye ne dersiniz?
Öyle yazmadığımı iyi biliyorum. Kim söylüyor bunu? Üstelik,
kadınların daha iyi yazdıklarına inanıyorum, her türlü azınlık ve her türlü
azınlığın azınlığı, bence yazmak hususunda iki adım önde… Romantize etmiyorum,
işim gereği çok okuyorum, gördüğümü söylüyorum.
Nahid Sırrı Örik için “Sözcükleri mi eskiydi yoksa erkek
Bâbıali, eşcinsel Nahid Sırrı’yı yazardan mı saymıyordu” diye soruyorsunuz. Ya
bugün? Bugün edebiyatımızda bir tür müesses nizamdan söz edilebilir mi sizce?
Bugün edebiyatımız “erkek” mi?
Evet, ekseriyetle erkek ve çok bağırıyor, çok iddialı.
Bağırınca haklı olduğunuz düşünülür, iddia ederken çok net olursunuz, hayran
toplarsınız. Günümüz edebiyatı nerede duruyor sorusunun cevabı daha derin
tabii…Onu söylemiyorum, bir yoğunlaşmadan söz ediyorum. Zamanın ruhu da öyle.
Herkes çok haşin ve sert… Hiç kolay değil artık hasbihal etmek.
Reşat Nuri neden romancılığımızın “hem sonu hem
doğuşu”dur?
Reşat Nuri, romanı topluma sevdirerek, okutarak bir
yerden bir yere getiren çok ama çok önemli bir yazar, ondan sonra kimse öyle
şeyler anlatmadı. Belki artık gerek yoktu, belki bir daralma oldu. Paradigma
değişti. Hem ortaya çıkışı hem de yokluğu böyle anlatılabilir.
Oğuz Atay için “Türkiye’nin ruhu” diyorsunuz. Neden?
Lütfen yanlış anlamayın, yazdıklarımla ilgili derkenar
türünden bir açıklama yapmayı kendi adıma doğru bulmuyorum. Bir tane yaptım,
siz de beni kırmayın. Üstelik, bence Oğuz
Atay okuyan herkesin bilebileceği bir şey bu. Muamması pek yok demek istiyorum.
Önsöz’de “… yazarlar enikonu yalancıdır… E ben öyleyim.
Üstüne üstlük yazarlar bir de hırsızdır” diyorsunuz. Bu, okur bir yana, yazar
Levent Cantek’ten, editör Levent Cantek’e bir hatırlatma olarak da okunabilir
mi? Ya da bu bilgi, editör olarak çalışmalarınıza ne kadar içkin?
Yok canım öyle bir şey yapmıyorum. Kuramsal tartışmalara
dair mizahi bir gönderme aslında bu. Vaaz verir gibi kestirimde bulunuyorum,
şöyledir böyledir filan. Ama madem yeri geldi, yalancı deyince aklıma geleni
anlatayım. Otuz yıl önce anneanneme yüksek sesle roman okuyordum, dramatik bir
sahnede, rahmetli başladı ağlamaya. O ağlayınca üzülmesin diye “yalan bu ananee”
dedim, “roman işte ağlama”. “Yalan olur mu, yalan yazar mı koca yazar” dedi.
Roman dediğin yalan dünya, şiir dediğin yalancı cennet… Yuvarlanıp gidiyoruz. Sanat
olmasa nasıl katlanırdık bu hayata bilmiyorum.
[Söyleşiyi K24 için M.Şevki Çoban'la yapmıştık.]
Pazartesi, Mart 13, 2017
Cumartesi, Mart 11, 2017
Suat Gönülay’ın İlk Serüveni
Cuma, Mart 10, 2017
Bozkırda Bir Gece Yarısı
Bozkırda kış kıyamet, gece yarısı Ankara yolu, gece
yarısı köy yolu… Uygunsuz bir zamanda edebiyat sofrasından kaldırılan genç bir
hekimin çilesi… Tavada pişen sucuk dilimleri…
Ercan Kesal, bozkırdan gelip bozkıra dönen bir hikâye anlatıyor, neşeli, koşturan bir şiir dizesi.
Behnan Shabbir, düzlüğü, tuhaflığı, manzarayı resmediyor, dünyayı hafifleten renkleriyle.
Ercan Kesal, bozkırdan gelip bozkıra dönen bir hikâye anlatıyor, neşeli, koşturan bir şiir dizesi.
Behnan Shabbir, düzlüğü, tuhaflığı, manzarayı resmediyor, dünyayı hafifleten renkleriyle.
Perşembe, Mart 09, 2017
İki Soru-İki Cevap
(...) -“Her şey olacağına varır (mı?) yazınızda “Tefrika
geleneği bitmiş dergiler tıkanmış, alan marjinalleşmiş durumda. Çizgi
romancılar alışık olmadıkları kitap dünyasının koşullarına uyum sağlamak
zorundalar...” diyerek genç çizerlere bir çağrı yapıyorsunuz. Dergide
okumayanlar ve dergiye ulaşamayanlar için burada bu çağrıyı biraz daha açarak
yenilemenizi istesek çizerlere yaptığınız çağrıyı tekrarlayabilir misiniz?
O yazıda bir karşılaştırma yaptım, edebiyatçılarla, özellikle
romancılar ile çizerleri, roman ile çizgi roman üretimini kıyasladım. Sık
karşılaşıyorum, çizerler daha en başta “kaç para alacağım” diye soruyorlar. Ben
bunu normal bulmuyorum, parayı beğenmezse çizmeyecekler. Yaşadığımız dünya öyle
bir hal aldı ki herkes bunu normal buluyor. Yani bir üreticiyi üretmeye teşvik
eden sadece paraysa, parayı beğenmeyip çizmediklerine göre bir yanlışlık var
demektir. Hangi romancı alacağı telifi düşünerek roman yazıyor, onları üretmeye
teşvik eden kesinlikle para değil, hele Türkiye’de. Her nedense bunu çizmezsem
ölürüm diyen adamlarla çok az karşılaştım. Hep sipariş düşünüldüğü için bana
bir tarihi roman yap, bana bir aşk romanı yap dendiği için çizerler kişiliğini,
kendi dünyasını taşıyacak işler yapması gerektiğini düşünmüyor, düşünmemiş.
Sonra tutup çizgi roman sanattır diyorlar.. Yazdıklarım bir çağrı ya da genç
çizerlere yönelik bir şey değil, çok genel bir eğilimi vurgulamak aslında…
Çizgi romanla ilgili yeni bir çıkış yolu üretilebilecekse eğer… Bu romancıların
yaptığı gibi uzun soluklu, maddi çıkar beklentisiyle üretilmeyen çalışmalarla
gerçekleşebilir.
-Emrah Özen ile
birlikte yazdığınız “Başkomser Nevzat’ın Suç öyküleri” makalesinde “Şöyle
söylenebilir çok satan kitaplar arasına çizgi romanlar giremiyor. Çizgi
romanlar gazete bayilerinde ucuz fiyata satılan, sanat niteliği düşük yayınlar
olarak görülüyor ve “kitap dünyasına”,”sanat algılamasına” kolaylıkla dahil
olamıyor” diye bir saptama
yapıyorsunuz. Çizgi romanın okunmama sebepleri arasında vitrinlerinde ön plana
çıkamadığı ve zaten pek çoğuna da uğramadığı gazete bayilerine dağıtılması ve
bu sonuçla ucuz olması gösteriliyor. Ben çocukluğumdan, gençliğimden
hatırlıyorum da harçlıklarımla hem o haftayı iyi geçirir hem de Tommiks, Teksas
ve benzeri yayınları şimdiki yayın formatından daha sık yayınlanmasına rağmen
kaçırmadan takip ederdim. Hatta benim gibi çizgi roman sever bir iki arkadaşla da
değişerek bütün yayınları okurdum. Şimdi eskisi kadar geniş bir yayın
yelpazesinin olmamasının yanı sıra düzgün bir dağıtım da yok. Okur ne gazete
bayiinde ne de kitapçıda aradığı çizgi romanları bulamıyor. Daha çok şimdilerde
çizgi roman satışı yapan özel kitapçılar var. Size göre bu piyasa koşullarında
çizgi roman dağıtımını yeniden yapılandırmaya kalktığımızda okura çizgi roman
nasıl ve ne şekilde daha kolay ulaşır?
Bir parça iç dökme gibi olmuş. Reçetem olmadığını hep
söylüyorum. Geçmişi geriye getirmek mümkün değil, “eskiden ne güzeldi”
nakaratını bırakın başkaları yapsın diyebilirim. Örneğin gazeteciler yapsın,
sürekli çizgi roman okumayanlar yapsın! Üstelik bu nakarata hararetle
kucaklayanlar, özellikle fanlar bilsinler ki çizgi romana kötülük ediyorlar. O
kadar eski ki, o denli tükenmiş ki konuşulacak bir tek çocukluğumuzda
yaşadıklarımız kaldı, öyle mi? İlgisi yok, böyle yapılırsa, bugün çizgi roman
için çalışanlara ayıp edilir her şeyden önce. Bugünün şartlarına ve süregelen eksikliğin
ne olduğuna bakmak gerekiyor. Tekrar ettiğim mesele ise şu: Çizgi roman
gündemde değil, çizgi roman nostaljiyi çağırıyor, bugünü anlatmıyor. Tommiks
Teksas demişsiniz onlar eskiden sinemayı, daha çok da western türünü
çağrıştırıyordu, sinemadan ucuzdu, daha kolay ulaşılabilirdi. Bugün nostalji
dışında ne anlamı olabilirler ki… Başkomser Nevzat çok sattı, neden? Ortalama
çizgi roman okurunun dışında ilgi gördü, o yüzden… İlgi çekecek, bugünü
yakalayacak öyküler anlatmalısınız ki işin maddi getirisi artsın… Sonra hiç
merak etmeyin, dağıtım filan şaşıracak ölçüde hızla çözülür…
[Söyleşiyi, muhtemelen 2006 yılında Ahmet Yüksel ile yapmışız. Eski söyleşileri kaybetmiştim, Ahmet'ten istedim, sağolsun aktardı. Kısa bir bölümünü aldım, gerisi aktüel ve bugün için bence geride kalmış ayrıntılar içeriyor, Çizgi, Cem Dinlenmiş'in o yıllarda çıkan Serüven dergisinin 6.sayısına çizdiği kapaktan ayrıntı...]
Çarşamba, Mart 08, 2017
Salı, Mart 07, 2017
Kırgınlığın Kuytusunda
Gidenler, kalanlar, usulca söylenen itiraflar, hiçbir mevsimin
ısıtmadığı yalnızlıklar. Durup dururken suskunlaşan kadınlar, çocuklar, dedeler
ve diğerleri. İçli bir yağmur yağıyordu şehre.
Kırgınlığın Kuytusunda, başka başka hayatların ürpertisinin, aşktan ve hoyratlıktan yükselen kalp seslerinin hikâyeleri.
Sedef Betil, kımıltıları, serinliği, küçük ve büyük kara bulutları anlatıyor. Hepimiz bir kozanın içinde yaşayabiliriz.
Kırgınlığın Kuytusunda, başka başka hayatların ürpertisinin, aşktan ve hoyratlıktan yükselen kalp seslerinin hikâyeleri.
Sedef Betil, kımıltıları, serinliği, küçük ve büyük kara bulutları anlatıyor. Hepimiz bir kozanın içinde yaşayabiliriz.
Pazartesi, Mart 06, 2017
Duman Otel
Garip ve uğultulu, karlı, yağmurlu, fırtınalı bir İstanbul... Hele gece olunca o karanlık sokaklardan gelip geçenler. Yolcular, âşıklar, yarım kalan arzular… Öyle tutkulu, öyle zifiri... Kaybolan müşteriler, konuşan bir fare, esrarengiz bir kadın... Melekler kımıldamadan uyurlar. Çık ortaya Galip Işık!
Duman Otel, uzun bir hesaplaşmanın, zindana dönüşen bir muammanın romanı...
Bülent Çallı, ustaca, nefes nefese, tekinsiz ve coşkulu bir dille anlatıyor. Önce karanlık vardı.
Pazar, Mart 05, 2017
Cumartesi, Mart 04, 2017
Memleket Salçaymış, Levrekmiş...
Herkesin bildiğini tekrar edelim, memlekette, tek tek her şehirde içkili lokantalar, meyhaneler kapatılıyor, buna rağmen içki satışı her yıl artıyor, "zinhar yok" şehirlerde de, taşrada, şurda burda da artıyor üstelik. Hani kapatmıştık, nasıl oluyor da oluyor demiyoruz. İçki karşıtı hükumetin en büyük gelir kaynağı içkiden geliyor filan... Bunları da bir fasıl geçelim.
Dolaşımda bir video var, seyredince ayılıp bayılıyor, ağlıyormuş insanlar. Türkiye'den gitmek-kaçmak isteyen bir çift, gurbetten ziyarete gelen arkadaşlarından yardım istemeyi düşünüyorlar. Birlikte yemeğe çıkıyorlar filan. Orada açılacak, danışacak, akıl alacaklar. Öyle oluyor ki, işler başka türlü gelişiyor, gurbetçi arkadaş o kadar özlemiş ki Türkiye'yi, garsondan salça istiyor, gelen yemeğe bayılacak kadar seviniyor, rakı kadehini iştahla kaldırıyor, yan masadaki şarkıya katılıyor, boğaz manzarasına seyre dalıyor şu bu... Çift, hal bu olunca, Türkiye'den vazgeçemeyeceklerini anlıyorlar. Ünlü bir oyuncunun da sesini kullanmışlar, mırıl mırıl, tütünlü bir tonla seslendirmiş. Sezen Cumhur olmazdı tabii orada.
Benim anladığım şu, filmimize göre memleket salçaymış, rakıymış, şarkıymış, levrekmiş, İstanbul'muş, güzelmiş. Değil işte desem kaç yazacak kestiremiyorum, insan böylesi bir vasatlıkla, böylesi bir ergenlikle nasıl başedeceğini bilemiyor. Görünen o ki, birbirlerine kafir veya cahil diyen, içkinin bütün kötülüklerin veya bütün güzelliklerin anası, babası olduğuna inanan insanlarımız var. Hadi film bayık ve helecanlı, onu bir nebze anlarım da bu insanları ne yapacağız?
İnsanlar, içkiyi değil kendilerini önemsiyorlar. İçiyorum-içmiyorum, afferim size, afferim bize, tüh size, tüh bize. Sürekli bir poz hali. Adamlık edebiyatı da buralardan çıkıyordu değil mi?
Zevzeklik.
Cuma, Mart 03, 2017
Perşembe, Mart 02, 2017
Çarşamba, Mart 01, 2017
Seyrüsefer Defteri 79
Fantastic Beasts and Where to
Find Them (2016) Rowling estetiği (28 Şubat). ++ Divorce Sea1 Ep. 6, 7, 8,
9 ve 10'u seyrettim (27 Şubat). Allied (2016) merak
ettiğim bir gişe filmiydi, gerilimi o denli yüksek olmamış (26 Şubat). ++ Divorce Sea1 Ep. 1, 2, 3,
4 ve 5'i seyrettim (25 Şubat). ++ Ray Donovan Sea 4 Ep.3 ve 4'ü
seyrettim (24 Şubat).++Fences (2016)
teotora uyarlaması olduğu daha ilk sahneden kendini belli ediyor, konuşkanlığı
bazen çok başarılı (23 Şubat). ++ Indignation (2016) yakın
dostum Philip Roth'tan yapılmış bir uyarlama, çok daha iyisini
çıkarabilirlermiş (22 Şubat). ++ The Light Between Oceans (2016)
edebiyat uyarlaması olduğu hemen anlaşılıyor, film de nereye varacak biliyorsun
(21 Şubat). ++ Level up (2016)
bir reality oyununa düşerse... daha iyi öğrenci bitirme ödevleri seyrettim (20
Şubat). ++ Good Kids (2016)
klişe bir gençlik komedisi ++ Fender Bender (2016) klişe bir
seri katil hikayesi (19 Şubat). ++ Tuna'yla Recep İvedik 5'e gittik (18 Şubat). ++ Night of Sea1 Ep.7 ve 8'i
seyrettim (17 Şubat). ++Underworld
Blood Wars (2016) Kate da yaşlandı tabii (16
Şubat). ++ Ray Donovan Sea
4 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (15 Şubat). ++ The Night of Sea1 Ep.5 ve 6'yı
seyrettim (14 Şubat). ++The
Autopsy of Jane Doe (2016) düşük
maliyetle bir gerilim çıkarmışlar, kısa film olmalıymış (13 Şubat). ++ The Arena (1974) bir
Blaxploitation filmi, kadın gladyatörler Pam Girer önderliğinde falan filan . ++ 31(2016) yetmişlerde geçiyor, yolda gezeni manyaklar
öldürüyor biçiminde özetlenebilecek vasat altı bir korku gerilimi (12 Şubat). ++ The Night of Sea1 Ep.3 ve 4'ü
seyrettim (11 Şubat). ++ Blair Witch (2016) gençler ormana giderler, kameraları
vardır, meraklıdırlar, neşelidirler, ölürler filmi (10 Şubat). ++Z The Beginning of Everything Sea1
Ep.7, 8,9 ve 10'u seyrettim (9 Şubat). ++The Night of Sea1 Ep.1 ve 2'yi
seyrettim (8 Şubat). ++ Z The Beginning of Everything Sea1
Ep.4, 5 ve 6'yı seyrettim (7 Şubat). ++ Ma Loute(2016) atmosferi ve mizahını, kendini kurma
biçimini beğendim (6 Şubat). ++ The Girl With all the Gifts (2016)
Mike Carey öyküsüymüş, o sebeple baktım, şaşırtmadı (5 Şubat). ++ Tuna ile Olanlar Oldu'ya gittik, yine iyimser, bu kerre fazla
romantik olmuş (4 Şubat). ++ Z The Beginning of Everything Sea1
Ep.1, 2 ve 3'ü seyrettim (3 Şubat). ++ Seray'ın
(Şahiner) romanından uyarlanan Nihal Yalçın'ın tek kişilik oyunu Antabus'a gittim (2 Şubat). ++La Chamade (1968)
Sagan uyarlaması, bir zamanlar melodram uyarlaması nasılmış, o ortalama neymiş
merakıyla izledim (1 Şubat).