Biçimle oynayan kitapları seviyorum ama yayıncılık
açısından risk olduğunu da biliyorum. Bu kitaba özgü bir deneme yapmak istedim,
mesele o.
Kuş Eppeği’nde
kimler var? Bir seçki, herhangi bir seçki, içeri aldıkları kadar, dışarıda
bıraktıklarıyla da cümlesini kurar. Bu bakımdan, nasıl bir “kültür dünyası”
sunuyor Kuş Eppeği?
Buna başkaları karar vermeli, “kültür dünyası” da
tartışmalı bir alan. Niye o var da bu yok tartışması bence zaman kaybı olur.
Şöyle diyeyim, ömrüm ve iştahım oldukça yazacağım bir anlatım tarzı bu, daha çok
insan yazacağım.
Kadınların, gayrimüslimlerin temsili, mesela, bir kıstas
mıydı sizin için?
Geniş bir alana baktığımı düşünüyorum, insan neyi
seviyorsa, neyle ilgilendiyse, neye hakimse oralarda geziniyor. İlla kıstas
istiyorsanız gençlere ve yakın döneme özellikle pek bakmadım. Sanıldığı kadar çok kadın şair ve yazarımız
yok ayrıca. Azınlıklar hakeza öyle… Ama Orhan Gencebay diliyle söylersem “ne
söylesem bir eksik”
Kuş Eppeği’nde,
Mizah Mahallesi ve Resimli Türkçe
Edebiyat Takvimi’nde daha önce okurla buluşmuş isimleri de içeriyor. Mesela
Mizah Mahallesi’nden Salih Memecan bu seçkide var da Oğuz Aral yok, takvimdeki
portrelerden hemen herkes var da Hüseyin Rahmi yok. Bu sınırları nasıl
belirlediniz?
Bir reçetem var diyemem, Resimli Türkçe Edebiyat
Takviminde günün tarihi olayına atıfta bulunarak arka sayfada iktibaslar
yapardık. Bu sene bu iktibas işini yapmadım, olabildiğince özgün metin yazmaya
çalıştım. Portreleri de o sebeple daha çok yazdım, her hafta bir tane olsun
demiştim ama galiba daha fazla oldu. Kuş Eppeği’nde kullanmadığım elliye yakın
portre var elimde. Kimisini sevmedim, kimisi daha bitmemiş gibi geldi…
Erteledim diyelim… Birlikte çalıştığım insanlarla da konuştum, kimisi bu
kitapta sadece edebiyatçılar olsun istedi, sinemacılar, müzisyenler, mizahçılar
ayrı tutulsa diyenler oldu. Dinlemedim hiçbirini. Hissiyatım böyleydi.
Portre yazarları ekseri şahsen tanıdıkları isimleri
yazmışlar; Yahya Kemal’den Refik Halid’e, Yusuf Ziya’ya pek çok isim bu yolu
seçmiş. Beri yandan, Cemal Süreya “toplumda o sıra öne çıkan” isimleri yazarak toplumun
yazıda izdüşümüne ulaşmayı hedefliyordu. Levent Yılmaz da sonradan Paralel Hayatlar adıyla kitaplaştıracağı
portrelerin çıkış noktası olarak, bir söyleşisinde, “Tek derdim, aslında,
eleştiri idi” diyor. Levent Cantek’in bu toplamı hazırlarken hedeflediği neydi?
Her edebi metinde dil oyunu, eleştiri, malumat, hoşbeş,
alkış ve yuhalama vardır. Saydığınız isimleri azımsamak gibi bir niyetim yok,
tarz olarak aynı şekilde yazdığımızı düşünmüyorum. Biyografik nitelikler,
açıklamalar, mukayeseler yapan, uzun uzadıya anlatan birileriyle kıyaslanmam,
bana değil asıl onlara haksızlık. Geçen birisi yüz yıl önce yazılmış bir portre
kitabıyla beni kıyaslamış, bana mantıklı gelmiyor bu. Yorum yapmak, eleştirmek
öğrenilen bir süreçtir ve tek biçimli değildir. Çocukken ilk eleştirdiğim yazar
Kemalettin Tuğcu’ydu, bana gözyaşı da döktürmüş ilk yazardı ama. Kanarak okumak
ve oradan sıyırılmak öğreticidir. Üniversitedeyken siyasi düşünceler dersini
seçmeli olarak alan mühendislik bölümü öğrencilerini izlemiştim. Bir şeyi
tartışırken neredeyse hepsi çok net ve keskindiler, abartıları doğru değildi
ama ben öğrendiğim için söyledikleri bana zihin açıcı gelmişti. Onlar kadar
kılıç kuşanmamam gerektiğini fark ettim. Derler ki o kötü romanı niye
okuyorsun, o filme niye vakit harcıyorsun? Neyin yanlış yapıldığını anlamak çok
öğreticidir, niye böyle bakılmıyor, bilemiyorum. Şairlerin yazdığı anlatılara
özellikle dikkat kesilirim. Bağlamları farklıdır. Şairden coşku ve ters köşe
okursunuz. Onlar genellikle başka tarafa bakarlar. Benim yazdıklarım illa bir
şeye benzetilecekse şiir kitaplarının içindeki metinlere benziyor. Kıstas ve
amaç derken hep aynı soruyu yineliyorsunuz, inanın, bu soruların tek bir cevabı
yok, doğru cevabı ise hiç yok. İnsan yazmazsa ölecek gibi hisseder veya bir
şeye kızarak, bazen coşkuyla yazar. Hatta bazen nedensiz yazar, nedeni sonradan
üretir.
Yakup Kadri’den Çetin Altan’a, Haldun Taner’den Oktay
Akbal’a, Beşir Ayvazoğlu’na, Enis Batur’a pek çok isim bu türde çok önemli
eserler vermişken, portre edebiyatımızda ve okur nezdinde hakkı teslim edilen
bir tür mü sizce? Bunu neye bağlamak lazım?
Ben bu hakkını teslim etme işlerine pek inanmam. Bakın
siz, böyle bir soru sorarak bu teslimi yapıyorsunuz işte. Portre yazanların
veya türle ilgili kitapların az ilgi görmesinin bence bir önemi yok. Hayatta
yaptığınız en iyi şey yazmaksa, sizi en mutlu eden şey yazmaksa… Yazacaksınız.
Edebiyat öğretmenleri, yarışma jürileri, sanatseverler, kurumlar getirecek
gerisini… Portre edebiyatı adına, onları temsilen konuşmayı ben yapamam. Zaten
konuşma yapmak sevimsiz bir şey… Affedin beni…
Doğan Hızlan, 99
Yüz için yazdığı Önsöz’de “Her insanın biyografisi tek bir cümleye
indirgenebilir” diyor. Bir yaşam bir portreye indirgenebilir mi sizce?
Bunun cevabı yok, edebiyat söz konusu olduğu için yok.
Bir cümle, size bir yazarı anlatıyor gibi gelebilir, bir başkasına hiç ilgisi
yok gibi gelebilir. Az cümleyle anlattığım için bana da söylenecek bunlar.
İtiraz eden ve beğenmeyen de çıkacak, çok beğenen de. Bir hayatı, bir cümleyle değil
üç cümleyle bile anlatmak risktir… Alkışa ya da yuhalanmaya hazır olacaksınız.
Bağlantılı olarak soralım: Kitapta iki portresi olan tek
isim Aziz Nesin. İlk portrede Nesin’in birey olarak yazar, ikinci portrede ise
toplumsal bir figür olarak yazar portresi öne çıkıyor. Neden önemliydi bu
toplamda iki Aziz Nesin’in yer alması?
Aziz Nesin’i seviyorum da ondan, ileride bir gün
biyografi yazarsam, onu yazacağım. Çalışkanlığını, huysuzluğunu, adanmışlığını
seviyorum. Bunu sorsunlar diye iki kere yazdım…
Peki, yapılan her tanım aslında bu isimleri bir kimliğe,
bir sıfata hapsetmiyor mu? Sözgelimi, “soap opera mutsuzluğu ve bahtiyarlığı”
Sevim Burak’ı, “melankoli tutsağı” Tezer Özlü’yü, “günahkâr kullarından
edebiyatın” Murathan Mungan’ı, “mürteci öfkesi” Falih Rıfkı Atay’ı doyurucu bir
şekilde tarif ediyor mu sizce?
Bu söyleşiye bir başlık atacaksınız, peki o başlık,
konuştuklarımızı hapsetmeyecek mi? Lütfen yanlış anlamayın, şaka yapıyorum.
Hapsetmek demeyelim. Bunlar birer yorum, metaforlar içeriyor, epeycesi muğlak
hatta. Ben bir şey yazıyorum, çoğu şey, bilenleri için bir gönderme. O yazarın
geçmişinde bir yeri olduğunu bilmiyorsanız, size iyi ya da kötü akışkanlığı
olan bir cümle gelebilir, geçer gidersiniz. Dünyanın sonu değil, portre
dendiğinde ansiklopediler akla geliyor. Ben kolay eleştirilebilecek metinler
yazdığımı düşünüyorum. Bunu sevmiş, bunu abartmış, bunu yazarken eğlenmiş
diyecekler.
Hilmi Yavuz, Belleğin
Kuytularından’da “Acaba Yakup Kadri kadar müstehzi, Yusuf Ziya kadar
acımasız, Yahya Kemal kadar doğrucu olabilir miyim? Belki bütün bunlar, ancak,
portreleri yazılacak kişilerin adlarını vermeden yapılabilir” diyor. Sizin
üslup açısından tutturmayı hedeflediğiniz bir ton var mıydı?
İnsan olarak iyimser biri olduğumu düşünüyorum. Kin
tutmuyorum, kolay unuturum, işime gücüme bakarım. Hayallerim var, onlar için
çalışıyorum. Yazarlığımın, yazarak geçinmemin de bir lütuf ve şans olduğuna
inanıyorum. İyi bir okurum, iyi bir film izleyicisiyim. Bunları niye anlattım?
Ton dediğimiz, üslup dediğimiz şeyler buralardan çıkar, eğitimden, aileden,
çevreden, sınıftan, yazma deneyiminden, zamandan ve yoğunlaşmadan çıkar… Hilmi
Yavuz’la başlayayım, verdiği her örneğe itiraz ediyorum, ben asla öyle demem.
Yakup Kadri, müstehzi filan değildir veya Yahya Kemal doğrucu. Yusuf Ziya,
acımasız değil, olsa olsa acınasıdır. Sorunuza geleceğim, bağlamı şöyle
kurayım. Bir yazar vardı, öğrencileri okuduğu için sevişme sahnesi
yazamadığını, karakterlerini küfrettiremediğini söylüyordu bana. Saçma olduğu
için buna gülünebilir ama bir yandan da sükûnetle bu ihtimamı anlayabiliriz. Öte
yandan aynı yazar, üniversitedeki öğrencilerine kitabını zorunlu olarak satın
aldırıyorsa gülmekten fazlasını yapmalıyız. Şimdi bu örnek, edebiyatın bir
parçası mı? Yakına, bugüne geldikçe yazar büyüsü dağılıyor, tanıyorsun,
görüyorsun. Yazar da bunu dağıtıyor, Türkiye, tarihin hiçbir anında şimdiki
kadar çok yazmadı. Sadece yazarlar değil herkes çok yazıyor, çok şey söylüyor,
çok konuşuyor. Dedikodu, magazin, tanışıklık, aktüelite çok karışıyor, böyle
olunca biri hakkında yazmak zorlaşıyor. Oğuz Aral’ın bir uyarısı varmış, kendi
uyabilmiş mi bilmiyorum, bence anlamlı bir çerçevesi var. Diyor ki “kimsenin
çayını içemeyeceksin”, eleştireceğin insanlarla aynı masaya oturmayacaksın, yok
oturursan eleştiremezsin. Uzun yaşarsam, ileride anılarımı, isim isim, hiç
saklamadan yazacağım. Ama yakından tanıdığım yazarları, hele bugünün
yazarlarını Kuş Eppeği tadında anlatmayı hiç düşünmedim.
Bir kişinin portresi, kuşkusuz, övgü, hiciv, parodi gibi
pek çok işleve hizmet edecek şekilde yazılabilir. Yusuf Ziya, Kerime Nadir, Levent
Kırca, Kuntay, Kozanoğlu gibi bazı portrelerde sivri eleştiri, yadırgayan ve
yargılayan bir tavır varken, “dalından düşecek kadar büyük bir rüya elması”
dediğiniz Nazlı Eray için, mesela, yoğun bir sevgi hissediliyor. Portre, hep
bir başkasının, hep yazarın mıdır?
Siz de bir yorum yapıyorsunuz, insanların neyi
yadırgayacağını bilmek her zaman tahmin edilebilir değil. Nazlı Eray için “hafif
deli” dedim, ya sizin gibi düşünmüyorsa… Nasıl okuduğunuz önemli, tabii ki ne
demek istediğinizi anladım. Sanıyorum Kuntay’ın her yazdığını, sadece
kitaplarını değil gün be gün her gazete yazısını günlerce aylarca okumuşumdur.
Kozanoğlu’nun her kitabını ta çocukluğumdan biliyorum, kendimi bir Yusuf Ziya
uzmanı sayabilirim. Sizin sivri dediğiniz eleştiriyi ben yakınlaşmaktan gelen
hararet olarak görüyorum. Yoksa o sivriliği sahiden yöneltebileceğim başkaları
vardı, onlara henüz girmedim diyelim. Genel olarak iyimser metinler yazdığımı
düşünüyorum, en çok o yönden eleştirilebilirler hatta… Biraz “şair helecanı” var
içerde… Eşe dosta Selçuk Baran’la iki saat konuşabilseydim keşke diyorum
mesela… Enis Batur’la hiç tanışmıyoruz, bir kere telefonda konuştuk, size hikâye
yazdırmak istiyorum dedim, şaşırarak kahkaha attı. Yazdığım portreler biraz o
kahkaha tadında olsun isterim. Uçucu ve hayat dolu…
Adalet Ağaoğlu, Halide Edib gibi yapan- eden portrelerin
yanında, “Türkçenin en çok âşık olunan kadını” Tomris Uyar ve bir ölçüye dek
“Resimsi. Sinemasal” Füruzan fazlasıyla edilgen, maruz kalan portreler olarak
ortaya çıkıyor. Bu eleştiriye ne dersiniz?
Öyle yazmadığımı iyi biliyorum. Kim söylüyor bunu? Üstelik,
kadınların daha iyi yazdıklarına inanıyorum, her türlü azınlık ve her türlü
azınlığın azınlığı, bence yazmak hususunda iki adım önde… Romantize etmiyorum,
işim gereği çok okuyorum, gördüğümü söylüyorum.
Nahid Sırrı Örik için “Sözcükleri mi eskiydi yoksa erkek
Bâbıali, eşcinsel Nahid Sırrı’yı yazardan mı saymıyordu” diye soruyorsunuz. Ya
bugün? Bugün edebiyatımızda bir tür müesses nizamdan söz edilebilir mi sizce?
Bugün edebiyatımız “erkek” mi?
Evet, ekseriyetle erkek ve çok bağırıyor, çok iddialı.
Bağırınca haklı olduğunuz düşünülür, iddia ederken çok net olursunuz, hayran
toplarsınız. Günümüz edebiyatı nerede duruyor sorusunun cevabı daha derin
tabii…Onu söylemiyorum, bir yoğunlaşmadan söz ediyorum. Zamanın ruhu da öyle.
Herkes çok haşin ve sert… Hiç kolay değil artık hasbihal etmek.
Reşat Nuri neden romancılığımızın “hem sonu hem
doğuşu”dur?
Reşat Nuri, romanı topluma sevdirerek, okutarak bir
yerden bir yere getiren çok ama çok önemli bir yazar, ondan sonra kimse öyle
şeyler anlatmadı. Belki artık gerek yoktu, belki bir daralma oldu. Paradigma
değişti. Hem ortaya çıkışı hem de yokluğu böyle anlatılabilir.
Oğuz Atay için “Türkiye’nin ruhu” diyorsunuz. Neden?
Lütfen yanlış anlamayın, yazdıklarımla ilgili derkenar
türünden bir açıklama yapmayı kendi adıma doğru bulmuyorum. Bir tane yaptım,
siz de beni kırmayın. Üstelik, bence Oğuz
Atay okuyan herkesin bilebileceği bir şey bu. Muamması pek yok demek istiyorum.
Önsöz’de “… yazarlar enikonu yalancıdır… E ben öyleyim.
Üstüne üstlük yazarlar bir de hırsızdır” diyorsunuz. Bu, okur bir yana, yazar
Levent Cantek’ten, editör Levent Cantek’e bir hatırlatma olarak da okunabilir
mi? Ya da bu bilgi, editör olarak çalışmalarınıza ne kadar içkin?
Yok canım öyle bir şey yapmıyorum. Kuramsal tartışmalara
dair mizahi bir gönderme aslında bu. Vaaz verir gibi kestirimde bulunuyorum,
şöyledir böyledir filan. Ama madem yeri geldi, yalancı deyince aklıma geleni
anlatayım. Otuz yıl önce anneanneme yüksek sesle roman okuyordum, dramatik bir
sahnede, rahmetli başladı ağlamaya. O ağlayınca üzülmesin diye “yalan bu ananee”
dedim, “roman işte ağlama”. “Yalan olur mu, yalan yazar mı koca yazar” dedi.
Roman dediğin yalan dünya, şiir dediğin yalancı cennet… Yuvarlanıp gidiyoruz. Sanat
olmasa nasıl katlanırdık bu hayata bilmiyorum.
[Söyleşiyi K24 için M.Şevki Çoban'la yapmıştık.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder