Pazartesi, Mayıs 31, 2021

Dübara

Muhtemelen iki aile, belki dünürler "tavla atarkene" fotoğraf çekinek demişler... Dizilmişler. En genç iki tanesi kameraya bakmış, diğerleri bildiğin oynamışlar... Amcaların ise dünya umurunda değil. Dübara... oyun gitti bağıra bağıra... 
 

Pazar, Mayıs 30, 2021

Tekinsiz Süvari


Frazetta'nın Rider ilüstrasyonu. Fonda bulutlar arasında bir dolunay ve esrarengiz bir şato var. Resmi kaplayan ise kamburu çıkartacak ölçüde öne doğru bükülmüş maskeli bir atlı. Pelerine sarılmış, atın boynuna doğru yatırılmış bir silahı var. At beyaz olsa bu adam bir kahraman diyebiliriz ama değil, Frazetta siyahi muğlaklığı sever, iyi mi kötü mü ölçemezsiniz. Şiddete yatkın erkekler resmeder, her an öldürebilecek gibidir çizdiği adamlar ya da etrafı zaten cesetlerle doludur, öldürmüştür.

Frazetta hep korkutucu olmayı istemiş, ürkütmek, bilinen ferah ve cezbedici kapak estetiğini değiştirmek istemiş. Anaakım medya böylesi bir koyuluğu öne çıkartmaz. Kullanabilir ama sürekli kılmaz. Okuyucu karanlığı sevmez diye düşünür. Bu kadar siyah, tiraj düşürür diye endişe edilir. Frazetta, itibarlı bir çizer, büyülü bir koyuluğun markası olmasa marjinal kalabilirdi.

Böyle bir tür var ve Frazetta da bu türe katkıda bulunmuş diyebilirsiniz. Mesele müşteri ne istiyorsa onu çizmek değil. Frazetta çizdiği görsel estetiğiyle o türü başkalaştırmış biri. Fantastik denildiğinde, "fantasy art" denildiğinde ilk akla gelen bir isim. Bazen biri çıkıyor ve içinde olduğu mecrayı üretimleriyle doldurabiliyor.

The Rider'a bugün bakarken büyük bir abartı ve klişeler görüyorum, bir eskime de var aslında, böyle değil artık kapaklar dedirtiyor, öte yandan bu resmin ilginçliğini azaltmıyor. İlginç, grotesk, ürkünç, trash, maceracı ve sanat...Hepsi birarada. [2013]

Cumartesi, Mayıs 29, 2021

Türk Edebiyatında Çizgi Roman Değinmelerine Birkaç Örnek


Türkiye’deki çizgi roman okurlarının önemli bir çoğunluğu bir çizgi roman kahramanı hakkında yazılmış ilk yerli şiiri Aksoy Yayıncılık’ın yayınladığı Tommiks’in birinci cildinde gördüler. Dizi editörü Yalvaç Ural, çizgi romana nostaljiyle bakan medya eğilimlerine uygun bir giriş yazısı yazmış, Tommiks şiirini de yazıya katmıştı. Çocuk hafızamda Yalvaç Ural’ın çizgi roman karşıtı olduğuna dair bir tortu yer ettiğinden olacak, şiiri ticari bularak okuyamamıştım. Nostalji hissiyatı ve şiire atfedilen duyarlılık, ticari nedenlerle biraraya gelmiş; eski dostları özlemle arayan bir duygusallık yaratılmıştı. Yalvaç Ural’ı şair saymamak da gerek elbet. Sayarsak, kimi çizgi roman dergilerinin okuyucu sayfalarında yayınlanan şiirleri de derlemek icap edecek. İşin uzmanı olmamakla beraber, çizgi roman kahramanlarından bahseden bizim bildiğimiz en eski tarihli şiir, İsmet Özel’e ait. 1964 tarihli “Geceleyin Bir Korku” şiirinde Pekos Bill, İsmet Özel’i korkutan, gözeten bir mit olarak kullanılmış. Her kıtanın sonunda “tanrım, Pekos Bill’im gözet beni / üşüt beni / uçur beni” yazılmış. İsmet Özel’den önce, daha eski tarihli yazılmış şiirler de olabilir. Ama bunların önemlice bir kısmı, Hollywood’un seriyal kahramanlarıyla karışıyor. Örneğin, Cevat Çapan Hayalet Oğuz’dan bahsettiği bir şiirinde “Sonra Hayalet Oğuz belirirdi / Mandrake ve Maskeli Süvari’yle kolkola / Cebinde açık saçık resimler” diye yazmış. Gerek Mandrake, gerek Maskeli Süvari, çizgi romandan çok sinemayı ve gazinolarda sergilenen sihirbazlık gösterilerini çağrıştırıyor. Öte yandan, her ne kadar Hayalet Oğuz gibi egzantrik bir kişiliği ifade etmek için kullanılsa da “yüksek edebiyatı” tersyüz arzusu da hissedilmiyor değil. Yıllar sonra Vural Bahadır Bayrıl, “Şairin Atölyesinde Neler Olmalı?” diye sorup, işin içine Mister No’yu katmış: “[O’nun] Türkiye’de hiç yayınlanmamış maceralar dizisinden bir kitap olmalı” demiş ve nedenini de eklemiş, “yeni bir yıldız ya da gök cismi keşfettiğinde yerini saptayıp adını sonsuza kadar ona verebilmek için”. Ne şairlere akıl vermek ne de bir atölye çalışmasındaki ders kitaplarına karışmak istemem ama kişisel tavsiyem şudur: Astronomik detaylar söz konusuysa eğer, Gordon daha uygun bir seçim olacaktır. Velakin, Mister No hınzırlığından besbelli, şair ehlini cezbetmiş görünüyor. Suha Tuğtepe ondan söz ederken: “Mister No: Kanatlarım / gücüm yetmeyen serüvenlere taşıyor gövdemi / dağınık odamda” diye yazmış. Tekmeleyerek çalıştırdığı, her an tekleyerek düşecekmiş izlenimi veren Piperi, müptezel içkiciliği, uçarılığı sıradışı sayılıyor.
 

Mister No şairler için de bir istisna elbette, genelde çizgi roman kahramanları çocukluğu hatırlatan bir imge olarak kullanılıyor. Orhan Tuleylioğlu, “yasal olmamıştı hiç aşkımız / ders kitapları arasında / biriktirilen Tommiks sevinci” derken, Türkiye’ye özgü bir yasaklama klişesine gönderme yapıyor: Ders kitaplarının arasında çizgi romanlar okuyarak, ebeveynlerini aldatan çocuklar!. Çocukluğunun oyun günlerini yadeden Rıdvan Dansuk, “Gülünce ne güzel açar / Teksas’ta Rodi’nin Çilleri” diye yazmış. Fikret Demirağ ise hafta sonlarını rutinleşmiş ev içi eylemleriyle hatırlıyor: “Pazar günboyu gene çamaşırla uğraşacak karım / Red Kit, Milliyet Çocuk okuyacak çocuklar”. Red Kit de hatırlanan önemli imgelerden. Çizgi film olarak yayınlanması bu yaygınlığın sebebi olabilir. Ahmet Erhan, “bir ikindi ayazında Red Kit yalnızlığında / Çoğul bir Dalton’dum” derken, onun içerdiği parodiyi dramatize ederek kullanmış. Şairler bahsi bu kadar, gelelim romancılara.

İhsan Oktay Anar’ın gerçekten eğlenceli kitabı Efrasiyab’ın Hikayeleri’nin son öyküsü bir çizgi roman kahramanına, Supermen’e ayrılmıştır. Daha doğrusu, kitabın metinlerarası yapısı gereği, ironik bir süpermen öyküsü anlatılmış. Bir Anadolu kasabasında ilerleyen yaşlarında halen çocuk sahibi olamamış ve bunun üzüntüsünü çeken bir çiftin – ki sonradan hiç cinsel ilişkiye girmediklerini öğreniriz – bahçesine, taşıdığı yükü ağır geldiğinden bir leylek düşer. Leylek’in taşıdığı beş yaşlarında, şişman, gürbüz oğlan çocuğu yaşlı çifte bir armağandır aslında. Ancak gökten inmiş mucize, bir kız çocuğu olsun isteyen ve erkeklerden nefret eden Anne ile güçlü bir erkek çocuğu olsun isteyen Baba arasında kalacaktır. Daha ismi konulurken bir uyuşmazlık çıkar. Anne çocuğa “Güler”, Baba “Erk, Erke” gibi isimler koymak isterler. Sonunda, Muhasebeci Muhittin Kent’in oğlunun adı Gülerk olur. Anne-babasının beklentileri arasında kalan Gülerk, çift kişilikli bir hayat sürdürmek zorunda kalır. Babası, onun yel gibi koşan, haysiyetli ve kahraman bir çocuk olmasını istediğinden, kendi çocukluğunda kullandığı, göğsünde babası Sabri’nin baş harfini taşıyan, kırmızı pelerinli, mavi bir elbiseyi giymesini ister. Yaşlı karısı ise papyon, gömlek ve takım elbise giyen uslu bir çocuk olmasını isteyerek, eğer üzerinde kir olursa annesi olmayacağı tehdidini de savurur. Üstelik bir de gözlük almıştır ona. Etrafı bulanık göreceğinden bütün uslu çocuklar gibi, her gördüğünü isteyemeyecektir. Gülerk, kasabanın Seyyare adlı yerel gazetesinde çalışıp, bir de Yelda adlı bir kıza gönlünü kaptırmaz mı? Anar, Süpermen temasını masalsı bir havada ironiyle anlatmayı başarmış. Çocuksuluğu aktarmakta gösterdiği maharet, büyüklerin acımasız beklentileriyle birarada anlatılıyor.

Ahmet Altan’ın Tehlikeli Masallar romanında, Newton North adlı bir çizgi roman kahramanının hayatını yazan 12 yaşında bir çocukla karşılaşırız. Romanın kahramanı, çocukla sohbet ederken, en çok hangi çizgi romanı sevdiğini sorar. Çocuk, hiç düşünmeden cevaplar: “Mr. No’yu seviyorum, üstün zekalı çünkü” (Sırf huysuzluğumdan kitabın yayın tarihinin 1996 olduğunu hatırlatayım). Roman boyunca iki yazar aralıklarla konuşurlar, yazdıkları hakkında felsefi yorumlar yaparlar. Hazır cevapları olan bilmiş bir çocuğun, iddialı ama naif görüşleri, yazarın sorunlarıyla çelişerek anlatılır.

Sinema eleştirmeni Mehmet Açar, Hayalet Gemi dergisinde yayımlanan öykülerinden derlediği Anarşik Rehavet kitabında, çizgi romana yönelik epey bir gönderme yapar. Aslına bakılırsa Hayalet Gemi, metinlerarası göndermeleri fetişleştiren, sinemaya ve edebiyata yoğun olarak atıfta bulunan anlatılardan oluşuyordu. Açar da Martin Mystere ve Red Kit gibi kahramanlara metin içerisinde ağırlıklı bir yeri olmasa da, göndermeler yapar. Benzer bir yorumu Hikmet Temel Akarsu romanları için de yapabiliriz. (L.C.)

Doksanlarda, “Bir kitap okudum, hayatım değişti!” sloganıyla lanse edilen Yeni Hayat, Orhan Pamuk’un çizgi roman tutkusunu ustalıkla öyküsüne kattığı bir roman aynı zamanda. Çocuklukta, abisinin çizgi romanlarına dadanarak kazandığı çizgi roman okuma zevkini, romanda, kahramanın komşusu Rıfkı Amca’ya çizdirdiği hayali karelerin, hayali tasvirini yaparak okura yansıtır. Bu karelerde Rıfkı Amca, çizgi roman aracılığıyla, Türk çocuklarına Batılı değerleri ve ahlak anlayışını empoze eden yabancı çizgi romanlara alternatif yaratmayı hedefler. Atatürkçü, laik ve aydınlanmacı Türk çocuğuna dünyada yer beğenirken, bir yandan da onun ahlaki değerlerini, “yozlaşmış” Batı karşısında yüceltmeye girişir.

Yeni Hayat’ın kahramanı, tutkuyla bağlı olduğu Canan’ın peşinden, Mehmet Nahit’in çocukluk evine sürüklenir. Onun odasında çizgi romanlar ve çocuk dergileri ile karşılaşır: “...raflara düzenle dizilmiş dergilerin sırtları, solmuş olsalar da fazla fazla tanıdık gelen renkleri ve bir içgüdüyle kendiliğinden uzanıveren elimin alıp okşadığı kapak resmi bendeki direnişi kırdı”. Rıfkı Amca’nın eserleri olan Nebi Nebraska’da, Mari ile Ali ve Demiryolu Kahramanları, Tom Miks ve Bill Kid gibi yabancı kaynaklı çizgi romanlara müptela olan Türk çocuklarına yerli bir alternatif sunar. En az Batılı örnekleri kadar macera ve heyecan dolu bu eserler, aynı zamanda ahlak dersi verirler ve Türk’ün gücünü dünyaya gösterirler. Bu naif öyküler kahramanın çocukluğunun capcanlı resimleridirler: “Büyük balonları dolduran iri harflerin ardından gelen o kocaman ünlemleri ne kadar da severdim! ‘Dikkat!’ diye bağırırdı Pertev Peter’e ve kalleşin tekinin arkadan attığı bıçak sırtına saplanmadan o kendini yere atardı. ‘Arkanda!’ diye bağırırdı Peter Pertev’e ve Pertev hiç o yöne bakmadan arkasına doğru bir yumruk savurur, demiryol düşmanının çenesini bulurdu. Bazan da Rıfkı Amca araya girer, resimler arasına attığı küçük kutucuklar içerisine ANSIZIN diye yazardı kendi gibi ince bacaklı harfleriyle, FAKAT O DA NESİ diye yazardı, AMA BİRDENBİRE diye yazardı ve kocaman bir ünlem koyar ve beni ve anlıyordum ki bir zamanlar adı Nahit olan Mehmet’i hikayenin içine çekerdi” .

Sevin Okyay, çocukluğunun hınzır ve neşeli hikayesini anlattığı İlk Romanım’da, çizgi roman kahramanlarıyla hemhal olduğu dönemlere sık sık gönderme yapar. Pekos Bill, bu “erkek gibi”, gözüpek kızın rol modelidir mesela. Ama Tom Miks’i hiç sevmez. “Tıfıl biri”dir o. Kadınlardan Kalamiti Ceyn’e imrenir, tabiatı gereği. Haliyle Suzi “aptal bir kız”dır (İlginç not: Buket Uzuner de Suzi’yi “pasif ve sakar bir kız” olarak görürmüş). Hayranı olduğu çizgi roman kahramanları gibi davranmak, onların jest ve mimiklerini taklit etmek, o ve mahalle arkadaşlarının en sevdikleri oyunlardır: “Ben de Pekos Bill olmak isterdim. Arkadaşlarım bana kısaca Pekos desin. Bill çok çocuk adı gibiydi. O zaman kim korkar senden? Bana Pekos desinler, şerif olmayayım. Çünkü şerif, memur gibi bir şey. Meçhul kahraman olayım, kasaba kasaba dolaşayım. Bütün kötüler adımı duyunca titresin. Atım beni çok sevsin. Ben de onu severim, yem verir, kaşağılar, terini silerim. Kendi karnımdan önce onunkini doyururum”.

Ünlü yazarların anılarında pek çok kez çizgi romanlarla ilgili ayrıntılarla karşılaşıyoruz. Tarık Dursun K, Giovanni Scognamillo, Nedim Gürsel, Altan Öymen, Attilâ İlhan, Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, Buket Uzuner, Enis Batur, Murat Gülsoy, Hasan Ali Toptaş bunlardan bazıları. (F.Ş.)

(Kaynak: İsmi geçen yazar ve şairlerin kitapları; ödünç aldığımız –kaynağını bilmediğimiz- bazı şiirler için bkz. Sunay Akın’ın Cumhuriyet Dergi, 11/7/1993’te yayınlanan bir yazısı)


Yazı, 2004 yılında Serüven'de yayınlanmıştı.

Yazık ya!


Yazık ya, insanın içi parçalanıyor, keşke bulsa... Geri verin onu kar taneleri...

Perşembe, Mayıs 27, 2021

27 M


Funda bulmuş, Hayat dergisine gelen okur mektuplarından biri, 27 Mayıs ertesi... İyimser zamanlar, her şeyin daha iyiye gideceğine, müreffeh bir memleket olacağımıza, güzel günler yaşayacağımıza, bütün yüklerimizden kurtulduğumuza inanıyoruz.

Alayiş, sitayiş ve hamaset kimselere abartılı gelmiyor. Garip bir coşku var. Güzel Sanatlar öğrencisi, yaptığı çalışmayı Hayat dergisine göndermiş, onlar da yayınlamışlar.

C.G (Cemal Gürsel), 27 M 1960 yazılmış...

İlginç olmuş, siyaseten angaje sanata güzel bir örnek de olmuş elbette...

Daha da ilginç olansa, görselin üreticisinin sonraların ünlü şairi Ayhan Kırdar çıkması...

Salı, Mayıs 25, 2021

Süleymanlar

Geçtiğimiz pazar günü Tuna'nın dokuz ya da on yaşlarında yazdığı romanını buldum, tabii ki bir sayfa yazmış, ileride canı çekerse yine yazar da, bari gerisini getirse, tamamına erdirse filan diye ebeveyn tiradı atayım...

Fotoğraftan okunuyor mu bilmiyorum, metin şöyle: "Hepiniz Karaip Korsanlarını bilirsiniz. Ama bu onların çakması 'YARKORSANLARI'dır. Yedi denizlerin beş tane korsan lordu vardır. Süleymanlar, İsyancılar, Lanetliler, Korsanlar ve Tanrılardır. Ama bir gün büyük bir çatışma oldu, bütün lordlar birbirlerine düşman oldular. Hepsi öldü, üç tane kaldı, İsyancılar, Korsanlar ve Lanetliler. Ama korsanlar da yok olmak üzereydi ama bir çaylak tek umut idi. Zach Amar. "

Süleymanlar'a gülmüştüm, sonradan fark ettim, meğer bizim oğlan Tanrılar isimli korsan lordu da tüketmiş...Geriye üç dene kalmış. Pıyy
 

Pazar, Mayıs 23, 2021

30 Yıl Olmuş


Evvelsi gün fanzinci bir arkadaş, benim  bile elimde olmayan eski bir fanzinimi getirmiş. Acayip sevindim. Bana verecek sandım ama meğer imzalatacakmış :) Bu hayatı yaşanır kılan, katlanmamızı sağlayan nişlere, oksijen odalarına ihtiyacımız var. Büyük laf etmiş olmayayım, en azından benim var o nişlere.

Korsan'ı 1991 yılında hazırlamıştım, kapağını Murat (Sayın) çizmişti, Zeki Kırtasiye'de otuz tane çoğaltmış, Dost'a vermiştim. Eldeki maketten çoğaltarak bir yıl içinde 80 tane filan anca satmıştım. Sonra da o maketi Kosta'ya (Ceran) bıraktım, o üstüne ne kadar çoğalttıysa...

Kosta, benim mektup arkadaşım, İstanbul'daydı, sonra Yunanistan'a çalışmaya gitti, haftada bir kırk sayfa filan mektup yazardık birbirimize. Geçtiğimiz aylarda bunca sene sonra Ankara'ya geldi, büroda uzun uzun sohbet ettik. Neredeyse on yılda bir görüşür olduk ama ikimiz de biliyoruz, uzunca zaman bir nişte mutluluk kovalamıştık. Bizi ayakta tutan bir hayalle fanzinler çıkardık, kimsenin bilmediği saçma ayrıntılar hakkında uzun uzuuun konuştuk, yazıştık, telefonlaştık.

Bugün nostalji yapayım dedim.


[Yazıyı günlüğüme 2017'de yazmışım, yineledim.]

Cuma, Mayıs 21, 2021

Bir asırlık yitik aramaktayım

Geçen, üniversite lisans dönemimden kalma bir defterden söz etmiştim, Annem, oğlum Tuna'ya göstermek için ortaya çıkarmıştı filan, içinde ders notlarım, gazete alıntıları, fikirler, karalamalar var demiştim. O defterden yine bir alıntı yapacağım, uzun uzun yazmışım çünkü, etkilenmişim, öyle anlaşılıyor. Ulus gazetesinde "Bir asırlık yitik aramaktayım" başlıklı bir ilan çıkmış (26.1.1950), birisi, Kırım göçü sırasında kaybolan akrabalarını arıyormuş, gazeteye ilan vermiş. 

Önce metni paylaşayım, anlatım dilini görünce ilgilisi fark edecektir, metin eski yazıyla yazılmış...Dil, haliyle hem dağınık, hem dilekçe havasında...ama güzel... 

"Bir asır evvelki Kırım muharebesinde Kırım'dan İstanbul'a çıkan 12 bin haneden ibaret Kırım muhaciri içinde bulunan babam Hüseyin ve diğer iki kardeşi varmış ve bu üç kardeş Abdülkadir oğulları olup ve babaları Ruslar tarafından şehit edilmiştir ve yetim kalan bu üç oğlu muhacir olarak 12 bin hane ile İstanbul'a çıkmıştır ve üçünün de isimleri Hüseyin ve Sabit ve Murat ve bu üç kardeşin en büyükleri babam Hüseyin'dir ki 14 yaşında olup ve diğer amcalarım Sabit ve Murat daha küçük imiş ve amcam Sabit ile Murad'ı İstanbul'da Sürah Paşa yanına almış ve bu çocukların atalık hakkı benimdir diyerek ve bunları okula vereceğim diyerek babam Hüseyin'den ayırmıştır ve babam Hüseyin'i Nevşehirli bir şahıs Nevşehir'e götürmüş ve Ankara'ya gelince o zamanda seri vasıta olan ata binmekten acizlenip yanından ayrılmıştır ve bulunduğumuz yerde ikamet etmiş ve cehalette ömrü geçerek bir daha İstanbul'da kalan kardeşlerinden haber alamayıp hatırladıkça ağlamakla ömür geçmiştir ve ben dünyaya gelmeden üç ay evvel vefat eden babamı göremedim ve köyün büyüklerinden işittiğim bu malumata göre İstanbul'da kalan amcalarımın evlatlarını bulmak ve görmek için [bu ilanı] gazeteye veriyorum ve Sabit ve Murat evlatlarına bu yayım tesadüf ederse dikkat etsinler. Kırım'da kalan dedemiz nüfus kütüğünde Abdülkadir ki benin ismimdir ve ben gibi bu hadiseyi duyan ve bilen ve şüphelenen varsa vermiş olduğum adrese mektup yazmasını çok rica ederim."

Kırşehir İli Kaman İlçesi Kurancili Köyü, Kırım Nogay muhacirlerinden Hüseyin oğlu Abdülkadir Pirhan"

Perşembe, Mayıs 20, 2021

Bugün Kime Çakıyoruz?



Yaşadığımız çağ yüzünden, az ya da çok, hepimiz birer performans sanatçısı gibi yaşıyoruz. Kendimizi, yapıp ettiklerimizi öyle ya da böyle teşhir ediyoruz. Şunu yaptım, sonra şunu yaptım, bakın bu benim çocuğum, bu da benim omuz başlarım, vay vay tüylerim.... Mahremiyet sınırlarının sürekli değiştiği, sürekli görünürleştiği garip bir aura içinde nefes alıp veriyoruz. Sosyal medya denilen şeyin bu denli hayatımızı belirliyor olması bir vakıa. 

Bunun dışında kalabilir miyiz? Hayır. Lafı evirip çevirmenin anlamı yok. Kalamayız. Zaten bunu düşünmenin bir faydası yok. Gösteri yapmak, teşhir etmek normal sayılıyor ve biz de bunun -şu ya da bu şekilde- aktörleri olarak hayatımızı sürdürüyoruz.

Bu kadar insan gösteri yapıyorsa, bu kadar insan gösteriye hazırlanıyor demektir. Bu kadar insan gösteri yapıyorsa, gösterinin kendisi sıradan ve yavan demektir. O gösteri dikkat çekmiyor demektir. 

Dikkat çekici olmak, gösterinin temeliyse ve gösteri, bu kadar yaygınsa... Adına hissiyat diyelim, iki şey dikkat çekici biçimde öne çıkar. Birincisi, güne "bugün kime çakıyoruz?" "bugün kimi yiyelim?" ve "bugün nasıl konuşulurum" diye başlarsınız. Aptallığı teşhir etmek, rezil etmek, nalına mıhına vurmak, haykırmak, yerle yeksan etmek vs... 

Bunları düşünmek, kolektif bir arzunun parçası olmayı gerektirir. Bütün kolektif arzular gibi histeri içerir ve linçcidir, birey olarak görünür olmaya çalışırken sizi kalabalığın bir parçası yapar. İkincisi, konuşmak ve anlamak değil, bağırmanız gerekir. 

Sakin olmanın, anlayışlı davranmanın tek bir manası yoktur. Bağırmayan, suçlamayan, itham etmeyen konuşamaz hale gelir. Daha doğrusu böylesi bir konuşmasının zerre etkisi yoktur. Anlam ve hakikat, başka türlü kuruluyordur. İnsanlar, kimsenin iyi niyetli olabileceğine inanmazlar çünkü. 

Konuşunca, herkes anlıyor bunu, hak veriyor, üzülüyor. Peki sahici mi bu keder? 

İnsanlar yazarken-konuşurken, bütün bu hengamenin dışında olduklarına inanmak istiyorlar. Her biri kendisini "auteur" sayıyor ama gösterinin kendisi auteuru belirliyorsa orada yaratıcılık, zeka, ironi ya da yenilik, benzemezlik mümkün değildir. 

Peki bu hastalıklı ruh hali nereye varacak? Bence artık hastalık olarak görülmediği bir evreye geçecek. Karamsarlıkla söylemiyorum, durdurulabilecek bir yanı olmadığından üzülmenin anlamı yok diyorum. 


Sakınmak mümkün müdür? Herkes kendini sakınma yolunu kendisi bulacak... 

Çarşamba, Mayıs 19, 2021

Garipçiler

Daima sokakta, daima sarhoş, akşam çorbası, yarım okka etmek. Daima efkârlı. Uykusuz. Çizgisiz defter. Defterin yanında bardak. Ah kavaklar, ah yıldızlar. Garipçiler söz diziyor, sevda yerleştiriyor Boğaziçi’ne, Karanfil Sokağı’na. Şair Orhan Veli, Melih Cevdet’le sefaleti konuşuyor. Oktay Rifat, kırlangıçlara şiir yazıyor. Nâzım için açlık grevi yaparken nasıl da kızıyor tosuncuklar. Balıklar için deniz lazım. Şiire hayat lazım…

Garipçiler, “Ataç’ın çocukları”, “ahlâk kalmadı memlekette, hiç düşünmeden yaşıyor bu yeni şairler” meselesi. Nankörlük, vasatlık velvelesi, “yazık oldu Süleyman Efendiye” bedduası. Bobstil ve ihanet höykürmesi. Garip, öldükten sonra yaşayan tek şiir aksiyonu. Pulsuz istida edebiyata, çamaşır ipinde. Ne güzel kirli. 

 

Pazar, Mayıs 16, 2021

Feriha hanımın filmleri

Bu bayramda annem, oğlum Tuna'ya göstermek üzere benim evde kalan defterlerimden birini ortaya çıkardı. 1990 yılından kalma bir defter, geneli derslerde aldığım notları içeriyor ama... arada fikirler, küçük hikaye notları, o aralar eski gazetelere merak salmıştım, ilginç yazılar, haberler, alıntılar yazmışım... 

Fotoğraf, aldığım notlardan, bir gazete haberinden, şöyle yazmışım: bir kadın köylerde sessiz film gösteriyormuş. Vergi karnesi ve nüfus cüzdanı olmadığı için alıkonulmuş...Kadının adı Feriha Tarım imiş...Otuz yaşlarında ve Üsküdarlı... Olabilir diyeceksiniz. Yıl 1949 ya da 1950. Üstelik yakalandığı yer Ankara civarı. Şaşırmamak elde değil. İstanbullu bir kadın, Üsküdar'dan kalkıp ta Ankara köylerine gidiyor ve sessiz film gösteriyor. Çok çok enteresan...  
 

Cumartesi, Mayıs 15, 2021

Hangi Nietzsche?




Michel Onfray’ın yazdığı Maximilien Le Roy’un çizdiği Nietzsche’nin biyografik çizgi romanı Nietzsche – Özgürlüğü Yaratmak’ı incelerken aklımda şu soru vardı: Nietzsche’nin çizgi romanı nasıl yapılabilir? Güzel çizilmiş, el hak, grafik niteliği yüksek, tek tek bakıldığında göz alan sayfaları olan bir çalışma ama… Nietzsche gibi sahiden karışık, rivayeti bol, durmaksızın yazan, masa başında yaşayan, pek çok bakımdan münzevi birisi nasıl anlatılır?

Bu soruyu bir parça oyun gibi sorduğumu, albümü okumadan kendimi tarttığımı itiraf edeyim. Sondan başlayayım, akli dengesini yitirmiş, frengiden ölmüş, gündelik hayata karıştığında taşkınlık yapan, kavgacı, bazen sefahat düşkünü ve bazen her türlü hazzın düşmanı, günlerce konuşmayan, ölümü kovalayan ve ölümden korkan biri Nietzsche.

Onfray ne yapmış? Bize onun hayatından kesitler sunmuş, hikâye bütünlüğünden ziyade felsefi tutarlılığı sağlamak istemiş. Hikâye dizgesini nasıl kullanacağınıysa daha ilk sayfalardan göstermiş. Başlangıçtaki on sayfada hikâyenin anlatıldığı zaman dilimi altı kez değişiyor. Mekân, kişiler ve bağlam kolayca anlaşılmıyor. Albümde bir iki mektup ve metin alıntısı dışında anlatım kutusuna, bir üst sese hiç başvurulmamış. Bütün hikâyeyi görsel bir devamlılık içinde anlatmayı tercih etmişler. Le Roy iyi bir çizer ama iç hareketliliği olan bir tarzı yok. Bu kadar fragmente, ileri ve geri zaman sıçraması yapan hikâyede sanki daha hareketli bir çizgi kullanmalıymış. Onfray, yavaş akan, okurun metne dâhil olmasına ket vuran anlatımında, özellikle finale doğru giderken önemli bir tercihte bulunmuş. Kitap bittiğinde kullanılan nota bakılırsa, okuru yönlendiren bir açıklama arzusu da göstermiş. Nietzsche’nin anti-semit olmadığı, ölümünden sonra kız kardeşi tarafından yazdıklarının manipüle edildiği iddiası hakkında bir malumat vermiş. İç sayfalarda da ırkçı kız kardeşiyle benzer bir minvalde tartışma yaşadıkları anlatılıyor.

Doğru bir tespit, Nietzsche çevresindeki Yahudi düşmanlarını ve yükselen milliyetçiliği daima küçümsemiş ama gel gör ki faşistlerin en çok okuduğu bir kaç yazardan biri. Karışık gelebilir, söz konusu olan Nietzsche ise epeyce evirip çevirip kurcalamak gerekiyor zaten. Sırf coşkulu biri diye faşistler tarafından sevildiğini düşünmek saflık olur. Meseleye hikâye açısından bakarsak, albümün finali, Nietzsche’nin anti-semit olmadığına dayandırılıyorsa ve ortada meşum bir kız kardeş varsa, çocuklukta, ilk gençlikte ve sonraki yıllarda kardeşler arasında daha net bir aşk nefret ilişkisi kurulmalı, uzlaşmazlıkları, çelişkileri belirginleştirilmeliydi diye düşünüyorum. Onfray, bu finali güçlendirmeye çalışmamış hatta aforizmaları andırır biçimde Nietzsche’nin hayatından parçalar sunarak tahkiye bağını okura bırakmış. Bu tercih, albümün çizeri Le Roy’a ister istemez ağır bir yük bindirmiş. O da duygusal krizlerini ve tek başınalığını vurgulayan sayfa tasarımları yapmış ki çoğu 70’lerde çizilmiş, uyuşturucu triplerini betimleyen sayfaları hatırlatıyor. Nietzsche, iyi değilmiş hissi verilmek istenmiş, ben öyle anlıyorum.

Nietzsche gibi dâhilerin en önemli karakter özelliklerinden bir tanesi, bir zamanlar taptıkları olguyu, fikri ya da eğilimi gün gelir teper olmalarıdır. Nietzsche’nin Wagner sevgisi ve inkâr ölçüsündeki hoşnutsuzluğu, kadın düşkünlüğü ve nefreti, hemen her şeye yönelik (yakınlaşma ve uzaklaşma) gelgitleri, irade savaşları, burjuva dindarlığıyla kavgası, “yaşarken yaşayın” deyişi, yumuşaklığa karşı husumeti bana sanki daha enerjik bir havada anlatılmalıymış gibi geldi. Bilemiyorum, devrimler çağında yaşayan, Alman milliyetçiliği yükseldikçe kitapları satmaya başlayan, hiç ummadığı biçimde ilgi gören, feylesofluğu kadar trajedi kahramanı muamelesi gören birinden söz ediyoruz. Onfray’dan daha eğlenceli ve deliduman bir kitap bekliyordum diyerek bahsi kapatayım. Onfray’ın Bir Putun Alacakaranlığı (Sel Yayıncılık) kitabı albümle birlikte okunabilir, onu da tavsiye etmiş olayım.

Le Roy’un Le Monde Diplomatique tarzı mesafeli duran Filistin’le ilgili çalışmalarını biliyorum. Az çizgiyle kare kuran, sayfa içi boşlukları bir tarz olarak önemseyen çizerlerden. Yetenekli ve üretken, senaryo da yazıyor. Gaultier’in çizdiği Gaugin’i yazdı örneğin geçen yıl. Türkçede de yayınlanabilir çalışmalara sahip.

Nietzsche – Özgürlüğü Yaratmak, iddiası olan bir grafik roman. Yazarı Onfray nedeniyle ayrıca önemli. Ustaca çizilmiş, doğru seçilmiş renkleriyle kendine baktıran bir albüm.

[Haziran, 2014]

Cuma, Mayıs 14, 2021

Doğum günü

Dün doğum günümdü, nüfus kağıdımda öyle yazıyor ama anneme sorarsanız, gece onikiyi çeyrek geçe doğmuşum, yani ayın ondördünde... 

Meğer devlet, doğum için girilen saati "doğum günü" olarak belirliyormuş ...annemse karnından çıktığı saati önemsiyor... O sebeple hemen her defasında annem benim doğum günümü, cüzdanda yazana inat, ayın ondördünde kutlar, kendince bir şeyler söyler... 

Bu tür ayarlamaları ilginç buluyorum. İşte çıktığı değil de girdiği saat daha möhim filan. Birileri düşünmüş, karara bağlamış, yazıyla nüfus müdürlüğüne ve hastanelere bildirmiş olmalı. Belki de doktorlar ve diğer yetkililer gevgev bunu tartıştılar. Pıyy...

Perşembe, Mayıs 13, 2021

Yeşilçam notları

Levent Cantek ve Volkan Sümbül ne zaman tanıştı? Uzun ve verimli işbirliğiniz nasıl başladı?

Levent Cantek- Volkan ile altı yedi yıl önce tanıştık. Bir diziye başlamıştım, tek başıma yazıyordum, iş ağır olduğu için kanal birlikte çalışabileceğim birileri olmasını istiyordu. Ben pek gönüllü değildim, piyasanın dışında biriyim, dahil olmak istemediğim bir çevreden birileri beni mutsuz eder gibi geliyordu. Beklediğim gibi çıkmadı. Çabuk anlaştık, zor bir iş yapıyorduk, rahat çalıştık, üstesinden geldik. 

Volkan Sümbül- İlk olarak Eski Hikaye'de çalıştık. Ondan sonra uzun bir süre beraber çalışmasak da görüşmeye, haberleşmeye devam ettik. Televizyon işleri Türkiye'de bölüm süreleri ve sayıları yüzünden yorucu oluyor. Tek başına yazmak, bunu bir yıl boyunca yapmak zor, bir ekip oluşturmak gerekiyor genelde. Böyle bir zorunluluktan bir araya gelmiştik yıllar önce ama Levent abiyle bizimkisi bir dostluğa dönüştü hemen. 

Yeşilçam" fikri nereden geldi?

LC- Blutv’ye daha önce başka bir dizi yazmıştım, birlikte çalışmaya devam etmek istiyorlardı. Yeni bir sözleşme yapmak istiyorlardı, biraraya geldik, ben de onlara hikayeler anlattım. Önerdiğim hikayelerden biri de Yeşilçam’ın yükseliş yıllarında yaşayan bir prodüktörün hikayesiydi. Kaybeden, çabalayan, hafif romantik, inatçı biri vardı aklımda. Sadece bu kadar… Fikri beğendiler. Sonra Volkan’la konuştuk, Volkan, yaşadığım şehre geldi, uzun uzun sohbet ettik. Kırk gün sonra birinci bölümü yazdık. Kanal, senaryoyu onayladı, gerisini yazmaya başladık.

VS- Elimizde biraz karakterle ilgili ipuçları biraz da bir hikaye başlangıcı vardı. Dönem bir yandan kısıtlayıcı bir şey olsa da temel noktalarda belirleyici de olabiliyor. Dönemin olayları neydi, o sırada karakter ne yapıyordu, ne düşünüyordu gibi sorulara cevaplar bularak ilerledik.

Böylesine zengin detaylı bir senaryo yazmak için "Yeşilçam" dönemine dair ne tür araştırmalar yaptınız?

LC- Ben eski bir akademisyenim, bir araştırma alışkanlığım var demek istiyorum, ne yaparsanız yapın, ne kadar bilirseniz bilin çalışmak ve hazırlanmak zorundasınız, ne yaptık, hem hatırlamak hem de öğrenmek için literatüre yoğunlaştık. Gündelik yaşamı, sosyal ve siyasi tarihi hikayenin bir aktörü gibi kullanmak istiyorduk. Kendi adıma örneğin 1964’te üretilmiş filmlerin yüzde seksenini seyrettim. Dönem işi dediğimiz tarihi filmlerin şöyle bir zorluğu vardır. Her hikaye bir gerçeklik vehmi yaratır. Belli bir tarihsel dönemi anlatıyorsanız, seyircinize hem enformasyon vermelisiniz hem de bunu hiç yapmıyor gibi görünmelisiniz. Aslolan hikayedir, seyirci, o hikayeyi izlerken onlara kapılıp gitmelidir. En büyük zorluk bu. O sebeple hikayede yaratacağını aurayı yansıtacak tarihi bilgiye vakıf olmalısınız.

VS- Dönemle ilgili biyografik/otobiyografik bolca kitap var. Oyuncuların, yönetmenlerin, yapımcıların anıları... Onun dışında dönemin magazin dergilerinden (Ses, Hayat, Pazar gibi) faydalandık. Anı kitaplarında şu hissediliyor bazen, şimdi kimseyi kırmayalım, arayı bozmayalım gibi çekincelerle bazı şeyler es geçilmiş, konuşulmamış veya tırpanlamış. Ama magazin dergileri bunun tam aksi. Zamanın ruhunu, hissiyatını anlamamız açısından iyi bir kaynak oldular.

"Yeşilçam", "sinema içinde sinema" örneğidir. Yaklaşımınız bu damardaki önceki filmlerle nasıl karşılaştırılır - ve “The Bad and The Beautiful,” “Singing in the Rain,” “8 e ½,” “Hail, Ceasar,” diğerleri gibi?
LC- Tek tek benzerlikler ve farklılıklar üzerinden gitmek bizden çok sinema araştırmacılarının işi. Biz sadece bir sinemacıyı değil bir dönemi, bir ruhu anlatmak istedik. Hikayeler düşünen ve hikayeler anlatmak isteyen birisi bize ilginç geliyordu… Semih, yaşadığı dönem ruhunu taşıyan biri. Siyaseten hatalar yapmış biri…Vicdanıyla ve hatalarıyla yüzleşen biri. Bizim hikayemizin siyasi bir derinliği ve bir tür alacakaranlığı var. O bakımdan bence bu örneklerden farklı bir yerde duruyor. Kişisel olarak tatlı tatlı hikayesini anlatırken muhalif de olabilen eserlerin “iyi” olduğuna inanırım. Tarihimizle yüzleşmek istedik… Bir soap opera gibi gözükebiliriz, ama değiliz…Soap opera kalıplarını bilerek kullanıyoruz diyelim.

Hikayeyi neden bir yapımcının bakış açısından anlatmayı seçtiniz?
LC- Yapımcılar, oyuncular, senaristler ya da yönetmenler gibi çok sayıda narsist kişiliği idare eden, hayli kurnaz, hayli pragmatik ve çalışkan insanlar. Madden batıyor, çıkıyorlar, her zaman piyasayı kokluyorlar, yeniyi arıyor, mevcut olanı yineliyorlar. Genel olarak sevilmiyorlar… İşin en tatsız tarafındalar, her işle ilgilenmelerine rağmen hatırlanmıyorlar. Paradan başka bir şeyden anlamadıkları düşünülüyor. Tabii ki sırf para kazanmak için işe girenler, o şaşalı dünyada olmaktan hoşlanan yetersiz birileri olabilir. Ama iyileri ve doğru çalışanları da var… Semih Ateş, alaylı, çok küçük yaştan itibaren sinemanın içinde olan biri… biz onun romantik ve doğru bir örneği olduğunu farz ederek ilerledik.

VS- Semih Ateş bir yapımcı ama aslında sanatçı bir yönü de var. Sadece para kazanmayı amaçlayan bir yapımcı değil, iyi hikaye peşinde olan bir sinema aşığı. Çok yönlü biri.

"Yeşilçam" döneminde Semih Ateş benzeri bir karakter gerçekten var mıydı?

LC- İlham aldık ama sonuçta hayali bir karakter…

İlk iki bölümde Semih Ateş, “Bir film yaparım, hastalar iyileşir, mevsim değişir”, ve “Film yapmazsam, ölürüm ben” gibi akılda kalıcı cümleler veriyor. Kendi mesleğinize yönelik tutumlarınızı yansıtıyorlar mı? Ve Semih böyle etkileyici açıklamalar yapmaya devam edecek mi?

LC- Sonuçta romantik biri, kendini motive ederken, birilerine meydan okurken bu tür iddialı sözler edebilecek biri… İşini seviyor, hemen heyecanlanıyor, hayal kırıklıkları olsa da çabuk toparlıyor. İnişleri çıkışları, pişmanlıkları olan biri… Bağıracak, fısıldayacak, ağlayacak, sevinecek… kapılıp gitmiyor, yaşıyor…diyelim.

VS- Semih'inki bir hikaye anlatma tutkusu... Semih biraz iddialı tabii ki, mevsimlerin değişmesinden, hastaların iyileşmesinden bahsediyor ama sanırım her hikayeci, bu kadar iddialı ifade etmese de, yazdıkları/çektikleri sayesinde bir şeylerin değişeceğinin, bu uğraşının bir işe yarayacağının hayalini kurar. 

Semih Ateş, son derece yetenekli bir oyuncuya ihtiyacı olduğu açık olan, inanılmaz derecede çok katmanlı bir karakter. Pek çok kişi, rolün Çağatay Ulusoy'a bir eldiven gibi uyduğunu belirtti. Siz Volkan Bey ve / veya diğerleri Çağatay'ı hangi aşamada Semih olarak düşündünüz? Ve onu rolü kabul etmesi için nasıl ikna ettin?

LC- Oyuncu seçimi bizim işimiz değil. Tabii ki fikrimiz soruldu ama işin ekonomik tarafı var, vakit ve sözleşmeyle ilgili tarafı var. Biz sadece şunu biliyorduk, senaryomuzu okumuş ve beğenmişti, oynamak istiyordu. Kanal, yapımcı ve Çağatay ve menajeri biraraya geldiler, anlaştılar. İyi oldu, severek oynadığına inanıyoruz. Bence onun için de değişik bir rol oldu.

Senaryonuzda  önemli değişiklikler yapmak zorunda kaldınız mı? Senaryonuz oyuncuların doğaçlamasına yer bırakıyor mu?

LC- Kısmen yapıldı ama kanal tarafından onaylanmış bir senaryo olduğu için temelde sadakat göstermeleri beklendi. Oyuncular canlandırdıkları karakterler için yorum yaptılar ama çok çok farklı yorumlar oldu gibi gelmiyor bana. Olması gereken doğru da budur. Senaryo işin kılavuzudur.

VS- Büyük bir değişiklik yapmadık. Biz yazımı çekimlerden önce bitirmiştik. Çekimler başlarken tabii ki mekanların hepsi bizim tarif ettiğimiz gibi olmadı. Onlara göre bazı değişiklikler oldu.

"Yeşilçam", 1960'ların birçok olayına ve kişiliğine gönderme yapıyor – Soğuk Savaş, sansür, antikomünizm,  Kıbrıs'taki 1963 krizi, vb. Bu çoklu referanslar Tv dizisi bağlamında hangi amaca hizmet ediyor?

LC- Yeşilçam, son derece basit, herkesin anlayabileceği klişelere dayanan filmler üretti. Bunu yaparak hem sinemayı yaygınlaştırdı hem de bizatihi kendisi bir satış reçetesi oldu. Biz senaryomuzda herkesin bildiği ve üstüne konuşabileceği bir dönem ve anlayışı farklı bir gözle anlatmak istedik…Yeşilçam filmlerinde karakter derinliğine pek rastlanmaz, herkes tek boyutludur ve tek bir duyguya indirgenebilir. Ya sadece iyidirler ya da kötü. Başroldeki kadın ve erkek oyuncu dışında kimsenin ahım şahım rolü olmaz. Siyaset apolitiklik ölçüsünde hiçbir biçimde yer almaz. Bizim amacımız bir tersine çevirme olduğu için hem o iyimserliği kullandık hem de filmlerin bizatihi siyasetin içinde üretildiklerini vurgulamak istedik.   

VS- Şöyle düşünelim, bir yapımcı sinemaya giden insanlara kestiği biletten para kazanıyor. Teker teker o insanlarla ilgilenmesi mümkün değil ama onların ne istediklerini, ne düşündüklerini bilmeli, takip etmeli hatta mesele etmeli. Büyük bir ekonomik kriz geliyorsa insanların bilete para veremeyeceğini, başka öncelikleri olacağını hesap etmeli. Kıbrıs gibi milli bir mesele öne çıkıyorsa kahramanlık filmlerine ilgi olacağını öngörmeli. Semih de öyle. Bunları bilmek zorunda, ilgilenmek zorunda.

"Yeşilçam", Semih’in hikayesiyle daha geniş bir sosyo-politik mesaj iletmeye mi çalışıyor?

LC- Kendi adıma mesaj kaygılı filmleri sevmem, hayatta tek doğru ve tek hakikat yok… Biz iyicil ve iyimser bir hikayenin içinden bir alacakaranlık resmediyoruz, bunu farkedenler olacaktır… Sadece o iyimserliği izleyenler de…Farklı okumalar ve katmanlar yaratabilirsek bunu başarmışız demektir. Sinemanın liberter bir dünyası olduğuna inanırım. Semih, kaderiyle ve  geçmişiyle yüzleşebilen vicdanlı bir insan… Geçmişleriyle yüzleşen toplumlar daha liberter toplumlardır bunu iyi biliyorum.

VS-  Özel olarak iletmeye çalıştığımız bir mesaj yok. Biz daha çok kurduğumuz karakter ve hikayeye sadık kalarak ilerleyen yazarlarız diyebilirim. Bir mesaj vermek için hikayeyi eğip bükmüyoruz.

Dizi, bağımsız, özgürleşmiş ve iddialı kadın karakterleri sergiliyor. Bunlar 1960'larda var mıydı yoksa çağdaş çağımızın “ruhunu” yansıtan yorumlar mı?

LC- Geçmişe ister istemez bugünden bakarız, bugünün kaygılarından yola çıkarak hikayeler üretiriz. Erkeklerin egemen olduğu bir dünyada kadın olarak başarılı olmak çok kolay değil. Yeşilçam’da ayakta kalan, meydan okuyucu ve ilham verici kadın oyuncular vardı, onlardan da bugünden de faydalandık demek istiyorum.

VS- O zamanlar da böyle kadınlar vardı. Levent abinin dediği gibi erkek egemen bir dünya. Var olmak için mücadele etmek zorundalar.

Çağan Irmak usta bir sinemacı ve "Yeşilçam" dönemi uzmanı. Yönetmen vizyonunun orijinal senaryonuz üzerinde nasıl bir etkisi oldu?

LC- Benim bildiğim kadarıyla Çağan ilk kez kendi yazmadığı veya yazımına katılmadığı bir senaryoyu çekti. Biz işe başlarken onu rahatlatmak adına katkılara açık olduğumuzu, oyuncuya, mekana ve kimi başka gerekçelere bağlı olarak değişiklikler olabileceğini söyledik. Nezaketli, ölçülü ve iyi bir insan olmaya-kalmaya çalışan biri. Çağan, kendisi de senaryo yazdığı için bize karşı çok hassas davrandı, en ufak katkısında bile bizden izin istedi veya fikrimizi sordu. Hikayeyi görsel olarak güçlendirdi ama hikayenin yönünü değiştirmek gibi bir arzusu olmadı. Kendi adıma çalışkanlığını ve heyecanını çok sevdim, iyi ki çalışmışım diye düşünüyorum. Görsel olarak dünya kurabilmek kolay bir şey değil. Bunu defalarca yaptı, Yeşilçam da bunun iyi bir örneği oldu.  

VS- Ben Çağan'la daha önce çalışmıştım. Her konuda çok tecrübeli bir yönetmen. Diziyi onun çekeceğini öğrendiğimde mutlu oldum ve rahatladım diyebilirim. Çünkü onun yaklaşmının da bizim gibi, hikayeyi ön planda tuttuğunu biliyordum. Döneme dair bilgisinin dışında sevgisinin de diziye güç kattığını düşünüyorum.   

"Yeşilçam" ın dünyanın her yerinden izleyici çekebileceğini düşündünüz mü? Cevabınız evet ise, diziyi izledikten sonra ne düşünmelerini istiyorsunuz?

LC- Pazarlamayı ilgilendiren bir durum olduğu için ne söylesek eksik olur, global etkiyi belirleyen pek çok unsur var çünkü… biz ancak tahminde bulunabiliriz… Şu söylenebilir, Hollywood dünyadaki her kültüre dahil olan büyük bir medium, global popüler kültürün en güçlü yönlendiricisi. Bizde burada onu taklit etmiş yerel bir Hollywood  örneğini anlatıyoruz. Onun dışında bir karakter hikayemiz var., her ne olursa olsun asıl sürükleyici olan her zaman ya karakter ya da hikayedir…

VS- Belli bir zaman dilimi ve Türkiye özelinde bir şey anlatıyor olsak da hikayemizin temel noktası bence herkesin ilgisini çekecektir. Ben senaryomuza güveniyordum. Senaryonun ekrandaki haline de güveniyorum. Bence beğenilecektir.

Senaryonuzu yaşadığımız zor zamanlarda kolektif bir rahatlama sağlamak için kasıtlı olarak geçmişte mi oluşturdunuz?

LC- biz senaryoyu yazarken henüz covid başlamamıştı ama şunu ısrarla vurguluyorum. Bu hikaye Yeşilçam sineması iyimserliğinde iyicil, renkli ve tatlı görünmeliydi, baştan beri onu istiyorduk. O renklerin içinde kalarak söyleyeceğimizi söylemek istiyorduk.

İzleyicilerin İkinci Sezonda nelerle karşılaşacakları hakkında bize bir şeyler söyleyebilir misiniz? Örneğin, zamansal bir sıçrama olacak mı? Semih’in hikayesi bitecek mi, yoksa kapıyı yeni sezonlar için açık bıraktınız mı?

LC- İkinci sezon bir beş yıl sonra başlıyor. 1964’ten 1969’a geliyoruz.

VS- Spoiler vermeden daha fazla şey söylemek mümkün değil.

Pek çok kişi "Yeşilçam" dizisini bir "ezber bozan" olarak tanımlıyor. Dahası, BluTV gibi dijital platformlar sayesinde tüm dünyada  izlenebilecek. Sizce, Türk dizileri yeni bir "altın çağ" a mı giriyor? Ve cevabınız evet ise, "Yeşilçam"  nasıl hatırlanacak?

LC- Bu biraz kişisel bir cevap olacak, ben kendi hayallerimin peşindeyim, yazarken mutlu olacağım hikayelerle uğraşmak istiyorum… Altın Çağ gibi adlandırmalar ya da gelecek değerlendirmeleri ilgimi çekmiyor.

VS- Türk dizileri hali hazırda dünyanın birçok ülkesinde izleniyor. Yeşilçam da yurtdışında beğeniyle izlenen diziler içinde yerini alacaktır.

Söyleşi, İngilizce yayımlandı. Meraklısı için link

Çarşamba, Mayıs 12, 2021

Aa yazık ama


 Yuh demiştim, hayvana yazık diye... Meğer, stüdyoda fotoğraf dekoruymuş o eşşek...

Salı, Mayıs 11, 2021

Nilgün

Güzel Marmara. İki adımlık yerkürede bağsız ve yeğni. Saflığın kuş uçuşu. Gören gözler, bilen dudaklar. Sıkıntı sınırında ertelenen acı. Bulamayan Nilgün’ün keder seferi. Üzgün adım, ileri marş! En güzel bekleme odası şiirin. Nilgün Marmara, Türkçenin intihar dizesi. 

 

All Capp


Bizde çok sevilen, Vatan ve Milliyet'te dizi sonlandırana kadar yayımlanan Hoş Memo'nun çizeri All Capp hakkında okuyorum. Capp, Amerikan ölçülerinde bir liberalken muhafazakarlaşıyor ve 68' sürecinde açık bir sol ve demokrat karşıtına dönüşüyor. Bağnaz ve öfkeli biri olup çıkıyor. Televizyonlarda inatçı bir dille saydırıp duruyor. Sonraki yıllarda şöyle demiş örneğin: "öğrendiğim şeylerden biri, liberal bir tavır sergilediğimde -ki buna inanıyordum- muhafazakârlar bana sadece soğuk bir küçümseme gösterdiler. Onlardan hiçbir zaman bir mektup almadım. Sadece benden nefret ettiler. Liberallere saldırmaya başladığımda muhafazakârlar soğuk sessizliklerini korudular fakat liberaller her hafta binlerce mektupla beni kınamaya başladılar!”. Capp'in anlattığı Hoş Memo'nun sonunu getiren dönem olmalı. 

Yine altmışlı yıllarda ortaya çıkan pop-art akımını da aynı torbaya koyup tekmelemiş ama çizgi bantlarla-çizgi romanlarla arasında ilginç de bir karşıtlık kurmuş...“Modern sanat sakat düşüncelilerin açığa çıkmasıdır. Yeteneksizler tarafından yaratılır, ilkesizler tarafından satılır, bilgisizler tarafından satın alınır. Gerçek sanat bugün çizgi bantlarda bulunuyor. Ve çizgi bantları bugün Amerika’da üretilen en iyi sanat. Onları Daumier ve Michelangelo’ya uyguladığım standartlara göre değerlendiriyorum. Ve bu standartlara göre bantlar gerçekten çok iyi.”

Pazar, Mayıs 09, 2021

Büyümek

Sosyal medyada yirmili yaşlarla ilgili fotoğraflar paylaşıldı, yaşadığımız dönemin sıkıntılarından olmalı, eski zamanları konuşmak "hepimize" iyi geldi sanki... Ben de yukarıdaki fotoğraftan kendimi kesip paylaşmıştım...

Masadaki erkeklerden ikisi üniversiteden sınıf arkadaşlarımdı, diğerini ismen hatırlamıyorum, belki fotoğraf olmasa yüzünü bile unutacaktım, resme bakarken kendimi onları anlatırken buldum... O yüzden yazıyorum. Yirmi ya da yirmi bir yaşındayız, mekan Ankara'nın salaş mekanlarından Tavukçu...haliyle dört "sap" siyaset konuşuyor olmalıyız. 

Ekip şöyleydi, tanımadığım çocuk, Nazi hayranıydı, bana enteresan gelmişti... Tuhaftı, ciddiye almakla almamak arasında onu dinlemiştim. Sınıf arkadaşım dediklerimden biri, ne zaman içsek, Menderes'in asılmasının ne kadar doğru bir karar olduğunu ispat etmeye çalışırdı, sıkıcıydı, alkole de düşkündü... . Bir diğeri ise ilk tanıdığımda Marksist'ti, sonra bir ara kendini dine verdi, Adnan Hocacı oldu, sonra Atatürkçü, en son Göktürk alfabesi filan... aslen Kürt... Üçü de iyi aile çocuklarıydı, Kolejli filan...   

Fotoğrafın arkasına iki arkadaşım bir şeyler yazmışlar, biri bana "dünyanın en manyak insanı" demiş, diğeri "tanıdığım en şerefli erkek adam"... ikisi de tuhaf geliyor, "değilim yahu" demek nafile...

Büyümek zor iş, savrulup duruyorsun, içmek dağıtmak, iddialaşmak, kestirip atmak gençliğin raconunda var... Büyüklenmeler, kabarmalar... 

Fotoğraf çektirmişiz, yan yana durmuşuz ama belki otuz yıldır görmedim bu arkadaşları... Başka bir hayatım olsun isteyerek, farklı bir yöne gittim, bana daha çok benzeyen insanlarla arkadaşlık etmiş olabilirim, okuduğum okullardan kimseyle irtibatım olmadı, bende okullara özgü aidiyet duygusu yoktur, mezunlar, gelenek iddiaları filan hiç hoşuma gitmez, şöyle anlatayım, doktora yaptım, bir kere bile mezuniyet törenine katılmadım. Hani arayıp sormamanın sorumlusu daha ziyade benim diyelim.

Arkadaşlar, bana sorarsanız, çok anlaşamasanız da... insanı büyüten, koruyup kollayan sığınaklardır, eve karşı, dünyaya, iş yerine, sınıfa, okula, öğretenlere karşı... onları değiştirir, bile isteye uzaklaşıp yakınlaşırsınız...Bazen bir günü, bazen bir yılı, bazen koca bir okulu kurtarabilir arkadaşlar, büyümek çok zordur çünkü, çok...

 

Cumartesi, Mayıs 08, 2021

Sagan

84 yılı filan olmalı, bu kitaba önemli bir romanı okuyacağım hissiyle başlamıştım, "çığır açıcı" diyorlardı, bugün,  sahiden de "o kadar önemli mi" diye durup kendime sorsam, "o kadar değil be canım, ıhh" diye bir cevap verebilirim. Ama o yaşlarda okumasaydım kendimi eksik hissederdim, iyi ki de okumuşum, bana güzel fikirler, vitaminler, ilhamlar vermişti. 

Yıllar yıllar sonra akademisyen olduğumda eski gazeteleri tararken, basın tarihi çalışırken frankofon Babıali'nin Sagan'a hayli alaka gösterdiğini görmüş, ayrıca şaşırmıştım. Hatta, Menderes ile ilişkisi olduğu bilinen ama adı bu bahiste bile isteye zikredilmeyen Suzan Sözen'den Türk Sagan'ı diye söz ediliyordu. Gazetecilerin yakıştırmasının edebiyatla ilgisi olmadığı muhakkaktı.

Her neyse, ben size kendi okuma serüvenimden söz edecektim, ilk sayfalarda romana dahil olamamıştım bir türlü, benim gibi serüven edebiyatıyla hemhal olmuş bir ergenin kolayca dahil olacağı bir içeriği yoktu, soap opera gibi duruyordu, kadınsıydı... 

Sonradan anlıyorum ki, beni asıl huzursuz eden, hikayenin 17 yaşındaki genç kadın kahramanının dünyayla, aşkla, cinsellikle, aileyle, toplumla ilişkili düşünceleriydi. Pervasızdı, bir ergen öfkesi taşıyordu, entrikacıydı filan...Alışık değildim, ancak meşum kadınlara özgü olabilecek bir ataklığa sahipti, etkilenmiştim, taklit ederek bir hikaye yazmayı denemiştim hatta.

Yakınlarda romanın çizgi roman uyarlaması çıktı, meraklısına diyelim. 

Cuma, Mayıs 07, 2021

Dümdüm tek!

Fotoğraf, hoşuma gitti, çünkü fotoğrafta rakseden dansöz dışında "kameraya" bakan tek bir kişi var. Sadece bir kişi...  Onca erkek, gözleri parlayarak dansöze kitlenmişler, dansöz ise sanki onları görmüyor, aklı fotoğrafçıda, merakla ona dönmüş... Dümtek, dümdüm tek...

Neden bilmiyorum, bir sahne olarak, aklıma saatler sonrası geliyor, ay ışığı altında boş masalar ve yağmur yağıyor... 

Perşembe, Mayıs 06, 2021

Yeşilçam, gelecek ve diğer meseleler

Dönem Filmleri: Dönem anlatmayı seviyorum, doktora tezim kırklı yıllarla ilgiliydi, o yıllarla ilgili iki grafik roman bir de televizyon dizisi yazdım. Bir dönemin zihniyetini, eğilimlerini, siyasi ve sosyal çekişmelerini fon olarak kullanmak hoşuma gidiyor. Blutv ile platform olarak eksiklerini ve ihtiyaçlarını konuşuyorduk, kendimce önerilerde bulundum. Daha kadınsı, melodramatik dizi olması gerekiyordu. Yeşilçam’ın kuruluş yıllarında bir prodüktörün hikayesini anlatabilirim dedim, önerdim, ilgilerini çekti. Bu arada soruları tek başıma cevaplıyorum ama ben Blutv ile anlaştıktan sonra daha önce de birlikte çalıştığım Volkan’la (Sümbül) konuştum, hikayemi, aklımdan geçenleri anlattım. Projeyi birlikte yazdık. Onu da hatırlatayım.

Yapımcılar: İlham meselesine geri dönersem, Prodüktörler parayla hatırlanıyor ve sanatçı sınıfından sayılmıyorlar, ticaret adamı olduklarını kabul ediyorum ama oyuncular, yönetmenler, senaristler, menajerler gibi nerdeyse tamamı narsist ve marazi kişilikleri idare edebilmeleri bana her zaman ilginç gelir. Bazen çok kazanıyor, bazen batma noktasına geliyorlar… heyecanlılar ya da heyecan nedir biliyorlar. Sanatçı değiller ama sanatın içindeler. Ticaretle uğraşıyorlar ama saf ticaret değil yaptıkları iş, hayal satıyorlar, hikaye konuşuyorlar. Siyasi erkin müdahaleleriyle yaşıyor, bürokrasiyi biliyorlar, pragmatikler. Benim için arada kalan kişilikler hep ilginçtir.

Yeşilçam Filmleri: Yeşilçam filmleri çok ucuza üretilirdi, 15 bin dolara film yaptığınızı ve insanları etkilediğinizi düşünün. 1o günde bir film çekiyorlar. Beni etkileyen şey enerji ve iştahları, her ne olursa olsun devam etmeleri, çalışmayı alışkanlıkla şevkle sürdürmeleri…Başka çareleri yok, geçinmek zorundalar ama tuhaf da bir romantizmle bunu pek akıllarına getirmiyorlar. Hikayelerle yaşayan, hikayeler anlatan ve konuşan birileri bana sempatik geliyor. Bir kardeşlik hissi benimkisi…

Bugün ne eksik?: Nostaljik bir soru ve ben bu tür sorularda iyi değilim. Geçmişin daha iyi ve bugünün daha kötü olduğuna dair bir inancım yok. 

1960’lar: Karayolları gelişince filmler eş zamanlı olarak her şehre gidebilir oluyor. Kopya sayısı artıyor ve filmlerden daha fazla para kazanılıyor. Seyirci artıyor. Bu filme daha fazla para harcanabilir hale geliyor demek. Hepsi birbirine bağlı aslında. Yeni ve genç bir seyirci geliyor. Yeni oyuncular çıkıyor. Düşünün hepsi yirmili yaşlarda onlarca genç erkek ve kadın oyuncu sinemaya başlıyor. Daha iyi senaryo yazdırılıyor. Edebiyat uyarlamaları başlıyor, sinema sektörüne edebiyatçılar giriyor. Edebiyatçıların entelektüel eğilimleri ve muhaliflikleri hikayeleri dönüştürüp derinleştiriyor. 

1964: Biz hikayeyi tasarlarken yerel ve global popüler kültürün bir kesişimi olsun istedik. Yeşilçam, bir Hollywood taklidi aslında… Hollywood, dünyanın her kültürüne sızan, hayranlık ve endişe yaratan bir “medium”… Film çekmeyi o filmlere bakıp öğreniyorlar. Bu sadece Türkiye, Mısır veya Hindistan için değil… Almanya, İsveç ve hatta İngiltere için geçerli… 1964’te siyasi bir gerilim oluyor ve Rumlar, Türkiye’den Yunanistan’a göçe zorlanıyor, çünkü o yıllarda Kıbrıs’ta Türklerle Yunanlılar arasında çatışmalar yaşanıyor. Geçmişte de 1955’te Müslüman olmayan azınlıklara yönelik bir linç ve yağma girişimi olmuştu. Hatta devlet eliyle organize edildiği için 1960’ta o dönemin bürokratları yargılanmış ve ceza almıştı. Bu tarihi enformasyonu yabancı izleyiciler bilemezler. Semih Ateş karakteri geçmişiyle yüzleşen, geçmişte yaptıklarından pişmanlık duyan biri…1955’teki faillerden biri olduğunu biliyor. Nedamet getiriyor, yüzleşiyor ama bu her zaman yetmez. Biz bir insan hikayesi anlatıyoruz. Global seyirci onun hikayesini, Yeşilçam’ın neşeli vitirini ile alacakaranlık arka odalarını, entrikacı dünyasını izleyecek.

Semih Ateş için kimden ilham aldınız? Özel olarak birisi yok elbette. Kaçınılmaz olarak ilham alırsınız, okuduklarınız, seyrettikleriniz ve tanıdıklarınız size ilham verir. Sahici bir kahraman, trajiktir, vicdanı sızlar ve hatalarıyla baş etmeye çalışır. Ben geçmişiyle ve hatalarıyla, ailesiyle, kişisel tarihiyle yüzleşen, iyi olmaya ve iyi kalmaya çalışan insanları severim. Hepimiz hayat karşısında yaralıyız. Mağdur da oluyoruz, fail de… Şöyle düşünün, bunun için dine ve dindarlığa sığınmak gerekmiyor, Din’den önce vicdan vardı. Kendimizi birinin yerine koyarak düşünürsek, nasıl desem “utanırsak iyileşiyoruz.”

Çağatay'ın oynayacağını biliyor muydunuz? Hayır bilmiyordum, ben İstanbul’da yaşamıyorum, genel olarak piyasanın dışında kalmaya çalışan biriyim. Kimseyi tanımıyorum desem yanlış olmaz. Biz ikinci sezonun yazımını bitirdikten sonra belli oldu Çağatay’ın oynayacağı. Genel olarak izlenimim işini seven biri olduğu… Bir hayali var, elindekiyle yetinmeyecek, daha iyisini arayacak bir oyuncu olduğunu gösteriyor.  İştahlı ve çalışkan, odaklanıyor… Bunlar önemli. Doğrudan konuşmadım, itiraf etmem gerekirse çok gerekmedikçe oyuncularla birebir diyaloğa girmeyi tercih etmem. Bu proje özelinde yapım ekibiyle, Çağan ile (Irmak) ile çalıştık. Ne yapmak istediğimizi, neyi nerden ilham aldığımızı uzun uzun kanalla yapım şirketiyle konuştuğumu düşünüyorum. Bunlar oyunculara aktarılıyor. Kolektif bir iş yapıyoruz. Çağatay’ın senaryoyu sevdiğini ve oynamak istediğini biliyordum, bana da fikrimi sormuşlardı. Başarılı olduğuna, role hakkını verdiğine inanıyorum. (…)  Şaşırmadım, beğendim. Bana çekimlerle ilgili video kayıtlar yolladılar. Tek tek bazı sahne performanslarına baktım. Setten komik bir hikaye anlatamam, çünkü sadece bir kez, ilk sezonun son çekim gününde gittim. Hem pandemi var hem de ben senaristim, işimi aylar önce bitirmişim, herkes sette koştururken turist gibi oralarda dolanmayı sevmiyorum.

Karakterler: Senaryoda görünen her karakterin edebi ve insani bir derinliği olmasını isterim. Sadece güzel kız ile yakışıklı erkeğe baktırmak hoşuma gitmez ya da seyirciyi finale taşıyan tek etkiye yoğunlaşmayı sevmem. Yeşilçam’ın bir anlatı olarak neşeli, aydınlık ve cıvıl cıvıl görünürken dünyaya, kapitalizme, erkeklere, sertliğe, horgörüye muhalefet etmesini hayal ettim.

Dün ve bugün: Yeşilçam filmleri genel olarak basittir, apolitiktir, aşklar genellikle aseksüeldir, e bugün böyle hikaye anlatamazsınız. Her şeyden önce geçmişle kıyaslıyorsak, eskiden sadece erkekler vardı üretici olarak… Bugün ise kanal ve platform yöneticileri kadınlardan oluşuyor. Daha fazla kadın muhalefeti var. Para kısmı için ne söyleyebilirim, kapitalizmden uzak yaşamaya çalışan biri olarak bana pek bir şey değişmedi gibi geliyor… 

Yabancı fanlar için not: Semih’in Beatles için “tutmaz bunlar” yorumu ilgilerini çekebilir. Diğer yandan Türkiye’de bir tartışma oldu, ona aktarabilirim. İnsanlar genellikle günü yaşadıklarından,  yaşadıkları zamana bakarak geçmiş hakkında iddialı sözler edebiliyorlar. İlk bölümdeki danseden kızlara inanmadılar örneğin, abartıyorlar, yoktu böyle bir şey filan dediler. Yeşilçam öyle değildi filan diye kestirip atabildiler. Oysa o yılların dergi ve gazetelerini inceleseler, İstanbul’da hemen her gece mekanında striptiz ve revü kızları var. Ben 1964 yılında Türkiye’de üretilmiş filmlerin yüzde seksenini bu diziye başlamadan önce seyrettim, bu filmler de bulanabiliyor, herkes seyredebiliyor… sahiden baksalar, az anlatmış diyecekler… Mesele öyleydi veya öyle değildi meselesi de olamaz, yanılıyor muyum sorusunu akıllarına getirmiyorlar. 
Türkiye’de üretilen diziler: Tatsız bir cevap olacak. Benim kendi gündemim var, her gün bir film ya da iki dizi bölümü seyretmeye çalışıyorum ama bizde üretilen dizileri takip ediyorum diyemem. Bozkır’ın yaratıcısı benim, Alef’i de Blutv’den rica ettikleri için seyrettim. Diğerlerini hiç seyretmedim, çok bilmiyorum yani. Ağır bir iş yapıyorum, aileme vakit ayırmam daha doğru olur gibi geliyor. Televizyona en son 2019’da bir iş yaptım. Artık yapmak istemiyorum. Dijital platformlara daha derinlikli hikayeler anlatabilirim gibi geliyor. Şu an Netflix’e üç film yazıyorum, ikisinin hikayeleri bitti, üçüncüsü bitmek üzere… O iş nereye varacak onu göreceğim. Yani ancak kendi deneyimlerimi anlatabilirim. Geniş ölçekli bir fikrim yok.

Yerellik ve global ölçütler: Bu çok tarif edilebilir bir şey değil. Nerde güçlü ve zayıf olduğunuzu bilmeniz gerekiyor. İyi hikaye ve iyi karakterse ilgi çekebiliyorsunuz. Globali hesap ederek yazılmaz ama yine de hesap edersiniz. Çünkü bizim işlerimiz yurt dışına satılıyor. Ben senaryoda dil oyunları ve şiveler yazıyorum. Örneğin İzzet’in siyasi konuşmaları Türk olmayan biri tarafından çok da anlaşılmayabilir. Bir sertlik kalır ama sözcük tercihleri o denli dikkat çekmez. Aslında her şeyi en başta yazmadan önce tasarlamak zorundasınız. Netflix’e iş yaparken başka bir kıstas kurdum örneğin. Günümüzde geçen hikayeler bunlar. Los Angeles’tan birileri yazdığınıza yorum yapıyor, sizi yönlendiriyor… Yani en baştan dahil olabiliyorlar, biliyorsunuz daha tasarıyken hikayeler satılabiliyor ve içerikler ona göre şekillenebiliyor. Ben de öğreniyorum. Bir hikayemin global satışının yüksek olacağına inandılar, nasıl gelişecek göreceğim. 

Yeşilçam ve Popüler kültür: Popüler kültür, hep birine, bilinen bir örneğe benzetilerek ilerler. Bizim aklımızda bir jelibon (Jelly Bean) şekeri görünümü vardı, aynen öyle parlak ve tatlı görünmeliydik ama seyircinin dişini sızlatmalıydık. Yeşilçam, Türkiye’de çok bilinen ve herkesin üzerine bir şey söyleyebileceği bir mecra… Riskli gibi duruyordu. Nostaljiyle bakılıyordu. Biz bunlardan faydalanıp sert ve rahatsız edici bir başka resim göstermek istedik.

Kimim ben? : On iki yıl üniversitede çalıştım, o arada popüler kültür, mizah ve çizgi romanla ilgili akademik kitaplar yazdım. Sonra istifa ederek büyük bir yayınevinde editörlük, Türkçe edebiyatla ilgili yayın yönetmenliği yaptım. O arada grafik romanlarım oldu. Senaryo teklifleri geliyordu, aşağı yukarı aralıklarla da olsa on bir yıldır, senaryo yazıyorum. Son üç yıldır ise sadece senaristlik yapıyorum, diğer işlerimi bıraktım. 

Ankara’dan İstanbul yazmak: Daha zor diyemem, profesyonelseniz dersinize çalışacaksınız… 

Gelecek ve Yeşilçam’dan bir zombi çıkar mı? : Netflix gibi global dijital platformlar yerel sinemalarının geleceğini belirleyecek, ne olacak göremiyorum ama her ne olursa olsun Yeşilçam’ı dirilteceğini sanmıyorum,  o tarihsel bir evreydi, geçti gitti aslında. O sebeple nostaljisi yapılıyor, yaşamıyor çünkü. 

Pandemi, dijital anlatılar ve yine gelecek: Gerçekten bunun cevabını bilmiyorum, bence kimse bilmiyor. Hep birlikte yaşıyoruz. Global platformlarla iş yaptıkça bir fikrim olacak. Sözleşmelerim bittiğinde yani ancak bir buçuk yıl sonra deneyimlerimi paylaşarak bir şeyler söyleyebilirim. Görünen o ki, global bir ortağınız yoksa yerel kalıyorsunuz. Global ortağınızın da bambaşka bir gündemi oluyor. 

Türk dizileri neden ilgi görüyor: Size şöyle bir şey anlatayım, Koreliler Türkiye’deki sinema salonlarını satın aldılar, burada yatırımlar yapıyorlar. Benimle kimi Kore filmlerinin uyarlamasını yapmakla ilgili görüşmüşlerdi. Yazım tarzımın Kore hikayelerine benzediğini düşünüyorlardı. Şaşırmıştım. Hep aklımdadır, bir şey yazıyorsunuz ve o iş sizden çıkıyor, hiç ummadığınız biçimde yorumlanabiliyorsunuz. Kore filmlerini seyretmez değilim ama bir takipçisi, hayranı ya da uzmanı değilim. Yılda on tane izlemem belki. Bunu niye anlattım. Global seyircinin tam olarak neyi sevdiğini ölçemeyiz. Yakışıklı bir erkek oyuncu, güçlü bir kadın karakter, entrikalı bir hikaye, görsel aura, tempolu bir müzik… Çok etken var. Kendilerine yakın bulmasalar ilgi göstermezler. Latinler, Araplar, Slavlar neyimize sempati diyorlar, bunun cevabı ancak orada seyircilerle yapılacak alımlama (reception) çalışmalarıyla ortaya çıkabilir. 

Yabancı fanlara son söz: Merak etmesinler, Semih Ateş “bir film yapar, hastaları iyileştirir”

Söyleşiyi, North America Ten ile yaptık. Soruları çıkarıp küçük bir revizyon yaptım. Meraklısı linkten ayrıca bakabilir.