Cumartesi, Nisan 30, 2022

Teknoloji sunar!

Fotoğrafı çizgiye dönüştüren programlar var,  nitelikli örneklerini çeşitli fotoğraf paylaşımlarında görüyordum. İşten güçten fırsat bulunca araştırdım, toonart diye bir şey buldum, iki gün kurcaladım... Yukarıdaki ve aşağıdaki örnekler, o kurcalamadan çıkan sonuçlar... 

Fotoğraf keşfedilince-yaygınlaşınca resmin öleyazacağı düşünülmüştü, Walter Benjamin ve Franfurt Okulu okuyan her öğrenci bu bağlamı tartışmıştır. Matbaa teknolojileri gelişip, gazeteler-dergiler iyi baskıyla fotoğrafı hakkıyla kullanmaya başlayınca, gazete ressamlığı ölmedi ama çok geriledi...Hele foto realistik tarz çok ama çok güç kaybetti. 

Şu programa bakıyorum da, fotoğraf referansıyla çıkan işler, hiç de kötü değil...üstelik yirmi saniyede çıkan bir sonuç bu... Eğlencelik olarak güzel de... 

İllüstratörler zaten düşük teliflerle çalışıyordu, o yirmi saniyelerle iş tanımları bir kere daha değişecek, öyle anlaşılıyor...

Cuma, Nisan 29, 2022

Kepenkleri indirmek


Geçen hafta iki önemli mizah dergisi küçük esnafın iflaslarıyla ilgili kendi tarzlarında eleştirel kapaklar yaptı. Zor dönemlerden geçiyoruz, rafları biliyoruz, fiyatlar artıyor, çeşitler azalıyor....ama sanıyorum, hemen herkes, çevrelerindeki daralmanın, kapanan dükkanların, azalan işletmelerin farkındadır. 

Yürüyüş yolum üzerindeki iki market, bir ay içinde kapandı, hatta bir tanesi zincir mağazaları olan bir işletmeydi, pat diye kapandı, öyle ki, cenazeydi hastalıktı diye düşündüm, konduramadım, açılışı olalı bir ay oldu olmadı çünkü. Dün bir baktım, bir başka market daha kapanmış, onlar kira sözleşmelerinin sonlanmasını beklemişler, ilk ikisi üç ay oturmamışlardır, tadilat yaptılar, boyadılar ettiler, girdiler ama baktılar ki olmayacak, yol yakınken vazgeçtiler.

Çocukluğum-gençliğim esnaf arasında, çarşıda geçti, "iş olmamasının gerginliğini" iyi bildiğimi düşünüyorum, bazen yaprak oynamaz, suya battıkça dibe çöken ve ağırlaşan paçavra misali günbegün eksilirsin ama farkına dahi varamazsın...

Popüler kültürümüze şöyle bir bakarsanız, hele son kırk yılda esnafın pek sevilmediğini fark edersiniz... Genel olarak orta sınıfta böylesi bir husumet olduğu söylenebilir... Esnaf dediğin kaypak, çıkarcı, güçlüden güçten yana, kaba saba taşralılardır filan... Kapaklar o bakımdan ilginç. Leman, daha sert üslubuna uygun ölümüne bir "abartı" yapmış, Uykusuz ise daha içerden, fısıltılı bir hayıflanmayı esprileştirmiş...ama her ikisi de duygudaşlık göstermiş.


Perşembe, Nisan 28, 2022

Tencere, habaset ve hamaset

Sağcılar Gezi Olaylarını bu kadar zaman neden yorumlayamadılar? Onlara göre, bu kadar insan bir çıkar ilişkisi olmadan biraraya gelemezdi de ondan... bir ideolojik bağ, bir manipülasyon, bir emir komuta zinciri ve en tepede birisi olmadan zinhar mümkün değildi... Başka türlüsüne akılları ermedi. Böyle yaşıyorlardı, reisleri, başbuğları, çıkarları, işe koyulacak çocukları, kadro bekleyen yakınları, arabanın taksitleri, alınıp satılacak evleri, 1453 ve 1071 ile başlayan banka şifreleri vardı. 

Dikkat edin, sağcılar uzun bir süre, hasım oldukları siyasi partileri suçladılar, akılları fikirleri onlardaydı çünkü, başka türlü bir siyaset bilmiyorlardı... Oysa o siyasi partiler, Gezi'deki unsurlardan sadece birisiydi, kimse kimseyi yönetmiyor ve yönlendirmiyordu. Gerçekten anlamadılar. 

Birini suçlayacaklardı, bize deli saçması geliyor ama o sağcı mantık mutlaka birini seçecekti, birilerine ajan, diğerine hain, öbürüne uşak, bir başkasına komprador demeden işin içinden çıkamayacaklardı... Bunca yıldır okuyorum, en az yüz elli yıldır tekrarlanıyor, sürüp gidiyor. Yok ibne, yok gavur, yok foncu, yok mandacı, yok İngiliz muhibbi, yok Soroscu ve falan filan "dönderip duruyorlar"... 

E diyeceksiniz ki, bunları biliyoruz, muktedirler tek bir delil gösteremeden, savunmaları dinlemeden, kimseyi ikna etmeye gerek duymadan insanlara ceza kestiler. 

Bir arkadaşım dedi ki, "biz" aramızda konuşup duruyoruz, kimsenin umurunda değil...Umurunda olanlar vardı, onlar da birer birer ülkeyi terk ediyorlar...

Elbette bu durum yeni değil, hep böyleydi, bu memleketin insanları "bizi" üzen ve kahreden, aslında herkesi ilgilendirmesi gereken  özgürlük sorunlarıyla zerre ilgilenmez. Onlar için biri mahkemeye düştü mü, suçludur, ateş olmayan yerden duman çıkmaz filan derler... Biraz kurcalayınca anlarsınız ki, bal gibi de farkındadırlar, bile isteye "s.klemezler", ne yaparlar, e ev alırlar, oğlanı evlendirir, çocuğu işe koyar, herhangi bir şey için adamını "arar", daima güçlü olanın yanında dururlar, hayatları idame ve idare etmekle geçer...

Gel gör ki, siyasi literatürde geçtiği biçimiyle, o evlerdeki tencere eskisi gibi kaynamıyor... Hamaset de bir yere kadar demek istiyorum, ben ekmeğime bakarım diyecekler, o düşmandı o haindi pek tınmayacaklar göreceksiniz... Demokrasiyi ve adaleti eşitlikle değil keyfiyetle kurarsanız, gün gelir mağduru olursunuz...sosyal medyada rastladım, güzel espriymiş, ben yaşlarda biri bulmuş olmalı, "La şante mi kantare gün gelir seni tartare..." 

Yılmamak, mutlaka enseyi karartmadan "çalışmak" gerekiyor...  

Çarşamba, Nisan 27, 2022

Son Okuduklarım 52

Mülk ile Rutu Modan dilimize ilk kez tercüme edilmiş oldu, böylece diyelim, önemli bir hikaye anlatıcısı ile tanışmış olduk. Torunu ile birlikte doğduğu topraklara, Polonya'ya turist olarak dönen yaşlı bir kadının yaşadıklarını okuyoruz. Yahudilerin parayla olan ilişkilerini, kuşak çatışmasını, küçük hesapları tatlı tatlı esprileştirmiş. Hikaye açıldıkça babaannenin, torunundan gizlese de eski aşkını görmek üzere bu yolculuğa çıktığını anlıyoruz. Modan yeni ve eski aşkları, geçmişi, dünya savaşını, iyi harmanlayarak bize başka türlü bir mülkiyet hikayesi anlatıyor. Bence asıl başarısı, o itiş kakışı ve karmaşayı hınzırca bir sakinlikle anlatabilmesinde. Çalışma biçimi de ilginç, bir yönetmen gibi çalışıyor, önce hikayesinin foto romanını çekiyor, sonra o fotoğraflardan faydalanarak eserini çiziyor vs.  Sonsuz Aşk ve Diğer Hikâyeler, Paulo Monteiro'nun kısa hikayelerinden oluşan bir albüm. Monteiro'nun hikayeden çok tek bir duyguya odaklandığı, ardışıklığı kullanarak şiir yazdığı söylenebilir. Böyle bir tarz eskiden de vardı ama son on yılda otobiyografik nitelikli çizgi romanlar ve çizgili anlatıların katkısıyla çoğaldı demek gerekiyor. Hüzünlü, kazanamayacağını bilen, anlamaktan yorulmuş bir erkeğin sevgilisiyle, babasıyla, geçmişiyle yüzleşmelerini okuyoruz.  Senso güzel bir "mutlu olma" hikayesi, karmaşası, karşılaşmaları, iyimserliği tatlı anlatmış...Hikaye aslında klişe, çok sıcak bir yaz gecesinde, aynı otelde, üstelik kalabalık bir düğünün ortasında birbirleriyle tanışan, yakınlaşan bir çifti okuyoruz. Teatral bir sıkışması var, tesadüfleri, hatıraları, takıntıları ve mizahı iyi kullanmış, okuru iyi hissettiren hikayelerden. Çizgi Roman ve Anlatımbilim, isminden tahmin edilebilir, çizgi romanla ilgili bir inceleme kitabı, bizde pek yayımlanmıyor, o sebeple ayrıca ilginç, üstelik dünyadaki literatürü iyi bilen bir çalışma olmuş, yazarı Türkiye'de çalışan bir İspanyol akademisyenmiş...

Teldeki Kuş, bir Leonard Cohen biyografisi, çizgiler akışkanlık kurabilmiş, senaryo işinde ise Cohen dışında herhangi birini belirginleştirmemişler, babanın kaybıyla açılıyoruz ama onu sonradan bir travma olarak kurmamışlar. Hakeza onu aralıklarla ölüm döşeğinde hatırlarken görüyoruz ama bu, biyografik sıçramalarını açıklayacak ve geçişi kolaylaştıracak biçimde tasarlanmış. Sonuçta üretken, çok hayatlı, çok karakterli, çok ilişkili bir sanatçıyı tutarlı bir biçimde anlatabilmek kolay değil, bir yorum yapıyorsunuz. I am not okay with this, Forsman'ın bir başka çalışması, Komik Şeyler yayımlamış, ergen hikayesi olarak savrulması, karamsarlığı, arayışı ve iddialı finaliyle başarılı bir grafik roman, zaten bu sebeple keşfedildi. Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad'tan yapılan serbest bir uyarlama. Çok iyi resmedilmiş, bence Conrad'ın dünyasını iyi yansıtan bir ardışıklıkla kurulmuş bir albüm. Zor bir iş olduğunu kabul ediyorum, Conrad'ın benzersiz bir dil dizgesi var, sadece bunu aktarmaya kalkışılırsa kareler betimleyici olmaktan ileriye gidemez, yani bir çizgili anlatım değil, Conrad okurken -metne teslim olmuş- buluruz kendimizi. Veya romanın muammalı, roman olmanın gücünden kaynaklanan gizemli bir gücü var, resmediğildiğinde aşikarlaşacak bir tarafı... Görünürleşmemesi gereken bir güçten söz ediyorum. Uyarlamayı yapanlar meydan okuyucu bir işe kalkışmışlar yani. Conrad, okuru yorumlamaya iten, hikayeyi tamamlatmaya sevkeden bir  yazar. Oysa çizgi roman, gösteren bir tür. O bakımdan ne yapmışlar-nasıl yapmışlar diye okudum. Fena iş çıkmamış diyerek bitireyim, ben beğendim. Yakınlarda Kane isimli yerli bir western çizgi romanı çıktı, pek duyulmadı, ilk kez Fransa'da 1988'de yayımlanmış, çok değil bir ay kadar önce kaybettiğimiz Celal Kandemiroğlu'nun bir çalışmasıymış, bilmiyordum. Blueberry'den aşina kareleri ve çinisi var, işçilik o bakımdan dikkat çekici, Gir çinilese, o çizse ancak bu kadar olur denecek bölümler çıkıyor karşımıza, hikaye ise pek parlak değil, Spaghetti Western havasında, zaten o sebeple gaiplere karışmış bunca sene...Pulp severlerin dikkatine diyelim, az basılmış ve kolay bulunmuyor.

Salı, Nisan 26, 2022

Bağzı şeyler

Hukuken değil siyaseten bir ceza verildi ve Gezi Davası nihayetlendi.  Delilmiş ispatmış hak getire...İnsanların hayatlarıyla oynadıklarını bile bile hem de...Kimseyi inandıramadılar. O kadar da saçmalamazlar diyen çoktu, kendi adıma o ölçü çoktan berhava oldu, bu "hesap" birilerine kesilecek diyordum. 

İnsan tabii ki yanılmak istiyor, iyimser olmayı yeğliyor, bir ümitle sürpriz bekliyor... Olmadı, yasalar önünde herkesin eşit olabilme idealini bir türlü sağlayamıyoruz. Bizatihi uygulayıcıları buna inanmıyorlar, tek adamdan medet, makam ve ulufe bekleyerek yaşıyorlar çünkü.

Kahredici, her bakımdan tepetaklak düşüyoruz... 

Pazartesi, Nisan 25, 2022

Manşetiyle dolaşan adam

Benden en az on beş yaş büyüktür, yaş farkını özellikle vurguladım, hiç yaşından söz etmezdi, hep genç olmak-kalmak isteyenlerden biri oldu... Çeyrek asır önce tanıştık, hep o konuşurdu, daha doğrusu bir topluluk içinde sadece o konuşurdu, teke tek biriyle konuşurken hatırlamıyorum onu, hep kalabalığa konuşmak isterdi, sesini yükseltiverirdi, yok dinliyorsa eğer, içimizden birine kulak verirse eğer, daha sonraki konuşmada senin sözcün, senin hikaye anlatıcın olmak için dinlerdi. 

Bazı insanlar vardır, manşetiyle dolaşırlar. Onlardan biriydi, belki de en ünlülerinden biri oldu. Manşetiyle dolaşan adamlar mutlaka ve mutlaka, en önemli, en can alıcı şeyi konuşurlar, başka bir şeyi değil sadece onu konuşurlar,  öyle bir konuşurlar ki, İsrafil misali yüzümüze üflerler, e hayat da bir kıyamettir onun dilinde.... Suçlarlar, suçlanalım isterler.

El hak, iyi konuşurdu, doğru şeyler söylerdi, ama dedim ya, manşetiyle yaşayanlardandı, mesela edebiyatı denedi, olmadı, edebiyat bu kadar bağırtıyı kaldıramaz, kaldırmadı zaten, beyfendi twitterda manşetini tazeleyerek yaşıyor... 

Pazar, Nisan 24, 2022

Frengi Yeleği

İskambil kağıtlarının görsel simgeleri baştan ayağa yabancıdır, yani yerlisi, millisi, uyarlaması yoktur, bunca sene papaz (king) yerine sultan-padişah, kız (queen) yerine haseki sultan, oğlan-vale (jack) yerine şehzade yapılmamış.... Bu kadar çizer var, bu kadar meraklı var, sanki böyle bir uyarlama yapılabilirmiş... 

Yanlış anlaşılmasın, tabii ki özel tasarımları biliyorum, mesela Balcıoğlu'nun, mesela Baruter'in  yaptığı işlerden haberdarım, benim kastettiğim mahalle kahvesinde elden ele dolaşan kağıtlarla ilgili... Yerli bir ikonografi tercih edilmemiş, oralarda hiç olmamış-denenmemiş diyorum... 

Hadi bizimkiler yapmadı, yabancılar yapabilirdi. Geçen yüzyıl başlarında,  İstanbul'da satılan kartpostallar (sevda kartları) mesela, yerli gibi durur, ama hepsi yurt dışında çizilmiş, üretilmiştir...Ticaret bu, İskambil'in Osmanlısını-Türk usulünü yaparlardı gibi geliyordu...

Ahmet Yeşilyurt'un Tanzimat'tan Erken Cumhuriyet'e Kumar kitabında rastladım, meğer üretilmiş ama ülkeye girişine izin vermemişler, kapakta bir örneği kullanılmış, gümrükte durdurmuşlar, yasaklamışlar, men etmişler diyelim. Kıral da değil, papaz kalsın istemişler...

Biliyorsunuz, Sifiliz hastalığına biz Frengi diyoruz, cinsel yolla bulaşan hastalıklar ancak yabancılardan gavurlardan geliyor diye düşünüyoruz, buna inanmak istiyoruz. 

İskambilde de aynı mantık sürdürülmüş, yani kumar da frengi (fuhuş) gibi düşünülmüş...

Sosyal medyada özellikle cinselliklerini kullanarak fenomen olan kimi kadınlar,  fotoğraflarda, videolarda bir bakıyorsunuz, haç takmışlar, soran olursa, kızan olursa "ben Müslüman değilim" demek istiyorlar sanki, bu yaptıkları bana kurşun geçirmez yelek giymek gibi geliyor, Frengi Yeleği giymişler diyorum... Mavra tabii...

Perşembe, Nisan 21, 2022

Konferans

Meraklısına... bu akşam Ankara Fransız Kültür'de konuşuyoruz.
 

Salı, Nisan 19, 2022

Son Okuduklarım 51

Ev, Paco Roca'dan yine dokunaklı, maharetle anlatılmış bir aile hikayesi, vefat etmiş babanın ardından çocukların-kardeşlerin iç dökmesi, mırıldanması, hesaplaşması. "Kırışıklıklar" havasında iyicil, mekana yoğunlaşmasıyla başarılı. Türün klişelerini iyi toparlamış.  Akıllı bir Dante metni, entelektüel bir biyografi de denebilir, üstüne bir başka yazar ironik notlar düşmüş ve ayrıca betimleyici ilüstrasyonlar eklenmiş. Metni sürükleyen görselliği değil ironik tutumu. Pop bir iş gibi duruyor, başka bir derinlik de taşıyor. Nimona, mizahi bir çizgi roman, yaratıcısı Noelle Stevenson ise işlerini daha çook izleyip okuyacağımız başarılı bir auteur, bence Cartoon Net. çocuklarından biri, akıllı incelikli bir mizahı var, sitkom havasında, masumane ve hınzır görünebilen zamane esprileri yapıyor. Lone Wolf İlk sayısı Kasım 2012'de çıkmıştı, 28. ciltle vedalaşmış olduk. Lone Wolf... samuray hikayesi gibi görünmekle birlikte çok başka bir sadelikte insana dokunan anlatımlara sahipti. İki kere okudum, kimi bölümlerini yeniden okuyacağımı biliyorum.

Peter Kuper, son yarım asır içinde çizgi romanı edebiyata ve sanata yaklaştıran, hikaye seçimleri ve çizim üslubuyla farklılık taşıyan isimlerden biri. Daha önce yine Kafka’dan Dönüşüm adlı uyarlaması yayımlanmıştı, bu defa da yine Kafka’nın kısa öykülerine yoğunlaştığı Kafkaesk yayımlandı, sert, insanın insana yaşattığı huşunetle, otorite karşısındaki çaresizlik ve değersizlik hissiyle ilgili anlatılar seçmiş Kuper… Karanlık ve huzursuz edici bir atmosfer yaratmakta her zaman maharetliydi, kendini de katmış, sadece Kafkaesk değil Kuperesk bir albüm çıkarmış. Grimr Destanı, güzel bir tersyüz etme hikayesi. Hani nasıl efsane deyince insanların aklına hep büyük hikaye gelir ya, oysa efsane dediğin şey bir tür palavradır, gerçek değildir…İşin o tarafını hiç düşünmeyiz. Albüm de tam da bu twistten yola çıkmış, Grimr adlı olağanüstü bir çovuğun hikayesini, aşık oluşunu, dışlanmasını, kendini feda edişini anlatmış, lokalden globale çıkan iyi bir iş olmuş. The End of Fxxxing World, dizisiyle bilinir, aslı grafik romandır, Forsman'ın RomeoylanJülyet yorumu diye nitelenebilir, şimdiki zaman siyahiliğini, fuck fuck! N'alet olsun sana dünya! nidalarını okuyabileceğiniz güzel bir yol ve kaçış hikayesidir... Aslına bakılırsa Tarantino benzer nitelikte çift hikayeleri anlattı, ilham alındığı, minimal ve z kuşağı tonunda yeniden kurulduğu iddia edilebilir. Claude Gueux, Hugo'nun Jan Valjan'ı ararken yazdığı bir hikayecik, gücünü suç ve suça ilişkin meydan okuyuşundan alıyor, Esat Adil, hapishane müdürlüğü sırasında benzer fikirler öne sürerdi, demek ki etkilenmiş, edebiyat hukuku etkileyebilir mi, Hugo yazarsa, evet…

Pazartesi, Nisan 18, 2022

Okuyamıyorum

Turgut Özal, kendine ve ailesine vakit ayıramamaktan şikayet ederken çizgi romanlardan bahsetmiş...Doksanlı yılların siyaseti ve siyasetçilerinden bir ayrıntı diyelim, "artık bunu duyduktan sonra çocuklarına kızamayacaksınız" filan demiş çizgi roman okuduğunu açıklamış...

Bulvar gazetesi 1986 yılından... O ara hükümetle araları iyiymiş, öyle anlaşılıyor, sonra Nazlı Ilıcak sebebiyle epey gerilimler olacaktı...

Pazar, Nisan 17, 2022

Benzerliğin esbab-ı mucibesi

Arada yazıyorum, çizerlerin genel tarzlarının dışında işler yapmaları, başka dünyaları aramaları hep hoşuma gider, "kim çizmiş-bilememek" ve bunu bir oyuna çevirmek hoşuma da gidiyor galiba... 

Altan Erbulak çizmiş bu ilüstrasyonu, o taramalar, o eskiz havası bir başka tat vermiş desene... Yıl 1956, Pazar dergisinde betimleyici hikaye çizimi olarak kullanılmış...

Şöyle bir şey olsaydı, hani bu çizimi biri bana sorsaydı, kime ait bu çizgiler deseydi, inanın bilemezdim, Altan Erbulak hiç aklıma gelmezdi, foto realistik tarza yakın birilerini düşünür, onlardan biri çizmiş diye bir tahminde bulunurdum. Suat Yalaz da çizmiş olabilirdi bunu, Sururi de derdim... Altan Erbulak demezdim, reel işler denediğini biliyorum ama bu çizgiyi onun kendine has üslubuna benzetemezdim. 

Eskiler King Features tarzı derdi, Amerikan pin-up ekolü diyen de çıkardı; ekol, 1940 ile 1970 arasında tüm dünyada olduğu gibi bizde de revaçtaydı. Bugün sert ve haşin erkekleri, dar kıyafetleriyle etine dolgun kadınları filan kastederek janra "hard boiled" gibi şeyler de söyleniyor. Yani Altan Erbulak o havada bir şey çizmiş demeye çalışıyorum, erkek özel dedektif, kadın da ondan yardım isteyen bir müşteri gibi görünüyor desek, sanki olur. Mayk Hammer çizimi diye tanımlasak yine abartmış olmayız. 

Amerikanvari olmak, her yerde olduğu gibi hele o yıllarda bizde de gençliği, yeniliği temsil ediyordu... Bizim çizerlerimizden de Amerikanvari olmaları bekleniyordu, öyle bir üslup aranıyor, o üsluba yüksek telif ödeniyordu. 

Piyasa her zaman üslubu ve "bakışı" belirler, değişmez bir kuraldır. Benzerliğin esbab-ı mucibesi bu galiba. 

Cumartesi, Nisan 16, 2022

İki kapılı handa...

2020 yılında Sivas Valiliği Aşık Veysel için kısacık biyografik bir çizgi roman yaptırmış, ne çıkıyor, neler yapılıyor diye takip etmekten bir türlü vazgeçemiyorum, aradım buldum. Parlak bir çalışma olduğu söylenemez, ilginçliği kitapçığın son sayfasında-son karede ortaya çıkıyor. 

Çizgi romanda daha önce görmediğimiz bir beyfendi ile karşılaşıyoruz,  "Aşık Veysel bu toprakların önemli bir sesidir, rahmetle anıyorum" diyerek hikayeyi kapatıyor, birinci tekil şahıs ağzıyla yazıldığına göre hikayenin anlatıcısı benim demek istemiş... Kim bu anlatıcı bilemiyoruz, metnin yazarı da belirtilmemiş... 

Tahminim, konuşan beyfendi Sivas Valisi...Sadece "rahmetle anıyorum" demekle kalmamış, kendini de çizdirerek biyografiye dahil olmuş...Kimin parasıyla basılmış, kimin parasıyla kendini o biyografiye dahil ettirmiş faslını geçiyorum, bunların konuşulması gerekiyor ama konuşulmuyor, şikayetçi olması gereken vatandaşlar dahi normal buluyor olup biteni. Beni rahatsız eden bürokratların bu denli öne çıkma arzusu, bana en hafif deyimiyle "ayıp" geliyor... Mesele, Aşık Veysel ise, sen gelip geçicisin..."İki kapılı handa" diyorsan eğer gereğini önce kendine hatırlatacaksın...

Perşembe, Nisan 14, 2022

Yazamaz!

1957 yılında Gölge isimli bir mizah dergisi çıkıyor, dönemin çok satar dergisi Akbaba'yı taklit eden bir yayın diyelim. Çok uzun ömürlü değil aslına bakarsanız, 1958'de sonlanıyor. Turgut Atasoy ve sonradan Galip Erdem çıkarmışlar...Kapakları epeyce bir zaman Bedri (Koraman) çiziyor, en azından sayıların üçte birinin kapağında erotik nitelikli karikatürleri kullanılmış, Sonra Niyazi Yoltaş, Osman Filiz vs... 

Gölge için Akbaba taklidi dedim ama şu notu da düşeyim, taklitçiler genellikle taklit ettiklerini eleştirmeye de girişirler, Gölge'nin çeşitli sayılarında Akbaba'ya sataşıldığı görülüyor, bilemiyorum, belki sorsalar Akbaba da bir Fransız dergisinin taklidiydi diyecekler. Gölge, fikren ne CHP ne de DP'liyiz demiş ama sonradan o iddiası da berhava oluyor. 

Yazıyı Gölge'yi anlatmak için yazmadım, bir sayısında Aziz Nesin'i saldırmışlar  (eleştirmişler diyemiyorum), bana kalırsa nefret suçu içeren şeyler yazmışlar, o sebeple yazıyorum. Kimi okurlar, Aziz Nesin'den niye yazı almıyorsunuz diye sormuşlar, sahiden sormuşlar mı belirsiz, Nesin dergide yazmak ister miydi yine belirsiz, gel gör ki Gölge husumetini açıklamak için vesile etmiş, Nesin'in neden yazamayacağını tadını çıkararak şöyle açıklamış: "Akbaba'ya yazar, Dolmuş'a yazar, Yeni Gazete'ye yazar, Eski Mecmua'ya yazar. Fakat çok meşhur Aziz Nesin Efendi ne yaparsa yapsın Gölge'ye yazamaz. Para istese günahımızı bile vermeyiz. Bedava yazsa kabul etmeyiz. Üste para verse, yine faydasız" diyerek maddeler halinde Nesin'in komünist olduğunu anlatmaya başlamışlar. İşte 1950'de Yeni Başdan'ı çıkarmış, komünist Marko Paşa'da çalışmış, Merhum Paşa, Malum Paşa onun eseriymiş, komünist olduğu için Bursa'ya sürgün edilmiş, hapiste yatmış, Sayın Menderes meclis kürsüsünde isim vererek komünist olduğunu söylemiş vs vs

Küçük bir alıntı daha, işin içinde Sabahattin Ali de var: "Yaşadığı müddetçe hep Kremlin ağzı ile -yani sahibinin sesi ile- ürüyen ve neticede bir hayır sahibi tarafından çok özlediği affedersinizlerin cennetine yollanan Sabahattin Ali'nin Marko Paşa'sını hatırlarsınız. İşte Aziz Nesin, bu Marko Paşa'nın tesadüfen en gözde elemanı idi ve tabii tesadüfen göze geldi."

Siyaseten kimseden yana değiliz deseler de anti komünist ve sağcı oldukları hemen anlaşılıyor, üslupları her bakımdan tatsız... Niye yazmışlar, ne istemişler Nesin'den, katledilmiş Sabahattin Ali'den filan... Tabii ki anlıyorum ama katılamıyorum, eleştiridir diyemiyorum. Belki asıl amaç Akbaba'yı yaralamak, ihbar etmek, rakibi yaftalamak... İmzasız olduğu için kim yazmış belirsiz, derginin sahibi Turgut Atasoy, Gölge'den önce İstanbul isimli bir sanat edebiyat dergisi çıkarıyor, çok bildiğim bir yayın değil ama 27 Mayıs sonrası Yol diye bir başka dergi çıkarıyor, o dergi yine sağcı bir Atatürk yorumuyla kendini vareden neşriyattan, anti komünizm orada da mevcuttu diye hatırlıyorum. 

Bu tür polemiklerde, tahkir ve tezyif edici dille bir saldırıya geçildiğinde, o dergide çalışanlar ne hissediyordu diye düşünürüm. Gölge'de Oğuz Aral, Bedri Koraman, Yalçın Sade gibi bir kısmı Nesin'le çalışmış, hasbihal etmiş pek çok mizahçı var, böyle zamanlarda siyasetten ne anlıyorlardı, insani olarak ne kadar rahatlardı. Otuz yıl oldu, Turhan Selçuk'a sormuştum, 27 Mayıs'tan önce siyasi olarak solculuk nedir bilmiyordum demişti bana. Kim bilir, karikatürcüler Aziz Nesin'den korkuyor, onun bir komünist ajanı ihtimalini akıllarında tutuyorlardı. 

Türkiye'nin karışık dönemleri hiç bitmez. Sallayan sallayana, kahreden kahredene...geçiyor ömrümüz. 

Çarşamba, Nisan 13, 2022

Son Okuduklarım 50

Kurt, Hemingway ve Melville tadında bir doğa anlatısı, Çoban ile Kurt hikayesi de denebilirdi, birbirleriyle olan mücadelelerini okuyoruz. Ben en çok sonsözü beğendim, akıllı bir metin olmuş, ki bu tür metinler pek fena olabiliyor veya tercümesiyle okunmaz bir halde sunulabiliyor. Kendine İyi Bak, iç sesiyle yollara düşen, kırık kalpli bir aşığın seyrüseferini anlatıyor, iyimser ve hayat dolu...Kahramanımız yeni taşındığı evde, tadilat yaparken 1976 yılından kalma, sahibine ulaşmamış bir mektup buluyor ve kendiyle özdeşleştirerek, sanki o mektup sahibine ulaşırsa her şey değişecekmiş gibi bir hisle yollara düşüyor... Haliyle yol boyunca değişiyor, iyileşiyor... Dağın Kalbi, tam bir muamma hikayesi. Paul Auster, kuşku duyan modern insanın paranoyasını defalarca güzel anlattı, Auster dedim benzer türden hısım akraba bir hikaye okuyoruz. Komplo teorileri, aşırı yorumlar, ajitatif çıkışlar, bilgi kirliliği, kesinlik iddiaları ne dersek diyelim hepimizi etkiliyor. Mimarlık öğrencisi Pierre de tezi için  araştırdığı kaplıcanın esrarına kaptırıyor kendini... Polisiye tadında bir bulgudan diğerine sürükleniyoruz.  Karanlıklarda Yazan Adam, bir Lovecraft biyografisi, doğrusu bir parça daha karanlık ve saplantı bekliyordum, galiba şahsına münhasır bir biçimde muamma artırıcı bir şeyler daha... o kadarını bulamadım ama genel olarak iyi toparlanmış bir senaryosu var.

Pierre Christin'den Orwell biyografisi, üstadın ustasına olan saygısını anlıyorum ama hikayesizliği, zaafiyetsizliği kabul edemiyorum, albüm ansiklopedi maddesi gibi olmuş... Bir de künyede çizimler Christin denmiş, yanlış olmuş. 1984 uyarlaması, a la mode duruyor, distopyanın ruhuna uygun soğuk ve mesafeli bir çizgi seçilmiş, romana en çok bu üslupla sadakat göstermişler aslında. Westerndeli işi" bir derleme, western fanları, Türkiye'de yayımlanan "kovboy" çizgi romanlarının tek tek dökümünü yapmışlar, az sayıda basılmış, sahaflarda satılıyor... Goya, Beklediğimden iyi bir çalışma çıktı, Goya'nın yaşlılık döneminden bir kesit anlatılıyor, öfkeli, mutsuz, karanlık ve uykusuz yıllarından... Kendini ölümün eşiğinde sayan Goya'nın öfkeli karamsarlığını iyi anlatan bölümler var, insanlara nasıl katlanamadığı, nasıl hoyratlaştığı ardışıklık bakımından iyi kurulmuş. 

Komünün Lanetlileri adından anlaşılabileceği gibi Paris Komünü ve dönemle ilgili (tarihi gravürlerden faydalanarak hazırlanmış) görsel bir anlatı...Çizgi roman ardışıklığıyla anlatılmak istenmiş, gravür malzemesi ister istemez az olunca okuru zorlayan bir metin çıkmış... Diğer yandan ne olursa olsun dehşet güzellikte az bulunur nitelikte bir kitap-albüm... Yine Gel, Nate Powell'ın dilimizdeki dördüncü grafik romanı, hiç şaşmıyor, şahane çizgilere sahip, kurgusu ve dil kullanımı herkese hitap etmiyor ama her zaman ilginç bir kıvamda oluyor, Yine Gel'in hikaye olarak vardığı yer ise güzel ve ilham verici. Tarla Kuşu, ikilinin bir önceki ortak çalışması olan Indeh'ten daha iyi bir albüm olmuş, teknik olarak kötüler biraz belirginleşip sertleşseymiş, ergenin eşiği de büyürmüş, bölüm bölüm hikaye olarak çok başarılı. PKD biyografisi, çizgileri donuk buldum ama senaryo başarılı, beyfendinin paranoyasını, bağımlılığını, yazma iştahını ve marazi esmerlerini güzel harmanlayan bir yorum olmuş.

Salı, Nisan 12, 2022

Aslan

Daha dün masanın başındaydı belki, bir kapak daha, sonra bir başkası... İş yetişir, yetişmeli, her zaman çizilir bir yenisi. Hep iyimserdi, sabırlı ve coşkulu. Kimse onun kadar çok ve uzun çizmedi desek, kim itiraz edebilir?  İyi kötü, taklit ve falan filan. Kalkıp oturuyordu masaya, işe güce bakmalı. Burçlara çekilmiş bayrak gibiydi guaj boyası, Zagor'la yana yana çekilmiş hatıra fotoğrafı. Aslan Şükür yıllarca bulutu ve suyu oldu çizgi romanların, Jules Verne'in ve Bond'un, dehşetengiz serüvenlerin, amansız yolculukların, karanlık ormanların... Çocuk kalpli. 

Pazartesi, Nisan 11, 2022

Önder

Cumartesi günü Ankara'da Suriyelilerin yaşadığı bir mahalleye gittik, epeydir istiyor, iş güç ve pandemi koşullarından dolayı erteliyordum. E ne yaptık, yürüyerek aralarından geçtik, esnafla konuştuk, bir şeyler aldık, etrafa bakındık, bir iki saat geçirdik, çok değil, buna rağmen ne söylesem eksik kalır, yoğun bir yoksullukla karşılaşıyorsunuz, insanı üzen kederlendiren manzaralar içinize işliyor.

Malumunuz Suriyelilerin bir kısmı şehrin yıkıldı yıkılacak mahallerinden birine Önder'e yerleştirildiler, sağda solda, bir kilometre yukarısında filan çok katlı konutlar inşa ediliyor... Burası tam onların arasında handiyse mezbelelik gibi duran bir yer... 

Dolmuş yolu üzerindeki caddede Suriyelilerin yoğun olarak toplaştığı çarşıyı gezerek Siteler'e kadar yürüdük. Çarşı dediğime bakmayın, apartman altlarındaki sıralı dükkanlar...Berber, yemişçi, tatlıcı, manav, kasap, lokanta gibi küçük işletmeler... Ara sokaklara özellikle girmedik, çünkü kim olduğumuzu anlamaya çalışan gençler çıkacaktı karşımıza. Dert anlatamazdık. Küçük çocuklar dışında kimse dilimizi bilmiyor, arada yetişkinlerden çat pat Türkçe konuşanlar çıkıyor, ancak o kadar. Kaldı ki, Ankara'da herhangi bir kenar mahallede ana arter dışında nereye gitseniz, "hayırdır" diyen gençler çıkar karşınıza. Bir de o kadar olay olmuş, biz anlatır geçeriz, onlar geçemez, o günleri "biteviye" yaşar, korkar ve hararetlenirler. 

Tedirginlikle sizi izliyorlar, gergin olduklarını anlıyorsunuz, korkuyor ve merak ediyorlar... Tehdit altında olduklarını, sevilmediklerini biliyorlar. Dil bilmeyen esnaf benimle göz teması kurmadı örneğin, Arapça konuşarak çocuklarına ya da yanındakilere durumu anlattı. Dükkanlar, genel olarak mahallenin hijyeniyle koşuttu, benim gibi sokak lezzetlerine düşkünseniz ve dert etmezseniz, güzel şeyler satıyorlar, yok değilseniz, içeriye dahi girmezsiniz... ama içeriye girdiğinizde ilk anladığınız şu oluyor, Ankaralılar pek uğramıyor buralara...teğet geçiyorlar. Esnaf sizi görünce şaşırıyor çünkü.

Çarşı, Arapların neşeli ve gürültücü coşkusunu taşıyordu, Ramazan da olunca fırınlar ve hamur işleri sokaklara dökülmüştü. Genel olarak 15 ile 40 yaş arası erkekler gördüm, tek tük kara çarşaflı iftara bir şeyler alan kadınlar... Din hayatlarında ne kadar etkili anlayamadım, rahatlardı, kadınları rahatsız etmiyorlardı, bir iki tane cübbeli birilerini gördüm, hoş, bölgede hissedilir bir dindarlaşma var, yukarıda Karapürçek caddesindeki Muradiye Erkek Lisesi ismen bile ilginçti.. Gençler her kenar mahalledeki gençler gibiler, saçlar giyimler filan bir ara Apaçi derdik o havalardalar... Kadın kuaförü görmedim ama erkek berberi iki üç taneydi... 

Hepsi neşeli kıkırdamaya hazır çocuklar kaldı aklımda.. Güleryüzlü, büyük görünmeye çalışan uyanık çocuklar, okula gidiyorlar mı bilmiyorum

Yukarıdaki fotoğrafı daha doğrusu evi şu sebeple seçtim, mahalledeki en düzgün evlerden biri olabilir, gerisini siz hesap edin. Yine de diyeceğim, o yokluğa o tedirginliğe karşın mahallenin hissedilir bir hayatta kalma direnci vardı, iyimserliği veya...


Cumartesi, Nisan 09, 2022

Artoğan

Ortaokuldaydım, o sebeple yaş 13 veya 14 olmalı, bir başka deyişle 1982 ya da 83, nasıl oldu da sakladım diyordum, meğer ben o yaşlardayken evde boya yapılacağı için pek çok başka "ıvır zıvır" gibi bu "eşsiz eser" de kutulara konmuş, en az on yıl kutu içinde bir köşede kalmış, daha sonra biz bir başka eve taşınırken açılmış, içindekiler seyreltilmiş, bir kısmı hatıradır diye saklanmış, öylece annemlerde kalmış, ben evden ayrıldıktan bir on yıl sonra bu kez annemler taşınırken tekrar elime geçmiş...  Karışık durabilir ama bu nadide eserin kronolojik bekleyişi (uykusu) böyle olmuş...

E kanlı, kılıçlı, fan fin fonlu bir şey çizmeye kalkmışım, tabii ki kopya çekmişim...Tarkan, Karaoğlan ve Conan'dan bir şeyler harmanlamışım...Artoğan'ın ilk ve en güzel serüveninin kapak sayfasını takdimimdir, zaten hepi topu dört sayfa çizmişim, arzederim. 

Cuma, Nisan 08, 2022

Canına Yandımının

Okuyanlar hatırlar, İtalyan çizgi romanlarında geçen  "Puxa vida" deyişi "canına yandığım" biçiminde dilimize "uyarlanmıştır". Galiba en çok Mister No ve Teks'te karşımıza çıkardı veya onlara daha çok yakışırdı. 

"Canına yandığım" için tam küfür denemezdi, sansür kurullarını ve çizgi romanı düşman olarak gören öğreten kültürüne karşı bir tür dolambaçtı...Hem komik görünmeli hem de argo ve ayıp sayılmamalıydı, TRT dublajlarındaki "fuck" deyişinin "Lanet" veya "Lanet olsun"  olarak seslendirilmesi gibi... bir şeydi diyelim. 

Buna karşın sokakta veya gündelik dilde "canına yandığım" diyene rastlamak kolay değildi, "çocukkene" aramızda şakacıktan itişip kakışırken, pozumuzu komikleştirmek için "canına yandığım" "hey dostum" "smack" "bang" filan derdik... o derece "yapıntıydı" demek istiyorum, "canına yandığımın" derken yapmacıklıkla onun sahteliğini çoğaltıyor, komikleştiriyorduk. 

Yetmişli yıllarda çıkan Simavilerin bol resimli bulvar gazetelerinden biri olan Sarmaşık'ta bir fotoromana rastladım (1972), matrak da bir şey... Başrollerinde Müjdat Gezen ile İlhan Daner oynuyorlar... İsmini Canına Yandımının... koymuşlar, "yandığımın" değil... Bana çocukken yaptığımız simaçk beng siviss kavgalarımızı hatırlattı, komik olduğunun onlar da farkındaymış... 

Perşembe, Nisan 07, 2022

Radyolu askerler

Bu fotoğrafı çok severim, radyoyla ilgili pek çok yayında, akademik sunum ve konferansta kullanılmıştır. Ben de popüler kültür derslerinde kullanır, öğrencilerden resmi yorumlamalarını isterdim. Genel olarak öğrenciler  derse ve hocaya bakarak yorum yaparlar, rüzgar nerden esiyorsa oradan konuşmaya meyillidirler, bu hoca ne'ci, bu derste ne anlatılıyor ve ne anlatılmıyor gibi bir muhakemeyle tartarak "girişirler"... 

Biraz konuştuktan sonra bu dergi, bu kapak resmi 1942'de çıkmış, bu yorumunuzu etkiler mi diye tekrar sorardım. Neden hepsi erkek, neden üniformalılar, neden askerler, rütbesi ne bu askerlerin, niye öyle, neden gülümsüyorlar, neden kısa saçlılar, neden radyonun başındalar filan... Bunların hepsinin kesin bir cevabı yok, olamaz da... ama kafa açar biliyor, ümit ediyordum diyelim.

Çarşamba, Nisan 06, 2022

Seyrüsefer Defteri 138

++ Senaryo kampı (29 Mart-3 Nisan).++ Doraibu mai kâ (2021) Murakami havası bir yerde kayboluyor, insanı silkelemiyor ama iyi film (28 Mart).++ Windfall (2022) tiyatro oyunu havasında, orijinal değil ama izlettiriyor, sertleşmek istememiş, o filmi düşürmüş (27 Mart).++ Deep Water (2022) Patrisya teyzenin karanlığıymış meğer Affleck çok uymamış gibi geldi bana (26 Mart).++ Borrego (2022) çölde takip türünden gerilim filmlerinden, televizyonda daha iyisi yapılırken... sürprizsiz ve vasat (25 Mart).++ Ray Donovan The Movie (2022) her zaman bir mambo jambo, her koşulda şapkadan bir tavşan (24 Mart).++ My Son (2021) klişe bir hikayesi var, ama oyuncu sürüklüyor, güzel ve gerilimli sahnelere sahip (23 Mart).++ The Last Vermeer (2019) gerçek hikaye zaten ilginç, film geçmişi çok kartpostal tadında kurmuş (22 Mart).++ Pleasure (2021) pek anlatılmayan taraflara bakıyor, kadın yönetmeni ve bir cesareti var, bazen belgeselci ama toplamda ortalama bir iş (21 Mart).++ Coda (2021) iyimser film, koyulaşabilirmiş istememişler,  gerekirmiş aslında, bence en iyi filmi iltimasla alacaklar (20 mart).++ Senaryo Kampı (14-19 Mart).++ Reacher Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (13 Mart).++ Il Giorno piu corto (1963) Yavru ile Katip dublajı-uyarlaması nasıldı bilemeyeceğiz ama kaba komedisi ve mimikleri ilginç (12 Mart).++ Deadline Gallipoli Ep1 ve 2'yi seyrettim (10-11 Mart).++ Toto Diabolicus (1962) haliyle eskimiş bir komedi ama Toto performansı, bizi nasıl etkilediği filan o kısımlar bereketli (9 Mart).++ Reacher Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (8 Mart).++ Druk (2020) iyimserliği nedeniyle olabilir sevdim (7 Mart).++ The Father (2020) çok iyi bir tiyatro oyunu, insana dokunan bir hikayesi ve büyük oyuncu performansına sahip (6 Mart).++ Reacher Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (5 Mart).++ Against the Ice (2022) doğa filmi, happy end'e giderken zorluklar faslını seyrediyoruz, işte o fasıl daha sert olmalıymış (4 Mart).++ Being the Ricardos (2021) akıllı ve konsantre bir senaryosu var, Kidman çok iyi oynamış, yüzüyle oynanmasa daha iyi olurmuş, acaba şart mı koşmuş diyerek magazin yapayım (3 Mart).++ Fresh (2022) ne et ne balık olmuş, final of put tadında pek klişe işlenmiş (2 Mart).++  Io la conoscevo bene (1965) film fragmanlar halinde, çok güzel bölümleri var, ilham verici (1 Mart).++

Pazartesi, Nisan 04, 2022

Otuz İki Kısım Tekmili Birden


2001 Pulitzer ödüllü, kurgusuyla beğeni toplayan, ilgiyle konuşulan, son yirmi yılın en iyileri arasında gösterilen bir roman Kavalier ve Clay’in Akıl Almaz Maceraları. Amerika’da çizgi romanın Altın Çağı sayılan otuzlu yılların sonunda başlıyor hikâyesi. Çizgi romanların gazetelerdeki bant biçiminden farklılaşarak kendi yayın mecralarını geliştirdikleri, yüzbinler satan envai çeşit derginin çıktığı günlerde başlıyor da diyebilirdim. Bizde “otuz iki kısım tekmili birden” diye anılan seriyal filmlerinin, ucuz fiyatlı macera kitaplarının çoğaldığı, çizgi romanlara henüz sinema romanı denildiği günler veya…

Kitabın yazarı Michael Chabon, sinematografik denilebilecek seyirli üslubuyla, iki genç Yahudi kahramanının, birlikte hazırladıkları bir çizgi romanla, endüstriye nasıl dâhil olduklarını resmediyor. Gençlerin büyüme hikâyeleri olarak da okunabilir roman. Amerikan popüler kültürünün ve bu mecrada etkin Yahudi sanatçı ve yatırımcıların hayatını da “izliyoruz” arkaplanda. Hırslarını, değişimlerini, çaresizliklerini… Belgeselci bir dili var yazarın, gerçekle romanın hayali evrenini inandırıcı bir biçimde harmanlıyor. Oyunbazlığı yok değil, lakin bunu ciddi bir malumatfuruşlukla yaptığından anlatılan olaylar, zikredilen sanatçılar ne kadar gerçek ne kadar değil belirsizleşiyor. Araya dipnotlar atıyor ya da anlatının içinde bir yandan konusuna hâkimiyetini gösterir diğer yandan ‘size tarih anlatıyorum’ diyen nitelik ve rahatlıkla açıklamalar yapıyor: ‘New Yorklu Almanların çoğunun Hitler’e ve Nazilere şiddetle karşı olduklarını söylemekte yarar var’ (s.225). Böylesi açıklamalar ve bazen yarım asır zaman atlayarak röportajlara, müzayedelere, koleksiyonculara yapılan atıflar romanın esaslı bir damarını oluşturuyor. Benim gibi çizgi roman meraklıları için kitap, gerçek ile (çizgi romanın) tarih(i) ne kadar ve nerelerde örtüşüyor meselesiyle bir arada ilerliyor. Kimi kastetmiş, kimden esinlenmiş veya gerçekten öyle mi olmuş diye mutlaka düşünüyorsunuz. Ortalama bir Amerikan vatandaşı içinse çizgi romanlar genel kültürlerinin ve geçmişlerinin sacayaklarını oluşturan sanat ve eğlence ürünleri. Onlar için roman, ayrıca nostaljik bir anlam taşıyor, kitabın gördüğü ilginin nedenlerini biraz da buralarda aramak gerek. 20.yüzyılda popüler kültür, tüm dünyada ya Amerikalıydı ya da yereldi diyorsak eğer Amerikanlaşmayı pekiştiren ve var edenleri, Hollywood ve çizgi romanları yadetmek durumundayız.

1938-1950 yılları arasında başta Süpermen ve Batman olmak üzere, eksantrik, tuhaf, eğlenceli ve ‘beş paraya’ pek çok süper kahraman dergisi yayınlandı. Romana adlarını veren Kavalier ve Clay, o günlerin miladında, herkesin yeni bir Süpermen tasarladığı bir aralıkta piyasaya giriyorlar. Nazilerden kaçan, aklı fikri ailesini Avrupa’dan kurtarmak olan ve o güne değin çizgi roman okumamış, sıra dışı bir yeteneğe sahip Kavalier projenin asıl yürütücüsü oluyor. Ortağı ve kuzeni Clay ise geçirdiği çocuk felci nedeniyle fiziken zayıf, buna karşın akıllı, konuşkan, plan ve pazarlamayı yapan bir tasarımcı-senarist konumunda. Böyle bir birliktelik, insana Süpermen’in yaratıcılarını, bir başka Yahudi ikiliyi Siegel-Shuster’i hatırlatıyor. Chabon, biri yazar diğeri çizer-kara kalemci (penciller) ikili benzerliğini bilerek kullanmış, Siegel-Shuster’in isim olarak kitapta yer aldığını belirtelim. Amerikan çizgi roman endüstrisinde yer alan diğer Yahudi üreticilerden de (Kirby, Kane, Eisner, Lee vd) faydalanılmış; Kavalier karakteri, Çek göçmeni olması nedeniyle Steve Ditko’yu ve altmışlı yılların yıldız çizeri Jim Steranko’yu andırıyor örneğin. Yarattıkları çizgi roman kahramanının (Kurtarıcı olarak Türkçeye çevrilmişse de!) Escapist olan ismi, özel yan anlamlar içerdiği için öylesine tercih edilmemiş. Kavalier de tıpkı Steranko gibi hem çok güçlü bir çizer hem de Steranko ve Harry Houdini gibi kelepçe, zincir ve iplerden, kilitli sandıklardan kurtulmayı başarabilen bir gösteri sanatçısı. Escapist, Escapology-Escape artist adlandırmalarından geliyor, şüphesiz ki “kaçış sanatı olarak çizgi roman” ya da “Nazilerden kaçan Yahudiler”i de aklımıza getirmeden geçemiyoruz. Eğlenceli göndermelere devam: Siegel-Shuster, Süpermen’i yaratırken Douglas Fairbanks ve onun Clark Kent alter egosu olarak Harold Lloyd’u temel almışlardır (her ikisi de yine Yahudi’dir), Kavalier ve Clay, bu ikiliyi her bakımdan hatırlatıyorlar. Will Eisner’ın aynı dönemi ve çizgi roman dünyasını anlatan otobiyografik grafik romanı The Dreamer’daki (1986) adlandırmalarıyla Bill Eyron-Jimmy Samson’u dahi andırıyorlar kimi zaman.

Chabon, ikilinin arasına gerilimi artırması beklenen bir kadın da katmakla birlikte başka türden bir ayrım istiflemiş. Clay’in eşcinsel olması, cinsel tercihlerini gizlemek zorunda kalması, ikircimli halleri, korkusunu bastırmak için evlenmesi, üstelik bu evliliği Kavalier’den hamile kalan ‘o’ kadınla yapması, dostluk, tutku ve aşk bağlamını derinleştiriyor. İroni dediğim ise şu: ellili yılların ortasından itibaren çizgi roman karşıtı gelişmeler yaşandı Amerika’da. Çizgi romanların çocukları şiddet eğilimi gibi psikolojik arazlara teşvik ettiği düşünülüyordu. Wertham’ın “Seduction of the Innocent” (Masumluğun İğfali) adlı kitabıyla gelişen, 1954 yılında tartışmaları Senato'ya taşıyan Estes Kefauver'in adıyla anılan (televizyonlardan yayınlanan) soruşturmalar başladı. Chabon, romanı tam bu dönemde bitirirken Clay’in eşcinselliğiyle ilgili bir göndermede bulunmuş. Wertham, süper kahraman çizgi romanlarının (kendi ifadesiyle) homo-erotik eğilimler (Batman ve Robin'i kastederek), gayri ahlâkî, kösnül bir cinsellik içerdiğini iddia ediyordu. Clay, romandaki sorgusu sırasında, süper kahramanların yanındaki çocukların (örneğin Robin’in), çocuk okurlar yüzünden yer aldığını, çocukların çocuklar hakkında yazılmış hikâyeleri okumaktan zevk aldığını söylese de bu kademsiz ve linççi iklimden kurtulamıyor. Mesele dönüp dolaşıp kendi eşcinselliğine ve etraflı iç hesaplaşmasına çörekleniyor. Eşcinsellik bağlamında sahici bir kurbana dönüşüyor Clay. Buna rağmen, finalde yazar, biraz haşmetli, bir o kadar da naif ve mutlu sonları seven çizgi romanlara selam durmayı ihmal etmemiş.

Kavalier ve Clay’in Akıl Almaz Maceraları zekice yazılmış bir roman. Chabon’un sinemaya uyarlanan popüler romanları var ama Türkiye’de yayın olarak düşünülmemesi ilginç. Bu arada romanın Türkçesinde orijinal isimler bazen çevrilmiş, bazen aynen bırakılmış, nedeni belirsiz. En önemlisi yazarın orijinalindeki son notunun kitaba dâhil edilmemiş olması. Diğer yandan kolay okunuyor, bunda çevirinin payı büyük.

Son not: Romandaki Escapist, Dark Horse yayınevi tarafından çizgi roman dizisi olarak yayınlandı-roman gerçek oldu ve Amerika’da yaşayan Kutlukhan Perker çizer olarak kadroda yer aldı.

[Yazı, ilk kez Radikal Kitap'ın  25 Haziran 2010 tarihli sayısında yer aldı.]

Pazar, Nisan 03, 2022

Kartpostal Üreticileri

Kartpostal biriktiren arkadaşlarım vardı, nereye gitsek Yeşilçam yıldızlarının resimlerini ararlardı filan, hiiç anlamazdım. Özellikle merhum arkadaşım Sadi (Konuralp) nasıl dolanırdı, nasıl kovalardı, güzel eğlenceydi,  gülümseyerek hatırlıyorum... 

Dedemden yadigar kartpostallarım vardır ama yetmişli yılların pulp sakaleti hoşuma gitmiyordu galiba...Yıllarca göz ucuyla bile bakmadım o kartlara...diyeceğim de boş konuşmuş olacağım, gel zaman git zaman, sahi söylüyorum nasıl olduğunu bilmeden, bende de yerli mayolu ve "dekolteli" ünlülerin kartları birikmeye başladı... 

Öyle ki aralıklarla ofise gelip arşivlerine kopyalar alanlar çıkmaya başladı.  

Bugün yukarıdaki adres kağıdını buldum, nerden kalmış veya kimden aldım bilmiyorum ama kartpostal üreten-satan şirketlerin bir kısmının adresleri bunlar...

Acaba diyorum Sadi'den mi kaldı...Hatırlanmak mı istedi Mister Sipak... Meraklısı için paylaşmış olayım...

Cumartesi, Nisan 02, 2022

Hipofiz bezi ve şükür duası

Tuba Ünsal, sabah namazına başlamış, hissettiklerini yoga ile benzerlik kurarak anlatmış, doğal olarak ti'ye alınmış, gördüğüm kadarıyla epeyce parodileştirilmiş. Merak edenler açar okur...

Müslümanlığın, popüler kültürün bir parçası olduğu genellikle atlanıyor...

Popülerleşen her şey, birbiriyle uzlaşmayan pek çok farklı biçimde alımlanır ve yorumlanır... Bu kadar çok insan bir şeyi seviyor veya nefret ediyorsa, o nefretin ve sevginin tek bir gerekçesi yoktur. Din, ideoloji veya popüler ikonlar böyledir, onları asla ve kat'a tek bir "anlama" sabitleyemez, indirgeyemezsiniz, doğal olarak çeşitlenirler, o sebeple popüler olurlar... Hep yazıyorum, her tüketici "mesajı" veya o "hikayeyi" kendi kültürel ve siyasi sermayesine göre yeniden anlamlandırır ve her defasında bir kere daha "üretir." 

Erzurum'daki Müslümanlık ile Edirne'deki Müslümanlık birbirinden farklı yaşanır, doğrusu şu veya bu diyemezsiniz, herkes onu kendi hayatına adapte eder... Edirne'de bir ramazan günü iftara düğüne gider gibi dans ederek, göbek atarak gidenler görmüştüm. Halbuki şaşırmamalıydım. Cezayir'de, Dubai'de ya da Tahran'da farklı yaşanıyordu, biliyordum... 

İşte efenim ortada herkesin okuyabileceği bir kutsal kitap var, referans alınması gereken sadece ve sadece o'dur, farklı yorumlara ihtiyaç yoktur diye kestirip atılır, biliyoruz ki hiç de öyle değildir, o kitap ve etrafında gelişen öğreti, o kadar farklı biçimlerde yorumlanmıştır ki, say say bitmez... Çok insan, çok kültür, farklı diller, farklı ideolojiler, uzun yıllar, değişen dünya, kapitalizm, modernleşme, pıy pıy say say bitmez...

"Gerçek Müslümanlık", "din'de bu yok" veya "hayır var" diye başlayan cümleler bu bakımdan nafile lakırdılar, zamanın ruhuna göre uçuşan savunma ve saldırı işlevi görmekten öte bir anlam taşımıyorlar.. 

Gençliğimde kendimce bağnaz bir şey duyduğumda inatlaşır "Kur'an'da yazmıyor bu derdim", sonra anladım ki, tartışmanın esası metnin kendisiyle değil, bizden olanlarla olmayanları ayırt etmekle ilgiliydi... Yazıp yazmamasıyla zerre alakası yoktu, din, sadece o metne dayanmıyordu artık... Din, popüler kültürün ve o kültüre ait gösterilerin bir parçasıydı...İnsanlar tek tek, inançlarını ve kendilerini meşrulaştıracak çıkışlarda bulunuyorlardı, asıl olan buydu.  

Olumlu düşünmek ile besmele çekmek arasında ne kadar fark var derdim hep. Geçenlerde sosyal medyada denk geldim, orta sınıftan tahsilli bir kadın, paylaştığı her fotoğrafın altına "bugünü de yaşadığım için şükrediyorum" türü şeyler yazıyor, yineliyor... Tuba Ünsal, kendi dünyasından, kendi hayat tarzına uygun bir "namaz" yorumu yapıyor, ilk defa da yapılmıyor, dikkatle bakılırsa buna benzer belki on binlerce yorum yapıldı yapılıyor ve yapılacak... Doğru veya yanlış denemez dedim yukarıda, şöyle de diyebilirdim, yanlışlasak da denecek, doğrulasak da denecek, popüler kültür içinde bir şeyin doğru,  yanlış, samimi, sahici, hakiki veya gerçek olduğunu ispat edemezsiniz, "konuşursunuz"

Laf uzamasın, Ramazan geldi, inananlar ve inanmayanlar kendi meşreplerine göre yaşayacaklar bu ayı, tartışmalar ve karşılıklı gösteriler olacak, ama tamamı popüler kültür tartışmalarının bir örneği olarak tekrar edecek...