Çarşamba, Mart 31, 2021

Nazlı Hanım

Arnavutköylü, kürklü kadın, elmacık kemiklerine sürülmüş allık. Şen kahkaha, gülünce kaybolan gözler. Ah bayım ah kıvraklığı. Kız öpme kuyruğunda bir peri. Rüzgârda havalanan sayfa. Hayat izi. Tunalı’da bir uçurtma. Hafif deli. Bir şen kahkaha daha! Atar tüfeğiyle her kitapta bir melek. Aşklar ve hatıralar. Nazlı Eray, dalından düşecek kadar büyük bir rüya elması. Diri tutmalı öyküleri. Hafif deli. 

 

Salı, Mart 30, 2021

Tuhaf Kitaplar (5)

Selami Münir Yurdatap'ın ilginç bir romanına denk geldim, erotik romanlar toplamış bir merhumun terekesinden çıkmış olmalı ki, Şehvet Geceleri'ni benzer nitelikte kitaplar arasında keşfettim diyelim. Bu türden pulp romanların temel zaafiyeti kurgusal dağınıklığıdır, çok şey anlatmak ister, karakter sayısı durmadan artar, yoğunlaşması gereken yerde yoğunlaşmaz, seyrelme ihtiyacında seyrelmez filan... E bu roman haliyle çok farklı değil. Muhtemelen, önce bir gazetede tefrika edilmiş... günbegün yazıldığı-neşredildiği anlaşılıyor. Diğer yandan, kötü yazılmış diyemem. Yayım tarihi 1946. O bakımdan cesaretli demek de gerekiyor.  

Roman iki yönlü gelişiyor, ilkinde romanın reel zamanı var, Şadan isimli genç bir işadamını izliyoruz, diğeri ise Şadan'ın tesadüfen bulduğu ve okuduğu günlük. Romanı ilginç kılan da bu günlük zaten. Genç bir kadın, neredeyse ilk cinsel deneyimlerini anlatıyor ve anlattıkları içinde bir kadınla ilişkiye de giriyor. Cesaret dediğim esas olarak buydu... Benim bildiğim kitapla ilgili yargıya intikal etmiş bir şey olmadı, gözden kaçmış gibi duruyor. 

Şadan, günlükte anlatılan insanlarla roman boyunca karşılaşmaya başlıyor, gel gör ki, yazar okurunu sürekli şaşırtmak istediği için hikayenin ucu bir yerde kaçıyor, sayfalar harcanmış bir karakter iki satırda kaybolup gidiyor vs. Kahramanımız, günlüğün devamını bulunca işler çatallanıyor, meğer yazarı ilk defteri kaybedince ikincisini yazmaya başlamış, romanın seyri de orada değişiyor, beyfendi şehvetli bir merakla okuduğu günlüğün yazarının karısı olduğunu anlayınca öleyazıyor... 

İlginç bir bölümün görselini aşağıda paylaşıyorum, ne niyetle yazıldığını bilemiyorum ama Yurdatap, kadınlardan hoşlanan bir kadını ameliyatla erkek yapmış... Öyle mi münasip görmüş, sansüre önlem mi almış bilmek mümkün değil. Hep söylüyorum, ahlakçının şehveti ile şehvetlinin ahlakçılığı bazen birebir örtüşüyor. 

Pazartesi, Mart 29, 2021

Son Okuduklarım 47

İlk Adam, Camus'nün ölümüne sebep olan trafik kazasında çantasından çıkan son romanı... Uzun yıllar sonra o taslak karısı tarafından yayımlanmış ve epey konuşulmuştu. E bu onun çizgiye uyarlanması. Fernandez'in yine Camus'dan yaptığı "Yabancı" uyarlaması da başarılıydı ama bu iş çok daha farklı olmuş, zor çünkü, çok katmanlı ve bence hayli dağınık olan metin iyi toparlanmış. Çizgiyle betimlemek, romanı güzel açmış... Başarılı bir albüm. Hesaplaşma için Burhan Arpad'ın anıları denebilir, deneme gibi yazıyor, her zaman kronolojik ilerlememiş... İlginç metinler, tiyatro ile ilgili yazdıklarını severim, burada da özellikle gazetecilik dönemini hoş anlatıyor. Irmina, yakın dönemin çok konuşulan grafik romanlarından biri. Barbara Yelin, bize Nazi döneminden genç bir kadının hikayesini anlatıyor. Sıradan bir hayatın siyasetle (daha çok faşizmle) ve o yılların deveranlarıyla nasıl savrulabileceğini gösteriyor. Abartmadan, sahici ölçülerde sakinlik ve mesafeyle az bulunur bir "mikro tarih" denemesi çıkartmış ortaya. Genellikle Almanların Nazilere nasıl uyum gösterdiği olup bitene nasıl olup da ses çıkarmadığı konuşulur-sorgulanır. Yelin, bunu bir kadının hikayesiyle anlatarak başka bir "kuyudan", gözaradı edilen taraftan tartışmalara katılıyor. Irmina'nın dünyayla ilişkisini, gayesini, çabası, uyum ve uyumsuzluğunu, çaresizliği ve farkındalığını güzel resmetmiş. Şöyle söylesem, abartmış olmam, yılın en iyi grafik romanlarından biriyle karşı karşıyayız. İlham verici bir kadın biyografisi. Uşak ile Yosma, Berberova'nın sürgünde açlık ve yoksulluk içinde yalpalayan karakterlerinden ikisini anlatıyor. Deliren, içen, yalan söyleyen, kendini satan, terk edilen, hayatta kalmaya çalışan bir kadının trajedisini okuyoruz. Neyi var neyi yok kaybeden, gençliği ve cıvıltısından başka tek bir şeyi olamayan güzelce bir kadın var "merkezde" ... Metne sakalet o denli nüfuz ediyor ki o güzelliği unutuyoruz, çırpınıyor çünkü... Cahide Sonku sokaklara düşer ya... çoğu anlatıcı onun aslında o kadar da güzel olmadığını vurgular, spotlar sönmüştür çünkü... Berberova anlatılarını seviyorum, asaletle sefaleti yan yana getirirken hem yumuşak hem de sert olabiliyor... E bu kitaptaki kadın da çaresizlikle yüzüne bile bakmayacağı bir adamla yaşamaya başlıyor, sonunda yetmiyor tabi...

Sahaf, Roald Dahl'ın snap ending tarzı hikayelerinden biri... Finali yükselten yavaşlık, etkiyi çoğaltan yoğunlaşma ve aa dedirten oyunbazlık var "tencerede". Nasıl desem, The New Yorker seçimi hikayelerden biri gibi... Kitapta metne eşlik eden ilüstrasyonlarsa "şahane", İnka'nın tatlı bir serisi diyelim, bilenler bilmeyenlere anlatsın... Ziya Şakir'in Gavur Memet serisini ilk kez okuyorum, atmosferi var, bazen edebiyattan çok gazeteci gibi yazıyor, hikayeler bugün için eski duruyor ama hangi tefrika durmuyor ki... Bir katilin peşinden İstanbul'u geziyoruz, o fasıl güzel... işleyiş ve varılan yer pek de helecanlı değil. O kadar kalpsiz değilim, bir kitap daha okurum seriden... Rewhat, iyi bir çizer, üretken, deneyen, arayan bir hikayeci. Arife'de iyi bir kıvam yakalamış, ilişkiler hakkında yine büyük laflar ediyor ama kediler dünyasında buna nanik yaparak, ironiyle kendini frenliyor. Bukowskivari "ergen kalmış" erkek sayıklamaları kedilerle, naif, sempatik ve masumane bir saflıkla bertaraf ediliyor diyelim. Elma Surat'ın Akılalmaz Hayatı, arkadaşlık ve farklılıklar üzerine Sempé'nin yarım asır önce resmettiği bir hikaye. Ve evet, itiraf ediyorum, Sempé'nin iyicilliği, naif ve sıcak çizgileri, Pıtırcık'tan bu yana hayallerimin bir parçası, birlikte büyüdüğüm kıkırdatan coşkuyu ve o "neşeli hayatı" seviyorum.  

Perşembe, Mart 25, 2021

Kalem elin dilidir

Yukarıdaki görsel 1947 yılında çizilmiş...Bugüne kaldığına, saklandığına göre önemsenmiş olmalı...Ne amaçla, neye yönelik yazılmış, bu görsel neden üretilmiş belli değil. 

"Kalem elin dilidir" için yazı yazma zanaatkarlarının aralıklarla kullandığı bir şiar ve slogandır diyelim..."Kalemin secdesi yazıdır" vardı bir de galiba... Meslek grupları, özellikle zanaatkarlar bu türden sloganları severek inanırlar. Malum, ruhani ve manevi arayışlar, pekiştirmeler olmadan olmuyor... çorbanın tuzu gibi!

Yahya Kemal

Üsküplü Sehsüvar. Yeni divan şiiri. Şair-i azam dediler. Dokuz yıl hiçbir okulu bitirmeden gezip tozdu Avrupa’yı. Kilo derdi olmadı, sofrasıyla hatırlandı. Sofrada konuştu, sofrada yazdı. Şiir nağmedir, okunmaz söylenir’e inandı. Çok bilmediği ve inanmadığı Müslümanlığı hatırlattı şiirleri. İç gıcıklayan, hoşa giden. Başka türlü bir erotizm. Gök kubbemiz dedi, Aziz İstanbul ve rubailer. Eski şiirin rüzgârı, zeytinyağlı yemekler. Hiç eve dönmedi, hiç yalnız kalmadı. Süleymaniye’de Bayram Sabahı dendiğinde ağlamaya hazır hayranları vardı. Yahya Kemal, güzel okunan şiir, Türkçenin uçurulan şeyhi…

 

Çarşamba, Mart 24, 2021

Zaman, ölüm kalım, hır gür...

Birileri söyleyince farkına vardım, evet, “hayat kısa” diyorum hep. Zaman akıp gidiyor, doğru kullanmak lazım. Boşa geçmesin günlerim istiyorum. Ölüm meselesini hırgürden, benim için saçma olan tartışmalardan uzak kalmak adına kullanıyorum daha çok. Nasıl söylesem, abartacağım biraz, İnsanlar genellikle ya sadece eleştiriyorlar veya sadece tek bir iş yapıp dönüp dolaşıp onu konuşuyorlar. Enerji kaybına yol açan anlamsız kavgalara  girmekten kaçınıyorum galiba. Kaçabiliyorum demek değil bu, kaçmak istiyorum. Bir ay sonra, bir yıl sonra unutacağınız bir kavgaya girmeyeceksiniz diye düşünüyorum. Çok kavga edilen bir çevrede büyüdüm, bıkkınlık da var bu arzumun içinde, anlamsızlığı anlamak da…

Oğlum doğana kadar ölümü pek akla getirmezdim, herkese oluyormuş, bir noktada ben ölürsem, ailem nasıl yaşayacak diye düşünüyorsunuz. Bir de yaşınız ilerliyor, hiç olmayacak bir şey değil artık diyeceğiniz bir döneme giriyorsunuz. Boşa geçmesin farkındalığı bu. Yaptığınız işle de övünmeyeceksiniz, geride kalmış bir şey çünkü. O da bununla ilgili. İşinize gücünüze bakacaksınız. Ne dersek diyelim üretimler kalacak geriye. Uzak duracaksınız. Hayaller olabilir, olmayabilir, oldurmaya çalışırsınız, hayalleri çok paylaşamıyorum. Olmazsa diye sakınıyorum, eskiden beri böyledir bende. Bir parça romantize ediyor olabilirim,  aslolan çalışmak ve üretmek. Çalışırsanız olur, inanırım buna.

 Sanatçılar genellikle haksızlığa uğradıklarını, kendilerine değer verilmediğini düşünerek üzülür, sinirlenirler ben bunu da enerji kaybı sayıyorum. İşinizi yapacaksınız, takdir ve tekdir başkalarının işi, yola devam edeceksiniz, hani futbolcular diyor ya “önümüzdeki maçlara bakacağız” diye… Türkiye’de herkes Orhan Pamuk’u eleştirir, onun kadar çalışan kaç yazar var. Sahi söylüyorum, kaç kişi var? Büyük laflar etmeye odaklanmış bir toplumuz, hepimiz bundan etkileniyoruz ama bir de işin çalışma faslı var. Ter döküyorsun, odaklanıyorsun, dünyadan kopuyorsun. Ha o iş kolay olmuyor.

Pazar, Mart 21, 2021

Kederi Çağırdık, Geldi Oturdu Yanımıza

Tuncer Erdem’in ilk çizgileri, zamanın enteresan dergisi Limon’da çıktı. Limon’un enteresanlığı, mizah dergilerinin alışık olmadığı biçimde yeni çalışmalara yer vermesinden kaynaklanıyordu. Erdem, Limon içindeki ayrışmada Nankör ve daha sonra Deli’yi çıkartan kadronun içinde yer aldı. Sonra edebiyat dergileri, haftalık ve aylık az satar muhalif siyasi magazinlerde çalışmaları yayınlandı. Başlangıçtaki tarzı çizgi romana yakındı. Kareler arası ardışıklık ilkesine dayanarak görselliği olan hikâyeler anlatıyordu. Giderek bu ardışıklığı önemsemez oldu. Şiire yakın duran cümlelerle (dizeler?) birlikte illüstratif kareler kullanmayı tercih etti. İlk çalışmalarıyla kıyaslanırsa metin ile görsellik uyumu her çalışmasında azalmaya başladı veya bu yakınlık hemen anlaşılamayan bir tarza dönüştü. Metinler, metaforik bir anlatımla başkalaştı ve görsellik, kendi dizgesi içinde uyumlu olma şartını pek önemsemez oldu. Şöyle de söylenebilir, Tuncer Erdem, okur ya da editör beklentilerine göre çizmez olduğu yeni bir üretim-yaratım evresine geçmişti. Bu değişim, Erdem’i başka bir safhaya taşıdı. Erdem, nasıl hikâyeler anlatıyor diye sorulabilir. Çünkü üretimine yataklık eden yayın mecraları değiştiğine göre, kişisel tercih kadar, çizgi anlatılardan beklenenler de farklılaşmış demektir. 

Günümüzün mizah dergileri bu türden çizgi anlatılar kullanmıyorlar. Popülerlik ve anlatısal bütünlük-süreklilik doksanlı yıllardan çok daha fazla aranıyor. Mizah dergileri bugün, neredeyse sadece, komik, saldırgan, bazen ajitatif, argoya başvuran ve ahlakla didişen anlatılara yer veriyorlar. Erdem ise geniş anlamıyla kederli bir estetiğe yakın duruyor. Aktüelle hiçbir biçimde ilgilenmiyor. Siyasete ve gündelik hayata hiç başvurmuyor. Zaman, mekân ya da tarihin olmadığı siyah-beyaz bir dünyadan enstantaneler istifliyor. İyilik ve kötülüğün, güzellik ve çirkinliğin arsızca yer almadığı, şeytanı ve sofusu olmayan bir dünya bu. Limon’dan, Deli’den bu yana yazıp çizdiklerine bakarsak, kederli karelerine rağmen katıksız karamsar olduğu söylenemeyecek bir anlatıcı Erdem. Onu tanımlayan en doğru ruh hali sanıyorum, içli bir bağışlayıcılık arayışı. Hayatı anlamaya çalışan perhizci biri o, belki bir Vaiz. İyimser de değil, dünyaya bakarken evvela sonbaharı, başıboş köpekleri, uzak köyleri, hırçın dalgaları, göçmen kuşları, çobanları, buharlı trenleri, eşyasız evleri, deniz fenerlerini, taşra tenhalığını gören biri. Eskiden koşan, koşarken neşelenen insanlar da çizerdi. İlk hikâyelerindeki Kafkaesk grilik, insan doğasına ilişkin suçlayıcılık, şehrin kodlarını deşifre eden betimleyicilik eskisi kadar öne çıkmıyor. Çocuksu bir espri de olurdu, iç ısıtan, onu da hatırlamıyor epeydir. 

Kısa bir süre önce yeni bir albümü çıktı, adı bile Erdem’in evrenini tanımlıyor: Kar, Kömür, Keder… Kapaktaki köpek, onun hemen arkasında duran bisikletli çocuk… İşte dedirtiyor insana, ben bu kederi hatırlıyorum. Albüm, boş sokaklar, yalnız başına duran çocuklar, konuşsalardı muhtemelen tek tük konuşacak insanlarla dolu… Yine balıklar, yine kayıklar, yine ufuk çizgisi… Kötülüğün bile sessiz olduğuna inanıyor Erdem… Odunluklara kilitlenen bisikletler, çürük çerçeveler, kırık camlar, gözaltlarındaki lekeler, ense kökündeki ağrılar, çocukluğundaki sesi arayanlar, nemli ayrılıklardan bahsediyor. Biz böyle bir toplum değiliz, gevezelik ölçüsünde çok konuşuyoruz, bir parça abartacağım ama böğürerek ağlıyor, gözümüzden yaş gelene kadar gülüyoruz. 

Erdem, bizi anlatmıyor, kendi dünyasını, kişisel hüznünü, çelişkilerle yüklü sükûnetini gösteriyor. Onun dünyasında yaşayanlar sanki suçluluk çekiyorlar. Hüzünlerinin nedeni, neşelerini kaybetmekten, iyiliği beklemekten, bilemiyorum belki de çıkışsızlıktan kaynaklanıyor. Hayali fenerin kıyısında duran, duvar dibine bavulları sıralayan insanlar yola çıksalar, denize açılsalar, başka bir ülkeye gitseler mutlu olacaklar mı emin değilim. Hepsi, evet hepsi suçluluk duyuyorlar. Masum olmadığımızın karinesi olarak boş gözlerle ufka, ormana, sokağa ve bize bakıyorlar. Tuncer Erdem, pişmanlığın ve kederin çizeri. İleride, daha konuşkan, bize, kendisini ve dünyasını anlatacağı bambaşka, belki otobiyografik bir hikâye anlatabilir diye umuyorum. Eskiden onun gibi çizen çeşitli isimler vardı, bugün onlar yoklar. Yıllardır kendisini de terapi eder gibi bize kederden söz ediyor. Garip, gelip insanın içine çöreklenen başka bir bağlamın hikâyecisi olarak üretmeye devam ediyor. 

Radikal Kitap, 22.4.2011

Cumartesi, Mart 20, 2021

Buyuruculuk

Hilmi Ziya'nın bir kitabında rastladım bu yayınevine, daha önce hiç görmedim gibi geliyor, en azından dikkat etmemişim. Doruktekin Yayıları (Yayınları değil)... Logonun içinde "Buyuruculuk Türkündür" sloganı yazıyor.

Slogan, bildiğim kadarıyla ilk olarak 1960'ların ikinci yarısında Kıbrıs mitinglerinde kullanılıyor... Sonra Necdet Sevinç'in yazı ve ifadeleriyle yaygınlaşmış, ki bu da yetmişli yılların ortası... Bir oyununda geçiyormuş, okumadım, bulursam okuyacağım. Ülkücü literatüründe hatırlanan bir slogan. 

Buyurucu, emreden veya karar veren anlamında kullanılır, hükmeden gibi diyebiliriz. Hükümdarlık Türkündür demek istemişler. Siyaseten romantik bir coşkusu olduğu aşikar. 

İnsan ister istemez yayınevinin seçimini, akademik mesafe şartını, Hilmi Ziya'nın dilini ve kitabını (ki kitap, ilk olarak yurt dışında yayımlanmıştı) bu sloganla haliyle angaje yayıncılıkla birarada düşünüyor, ilginç tabii...

Fakir

Köylünün oğlu, ismi kaderi. Vur çapayı ayrığın dibine. Sinemanın meşhur ettiği ilk yazar. Köy edebiyatının solculuk sanıldığı zamanların övgüsü ve yergisi. Bulanık suyun kavgaları... Mevsim hep bozkır, zaman hep ağaların köstekli saati. Kadınlar güçlü ve konuşkan, kadınlar kurnaz. Köy bir kıta, hakkını alamamış Afrika. Meydanda Irazca’nın dirliği. Islığı ve küfrü kurtlara, yobazlara, sağcılara. Ay bizim, güneş bizim. Kör olası emperyalizm. Fakir Baykurt öğretmenlerin romancısıydı, en iyisiydi, en ünlüsü. Ateşi, ateş olamadı edebiyata. Metruk ev.

Cuma, Mart 19, 2021

Levent Çamaşırları

Yazarlık, ne yazarsan yaz, az ya da çok iç dökmek, dökülmek, bile isteye çamaşırları sermek ve göstermek değil mi yani... hiç yani...
 

Şuraya bir x koyalım

Fıkra gibi gerçekten, partiler kapatılıyor da ne değişiyor, sahiden soruyorum, kapata kapata bugüne değin kapatanlar lehine hangi başarıya ulaşıldı, neye ilaç oldu, ne çözüldü veya bu yolla ne çözülebilir...  

Memleketi memleket, insanı insan, seni sen, beni ben, bizi biz yapan vicdanımızdır. İnsan, vicdanıyla düşünürse iyileşir ve iyileştirir. 

Pazartesi, Mart 15, 2021

Jules Verne ve Milliyet Çocuk

Jules Verne, anlattığı hikayeler gereği çizgi romana en çok uyarlanan yazar olabilir. Bence öyle de, kesin konuşmamış olayım... Blog takipçilerinden biri epey zaman önce Jules Verne uyarlamalarını sormuştu, kaç tane vardı, bir döküm yapılmış mıydı? Yazışınca anladım ki asıl olarak Milliyet Çocuk'ları soruyordu, hepimiz az ya da çok çocukluğumuzu yad'ediyoruz. Jules Verne uyarlamaları tabii ki Milliyet Çocuk'la sınırlı değil ama belli bir zaman aralığında çok sayıda uyarlama yapıldığı için "domine" etmişti diyelim. Milliyet Çocuk'ta çıkan Jules Verne uyarlamalarını alfabetik olarak sıraladım. 

Adalet (Sayı:41-1980)
Afrika Serüveni (Sayı:50-1978)
Aya Yolculuk (Sayı:19-1978)
Balonda Beş Hafta (Sayı:6-1979)
Bozkırda Yolculuk (Sayı:42-1979)
Buharlı Ev (Sayı:13-1980)
Buzlar Canavarı (Sayı:28-1979)
Çılgın Madenci (Sayı:14-1980)
Denizaltında 20.000 Fersah (Sayı:26-1978)
Dönüşü Olmayan Nehir (Sayı:24-1980)
Dünyanın Merkezine Yolculuk (Sayı:22-1977)
Dünyanın Ucundaki Fener (Sayı:11-1979)
Esrarlı Ada (Sayı:43-1977)
Gökler Fatihi (Sayı:35-1979)
Gökler Hakimi (Sayı:3-1980)
Güney Yıldızı (Sayı:40-1978)
Halifax Korsanları (Sayı:8-1980)
İki Yıl Okul Tatili (Sayı:1-1980)
Kaptan Grant’ın Çocukları (Sayı: 7-1978)
Kaptan Hatteras’ın Serüvenleri (Sayı:26-1979)
Kartal Yuvası (Sayı:2-1980)
Kıyamet Günü (Sayı:47-1980)
Kutup Harekatı (Sayı:15-1980)
Kuzey Güney Savaşı (Sayı:1-1979)
Küçük İrlandalı (Sayı:50-1979)
Michel Strogoff (Sayı:37-1977)
Onbeş Yaşında Bir Kaptan (Sayı:15-1979)
Ormandaki Köy (Sayı:50-1980)
Özgürlük Kahramanı (Sayı:31-1980)
Piyango Bileti (Sayı:24-1979)
Robensonlar Okulu (Sayı:40-1979)
Seksen Günde Dünya Gezisi (Sayı:27-1977)
Sezar Kaskabel’in Serüvenleri (Sayı:30-1979)
Yanardağ (Sayı:21-1979)
Yaşama Tutkusu (Sayı:35-1980)
Yeşil Işık (Sayı:16-1980)

Pazar, Mart 14, 2021

Doğum günü vesilesiyle

Japon porseleni kadar pürüzsüz, foto-roman yüzler. Kadınlara hap dediği “gerçek hayat hikâyeleri” anlattı yıllarca Faruk Geç, biraz ordan biraz burdan. Reçete Simavi’den. Edepli bir cinsellik, şefkatli bir zalimlik, susmakla ağlamak arasında tiplemeler. Ne Bayırgülü’nün isyancı surat asmaları, genç erkeklerle yarışır istek ve meydan okumaları ne de Ramize’nin nörotik, nemfoman ve meşum motor kızları. Hepsi Selma Güneri’ye yazılmış öyküler. Erkekler ya Ediz Hun ya da Önder Somer, şehirden.

[Bu satırları, yirmi yıldan fazla oldu, Güldiken'e yazmıştım.]

Cumartesi, Mart 13, 2021

Zürriyet


Görsel, Hilmi Ziya Ülken'in 1971 tarihli kitabın kapağından bir kesit. Kapakta dört erkek fotoğrafı kullanılması sebebiyle ilgimi çekti. Bir fıkra gibi durmuyor değil, bir Türk, bir Amerikalı, bir İngiliz ve Fransız orta yaşlı erkek portreleri kullanılmış. Tipik oldukları için seçildiğini farz ediyorum, Türk sahiden de ortalama bir Türk örneği mi? veya Fransız?

Diğer yandan kapakta hiç kadın düşünülmemiş, e niye peki, soyaçekme-soy veya zürriyet faslı açılınca söze erkeklerle başlanıyor da ondan... Önce Adem... sonra kaburga kemiğinden Havva olduğuna göre... zürriyet denilince erkekleri temel almak gerekiyor diye düşünülüyor. Falan filan işte. 

Aybike ve yarım bir serüven

Hatırlayanlar olabilir, pandemi öncesinde Uğurcan Yüce'nin 1976 yılında çizdiği Aybike çalışmasının orijinalleri elime geçmişti. Hoşuma giderek anlatmış, olup biteni yazmıştım.

Meraklısı için Bkz link

Bu defa Aybike'nin yeni bir serüvenine daha ulaştım, meğer Uğurcan Yüce hikayesini bırakmamış, çizmeye devam etmiş, anladığım kadarıyla ilk serüven yayımlanırken ikincisini çiziyormuş... Kişisel tahminim, tamamlanmamış bir çalışma olmuş... Kaligrafisi yapılmadığı için hikaye hakkında bir yorum yapamıyorum ama çizgi niteliğinde bir düşme yok... Daha fantastik bir havaya bürünmüş, Aybike'deki Red Sonja havası bu serüvendeki başka "kadın savaşçılarla" pekişmiş denebilir. 

Aybike'nin orijinal sayfalarıyla ilgili ilk yazdıklarımdan sonra neler oldu, meraklısı için anlatayım, çünkü bu çizgiler, gazetelerde kalmasın, unutulmasın, hoş bir albüme dönüşsün istiyordum. Üç yayıncı arkadaşımız, yayın için benimle irtibata geçtiler, konuştuk... 

Öncelikle, çalışmanın orijinalinin elimde olması, yayım hakkını bana vermiyor, Yüce'nin mirasçılarından izin almak gerekiyor. İkincisi, böyle bir albüme niyetlenmişken, böyle bir albümün yetmişli yılların çizgi romancılarını anlatan, derleyip toparlayan bir tarafı olsun da istiyorum. Uğurcan Yüce'nin şahsında o yılların üreticilerini hatırla(t)mak... gibi bir niyeti olmalı diye düşünüyorum. 

Aileye ulaşacağıma, yayıncıya anahtar teslimi bir albüm teslim edeceğime söz veriyorum. Yardımlara ve önerilere açığım elbette.

Senaryo işlerim nedeniyle yoğun bir hayatım var, nasip kısmet diyelim, ilk boşlukta-fırsatta...

Django


Django, ilginç bir müzisyenin, ünlü caz gitaristi Django Reindhardt'ın hayatını anlatan bir çizgi roman. Çok iyi çizilmiş bir çalışma her şeyden önce. İspanyol çizer  Efa tatlı, insanın içini ısıtan, baktıran bir atmosfer yaratmış Efa... Rubio'nun senaryosu, Django'nun hayatının ilk yıllarına odaklanıyor, bilenler olabilir, bir yangında sol elinin iki parmağını kullanamaz hale geliyor ama buna rağmen, azmediyor, gitarı çok çok güzel çalmaya devam ediyor. Aslen Avrupalı bir Çingene, "Üç parmak", "Ateşli el" gibi lakapları var, pek çok caz müzisyenini etkilemiş, hayat hikayesi ve azmi, müzik tutkusu sayısız insana ilham vermiş birinden söz ediyoruz. 

Çizgi roman onun müzik hayatından ziyade gönül hayatına, yanlış kadına yönelişine, şöhrete-kibire kapılmasına odaklanmış... Hikayesi en az çizgileri kadar sakin aslında, büyük laflar etmiyor ve iddialı sonuçlara ulaşmıyor. Bilemiyorum, Django'nun bile isteye durulduğunu anlatmak istemişler, kendisini seven kadına sığınmasını olumlayarak vurgulamışlar, bir büyüme ve "farkına varma" (minnet mi demeli) hikayesi çıkmış ortaya...

Yazar-çizer ikilisinin (İngilizcede 2017'de çıkan) Monet ile ilgili bir başka biyografik çizgi romanı olduğunu hatırlatayım.

Perşembe, Mart 11, 2021

Konserve Kız

Denk geldi, tesadüfen gördüm, vakt-i zamanında, Tamek Konserve reklamlarında ünlü illüstratör Franco Mosca'nın çizgileri tercih edilmiş... Üstelik özgün bir iş de sipariş edilmemiş, mevcut işlerden birini almış kullanmışlar... Halbuki edilebilirdi, çağdaşları olan bir sanatçı... 

Konserve ile bu pin-up kızının zerre ilgisi yok elbette... Nasıl bir mantık yürütmüşler, orası enteresan... Çorap olsa hadi neyse derdik... İnsan ister istemez, şirket sahibi nasıl ikna edilmiş diye düşünüyor, arada bir reklamcı olduğunu farzediyorum çünkü...Valla bravo. 
 

Ara Abi

Muhabir. Hayat’ın ve dünyanın fotoğrafı. Bresson’un yoldaşı. İstanbul’un tarihi. Orman gibi sokakları. Siyahla beyazın dizesi. Rıhtımların, hamalların, akıp giden yılların, ısırılmış elmanın, paranın, sefaletin, yenilginin ve ıslaklığın resimleri. Picasso’nun öğleden sonrası. Saroyan’ın mektubu. Babil’den sonra yaşayacağız çocuklar. Filan falan. Ara Güler, zamanı durduran güzel Ermeni. 

 

Çarşamba, Mart 10, 2021

Kadınsız Şehrin Kadınları









Nahid Sırrı Örik, son çeyrek yüzyılda yeniden keşfedilen yazarlarımızdan. 1960 yılında ölmüş birisi için epeyce geç bir tarihte hatırlandı aslında. Özellikle Kıskanmak romanıyla ilgi gören, konuşulan bir yazar haline gelen Nahid Sırrı'nın hemen her kitabı yayınlanıyor artık. Hatta ne yazdığı da yeni bir yazarmışçasına merak ediliyor. Her dönemin kendine özgü beğeni kalıpları olur, Nahid Sırrı yaşadığı dönemde beğenilen bir yazar değildi. Edebiyat tarihi kitaplarına bakarsanız hakkıyla irdelendiği söylenemez, ansiklopedik ve derlemeci bir tutumla ismen geçer, belli başlı kitapları sıralanır o kadar. Nahid Sırrı, pek çok romancımız gibi gazetelerde köşe yazıları yazar, romanlarını ve hikayelerini önce gazetelerde tefrika ederdi. Romanları malum da köşe yazılarının  da ilgi görmediği, hatta aralıklarla küçümsendiğini rahatlıkla söyleyebilirim.  Sözcük tercihleri, nostaljik tutumu, seçkinci kibiri ve bazen kendi devranında yaşıyor oluşu eleştirilmiştir. Cinsel tercihlerinden dolayı dışlandığı da tahmin edilebilir. Yusuf Ziya Ortaç'ın hoyrat bir dille, sözüm ona hicvederek "Kırıtarak gelirken uzaktan Nahid Sırrı / Sanırım pantolonlu ceketli bir kız gelir" diye yazdıklarına bakılırsa 'erkek Babıali'de' yaftalanıp  yalnızlaştırıldığı aşikardır. Rivayet odur ki bir süre yaşadığı Ankara'dan ayrılmasının sebebi de benzer bir saldırı ve dışlamadır. Öyle ki Nahid Sırrı deşifre olup Ankara'dan ayrılmak zorunda kalmıştır.

Nahid Sırrı nasıl bir yazar? Mutsuz bir adam her şeyden önce. Kimseyi sevmediğini okuruna hissettiriyor.  Sadece sevmemek de değil iğrenmek demek lazım buna. Kadınları, erkekleri, yoksulları, memurları, azınlıkları sevmiyor. İyi insanlara inanmıyor, herkesin bir hesabı olduğunu düşünüyor. Dönüp dolaşıp bize entrikayı resmediyor. Kumpas kuran, kendini korumaya alan, daimi bir şüpheyle hayata bakan karakterler anlatıyor bize. Habis, iki yüzlü, sadakatsiz, zehirli bir dünyası var Örik'in. Dışlanmış biri olduğu için mi bu kadar öfkeli? Bunun kesin bir cevabı yok ama bunu gözardı etmek de mümkün değil.

Gece Olmadan romanı yirmili yıllarda Ankara'da geçiyor. Belirli bir kahramanı var denemez, roman karakterler arasında geziniyor. Önce kendine koca arayan bir İstanbullu kadınla karşılaşıyoruz. Nahid Sırrı'nın sevdiği türden bir çözülmenin ortasında bu genç kadın. Konakta yaşayan, hiç çalışmamış güzel bir kadını tanıtıyor bize, baba vefat etmiş, ailenin gelirleri giderek azalmış. Semiha, güzelliğini kullanarak zengin ve yaşlı bir koca arıyor kendine. Yarım kalan teşebbüsünden anlıyoruz ki evli bir adamı ayartmakta beis görmemiş. Üstelik annesi ve erkek kardeşi, Semiha'nın ne yapmaya çalıştığının farkındalar. Roman, bu takdimden sonra başlıyor, Ankaralı Musevi bir tüccarı gözüne kestiren Semiha, kardeşinin aracılığıyla Ankara'ya gidiyor, memurluğa başlıyor ve ailenin yanında kiracı oluyor. Bu noktada devreye Yahudi ailesinin kadınları giriyor. Yeknesaklaşan evlilikler, aldatmalar, metresler, göz yummalar, bankalarda açılan hesaplar, hediyeler anlatılmaya başlıyor. 

Ankara'nın gündelik hayatında, aslına bakarsanız bürokratik elitlerin sosyalleştiği yerlerde çok az kadın olması pek çok romancımızın ilgisini çekmiştir. Eksiklik ve yoksulluk bahsinde o küçük bozkır şehrinin kadınsızlığı da yaralayıcıdır. Nahid Sırrı, kadınsız şehrin Yahudi kadınlarını konuşturuyor. Erken Cumhuriyet dönemi romanlarında azınlıklar ya yoktur ya da öfkeyle iğrençleştirilerek anlatılır. Yahudi ailesi hakkaniyetle anlatılmıyor doğal olarak, hakir görüldükleri, kolayca ikinci sınıf sayıldıkları söylenebilir ama Örik'in tuhaf bir dengesi , mesafeli-gezinen, katılaşmayan bir dili var.  Asıl derdi din ya da milliyet değil, insanların sefaleti ve doymazlığı. Melodramatik bir dili var ama mutlu bir evliliğe inanmıyor. Cinsellikten söz açıyor ama er ya da geç güdükleşeceğini biliyor. Sürekli para meselelerini dillendiriyor ama asıl meselenin arzuyla ilgili olduğunu bir biçimde vurguluyor. Siyasetle ilgilenmiyor ama geçerken öyle bir şey anlatıyor ki bilerek sustuğunu ya da büyük siyaseti küçümsediğini hissettiriyor. Romanın kahramanlarından Josef, 'bari vekillerle sefirler gibi yataklı tren' ile git diyen, savurganlığına kızan karısına uzunca bir cevap veriyor:

"Vaziyeti kavrayamıyorsunuz. Uzun seneler ikinci ile değil, hatta üçüncü ile seyahat ettim. Üçüncüye yine binebilirim. Fakat artık Ankara eski Ankara değil, hatta milli mücadele zamanının Ankara'sı değil. Hatta cumhuriyet'in ilk zamanlarının Ankara'sı da değil. Ben de    eski Yasef değilim. İş icabı temas edebileceğim, insanların bir kısmı eskiden ikincide seyahat ederken şimdi yataklıda gidip geliyorlar. 'Vay hain Yahudi, kurumuna bak, yataklıdan aşağısı herifi kurtarmıyor' derler diye çekinip ben yataklıya binmiyorum ama eğer birinciye de binmezsem bu sefer de 'ne hasis Yahudi, milyoner oldu, halbuki herif hâlâ ikinci ile gidip geliyor. Bu kadarı Çingeneliğinden mi yoksa binbir dalaveresinin fark edileceğini düşünüp parasızlık komedyası oynamak isteyişinden mi orasını da Allah bilir artık' diye türlü tefsire kalkışırlar. İşte bu iki ihtimali göz önünde tutup birinci ile seyahat ediyorum".

Yahudilerin cimriliğine ilişkin önyargıyı kullanmakla birlikte Yahudi karakterini tek bir boyuta indirmiyor, bu uzun diyalog bir azınlığın yaşarken neleri hesap etmesi gerektiğini de gösteriyor. Nahid Sırrı karakterleri o denli hesapçılık içindekiler ki, hemen her diyalogta, iç düşüncede bir muhakeme okuyoruz. Asıl kahramanlar hep kadınlar olduğu, erkekler ekseriyetle bir flaneur gibi gelip geçtiği için hesap ederken en çok onlara rastlıyoruz. Kadınlar, hele yaşlandıkça daha çok kaybetme korkusu çekiyorlar, erkeklere güvenmiyor, genç kadınları sevmiyorlar. Bazen De Laclos'u ya da Sade'ı andıran kumpaslar kurabiliyorlar. Nahid Sırrı, kadınlara bakarken Hüseyin Rahmi kadar mutlak bir husumet göstermiyor. Yahudi'nin tren biletindeki gibi her hareketlerinin sonucunu irdeletiyor, arada kaldıklarına işaret ediyor. Varsa güzellikleri yoksa pragmatizmleri en önemli sığınakları. Gece Olmadan, Nahid Sırrı'nın başarılı anlatılarından değil ama yazarın tüm klişelerini içeriyor. Doksan yıl önceki Ankara'yı anlatması ayrıca ilginç.

Salı, Mart 09, 2021

Hayale aldanmak

Bu fotoğrafa bayılıyorum, elimde fotoğraf kağıdına basılı bir örneği var, belki de basılı tek örneği, sahaflara düştüğüne göre aile terekesinden çıkmış olmalı. İtiraf etmeliyim ki, uzun müddet bu resmin bir stüdyo fotoğrafı değil de özel olarak tasarlanmış bir sanat çalışması olduğunu düşündüm, halen de şüpheliyim. 

Fondaki "manzaradan" etkilenmiş olabilirim, bana Türkiye gibi de gelmiyor, Ortadoğu olduğu aşikar... diye başlıyorum vırvıra, düşünmeye... Niye olmasın ki...ne kadar biliyorsun filan kendimle konuşuyorum. 

Karı koca arasındaki mesafe, çocukların duruşu, kadının ayakkabıları, uzun boyu, sürmeli gözleri, adamın ürkek bakışı, gevşek yaka düğmesi... hepsi benimle konuşuyorlar, ve konuşa konuşa çıkıyorlar karanlık odadan... daha çok çocukların cıvıltısı tabii, gözleri kamaşmış... Karı koca arasındaki tek tük bir iki söz... Oysa kadın çok konuşkan, evi o çekip çeviriyor...

Niye bilmiyorum, adam fotoğrafçıya para verirken çay içiyor, ayak üstü, şekersiz... karısı çocuklarla kumaşçıya gitmek için önden seğirtiyor... Sokakta ya da dükkanda Kazancı Bedih çalıyor...Tükendi nakti ömrüm mü diyor hasreti dildar ile mi... havaya karışır gibi, duyulmuyor sanki... ama çalmasa eksik kalacaklar, adam mendiliyle boynunu siliyor, çok beğendiği kravatını sıkılayıp dükkandan çıkıyor. Karısını meydandaki kahvede bekleyecek...yürüyor, yanımdan geçiyor... 

Ben o sokaktayım. 

Pazartesi, Mart 08, 2021

8M

https://www.deviantart.com/mauricioabril/art/Mulan-Says-We-Can-Do-It-535741415

 
https://www.deviantart.com/tuffix/art/We-Can-Do-It-Too-326584491

Pazar, Mart 07, 2021

Sezai ve Ratip Tahir Burak

Blogun takipçilerinden aralıklarla sorular alıyorum, bu sorular genellikle tez ya da makale çalışmalarıyla ilgili oluyor. Kimi sorulara verdiğim cevapları başka araştırmacılara da faydası olması için paylaşmaya karar verdim. Bunu hiç yapmıyor değildim ama bu kez bir etiket altında ulaşılabilir hale getirmeye niyetlendim diyelim.

Soru, 7 Gün Neşriyatın çıkardığı Türk Çocuğuna Hikayeler serisindeki kapaklarla ilgiliydi... 

Kimin çizdiği soruluyordu, imza, yanlış okumuyorsam "Sezai" diye atılmış ama çizgiler Ratip Tahir'e ait...Sedat Simavi,  Hürriyet'i neşredene kadar çeşitli dergiler çıkardı ama en önemlisi, magazinciliğinin en popüler yayını 7 Gün'dü. İşte o neşriyattan 32 Kitaplık bir çocuk kitapları serisi çıkarmış, yıl 1947... Ratip Tahir, o yıllarda Ulus'ta çiziyor, bir nedenle, ne söylesem ancak tahmin olabilir, Ulus'ta çizdiği için olmalı diyelim, imzasını ve ismini gizliyor. Sezai'nin esbabı mucibesi bu... Sonradan 1950'de Hürriyet'te çalışmaya başlayacak, ilk önemli yerli çizgi romanları üretecek... 

Cumartesi, Mart 06, 2021

Yalpalamak

1951 yılının ilk günü, Ali Ulvi gazetesi Cumhuriyet için çizmiş bu karikatürü. Stalin, Noel Baba kılığında çocukları (Barış bebeği) çuvalına atıp kaçırıyor, alttaki lejanda "Noel Baba'nın götürdükleri" yazılmış. Soğuk Savaş ikliminde Ali Ulvi, gazetesinin ve rejimin beklentilerine uyarak çizmiş diyelim, Stalin özelinde Sovyetler çocuk hırsızı, barış düşmanı olmuş. 

E diyeceksiniz ki, Ali Ulvi çizdiği bu ve benzeri karikatürlere rağmen neden komünist suçlamasından kurtulamadı? 

Türkiye'de karikatüristler uzun yıllar, komünistlikle suçlandılar, öyle miydiler, tabii ki değillerdi. Gel gör ki, memlekette her türlü muhalefeti "komonizm" ile ilişkilendirip, Sovyetler'e bağlamak, önüne geleni vatan haini olarak yaftalamak, sağcıların pek rağbet ettiği bir "saldırı" biçimiydi. Karikatürcüler de paylarına düşeni aldılar.

Türkiye'de Marksizm, 61 Anayasası ile meşrulaştı, gümrükten geçme izni aldı... Nasıl aldı ve yaygınlaştı derseniz, haliyle "millileşerek"... Öncesinde hiç yoktu, hiç bilinmiyordu dediğim düşünülmesin, mümkün değil ölçüsünde zordu konuşmak, öğrenmek ve paylaşmak demek istiyorum... 

Marksizmi millileştirmek malumunuz çeşitli biçimlerde denendi, kabaca söylüyorum, "biz" farklıydık, başka kültürlere benzemiyorduk ve başka kültürlerde olup bitenler burada hiiç olmamıştı, yaşanmamıştı, o sebeple "evrenselci" bir sol ve marksizm bu topraklarda olamazdı, yaşayamazdı, uygulanamazdı falan filan...

Uzun ve zor bir tartışma olduğu için hiç girmeyeceğim, mesele zaten bu iddiaların doğru olup olmaması değil, birileri buna inanıyor ve savunuyorsa, artık bir vakıadır ve bir zemini var demektir, dikkate almak gerekir. Türkiye'de sağcılar daima iktidar olduğu için onlara muhalefet edenler hem milli olmamakla suçlandılar hem de milli olduklarını göstermek için epeyce cebelleştiler, doğal olarak Marksizmi millileştirmek-yerlileştirmek başvurulan çarelerden biri oldu. Bizimkisi gibi toplumlarda muhalif olabilmek kolay iş değil, siyasal iktidarlar kendileriyle aynı fikirde olmayanları düşman saymakta beis görmüyorlar... Hukuk da sizi korumazsa... işler hepten karışıyor.

Turhan Selçuk, 1960 öncesinde solu bilmediğini, mealen söylüyorum, siyaseten hatalı yorumlar yaptığını anlatmıştı bana. Bence bu durum, sonradan 50' Kuşağı denen bütün çizerler için geçerli... Sağcılar ne diyor, ben ne diyorum, aynı şeyi mi söylüyoruz mesafesini, belki ancak 61 Anayasasının getirdiği özgürleşmeyle sonradan kurabildiler. 

Yani geçmişteki üretimlere bugünden bakarak "e bunu sağcılar da söylüyordu, senin ne farkın var demek, bir parça haksızlık olur, tabii ki yapalım, zihin açıcı oluyor, o ayrı...

Cuma, Mart 05, 2021

Kimden yanasın arkaşım sen

Ramiz (Gökçe) imzalı, 1935 yılından bir kapak, öğrenci eleştirisi olduğu için ilginç... Çocuk, cebirle, hesap kitapla uğraşmaktan sıkılmış, derslerden bunalmış, mızırdanıyor: "Şu cebiri icad edenin zamanında acaba plaj, sinema, stadyom yok muydu?"  

Tıslaya tıslaya yargılayan bir örtmen edasıyla çizilmiş, efenim şu ayak altındaki dergilere, kitaplara bakınız...

Bu karikatür yayımlandığında Ramiz, 35 yaşında... Derginin sahibi Yusuf Ziya ise 40... Empati kurmalarını beklemek fazla olabilir diyelim... O dönemin izahı ve mizahı da öyle gelişmiyor, bilmiyor, akledemiyorlar.

Öğrenci dediğin mızırdanacak, derslerde zorlanacak, aklı karışacak, ergen heyecanlarıyla kıvranacak... kim o yollardan geçmedi ki... Yukarıda ilginç dedim, bir mizah dergisinde haylazlık eden öğrenci niye eleştirilir ki diye düşünmeliyiz... en azından öğrenciden yana olmasını bekleriz değil mi? Otur dersine çalış diyen bir zihniyetle didişmeli, meydan okumalı hatta... Hayır, otuzlu yıllarda, hatta kırklarda çıkan mizah dergilerinde hiç böyle bir şey yapılmaz, öğrenciden perhizci bir sadakatle sorumluluk beklenirdi. Okuldan kaçan çocuk nerdeyse vatana ihanet ediyordu. 

O sebeple Orhan Veli sevildi, Sait Faik gönülleri titretti, Hababam Sınıfı herkese "genç" ve "yeni" geldi, yoktu böyle bir mizah, öyle bir dil ve meydan okuma... Popüler kültür tarihimizden isimler saydım, elli yıl önce de biliniyorlardı. Boşuna değil...

Çarşamba, Mart 03, 2021

Füruzan

Yetim, güzel annenin güzel kızı, yoksul öğrenciler, gurbet ve ümit kırıntıları. Ah güzel İstanbul! Hayatın mezurası hüzün. Neyi ölçse keder ve eksiklik. Papirüs öyküsü, duru ve cesur. 47’lilerin yazarı, 68’i ve 12 Mart’ı anlatan en genç roman. Yetmişli yılların yeni gerçeği, narçiçeği ve devrimin bin bir yüzü. Resimsi. Sinemasal. Dün tarihi. Füruzan, Türkçenin parasız yatılısı.

Salı, Mart 02, 2021

Dayak yiyen Yuki


Bu aralar Yuki'ye sardırdım, Yuki, Orhan Boran'ın radyo programında denediği bir komedi karakteri... Sonradan dönemi için popüler bir çocuk kahramanına ve markaya dönüşüyor, çizgi roman oluyor, dergisi, pakları çıkıyor.

Adı, Orhan Boran'la özdeşleştiği için ben çocukken nostaljisi de yapılır, hatırlatılırdı. Eskiden hiç dikkatimi çekmemişti, Boran, Yuki ile sohbet ederken, el avuca sığmaz afacanın yaramazlıklarından usanarak meğerse onu pataklıyormuş. Karagöz'ün Hacıvat'ı dövmesi gibi düşünün, sahiden tokatlıyormuş. Dayak da o mizahın bir parçasıymış, belki ben de gülüyordum, bilemiyorum.

Bugünden bakılınca iş karışıyor tabi... Yahu, ne dövüyorsun çocuğu dememiş kimse, orta sınıf il ve ilçe eğitime dilekçeler yazmamış, radyoyu basmamış... Psikologlar ve pedagoglar konuşmamış... Altmışlı yıllardayız.

Yuki'nin yediği dayağın kimselere tuhaf gelmemesinin sebebi... ebeveyn dayağının, öğretmen dayağının o senelerde normal karşılanmasından kaynaklanıyor. 

Benim kuşağımda annesinden, babasından, öğretmeninden dayak yememiş çocuk yok gibidir. İlkokul öğretmenimden sadece bizim sınıf değil, abartmıyorum, okuldaki bütün öğrenciler az ya da çok dayak yemiş olabilir. Abimi benden dört yaş büyüktü, o bile, tırabzandan kayıyor diye üç dört tokat yemişti ondan mesela... Ortaokulda bir müdür yardımcısı vardı, halen süzme bir sadist olduğuna inanırım, her gün koridorlarda dolaşıp beş altı çocuk döverdi. Dayak atmayan çok azdı, kadın hocaların bir kısmı belki, saya saya bitmez yani.

Tabii ki, zaman değişiyor, pek çok popüler kültür ürünü gibi Yuki de zamana yenilecekti ama dayakçı mizahı daha kolay eskimesine yol açmış bence, öyle anlaşılıyor. 

Memlekette çocuklar için tasarlanmış kahraman sayısı çok çok azdır, Yuki için hayıflanarak söylüyorum, revize edilebilirmiş sanki... 

Pazartesi, Mart 01, 2021

Seyrüsefer Defteri 127

Escape from Pretoria (2020) Kelebek yüzünden hapisten kaçış hikayelerine meftunum, temposu ve güzel sahneleri var, sorunu şu ki, kaçacaklarını bilerek izliyorsun (28 Şubat).++ Babamı kim öldürdü oyununu seyrettim, kitap kaldırır ama sahnede bu metnin sadeleşmesi gerekiyormuş (27 Şubat).++ Selvmordsturisten (2019) hep bir twist bekliyor insan, gerçek, kabus, sanrı, gel-gitler filan ama olmuyor (26 Şubat).++ Superman and Lois Sea1 Ep.1 bu kadar şeyi bir anda ve başlangıçta anlatma cesareti güzel (25 Şubat).++ The Sunlit Night (2019) sevimli ve iyimser film (24 Şubat).++ Geom-gaek (2020) Koreli kılıçbaz hikayesi, bale, kılıç ve baston, ekşın ve kostaklanma (23 Şubat).++Isi & Ossi (2020) Alman komedisi ve gişe reçetesi diyelim, geçelim (22 Şubat).++ Fargo Sea4 Ep.7 ve 8'i seyrettim (21 Şubat).++ Bajocero (2021) dijitalin tempolu hikayelerinden, seyrediyorsun, bittiğinde yani çok da matah değil diyorsun (20 Şubat).++ Fatale (2020) senaryo karmaşası (19 Şubat).++ Üç Tekerlekli Bisiklet (1962) en iyi filmlerimizden, döneminin ilerisinde, Vedat Türkali'den Orhan Kemal yorumu (18 Şubat).++ What we do in the shadows (2014) düşük bütçeli bir korku edebiyatı parodisi, bazen çok hoş (17 Şubat).++ Monster Hunter (2020) trash abartısı var, devamı da olacakmış, israf kategorisinde (16 Şubat).++ Bliss (2021) bir yere kadar ilginç ve devamlılığı vardı, sonra o hayali havailiği sönümlendi (15 Şubat).++ Prisoners (2013) verimli, malzemesi bol hikayeymiş, filmden fazlası çıkarmış (14 Şubat).++ Senaryo Kampı (7-13 Şubat).++ Zabel oyununu seyrettim, dağınık olmuş (6 Şubat).++ The Bee Gess: How can you mend a broken heart (2020) sağlam bir belgesel, hem dönemi, hem grubu güzel anlatıyor, Ertegün ile Mardin faslı ayrıca ilginç (5 Şubat).++ Malcolm & Marie (2021) pandemi tiyatrosundan, ilerde cenderede bu yola gitti sinemacılar diyeceğiz (4 Şubat).++ Hunter Hunter (2020) ormanda yaşayan bir ailenin karşısına bir seri katil çıkar, falan filan, bir temposu var, ama kendisi klişe (3 Şubat).++ Fargo Sea4 Ep5 ve 6'yı seyrettim (2 Şubat).++ Lupin Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (1 Şubat).