Cuma, Ocak 31, 2020

Arif Payaslıoğlu


Lisansta, mutsuz bir üniversite öğrencisiydim, okulumu, genel olarak arkadaş çevremi sevmiyordum. Yazıp geçiyorum şimdi ama o yıllar, bana zor geliyordu, eh ergenlikte mutlu büyüme hikayesine az rastlanır... Homurdanmak, tıslamak, ikrah etmek işin doğasında vardır. Baş edemiyordum demek istiyorum.

Seksenli yılların sonuydu, dersin adını dahi hatırlamıyorum, yeni bir hoca geldi, ODTÜ İİBF'den emekliymiş, önemli bir akademisyenmiş filan... Diğer yandan o okulu bıraktığında öğrenciler eğlence gecesi dahi düzenlemişler, notu kıtmış, huysuzmuş, müşkülpesentmiş şu bu...Hepsini o gelmeden duyduk...

Arif Payaslıoğlu, tip olarak Salvador Dali'ye benzerdi, akıllı, nezaketli ama bitirim (ya da bıçkın)  tarafı olan alelacayip bir hocaydı...Bilkent'i ve "o zengin çocuklarını" sevmiyor, genel olarak sınıfı cahil buluyor, bize bunu hissettiriyordu.

Mutsuzluğuma ve huysuzluğuma denk düştüğü için sevdim Hocayı... Hiç ders kısmından bakmadım doğal olarak, konuşurken verdiği edebi örnekler şunlar bunlar... hoşuma gitti adam...

Bir gün, bir soru sordu, dedi ki bilene 500 lira vereceğim...

Halen ayıp mı desem, tuhaf mı adını koyamıyorum, yaptığı şey -o gün de bugün de- yanlış geliyor bana, hocalık yaptım, öğrenciyle böyle bir ilişki kurulmamalı bence... Tahkir edici çünkü... Ama Arif Hoca, sınıfı zenginlerle özdeşleştirdiği için olabilir, bize bunu çok yaptı...Dersle ilgili olmayan, okur yazarlık gerektiren bir edebiyat sorusu sorardı ve bunu yaparken de (inatlaşır gibi) cebinden bir para çıkartıp sallardı...

Sınıfın kötü öğrencilerinden biri olmakla birlikte sorularını her defasında bildim. Tabii ki "parayı ancak hatıra olarak alabileceğimi, hatta imzalarsa sevineceğimi" söyledim. 19 yaşında filanım, az buz racon değil yani... Hoca'nın hoşuna gitti, paraya imza atmanın suç olduğunu filan söylese de, attı bir paraf...

Görseldeki para, işte o para... Kafka ile ilgili bir şey sormuştu...

Sonradan bir tür arkadaş olduk, bana (Turgut Beşiktaşlı mahlasıyla) yazdığı iki kitabını imzalamıştı. Biri bozkır hakkındaydı, hoşuma gitmişti yazdıkları, üstelik aynen benim gibi hasta Beşiktaşlıydı... Kitaplar ofiste bir yerlerde olmalılar, imzalarken bana "genç yazara" gibi bir ithafta bulunmuştu... Aklımda kaldığına göre hafif tertip gururlanmışım.

Yıllar sonra denk geldim, ODTÜ onun hakkında bir belgesel yaptırmıştı, başka bir dille, hak ettiği ölçüde itibarla anlatılıyordu, bilmediğim biri hakkındaymış gibi izlemiştim... Disiplini, yöneticiliği, ısrar ve inadı, demokratlığı şu bu...

Bir sürü insanla karşılaşıyor ve hepsiyle ayrı ayrı hikayeler yaşıyoruz, onları  o hikayelerin kahramanları gibi sabitliyoruz...Halbuki sadece o değiller, onlarca başka hikayenin de kahramanı olarak başka başka şeyler yaşıyorlar... Hatta bazen yancısı, bazen figüranı oluyorlar.

Benim için Arif Hoca, epeyce tuhaf, edebiyat konuşabildiğim, öfkeli, hatta kırık bir sohbet arkadaşım olarak kalacak...

Kendisinden kazandığım ilk parayı sakladım ama diğerlerini harcadım tabii... Fena paralar değildi çünkü...Öğrenciydik, kitaplar pahalıydı...

Çarşamba, Ocak 29, 2020

Namık Kemal ve Arkaşı


Askerlik malzemesine devam...

Askerlik dediğimiz şey insanın ömründen giden bir zaman olunca kendimce çareler aramış... tuhaf geleceğini biliyorum, duyduğum küfür ve fıkraları toplamaya/yazmaya başlamıştım.

Çocuklarla laflıyorum, dinliyorum, maksat hasbihal etmek... Erlerden dört beş yaş büyüğüm... Okumuş adam olunca, çocuklardan biri, kendi deyişiyle "Çingen bir arkaş" oturmuş daktiloda çok güldüğü bir fıkrayı yazmış... Getirdi verdi bana.

"Çok komik bi fıkra getirdim abi sana"

Fıkra filan mühim değil tabii... Gösterdiği özen, kendine özgü yazma biçimi, edepli olma hali...

Hatıra oldu bana...

Pazartesi, Ocak 27, 2020

Anonslu Kaset


1994'te ben askerken, er ve erat arasında bir kaset doldurma modası vardı. Bugün, ortada kaset filan kalmayınca ne demek istediğim çok anlaşılmayabilir, kaset doldurmanın anlamı şu: bir plakçıya (plak ve kaset satan dükkana) gidiyor, istediğiniz şarkılardan oluşan bir liste veriyordunuz. Teyp işi lüks olduğundan, çift kasetli teypler yaygınlaşmadığından bu işler herkes tarafından yapılamıyordu... Plakçı da bir iki gün sonra siparişiniz olan kasedi ücreti karşılığında size teslim ediyordu.

Askerde olan ise benzeri olmakla birlikte bir "tık" farklıydı.. Kasedin başına siparişi veren için özel bir şeyler ekleniyor, adına da "anonslu kaset" deniyordu.

Görsel, o yıllardan kalma bir reklam... Bu kağıttaki boşluklara ad-soyad, tertip numarası, memleket, askerlik yapılan yerler yazılarak ekleniyor... Plakçı da bu bölümleri "okutarak" kasedin başına yerleştiriyordu. Kaset, "uzaktaki sevgiliye" hazırlandığından anonslu bölümde bir kadın konuşuyordu ki askeri mest eden kısım buydu.

Bayan soruyor:
-Neden? Kendisi bu numaradan görüşebileceğimi söyledi.
-Görüşemezsiniz, çünkü o şimdi asker hanımefendi.

ya da şöyle bir şiir:
Beni düşünüp  sen sakın ağlama/Üzme tatlı canını yüreğini dağlama/Nöbet tutuyorum şu an vatana/Ölürsem sevgilim ikimiz için...

Sonra Kibariye "O şimdi Asker"i söylüyor.

Ne çok asker şarkısı varmış, yok askerin mektubu, yok askerin akşamı filan...İnsan şaşırıyordu, askere gitmesem böyle bir pazar olduğunun farkına bile varmazdım. Mersinli İsmail diye biri vardı örneğin, bölükte konuşulduğunu hatırlıyorum. Onun şarkısı olsun mu olmasın mı filan...

Geçmişi Sezen Cumhur sesiyle yazıyorum, onu da belirteyim.

Cumartesi, Ocak 25, 2020

Son Okuduklarım 38


Stephen Crane'nin Canavar novellasının, çağının ilerisinde bir mesafesi, yalın ve çarpıcı bir hikayesi var. Zengin adamın  "zenci"çalışanı çıkan yangında canı pahasına evin küçük oğlunu kurtarıyor... kurtarmasına da... insan içine çıkamayacak yaralarla yaşamak zorunda kalıyor. Herkesin takdir ettiği, birbirine anlattığı kahramanlık "yaralar yüzünden" birdenbire başka bir "şeye" dönüşüyor.  Öyle ki, bu yanmış adamı görenler köşe bucak kaçar oluyor. Crane, tam bu noktada ilginç bir şey yapıyor ve kasabanın (toplumun) canavara olan bakışını-baskısını yavaş ve yoğunlaştırarak bize hissettiriyor, ailenin canavarla toplum arasında kalmasını güzel anlatıyor. Bir erkeğin "biz değil, kadınlar konuşuyor" diye lafa girdiği bölüme bayıldım. İlham verici.

Define Adasına Dönüş'ü çocuk yaşta bilseydim, mutlaka okurdum, kaçırmışım. John Silver ile Hawkins'i biraraya getiren bir devam romanı. Bir tür taklid aslına bakarsanız, hatta daha çok nostaljik demeli...Sahneler bir bir tekrarlanıyor çünkü... Tabii bu arada şunu hiç tartışmayalım, serüven edebiyatının en ünlü ve en sevimli kötü adamı Long (live!) John Silver'dır. Joker filan onun paltosundan çıkmıştır.

Genç Bir Don Juan'ın Maceraları, erotik bir novella... Reşit İmrahor çevirmiş ve ilk kez yayımlanıyor denmiş ama... bana daha önce okudum gibi geldi...Ofiste bir iki bakındım ama bulamadım, yine de aynı fikirdeyim. Anlatılansa sadece erotik değil, aile, ensest şu bu kanırtılmış...epeyce de sert bir hikaye. Herkes mutlu mesut o ayrı...Erotik hikayelerin şaşmaz bir iyimserliği vardır, o familyadan... Bu arada, romanın ismi yanıltmasın bir Don Juan tartışması ya da eleştirisi de içermiyor.

Çapkın Enişte, Sadık Şendil'in hikayelerinden derlenmiş... Simavilerin mizah dergilerinden birinde, muhtemelen LakLak'ta yazdıkları olmalı. Doğrusu, oyunlarını senaryolarını biliyordum ama hikayelerin sevimliliği, iyimserliği beni şaşırttı. Eskiden gazetelerde pazar günleri çıkan "rehavet havasında" metinler, köşe yazıları olurdu... Onların güzel örneklerindenmiş... Keşfetmiş oldum.


Hoca Nasrettin Efendi'nin Latifeleri, İngilizceden çevrilmiş, üstelik 19.Yüzyılda yayımlanmış bir kitaptan tercüme edilmiş...George Borrow, bazen oryantal bir eda ve açıklama ihtiyacıyla bazen de yanlış anlayarak Hoca'nın fıkraları derlemiş. Çeviri, bu yanlışları ayıklayan bir uğraşla yapılmış, bu sebeple metnin orijinali de verilmiş... Fıkraları bildiğimiz için bir yerden sonra nasıl tercüme edilmiş diye okumaya başlıyorsunuz...Editöryal çaba ve tercümanın (Çağatay Güler) uğraşı benim hoşuma gitti. 2007'de çıkmış, kaçırmışım.

Hannover Kasabı Haarman, gerçek bir olaydan yola çıkarak hazırlanmış bir çizgi roman. Geçen yüzyılın ünlü bir seri katilini anlatmışlar. Güzel çizilmiş, belgesel olarak hakkını vermiş bir senaryosu var. Hikaye zaten ilginçtir ama  yan karakterlerin otorite karşısındaki kıvırmaları, göz göre göre süren cinayetlerin yeknesaklığı iyi işlenmiş.

A.De Musset'in Don Juan yorumu için aldım Don Juan'in Bir Sabahı kitabını... Kitapta iki oyun var, ilkini pas geçtim, bu aralar sürekli Don Juan okuyorum. Musset'in Don Juan'ı kısacık bir oyun... Eğlenceli bir yorum öncelikle, bir konuşma partneri olarak yine bir uşağı var yanında Don Juan'ın. Yine gamsız, yine iştahlı ve coşkulu...Ve arsız...

Disney Kitabı, bol resimli albüm kitaplardan... Arşivlik denir ya...Bir kurumun tarihini, küçük teferruatlarını, birikimini, mutfağını gösteren  kitaplardan. Kitabı almasam olmazdı ama başka bir kitap olsa çoktan geri vermiştim. Çünkü takır tukur, bazen ne dediğini anlaşılmayan bir çevirisi var. Akıllara ziyan... Yazık etmişler.

Salı, Ocak 21, 2020

Yoksa Leyleği Takırdatırım Ha!


1001 Roman'ın özel sayılarından birinde (Sayı:44, 1948) rastladım bu kareye... Sarışın Tehlike isimli kadın kahramanın "İntikam" serüveninde kötü adam Braun, Mis Beti'ye silahını doğrulturken şöyle diyor: "Eller yukarı... Yoksa leyleği takırdatırım ha!"...

"Tabancayı ateşlerim" veya "kurşunu sıkarım" dememiş... Argo gibi duruyor ama bence sansürden sıyırmak için de kullanılmış... Akıllıca...

Pazartesi, Ocak 20, 2020

İki erkek ve şiir


Yetmişli yıllardan bir şiir tartışması okuyorum, kimle kim tartışıyor bana kalsın, biri diğerine yanlış anlamışsın tadında bir şeyler yazmış. Ben aradaki bir ifadeye takıldım: "Yığınlara okunacak değil, kız kulağına fısıldanacak nitelikte şiirlerinin büyük çoğunluğu."

Karşılaştırılan ve biri küçümsenen iki ayrı şiir anlayışı betimlenmiş. Biri yığınlara söylüyor söyleyeceğini, diğeri aşk meşk, "kız kulağına fısıldıyor."

Memlekette uzun yıllar solcu denince şair, şiir okuyan-yazan, şair ruhlu birileri anlaşılırdı. Şiiri ve şairi kadınsı bulan çoktu. Toplumcu şairler de kendilerini "[şiirlerini] kız kulağına fısıldayan" şairlerden ayırıyorlar bu hesaba göre.

Bana bu iddialar oldum olası eğlenceli gelir, şaşmayan bir tarafı var, illa ki kadın ve kadınsılıkla uğraşılıyor. Dilimde bir "kız kulağı"... aklımda fısır fısır dizeler... gülüp duruyorum.

Yeni e ve karikatür


Yeni e dergisi karikatürle ilgili bir dosya hazırlamış, benden de bir yazı istediler. Meraklısı bu ay çıkan son sayısına bakabilir.

Cumartesi, Ocak 18, 2020

Grev


Fotoromanlar bir dönemin en popüler yayınlarıydı, öncesi de var ama matbaa teknolojilerinin değiştiği 1960'larda ilk önemli çıkışlarını yaptılar. İlk kez o yıllarda ülkenin en çok satar yayınları oldular. Benim hatırladığım örneğin Hayat Resimli Roman yüzbinin üzerinde satıyordu. Yetmişli yıllarda çıkan cep fotoroman serileri de daima yüksek satışlarda seyretti. Kadın okura yönelik ilginç ve incelenmesi gereken bir başarı kazanmışlardı. Seksenli yıllarda Yeşilçam'ın düşüşüyle birlikte büyük gazeteler ünlü oyuncularla, hiç de fena olmayan bütçelerle fotoroman yayımlamaya başladılar filan...Kayboluşları televizyon kanallarının artmasıyla oldu, eğlence değerleri kalmamıştı... Kadın okura yönelik "Beyaz diziler" de o yıllarda gaiplere karışmıştı, tesadüf bir denk düşme değildi. Ha, diğer yandan fotoğraf az bulunur bir şeydi, ucuzladıkça, tür de cazibesini yitirdi.

Fotoroman okuyucusu olmadım, görmemek veya karşılaşmamak imkansızdı ama çok az okuduğumu, hayatımda (rağbet gördüğü zamanlarda) tek bir sayı satın almadığımı itiraf edeyim.

Yıllar sonra, akademik bir merakla yeniden baktım elbet...Popüler kültür tarihimizde, bir çeyrek asır çok etkili oldu fotoromanlar. Bir "tür" popüler olduğunda onu kontrol ve tanzim etmeye, evirip çevirmeye yönelik bir iştah ve azim zuhur ediyor, işte o benim ilgimi çekiyor. O yıllarda sağcısı, solcusu,esnafı, sanatkarı fotoroman çektiler. Ne bileyim, Bugün gazetesini açtığınızda anti komünist ve İslamcı bir fotoroman görebiliyordunuz veya Okey'e baktığınızda erotik bir başkasını...Oynamayan veya çekmeyen yok gibiydi.

Yukarıda kapağını gördüğünüz Grev, 1978'de cep boyutunda çıkmış bir dergi/kitap. Fotoromanın yönetmeni Muharrem Gürses... İsmini görünce duraladım zaten... Bence MG'nin benzeri olmayan bir melodram "gözü" vardır, Arap filmleri etkisi, mutlaka ağlatma arzusu ve ne anlatırsa anlatsın, tahkiyenin belli yerlerinde bir kanırtma refleksi...Hepsinden derlenmiş bir garip içgüdü... Finalde ölümleri sever ama araya da illa ki yürek parçalayan bir başka ölüm daha katar. Doğumda anne ölmüştür, iyi kalpli birisi öldürülür, çocuklar sokağa düşer, sevenler kavuşamaz, engeller bir türlü bitmez filan...

Grev, haliyle diyelim, Gürses'in etkisiyle melodramatik vurgularla dolu... Doğrusu ajit prop bir anlatı bekliyordum, MG olunca beklediğim gibi çıkmadı, aralıklarla hatra gelen bir siyaset ve mücadele fikri olsa da ortaya başka bir şey çıkmış, final şöyle bitiyor örneğin...


Esas kız, sevmediği zengin bir çocukla evlenmek üzere ama bir yandan da sevdiği işçi gençten haber bekliyor... İşçinin beklediği ise patronla yapılan sözleşme görüşmelerinin sonuçlanması... İşte, o sonuçlanırsa grev bitecek... Maaşlar artacak, koşullar değişecek vs... Grev bitince çocuk evlenmek üzere olan sevdiği kızın yanına koşacak... Kızın evlenmesine gerek kalmayacak, mutlu mesut kaçacaklar... MG, kamerasını bir fabrika önüne bir düğün evine çeviriyor. Grev bitse de gelin kızımız, gerdek ile grev arasındaki gerilime  daha fazla dayanamıyor, melodramın hakkını vererek, bileklerini kesip intihar ediyor. İşçi Erol, müjdeyi vermeye geldiğinde sevdiği kadının cesediyle karşılaşıyor, intihar etmiş genç gelini kucağına alıp evden çıkarıyor... "Grev bir kurban daha aldı" filan diyor...

Nereye varmak istenmiş, mesaj neymiş, o fasıl karışık...


Gürses, geçmişte ne anlatıyorsa, nasıl biliyorsa öyle anlatmayı sürdürmüş...Kavuşamayan aşıklar fikrini yinelemek için bu kerre işin içine Grev meselesini katmış... Sene 1978, her yerde grevler, hak arama tartışmaları var, ticari olarak faydalanmak istemişler... Kapak zaten bunu anlatıyor.

Yine de ilginç diyelim.

Cuma, Ocak 17, 2020

Nerdeyse otuz yıl geçmiş


Kütüphanemi ofise taşırken vakt-i zamanında depoya kaldırdığım pek çok kutuyu da yanımda getirmiştim. Bu ara sahafiye işlerine delice yoğunlaştığım için o kutuları da açmaya başladım.

Ne olduğunu dahi unuttuğum gazete kesikleriyle, dergilerle, ileride yazarım diye tasnif ettiğim pek çok dosyayla karşılaşınca sevindirik oldum. Hoca'nın eşeğini kaybettiği gibi ben de elimdeki arşivi "kaybedip" tekrar bulmuş oldum.

Delice olan tarafı şu, bu aralar bir şey yazmaya çalışıyorum, o konuda taramalar yapıyorum, meğer 18 yıl önce de niyetlenmiş, bulduklarımı bir dosyaya koymuşum, onu bulunca bir garip oldum... Tamamen aklımdan çıkmış çünkü... Bunama alameti mi demeli bilemiyorum. Ya da hiç aklımdan çıkmamış, tam bir fikri sabitim filan...

Herneyse...malzeme bu artık, ağır aksak devam ediyorum.

O kutulardan hoşuma giden bir sayfa daha çıktı...

Doksanlı yılların ilk yarısında fotokopi yoluyla çoğaltılan fanzinler hazırlardım... Yukarıdaki sayfayı da bir fanzinde kullanırım diye "yazmışım."

Peh peh...İşte geldim gidiyorum, şen olasın "ey hayat!"

Perşembe, Ocak 16, 2020

Nah!


Yukarıdaki görsel, Salinui chueok (Cinayet Günlüğü, 2003) isimli ünlü Güney Kore filminden... Filmin hemen başında dedektifimiz peşinden koşan köylü çocuklarından rahatsız olup, önce "gel gel" sonra "nah" işareti yapıyor .

Çoğumuz bu el işaretinin bize özgü olduğunu düşünürüz, ben de öyle sanıyordum, Balkanlarda ve Rusya'da kullanıldığını sonradan öğrendim.

Yazmıştım. Link

Hadi Osmanlı hinterlandı, giden gelen kervanlar, kültürel münasabetler filan olabilir, öğrenilmiştir, paylaşılmıştır diyorsunuz ama bir Kore filminde karşıma çıkınca...Şaşırdım tabii...

Çarşamba, Ocak 15, 2020

Nâzım


Celile Hanım’ın oğlu. Dededen şair. Maceracı. Ankara ve Moskova günleri. Devrimin dalgalı kıyıları. Yirmi dördünde TKP’li. Gizlice, Şefik Hüsnü emrinde. Resimli Ay’da putları yıktı, sular seller gibi yazdı. Senaryolar, fıkralar, makaleler, mektuplar, kadınlar, sonra Piraye, sonra mahkemeler, kısa ve uzun mahpusluklar. Koşar adım. Sonra Donanma Davası’yla daimi hapislik, Bursa’da geçen yıllar. Sabahsız geceler. Hep acıya yazılmış defterler. Benzeri yazılmamış büyük şiirler, insan mahşerinden manzaralar. Bütün dizeler çınlıyor o yürürken, sabahın ilk ışığı. Her geçen bulutun kardeşi. Nâzım, sarılıp sarılıp okunan şiirleri Türkçenin.

İlüstrasyon: Deniz Karagül


Kuruçeşme Çifte Cinayeti'nin Sırrı


Cinayet davaları ne kadar konuşulursa konuşulsun çabucak unutulurlar. "Kuruçeşme Çifte Cinayeti" de öyle, ünlü Avukat Mehmet Ali Sebük'ün dava için yaptığı savunma kitaplaşmasa hiç kuşku yok ki hatırlanmayacaktı.

Bir polis memuru, kendisini aldatan karısıyla aşığını, konuşmak için çağırdığı karakolda öldürüyor. Gazetelerin adlandırmasıyla "çifte" vurgusu bu iki cinayetten ileri geliyor.

Kadının aldatması, zina, tutku ve kıskançlık cinayeti olması gazetelerin iştahını kabartıyor.

Üstelik, savaş dolayısıyla sansür var, bu tür cinayet haberleri hiç yayımlanamıyor... E savaş bitince, gazeteler kıtlıktan çıkmış gibi yumuluyor cinayet haberlerine... Abartıyor, kanırtıyor... tefrika gibi olup biteni sündürüyorlar.

Ne zaman cinayet olsa, gazeteler çok satıyor çünkü..

Kuruçeşme Çifte Cinayeti'nin ilginçliği, ahalinin mahkemeye gösterdiği yüksek alaka... Katile mahkeme öncesinde ve sonrasında büyük bir rağbet gösteriliyor, cinayeti haklı bulan/sayan tezahüratlar yapılıyor. Halka kalsa, katilin yaptığı meşru bir eylem ve ceza görmemesi gerekiyor. Neyse ki, hafifletici unsurlar da olsa, katil ağır bir ceza alıyor.

Sebük, dava sırasında dört ayrı savunma hazırlamış, edebi tarafları olan, kanunu ve "cemiyeti" bilen bir üslupla konuşmuş... Nasıl konuşuyordu, hatipliği nasıldı bilmem ama metni kendini okutuyor.

Kitabın sonunda bir dipnot koymuş, asıl iç gıcıklayıcı tarafı o, aşağıdaki görselde de görebileceğiniz bir itirafta bulunmuş...


"Bir avukat sıfatıyla ben, bu davada ancak bilinmesi icap eden şeyleri söyledim. Bir de İbrahim'le (katil polis memuru) benim aramda kalmış ve yalnız Cenabı Hak tarafından bilinen bir sır vardır. Biz her ikimiz onu, mezara kadar götüreceğiz. Götürmeye mecburuz. Şayet bu büyük ve meşhur olmuş cinayet davasının yaşanmış hakiki romanını yazabilecek bir halk edibi çıkarsa, bu sırrı, ona söylemekte mahzur görmem. Zira, edebiyat tarihimizin kazanacağı böyle bir şaheser için, sırrımız feda olsun."

Yahu diyorsun ne sırrı?

Pazartesi, Ocak 13, 2020

Pantolon giyen kadın...


Ramiz'in "Kadınlar" albümünde rastladım, ilginç bir meseledir, biri hakkında çalışsa ne güzel olur çünkü sahiden çok malzeme var. Kadınların pantolon giymesi, gazetelerimizi, mizah dergilerimizi en hafif ifadeyle tedirgin etmiş.

Alay ederek "engel olmak" istemişler, öyle anlaşılıyor.

Bunu yapan kim derseniz, esprilerine, genel dünya algılarına filan bakarsak... "medeni" ve seküler bir hayatı savundukları görülüyor...Tek tek tepkileri, yurt ve dünya olaylarına bakışları filan... Hepsi tartışabilir ama...

Bir kadın, pantolon giymeye görsün, sağcısı solcusu hemfikir oluyor, dağlara taşlara, erkekçe "bağırıyorlar".

Kadın, "pantalonun her yeri iyi amma, belimi sıktı" diyor... Espri, Terzinin cevabında..."Erkek eşyası olduğu içindir bayan!"

 Espri gibi de değil, ağzının payını veriyor sanki...

Pazar, Ocak 12, 2020

Cinayeti Kim İşledi?


Sahaflarda buldum bu kitabı, çocuklara yönelik olduğu için tek formalık resimli bir kitap. Doğrusu, Karagöz ile Hacivat'ın öldürülmesi hakkında sanmış, çocuklara nasıl anlatılmış diye meraklanmıştım. Meğer, onu anlatmıyormuş, daha da garip bir işe kalkışmış, Karagözle Hacivat, hikayenin sonunda bir katili ortaya çıkarıyormuş... Finalde büyük harfle bir gazete haber metni paylaşılmış:


Metni okuyunca çocuksu ya da pedagojik bulamadım. Çocuk edebiyatı, reel hayatın sertliğinin dışında duran, ama okurunu da o hayata hazırlayan bir iyimserlik taşır. Eve giren gazeteden, televizyonda seyredilen şeyden farklı bir mesafede kendini vareden bir "aura" bekleriz çocuk edebiyatından.

Metin tarihsiz ama seksenli yıllarda yazılmış gibi görünüyor. O tarihte öyleydi de şimdi bambaşka oldu diyemiyorum. Tabii ki değişti ama bu türden garabetlerle hiç karşılaşmıyor değiliz. Çocuklara yönelik hikayeleri kolay yazamıyoruz. Ömer Seyfettin de çocuklara yönelik değil ama okutuyoruz. Mesele yukarıdaki hikayenin tercihleri değil yani... Edebiyatımızın kurucu isimlerinin, bugün roman ya da öykü dendiğinde akla gelen isimler arasında çocuk romanları yazan birinin olmaması bana garip geliyor.

Galiba diyorum, "çocuklara yazmak" yazarın değerini düşürüyor, öyle algılanıyor.

Cumartesi, Ocak 11, 2020

Angaje olmak


[Eski] İstanbul Belediyesi kadrolarının çıkardığı bir kitap dizisi var, "İstanbul'un 100" önemli bir şeyini inceliyor, kitaplaştırıyorlar. Yukarıda kapağını gördüğümüz 100 Süreli Yayını (2010, Yay.Haz. Ergun Çınar) da bu diziden bir kitap.

İçeride Akbaba, Markopaşa, Gırgır ve Fırt gibi mizah dergilerine değinmişler... Akbaba maddesinde aşağıdaki görselde ayrıca göreceksiniz, şöyle bir yorumda bulunulmuş: "Cumhuriyet Halk Partisi'ne verdiği açık destek nedeniyle dergi, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Demokrat Parti'nin iktidar karşısında yükseldiği yıllarda ilgi kaybına uğramıştır."


Eksik bir ifade, bağlamsız anlatıldığı için anlaşılmıyor ve sonuç itibarıyla dergi hakkında "yanlı(ş)" bir yargıda bulunulmuş oluyor. Akbaba ve derginin sahibi olan Yusuf Ziya Ortaç'ın siyasi pusulası, iktidar partisine angaje olmaktır. "Parayı veren düdüğü çalar" misali, iktidardan beslenir, onlardan ilan ve abonelik yardımı alır vs. Örneğin Demokrat Parti iktidara geldiğinde CHP'yi eleştirmek üzere örtülü ödenekten para almıştır ve bunlar Başbakanlık Arşivinde belge olarak bulunmaktadır.

Alıntının başına dönüyorum, Akbaba için seçkincilik ve CHP vurgusu yanyana kullanılmış, öyle olunca bir başka siyasi angajman akla geliyor... Yanılıyor muyum acaba? Öyle bir ezber oluştu ki, iktidar partisi sözcüleri, ne zaman seçkin dese, ardından bir CHP eleştirisi yapıyor. Mesele, CHP'nin seçkinliği veya bu  eleştirinin doğru ya da yanlış olması filan değil... Akbaba, seçkin olamamış, doğası gereği olamayacak bir dergi, yıllarca "berber dergisi" diye eleştirilmiş bir yayından söz ediyoruz. Cümle böyle başlayınca, o ezberi çağırmış oluyorsunuz.

Dedim ya, belki de ben yanılıyorum, okuduğumu yanlış yorumluyorum. Bu tür metinler kısa tutulduğundan, daha dikkatli yazılmalı, ister istemez mesafeli ve ansiklopedik olmalı...

Pazartesi, Ocak 06, 2020

Kalbini tutuşturan...


Bazen bir şey oluyor, yaşadığım rutinin dışına çıkıveriyorum, kaçamak mı demeli bilemiyorum, hoşuma gidiyor böyle şeyler.. Günün gerisi güzel geçiyor sanki... Geçen, kargodan çıkan, sahaflardan gelen kitaplardan birinde, Pitigrilli'nin Bir Çapkının Hayatı romanının ilk sayfasında bir ithaf vardı.  Hemen altına bir cevap yazıldığı için, kitabın bir kadından bir erkeğe verilmek üzere armağan olarak alındığını, o ithafın da o kadın tarafından yazıldığını anlıyordunuz.

El yazısı olunca zor okudum ama adının Sabahat olduğunu öğrendiğimiz kadın şöyle yazmış: "Her alışta ellerini yakan ve kalbini tutuşturan bir kıvılcım olarak kalmasını ne kadar isterdim." Tarih, 29 Nisan 1950...

Sayfanın altına armağanı alan, şöyle bir not düşmüş: "Sabahat'ın hatırası olan bu kitabı aynı tarihten iki gün sonra Kapıdere'de okudum."

Kapıdere, Malatya Kapıdere mi acaba? Adam memur mu, askerde mi, gurbette mi? İki aşık yazışması diyelim, kadın niye Bir Çapkının Hayatı romanını seçmiş...Falan filan...

Güzel.


Pazar, Ocak 05, 2020

Ankara edebiyatı


Dışarıdan bakınca, Ankaralı olmak; kişiliğinizin bir parçası gibi görünüyor. Ailenizin buralı olmasından öte, bir Ankaralı tavrı içinde olduğunuzu hissediyorum. Ankaralı olmak nedir, bir tanımlama yapılabilir mi? Senaryosunu yazdığınız “Bozkır” dizisinde bir karakter “İnsanlar bozkırı çöl sanıyorlar. Çam ağacı görmeyince üzülüyorlar. Bozkır inattır, yoktan var etmektir, elindekiyle yetinmektir.” diyor. Ankara’yı da böyle okuyabilir miyiz?
Dizide karaktere uygun düşen bir nitelemeydi, insanlar yaşadıkları yeri romantize etmeyi, anlam yüklemeyi seviyorlar, kişiliklerinin bir parçası haline getiriyorlar. Ankara’yı çeşitli biçimlerde tarif etmek mümkün. Ailem, hele anne tarafım yüzyıllardır buralı, hal bu olunca Ankara’yla ilgili çok şey duyarak yaşadım, yaşıyorum. Genellikle sevilmediğini, küçümsenip azımsandığını biliyorum. Benim için Ankara akasya ağaçlarıyla, saksağanlarla, kedilerle dolu, geceleri güzel serinleşen bir şehir, büyüdüğüm yer… Seviyorum ama ona olan sevgim, sevilmediğini gördükçe arttı diyebilirim. Ankaralı tanımlaması yapmak istemem. İstanbul’da “ben Ankaralıyım” dediğim için söyleyeyim, İstanbul güzel bir şehir… Benim sevmediğim ve kaçtığım şeyler kapitalizmle ilgili şeyler…

Bildiğim kadarıyla Ankara’da doğdunuz, çocukluğunuz burada geçti, sonra da burada yaşadınız. Çocukluğunuzun Ankara’sından biraz bahseder misiniz? Ankara’da çocuk, genç olmak nasıldı? “Coğrafya kaderdir.” der ya İbn-i Haldun, buralı olmanın sizi, hayatınızı nasıl şekillendirdiğini, yönlendirdiğini düşünüyorsunuz?
Doğduğunuz yeri ya da ailenizi seçemiyorsunuz. Ben Ankara’da doğan, aile alışkanlıkları nedeniyle küçük yaştan itibaren çalışmaya başlayan biriyim. Yaşıtlarıma, sınıf arkadaşlarıma göre çok ama çok erken yaşlarda cumartesi ve pazar nedir bilmeden çalıştım. Bunlar kişiliğimi belirleyen şeyler. İyi okullarda okudum diyemem, sahiden akıllara ziyan öğretmenlerim oldu, düşünüyorum da, benim okuduğum sınıflardan bir kişi bile edebiyatı severek çıkmamıştır. İnatçı bir çocuk olduğum için onlara rağmen sevmişim diye düşünüyorum. Kültür endüstrisi içinde İstanbul dışında kalan her yer bir taşra şehri… Ankara da öyle... Eğer yazıyorsanız, çiziyorsanız, sanatla ilgileniyorsanız nerede yaşadığınızı hemen fark ediyor ve ona göre çalışıyorsunuz. Daha fazla çalışmak zorundasınız. Sabır göstermeniz gerekiyor. Diğer yandan Ankara sakin bir yer, kendinize daha fazla vakit ayırabiliyorsunuz. Daha çok okuyor ve seyredebiliyorsunuz. Bu da insanı yetiştiriyor, öğretici bir şehir Ankara.

Edebiyata olan ilginiz nasıl başladı? Başlangıçtan bugüne, içinde bulunduğunuz edebiyat çevrelerini (ortamlarını) mümkünse anlatmanızı rica edebilir miyim?
Doğrusu çevremde kimse yoktu, ailem de ilgilerimi desteklemedi. Solcu oldum, başka solcularla, yazarlarla karşılaşmak için Zafer Çarşısında kitapçılarda dolaştığımı hatırlıyorum. 15 yaşında Türkçe edebiyatta çıkan her şeyi okumaya karar verdim… birebir yeni olanı takip etmeye başladım. Okudukça ve tanıştıkça edebiyat konuştuğunuz bir çevreniz oluyor. Yazarlarla yazı dünyasıyla yoğun olarak üniversiteden, akademisyenlikten istifa ettikten sonra karşılaştım. Sonra Türkçe edebiyat editörü oldum. Çevre daha da genişledi.

Uzun süre İletişim Yayınları’nın Türkçe edebiyat editörlüğünü yaptınız. Barış Bıçakçı, Emrah Serbes gibi Ankara’yı anlatan bazı yazarların ilk kitapları İletişim’den çıktı. Ayrıca Ankara gibi, yine Anadolu’nun başka şehirlerinden yazan yazarları önemsediğinizi okuyorum. İletişim’in bu tercih ve kararlarında hangi faktörler etkili olmuştur, öğrenebilir miyiz? Bu tercihleriyle İletişim’in, diğer yayınevlerini de etkilediğini sanıyorum. Yayınevlerinin edebiyatta eğilimleri, tercihleri yönlendirmede etkisi olduğunu düşünür müsünüz?  
Kendi adıma şunu söyleyebilirim, benim yeni yazar çıkartmak gibi bir takıntım vardı, yayınevim bana güvendi ve bana editör olarak imkanlar tanıdı. Otuzun üzerinde ilk kitap-yeni yazar çıkarmışım… O riski göze almışlar. Zira okurlar bilmedikleri yazarlar için kolaylıkla zaman ve para harcamazlar. Görünürlük adına büyük yayınevlerinin bir etkisi olabilir ama bu sandığımız kadar çok olamaz.  Çünkü siz üretmiyor, size gelen dosyalardan bir “anlam” çıkartıyorsunuz… Aslolan eserin kendisi, o çalışma, öyle ya da böyle, şimdiki zamana dokunacak ki…konuşulacak, beğenilecek, taklit edilecek ki…bir etkisi olacak. Bu da hayat dediğimiz, yaşadığımız kaosun içinde hiç kolay değil. 

Ankara’nın kaderi, Milli Mücadele’nin merkezi olmasıyla değişmiş. Yeni Cumhuriyetin ve başkent oluşun heyecanı yazar ve şairleri etkilemiş, iktidar da, entelektüel çevreleri davet ederek Ankara’yı bir çekim merkezi haline getirmeye çalışmış. O dönemin yönetimi tarafından yürütülen bu uygulamanın başarılı olduğunu düşünüyor musunuz? Teşvik edilen kültürel hayat ve edebiyat, Ankara’da bir gelenek oluşturabilmiş mi sizce?
Devlet eliyle arkası getirilemediğine göre başarısız oldu demek zorundayız. Teşvik, himaye veya yardım kamu yararı adına mutlaka gerekir ama asıl sürükleyici unsur yazmak ve üretmekse, mesele etmekle, hesaplaşmakla, çığlık atmakla, cevap yetiştirmek veya rekabet etmekle olur. Sivil ve muhalif olması beklenir. Falih Rıfkı’nın Roman’ını edebiyat sayıp, Ankara ruhuna örnek olarak mı göstereceğiz? Sanmıyorum. Bunlar günü kurtaran, ufku sabah doğup akşam batan gazeteci iddiaları… Yazarlık dediğimiz olup biteni anlatma meselesiyse, estetik bir tepkiyse, resmetmekse büyük şehirde gelişir. Roman ve öykü, ne kadar zorlarsak zorlayalım, metropol sanatıdır. Edebi gelenek, dediğimiz şey de metropollerde oluşur. Tekrarlanacak, birikecek, üstüne koyulacak ve başkalaşacak. Onun dışındaki her şey, taşıma suyla döner ve kısa ömürlüdür.

Ankara’nın kültürel hayatta kapladığı yer, kimi dönemlerde artarak, kimi dönemlerde azalarak değişkenlik göstermiş (Savaş yılları 40’lar, 50’ler ve iktidar değişimi, 60-70’lerde toplumsal hareketler, 12 Eylül, sonrasında liberalizm rüzgarı, derken 2000’ler…). Bugünden baktığımızda bu dönemlerde yaşananlar Ankara’da edebiyatı nasıl etkilemiştir, nasıl değerlendirebiliriz? Bir gelenek oluştuysa, devam ettiğini düşünüyor musunuz?
Bence Ankara edebiyatı yok, Ankaralılar var. Her yazar, kendi Çukurovası’nı anlatıyor, anlatmalı… İyi bildiği, içinde büyüdüğü, zorlandığı, duvara tosladığı, acısını çektiği yerde durarak atmosferini kuruyor, kurmalı… Ankaralı yazarlar da buraları, yaşadıkları yerleri konuşuyorlar. Ve elbette, Ankara’yı değil asıl olarak kendi meselelerini konuşuyorlar. Siyasetin veya paranın etkilediği toplumsal dönüşümler, herkes gibi yazarları etkiler ama bana kalırsa edebiyatın daha farklı kırılma noktaları var ve bunlar, ne bileyim, Atatürk’ün ölümü, DP’nin iktidara gelmesi veya 27 Mayıs’la doğrudan ilgili değil. Edebiyatın saati başka türlü tıkırdıyor ve edebiyat kritiği, siyaset tarihiyle ilişkilendirildiği için farklı bir neden sonuç ilişkisi kurmayı denemiyoruz. Edebiyat algısını belirleyen kurucu yazarlar, büyük romanlar ve telife dönüştürülen bir piyasa algısı var, bana kalırsa seçilen konuları ve anlatım biçimlerini daha çok bunlar belirledi, belirliyor.

“Ankara’da bi numara yok.”; biz Ankara’da yaşayanların kim bilir kaç kez yüzümüze söylenmiş bir söz. J Neden burada yaşadığımız merak edilir, hatta bunun için kızılır, neden deniz kenarı bir yerde, özellikle İstanbul’da yaşamıyoruzdur vs. vs. Biz de, -aslında belki dünya üzerindeki ülke sınırlarına bile inanmıyorken- şehrimizi savunmaya geçeriz. Neden böyle bir tavırla sürekli olarak karşılaşıyoruz, ne dersiniz?
Bu sadece edebiyatla ilgili bir mesele değil. Edebiyatla ilgili olarak şunu söyleyebilirim, dergiler, yayınevleri, yarışmalar, paneller filan dersek hemen hepsini her bakımdan İstanbul yönetiyor, İstanbul dışında güç veya bir farklılık gösteren belki de tek yer Ankara… Bir meydan okuma olarak algılanıyor bence. Azımsama veya küçümsemenin olması, bu çatışmadan da kaynaklanıyor.

Bu tavrın edebiyatta bir karşılığı var mı?
Var mı bilmiyorum ama cevap olacaksa eğer, hep anlatırım, Ankaralı olduğum için yıllarca benden Ankara pavyonlarıyla ilgili yazı istediler. Sıradan insanlar ancak çıldırdıklarında, öldürdüklerinde, intihar ettiklerinde haber olurlar, biraz onun gibi bir şey bu. Ancak groteskiyle ilgi çekebilir diye düşünülüyor. Pavyon eğlencesiyle Ankara’yı İstanbul’a, haliyle Türkiye’ye anlatmak… İstanbullu bir talep desem yanlış anlaşılacağım. Oryantalist ve trajikomik buluyorum bunu.

“Ankara Edebiyatı”ndan bahsedebilir miyiz? “Ankara’da yaşayan edebiyatçı” diye bir karakterden söz edilebilir mi?
İkisi için de bir şeyler söyleyebiliriz ama bu romanesk bir hamle olur. İstanbul’a bile isteye gitmemek, orada yaşamamayı kabullenmek bir yazar için bence “muhalif” bir tercih. Mecazen söylüyorum, her yerde olmak ve görünmek istiyorsanız İstanbul’da yaşamanız gerekiyor. Orası podyum veya vitrin… Gitmemekte, kapitalizm karşıtlığı veya anaakımın dışında kalmakla ilgili bir tavır var, bu da sadece Ankaralılara özgü filan değil. Diğer yandan burada yaşamak veya orada yaşamamak kıymetli olabilir ama tek başına bir şey ifade etmiyor. Nasıl yaşadığınız daha önemli.

Geçen hafta Ankara Öykü Günleri’nde bir panelde, edebiyatta son yıllarda televizyon dizilerinin de etkisiyle oluşan bir Ankara dilinden söz edildi. Sert, kaba, küfürlü, maço bir dil… Artık Ankaralı ağzının böyle kabul edildiği söylendi. Oysa Ankara’da 50’li yıllardan itibaren kadın yazarların belli bir ağırlığı var. Sanıyorum siz de gözlüyorsunuzdur, Ankara’da kadınlar kültür-sanat ve edebiyat hayatında oldukça fazla yer alıyorlar. Ayrıca çok nitelikli yazarlar var. Popüler kültür takipçilerinin bilmemesi normal ama edebiyat değerlendirmelerinde bu gerçeğin göz ardı edilmesi epey can sıkıcı. “Popüler medyada nasıl görünüyorsa öyledir.” anlayışı. Bu saptamama katılır mısınız? Yoksa popüler kültürün görmek istediği bir Ankara mı var?
Şöyle anlatayım, editörlüğüm sırasında ayda üç ya da dört kitap hazırlardım. Bir iş yapıyorsanız, karşılığı da oluyor. Nasıl oldu? O kadar kitap arasından sadece popüler isimler konuşuldu ve eleştirildi… sadece onlar hatırlandı. Hep genç erkek hikâyeleri yayımladığım iddia edildi. Kaç tane kadın yazar çıkardı, editörlük yaptı, neler yayımlandı denmedi mesela. Üzülerek söylemiyorum bunları, yaşayarak öğrendim, artık ne olacağını tahmin ediyordum ve tekrar tekrar yaşadım demek istiyorum. Genellikle insanlar popüler olanın kendileri dışında varolduğunu, ona hiç kapılmadan konuştuklarına inanmak isterler ama gerçek hiç de öyle değildir, herkesin konuştuğunu konuşurlar, kitap değil isim okurlar, farklı olana pek yönelmezler, azınlıkta kalamazlar. Konuşur olanın olumlu ve olumsuz anlamda bir itibarı vardır, beğenmek ve eleştirmek için popüler olan bu yüzden aranır. O popülerlik sizin de sözünüze değer katıyor gibi gelir. Yapacak da bir şey yok. Popüler kültür böyle işliyor. Ankara imgesi, İzmir imgesi, Yozgat imgesi hep bu mecradan çıkıyor…



Ankara’ya sözü getirirsek, Ankara’da en çok hangi köşeyi (köşeleri) seviyorsunuz?
Çok sevdiğim bir sokakta yaşıyorum, isteyerek taşındım buraya, iyi ki gelmişim… Kendime yürüyüş yolu seçtiğim parklar, bayıldığım sokaklar var, yaşlı ağaçların olduğu sessiz yerler…

Ankara’da olmanın en güzel yanı ne sizce?
Sevdiklerimin burada yaşaması…

Sizin de sokaklarda yürürken Ankara’nın edebiyat geçmişinin izini sürdüğünüz olur mu? Sabahattin Ali bu sokakta oturmuştu, Cemal Süreya en çok burada yemek yerdi, Arkadaş Özger bu köşede düşmüştü, Adalet Ağaoğlu’nun romanı bu binada geçiyordu gibi… 
Öyle nostaljik biri değilim ama arkadaşlarıma ilk gençliğimin geçtiği Ulus civarını dolaştırırken böyle şeyler anlatıyormuşum.

Lacivert olarak çok teşekkür ederiz.

Söyleşiyi Tümay Çobanoğlu ile yaptık, Lacivert dergisinde yayımlandı.

Cumartesi, Ocak 04, 2020

Seyrüsefer Defteri En İyiler 2019


Blogu takip edenlerin bildiği gibi yıl boyunca seyrettiğim filmlerden bir "en iyiler" listesi çıkarıyorum. Ve yine bilenler biliyor, bu listeyle birlikte meramımı yineliyorum. Kendimi bir eleştirmen ya da seçici olarak görmüyorum. Kendi ilgilerinin peşinde yaşayan, kaçan ve sığınan, gezinen biriyim. Sinema literatürünü okumuyor ve izlemiyorum. Hayatımız, birbirini küçümseyen insanlar ve tavırlar arasında geçtiği için böyle bir his taşıdığım düşünülsün istemem.

Geçen yıllarda yazdıklarımdan alıntılarsam:
(...) Yoğun bir hayatım var, hep bir şey okuyorum, işim ve sürdürdüğüm hayatın dışında kalan zevkim için kendimi çok belirlemek (ve etkilenmek) istemiyorum. Gezinmek istiyorum demek daha doğru. Sonuçta filmler ve diziler hakkında pek bir bilgim olmuyor, sinema yayınlarını takip etmiyorum, sinefilleri okumuyorum. Eğer onlar benim hayatıma dahil olmazlarsa sinefil tanımaya çalışmıyorum. Ne kadar az bilgiye sahip olursam o kadar çok hoşuma gidiyor. Tabii şu da var, öyle bir hayat yaşıyoruz ki, bir filmden bir diziden haberdar olmamak çok zor  olabiliyor. Bazen bir yönetmeni, senaristi ya da bir başka çalışanın yeni işini bekliyor ve merak edebiliyorsunuz. Bütün bunlara rağmen dışarıda kalmaya çalışıyorum demek istiyorum."

Bu yılki liste geçen yıllara kıyasla çok yeni gözüküyor ama güncel ve vizyona giren filmlerle ilgili bir seçme olarak düşünülmemeli... 

A Fost saun-a fost? (2006)
Aferim (2015)
Baby doll (1956)
Beanpole (2019)
Der Goldene Handschuh (2019)
Dolor y Gloria  (2019)          
Droningen (2019)
Elena (2011)
Gisaengchung (2019)
Glass (2019)
Il Posto (1961)
Joker (2019)
Lucky (2017)
Manchester by the Sea (2016) 
Mankibi Kazoku (2018)
Once Upon a Time in Hollywood (2019)
Roma (2018) 
Se Rokh (2018)
Skandal-Bombshell (2019)
The Favourite (2019)
The Hustler (1961)
The Sisters Brothers  (2018) 

Cuma, Ocak 03, 2020

Edip Cansever


İlk adı Ömer. Pembe Hanım’ın oğlu. İstanbul Erkek Liseli. Kapalıçarşı esnafı, antikacı. İlk şiirler İkindi Üstü çıkar, Orhan Veli'nin eleştirdiği şiirler. Liseli hevesinin sanata tosladığı dizeler. İkinci Yeni'de, Turgut ile Cemal'in masa arkadaşlığı başlar. Masa da masaymış ha! 27 Mayıs ertesinde uyumsuzluğa yazılır, Papirüs'te sıkıntının resimleri. Çağrılmayan Yakup'un siyasi kızıllığı. 12 Mart hikâyeleri. Öfkeli, sert ve acımasız bir Ruhi Bey. Bir gül yuvarlanır avucumuzda, otele hapseder hepimizi. Edip Cansever, auranın şairi. Ben Edip Bey Nasılım?

İlüstrasyon: Deniz Karagül

Perşembe, Ocak 02, 2020

Kurtar Bizi


Ben çocukken, onlu yaşlarımdan söz ediyorum, Ankara'da, Ulus'ta "İspirtocular" vardı, Hal'in arkasında, Sobacılar Sokak'ta filan dolanır, oralarda yatar kalkarlardı, çöplerden bir şeyler toplar, kağıtçılara satar, denk gelirse gelenden geçenden para dilenirlerdi. Tabii ki korkardım onlardan. İspirto içmek ne demek, garip ve dehşetli gelirlerdi bana... Sadece ispirto da değil para bulurlarsa eczaneden "Optalidon" alırlardı... İkisi birarada!

Anafartalar caddesinde salya sümük, hırlaya hırlaşa yürür, naralar atar, en sonunda iki seksen yere serilirlerdi. Onları mutlaka kusarken, işerken, içerken, sızmak üzere bir halde görürdünüz.

Bir gün matrak bir şey oldu, yine tırsarak yakınlarından geçiyordum, o günün koşullarında kalbırüstü giyinmiş bir adamdan yardım isterken rastladım onlara. Yine sarhoştular, biri yayıldığı yerden hafif doğrulmuş, sesini kibarlaştırarak "Kurtar bizi sayın abim" demişti...

Yıllarca espiriyle taklidini yaparak,  "Kurtar bizi sayın abim" dedim. Hicvederek-komikleştirerek onların rahatsız edici imgeleriyle başettim galiba... Ya da ailemde marazlı bir "çalışma" tutkusu olduğu için, çalışmadan yaşama arzusunu küçümsüyordum. "Nasıl yaşıyorlar" değil, "nasıl geçiniyorlar" diye düşündüğümü hatırlıyorum...

Ne naletsin orta sınıf ahlakı!

Üzerinden kaç zaman geçti, halen bir "kurtar bizi" lafını duyunca gülmekle kızmak arası bir şey hissediyorum. E sen çalış, çabala niye seni kurtarsınlar filan...

Neyzen Tevfik'e atfedilen bir fıkra vardır, işte Neyzen, Tarzan filminden çıkmış, nasıl buldun diye sormuşlar, o da Tarzan ile Ceyn'i kastederek, "kurtaran s.kiyor" demiş. E tamam, Erkek Neyzen'den politically correct bir cevap bekliyor değildik... Neyzen'i araçsallaştıran akıl, "kurtaranın" niyetinin kurtarmakla kalmadığını vurgulamak istemiş... Gıbrıslı birilerinden dinlediydim...

Bir gün mahallede, yine çocuğuz, akran zülmü diyelim, çocuklar bir yaşıtlarını, eskiden çöp varilleri olurdu, onun içine koymuş, asfaltta yuvarlıyorlar. Ne mağduru ne de zülmedenleri tanıyorum. O kadar çizgi roman, o kadar serüven romanı hatmetmiş bebeyim. Koşarak önce varili durdurdum, çata çat kavga ettim ve çocuğu varilden çıkarttım. Kurtardım yani.

Ne mi oldu? Çocuğun üstünü başını düzeltirken, çocuk "bırak" diyerek bana bir tokat attı, söylene söylene uzaklaştı, şaşırıp kalmıştım. Tam bir hayal kırıklığıydı, sonunu düşünmeden girdiğim bir serüven mutlu sonla bitmemişti.

Hayat bana nasıl bir ders vermişti halen anlamış değilim... Evrenin bana gönderdiği mesaj, "işin gücün yok mu" filandı herhalde... Neyzen'e mi yoksa Neyzen fıkrası yazana mı sormalı bilemiyorum. İspirtoculara sorsam, herhalde para isterler benden... Annem mesela, ona anlatsam bunları, her zaman olduğu gibi "bölüm başına kaç lira verecekler" diyerek cümleyi bağlayabilir...

Bazen diyorum, kurtulsak iyi olacak, neyden demeyin, bi şeyden işte... ama biri de bizi kurtarmasın mümkünse...

Çarşamba, Ocak 01, 2020

Seyrüsefer Defteri 113


Der Goldene Handschuh (2019) Honka çok karikatür duruyor bazen, final gerilimi de karışmış filan iyi anlatılmış bir hikaye çıkmış (30 Aralık). ++ The Sisters Brothers  (2018) bu saatten sonra western ancak böyle yapılır, beğendim, iyi film, iyi işlenmiş karakterler (29 Aralık). ++ Gemini Man  (2019) Bourne taklidi diyorsun, klonlar filan, Clive Owen daha kaç tane "aynı" rolü oynayacak (28 Aralık).++Early Man (2018) geçmişteki Aardman işleriyle kıyaslarsam, parlak bir iş değil, her gün maç var, futbolu ve maçı anlatan hiç bir film "iyi" olamaz (27 Aralık).++ Mankibi Kazoku (2018) bu ölçüde iyimserlik beklemiyordum, iyi film çıkmış, güzel dengelenmiş (26 Aralık). ++ Tereddüt (2106) nihayet seyrettim, iyi oyunculuklar var ama nasıl desem senaryodan mı yanlış oyuncu seçiminden mi bir şeyler çok yapay duruyor (25 Aralık).++The Girl in the Spiders Web (2018) dördüncü romanın filmi, kız sanki uygun olmamış, hikaye de geride kalmış, gerilimsiz bir "Görevimiz Tehlike" çıkmış (24 Aralık).++ Dansöz oyuna gittim (23 Aralık). ++ Funda ile Skandal-Bombshell filmine gittik, temposu iyi, hakkını vermiş (22 Aralık).++ Aquaman (2018) Marvel gösterisi, cool ve narsist şövalyenin tahta çıkışı (21 Aralık).++ Küçük Şeyler (2019) sakinliği, ilgisiz gibi duran tarafa dönmesi güzel, güç gösterebileceği yerler varmış, tercih etmemiş diyelim (20 Aralık).++ Funda ile Hedda Gabler oyununa gittik (19 Aralık).++ Witcher Sea 1 Ep. 1 ve 2'yi seyrettim (18 Aralık).++ Hustlers (2019) underground temelli gibi dursa da hikaye ziyadesiyle mainstream (17 Aralık).++ London Fields (2018) Martin Amis uyarlaması diyerek başladım, gitgide zaafa dönüşen marazi bir ironisi var, klip gibi bazen, film bir türlü gerçeklik vehmini kuramıyor (16 Aralık).++Especial de Natal: Se Beber, Nao Ceie (2018) bir buluşu var ama aynı kıvamda ilerlemiyor, cesareti takdir edilesi o ayrı (15 Aralık).++ The Great Train Robbery Sea.1 ep. 1 ve 2'yi seyrettim, iki bölümü suçlular ve kanun adamlarına ayırmaları, soygunu ve yakalanmalarını anlatmaları ilginç olmuş (14 Aralık).++ The Hill (1965) Lumet'in yakın çekimleri, teatral gösteriler, sert diyaloglar, askerlik ve disiplin karşıtı olan en güzel filmlerden biri (13 Aralık).++ Sherlock Jr (1924) Buster Keaton sürati ve komik donukluğu (12 aralık). ++El Verdugo (1963) İspanyol komedisi, cellat olan kayınperderinin işini devralmak zorunda kalan cenazeci damadın hikayesi, altmışlı yıllar iyimserliği (11 Aralık).++ The Favourite (2019) izlettiren bir mizahı, doğru yerden kurulmuş bir eleştirisi var, başarılı bir rekabet hikayesi (10 Aralık).++ Il Posto (1961) "romanesk" bir büyüme hikayesi, iş bulan gencin saflığı, memurlar ve rutinden manzaralar, beğendim (9 Aralık).++ Lucky (2017) sevimli ve iyimser bir yaşlı adam filmi (8 Aralık).++ Beanpole (2019) güçlü ve huzursuz edici sahneleri var, akılda kalıyor, yılın en iyi iyilerinden (7 Aralık).++ Take This Waltz (2011) güzel bir ilişki hikayesi, hoş diyalogları sakinliği... güzel ve genç (6 Aralık).++ Der Hauptman (2107) hikaye ilginç, gerçekmiş, seyrettiriyor (5 Aralık).++ Aferim (2015) sevdiğim türden bir atmosfer, taşra kırsalı, pitoresk, western havası, 19.yüzyıl ve Romanya, güzel film (4 Aralık).++The Hustler (1961) sıradışı bir film, müthiş diyaloglar, sadece hatırlamadım yeniden keşfettim (3 Aralık).++ Little Birds (2011) ergen genç kadın hikayesi, taşralı, hafiften kenarlarda geçiyor, savrulma temposu iyi (2 Aralık).++A Fost saun-a fost?(2006) güzel, sakil, ağdalı bir kara mizah örneği (1 Aralık).