Perşembe, Ekim 31, 2019
Çarşamba, Ekim 30, 2019
Ergönültaş
Mendilden bayrak yapmış çocuklar, koştukça tıplatıyor
atardamarını memleketim “tüm eserlerinden”. Akıllarda vurdulu kırdılı bir film,
Suzi’nin çilleri. Tütün, şiir ve hoyratlık. Alışılmış ıstıraplar, yukarı akan
dereler. Yoksul mahalle peyzajı. Yürüdükçe kanayan Edip Cansever, trenden inen
Egemen Berköz. Büyük rıhtıma dayalı azınlık gemisi kenar mahalleler. Yağmurun
en çok yağdığı evler, mutluluk yalan! Hele ümidin taşocağındaki kadınlar. Engin
Ergönültaş, büyük hikâyeci, peri tozu.
Pazartesi, Ekim 28, 2019
Çizgi Roman, Bizler, Onlar ve Diğerleri
Elime bir (yerli) çizgi roman dergisi ya
da fanzin’i geçti mi eski heyecanlar, eski tutkular yeniden alevleniyor. Aslında
bu yaşımda ve geçmişimle çok daha “cool” olmam gerekiyorsa da işte olmuyor.
Ünlü bir sorudur, çeşitli yanıtları olan: “Neden çizgi roman? Acep bu da batı
taklitçiliği olmasın mı, müslüman mahallesinde salyangoz satmak türünden?”.
Bizler ve sizler böyle olmadığını bilsek bile “onlar” bilmemezliğe geliyor, “diğerleri”
ise başka dünyalarda yaşıyor.
Acıdır ve de gerçektir: bugün çizerler
başka alanlara geçmeyi düşünüyorlar, geçiyorlar. Çizgi romancıları bir araya
getirmek, bir arada tutmak için gayret gösterenler, hatta lokal açanlar (evet,
Sarkis gibi) duruma umutsuzca bakıyorlar, media konunun köşesinden bile
geçmiyor ve saire ve saire. Bir de, bence en önemlisi, profesyonel ya da amatör
boyutlar içinde yayını sürdürmek için inatla, inançla “kutsal mücadele”yi
sürdürenler. Eh, onlar da olmasalardı bu yazı da zaten olmazdı.
Tüm bunlar bolca çiğnenmiş laflardır,
benden önce bunları sizler defalarca tekrarladınız, ‘onlar’ ise hiç takmadılar.
Meraklılar, tutkulular, koleksiyoncular ve az sayıda çizerlerle iş bitmiyor.
Belki de, yeniden, o yukarıdaki soruya dönmek gerekiyor, hani o neden çizgi
roman sorusuna (bunun paraleli ise nasıl bir çizgi romandır ki estetik boyutları
bir hayli geniş, tartışması bir hayli karmaşık).
Her işin bir “ulusal” geçmişi ve geleneği
vardır, her şeyin “ulusal” bellek, beğeni, örf ve diğerlerinin içinde bir
gerekliliği ve işlevselliği vardır. Üstüne üstlük her konu, bir ulusun “kültür”
ve “genel kültür” çerçeve ve tanımlaması içinde, ayrı bir önem ve gereksinim taşır.
Batı kültürü, Doğu kültürü, Batılı / Doğulu
kültür sentezi derken biz halen bir ortak noktaya, bir ortak ve paylaşılan
noktaya varmış değiliz ya da varmış gibi görünmüyoruz. Dünyasal, evrensel
boyutlarda “kültür” dediğimizde, ulaşılması gereken “çağdaş kültür” dediğimizde
neleri kastediyoruz ve çok geniş yelpazenin içine neleri kabul ediyoruz?
Edebiyatımızda kurguya (fiction) dayanan
birçok türler (ister pop olsunlar, ister olmasınlar) yok denilecek kadar azdırlar.
Bilim kurgucu olamıyoruz, çünkü teknolojik bilgi ve uygulama konusunda daha
katedeceğimiz yollar vardır; dış kaynaklı yazarların, iyisi ve kötüsü ile,
bolca okur buldukları korku ve gerilimde ürün verenimiz yoktur, özel
hafiyelerimiz olmadığı için polisiye edebiyatımız da yoktur (buna karşın kiralık
katillerimiz boldur). Liste uzayıp gidiyor ve ne ilginçtir ki bu listedekiler,
dön dolaş, çizgi romanlara varıyor, çizgi romanların temel tematiğini oluşturuyor.
Tüm yukarıda saydıklarım “kültür”ün
neresindedir denilecek. Kanımca (ve bu Batılı, Levanten-Türkiyeli kafam ve
içindeki beynimle) tüm bunlar çağdaş, “global” kültürün birer parçaları.
Dönelim çizgi romana: Türkiye’de çizgi
roman yok demek hiç kuşku yok ki bir haksızlık olur ancak... ışin doğrusu
sürekliliğin varolmamasıdır. Ya gelenek? Resim geleneği böylesine “yeni” sayılırken
çizgi roman geleneği ne arar?
Çizgi roman tarihçisi değilim, araştırmacısı
da değilim, sadece meraklısıyım. Nedir ki, okuduğum kadarıyla, Batı kendi
geleneğini Mısır’ın duvar fresklerinde ve Bayeux halılarında ararken bizler
minyatürlere başvurup ola ki bir başlangıç noktasını buluruz, yaklaşık bile
olsa.
Acaba sorun hep gelenek ve dayanak mı?
Değildir, gelenek yoksa sıfırdan başlayıp kendi geleneğini kendin kurarsın,
senden sonrakilere miras olarak teslim edersin.
Biliyorum, şimdi “onlar” diyecek ki: “Bu
adam, bu yaşında (65) hep uçuk şeylerle uğraşıyor, kimi yazılarında ve de özel
ilgi alanlarında”. Ola ki öyledir, ne ben ne de beni bilenler bundan şikayetçi
değiller, galiba aksine. Hayır, beyler, baylar ve arkadaşlar, sorun bir başka
noktada: malzemede ve değerlendirmede. Bizler “hayal gücü” denilen olaya inanıyoruz,
bunu kullanıyoruz, bundan doğal (ola ki doğa üstü) bir zevk alıyoruz. “Onlar”
ve “diğerleri” ise gerçek gerçek diye inleyip boyutsuzluğun içinde dön
dönüyorlar, bir şeyler anlatmaya kalktıklarında da o çok önemli, çok evrensel
(genelde küçük) çevrelerini anlatıyorlar.
Ve değerlendirme: Sağır Sultan (bu
durumda kör ve sağır sultan da denilebilir) bile bilir ki “çağdaş” sanatların
“çağdaş” kriterinde (evet, bizler biliyoruz onlar ise daha bilmiyorlar, bilmek
istemiyorlar tüm çağdaş görünümlerine karşın) bir Dokuzuncu Sanat vardır. Evet,
Sherlock Holmes’un sadık (ve “naif”) yardımcısı Doktor Watson’a dediği gibi: “ıt’s
elementary, my dear Watson”. Bu çok kısa tümceyi çevirmeye kalkmayacağım,
sadece bunu not edeyim ki “elemantary”yi burada, bu bağlam içinde, ben tercihen
“basit” değil de “ilkel” olarak algılıyorum. Eh, kimi Holmes olur kimi ise
Watson. Seçim sizindir.
Nereden nereye! Neyse ola ki bir başka
yazıda, daha mantıksal ve “gerçekçi” olmayı denerim. Cem Özer’in dediği gibi
“Ben hep çizgi romandan yanayım” (yoo, hiç öyle bir şey demedi, keşke günün
birinde bunu da dese), siz de öylesiniz. Onlar ise...
Giovanni Scognamillo
[Bu yazıyı, üzerinden çeyrek asır gibi bir zaman geçmiş, çıkarttığımız Koloni fanzini için Gio kaleme almıştı. Dünyayla, tutkuyla, amatörlükle ilişkisi her zaman coşku dolu olan Gio'yu saygıyla anıyorum.]
Pazar, Ekim 27, 2019
İlle de roman olsun demem
Son beş yıldaki (2009-2013) saptamalarıma göre en çok
öykü kitapları yayımlayan ilk on yayınevinden birisiniz. Yayınevi olarak sizce
öykünün bir önceliği var mıdır?
Böyle bir önceliğimiz yok. Kategorik olarak şiir ve deneme
yayınlamıyoruz, bu bakımdan gelen dosyalar öykü ya da roman oluyor.
Öyküye-romana değil niteliğe öncelik tanıyoruz. Ayda üç ya da dört Türkçe
edebiyat yayınlıyoruz. Bunların hepsi öykü ya da hepsi roman olabilir, öyle bir
ayrımımız yok.
Yazınsal türler arasında öykünün yeri ve önemi için ne
düşünüyorsunuz?
Ancak kişisel bir cevap verebilirim. Öykünün yeri ve
önemini tartışmak edebiyatı tartışmakmış gibi geliyor bana. Bir üstünlüğü ya da
önceliği yok bence. Edebiyat içinde hiyerarşik bir sıralama yok. Yapanlar
olabilir, beni ilgilendirmiyor. Basit bir sloganım var, iyi hikâyesi olan veya
iyi edebiyat yapan her şey iyidir-güzeldir, yayınlanır. İyimser biriyim,
beğenmek için okurum. İlle de roman olsun demem, dersem eğer düğündeyimdir…
Yayımladığınız öykü kitaplarını neye göre ve nasıl
seçiyorsunuz? Yalnızca başvurular arasından mı, yoksa yazarların dergilerde
yayımlanan öykülerini izleyerek kendiniz mi seçiyorsunuz?
O kadar çok dosya geliyor ve dosya sahipleriyle o kadar
uzun süreli çalışıyoruz ki dergileri bu yoğunlukta bir kaynak olarak
göremiyorum. Geleni karşılıyoruz aslında. Dergileri zevk için okuyoruz. Biz
kitap yayınlıyoruz, nasıl romanın tek bölümü romanın bütünü için bir ölçüt
olamazsa dergide okuduğumuz tek bir hikâye de kitap için yeterli olamaz.
Size gelen ya da seçtiğiniz dosyalar arasında olası
kurgusal ve dil sorunları için ne gibi editörlük hizmetleri sunuyorsunuz?
Yayınevinizde ayrı bir “öykü editörü” var mıdır?
Bu tür çalışmalar yapıyoruz elbette, yayıncılığın,
editörlüğün bir parçası bu zaten. Öte yandan öykü ve edebiyat için ayrı
editörlerimiz yok çünkü böyle bir ayrıma inanmıyoruz.
Yazar-yayınevi ilişkilerinin sürekliliği ve kalıcılığı
açısından yayımlamak için seçtiğiniz yazarların sonraki kitaplarıyla
ilgileniyor musunuz? Bu konuda bağlayıcı sözleşmeler düzenliyor musunuz?
Sözleşme, editörün işi değil. Ben yazarla hikâye
konuşurum, ona yol arkadaşlığı ederim. Sözleşme yazarla yayınevi arasında
gelişir, yazar da yayınevi de fikrimi sorar, arabuluculuk etmemi isteyebilir o
kadar. Gerisine karışmak istemiyorum, taraflar arasında müzakere edilen bir
mesele bu, edebiyatla ilgisi yok.
Yayımladığınız öykü kitabının ödüllere katılmasını
sağlıyor musunuz? Yazarınızın öykü kitabıyla ödül alması satış dışında sizin
için ne anlama geliyor?
Yazar, yarışmalara katılmak istiyorsa, ilgili
prosedürleri biz tamamlıyoruz. Ödül kazanmış bir yazar mutlu olur, yazarın
mutlu olması da bizi mutlu eder. Yoksa kimseyi yarışmalara katılması için özel
olarak teşvik etmiyoruz.
Öykü yazarlarının belli bir süre sonra roman yazmalarını
nasıl karşılıyorsunuz? Bu konuda kendi yazarlarınızı yönlendirdiğiniz oluyor
mu?
Yine kişisel bir cevap vereceğim, hiç bir yönlendirmem
olamaz. Öykü ile roman arasında bir basamak olduğunu düşünmüyorum. Yazarlar
kendilerine zihinsel bir ket vurabiliyorlar veya bile isteye öykü yazmıyor veya
romana hiç girmiyorlar. Şöyle düşünüyorum, nasıl mutlu oluyorlarsa onu
yapmalılar. Bir yazarın istediği zaman editörüne ulaşması, içeriği, tahkiyeyi,
karakterleri, dili konuşması öykü ya da roman yazmasından-seçmesinden daha
mühim bence. En azından benim durduğum yerden manzara böyle.
[2014'te gelen soruları cevaplamışım, ama nereye yazmışım, nerede yayımlanmış... meçhul]
Cumartesi, Ekim 26, 2019
Ramiz
Mizahın tango mevsimiydi, Ramiz. Plajlara dadanmış fırça.
Sahnesinde harcayan, bölen ve çarpan çıplaklıklar. Dudak izinden tarih bıraktı
geriye, bütün hazları birden isteyen. Ağustosböceği, jartiyerli bacaklar ve
hamamcı düşler. Memleketin en iri kalçasıydı Tombul Teyze. Ramiz, özlemlerin
tapınağı, okunmayan espri ve elmanın tadı. Uzun ve sıcak yazlar, aslı astarı
olmayan kadınlar yuvalanmıştı çizgisine. Briyantinli mizah, Şecaattin Tanyerli,
Yahya Kemal ve ekmeksiz dizeler.
Cuma, Ekim 25, 2019
Doğan Kardeş
Yukarıdaki yorum, en uzun ömürlü popüler çocuk dergimiz Doğan Kardeş çıktığında Esat Adil tarafından yazılmış. Adil, 46' Seçimlerinde TSP (Türkiye Sosyalist Partisi) lideri olarak siyasete atılacak, kısa süre içinde rejimin kendini sola kapatma kararıyla birlikte, sudan sebeplerle hapse düşecek ve uzun yıllar, girip çıkarak, siyasi mücadelenin yanı sıra sahiden acılarla dolu bir hayat yaşayarak epeyce çile çekecektir. Adil, hayatı boyunca Sovyetik sol eğilimlere karşı duracak, TKP çevreleriyle uzlaşamayacaktır. Onun yerlici sosyalizm anlayışının anlaşıldığını söylemekse kolaycılık olur.
Yorum, aynı yılın sonunda linçci bir kalabalık tarafından tahrip edilen Tan gazetesinde çıkmış... Esat Adil, gazetede Adiloğlu müstear adıyla kolay anlaşılır (populist) biçimli eleştirel yazılar yazıyor, Doğan Kardeş'in çıkışı hemen her gazetede övgüyle karşılanırken o aynı mantık içinde yine ters köşe yapmış...
Perşembe, Ekim 24, 2019
Cemal Nadir ve Amcabey
Sokakların tüm kirini süpürmek istiyordu, Amcabey’in sözleri.
Her şeyi cetvelle çizmek isteyen anlayışın karikatüristiydi Cemal Nadir. Tek
Parti’nin sözcüsü, çizgicisi ve iftiharıydı. Amcabey’in cebinden çıktı dediler
Türk karikatürü için. Meydan boş. Huysuz, huzursuz ve sivri dilli Cem, çoktan
kırmıştı fırçasını, Çankaya’da Paşa’nın karşısında. Cem, “Hain Rıfkı” değildi
belki ama yasaklanmıştı yukarıdan: Çizmemeli, çizmesin! Parti için çizmemişti
hepsinden önce. Gerçekten Amcabey’in cebinden çıktı karikatür: Devletçi, memur
ve “vatansever”. Kadı ekmeğini yemeyen karınca.
Anadolu Ağızlarından (39)
Ödürlü: Uykuda
korkan, korkmayı huy edinmiş olan, kâbus gören.
Sandıkçı:
Duvarcı, sandık denilen kerpiçle duvar ören usta.
Cintepesi:
Dağın en yüksek yeri.
Şapadak:
Birdenbire.
El tutmak:
Herhangi bir şeyin satışında el tutup pazarlığı bitirmek, fiyatı üzerinde
anlaşmak.
Pizirgan: Her
hastalığı iyileştirdiğine inanılan ot, sultanotu.
Sadalamak:
Gevelemek, şaşırıp ya da heyecanlanıp konuşamama, istediğini tam anlatamama.
Fartfurtçu:
Gelişi güzel iş yapan konuşan, palavra atan kimse.
Şeytan Arabası: Bisiklet.
Ökelekli:
Vücudu gösterişli olan kimse.
Fotğraf:Birol Üzmez
Çarşamba, Ekim 23, 2019
Salı, Ekim 22, 2019
Yabancı
(...) Kurtuluş Savaşının önderleri, saray ve İstanbul hükümeti
tarafından o günün modasına göre Bolşevik sayıldı. Cumhuriyet rejiminin,
aşağıdan ve yukarıdan gelen feryatlarla yabancılığı ileri sürüldü. Şapka ve
smokin yabancıydı. Latin harfleri yabancıydı. Medeni ve ceza kanunlarımız
yabancı hukuk ideolojisini temsil ediyordu. Laiklik, devletçilik, halkçılık,
felsefede, ekonomide, politikada birer yabancı hüviyet taşıyordu. Cumhuriyet
demokrasisinin en iptidai unsurları bile yabancıydı. Lokomotifler, frijiderler,
radyolar elektrik ütüleri ve kaloriferler
yabancıydı. Bütün tercüme romanları ve her türlü eserler, mürekkepli
kalemler, yazı makineleri ve bütün sosyal kanunlardaki fikirler yabancıydı. Ziraatta,
sanayide, ticarette ve her türlü içtimai ve ekonomik faaliyetimizdeki hüküm
süren metot, teknik alet ve edevat yabancıydı. Fakat bütün bunları kabul ettik,
çünkü etmemezlik edemezdik. Dünün mahut modası yine geri gelmiş gibi görünüyor.
Evindeki mutfak eşyasından cebindeki para çantasına, sırtındaki gömleğe ve
kafasındaki bütün tefekkür malzemesine kadar her şeyi yabancı olanlar
utanmadan, kendi ellerindeki bir “yabancı ideoloji” damgası, önüne geleni
damgalamaya sözüm ona kirletmeye çalışıyorlar. Kendilerinden bir adım ileri
atan herkes ya haindir ya casustur, yani yabancı ideoloji güden eşhas-ı muzırradandır!
Bu öyle alçakça bir taktiktir ki, bu yüzden, bu taktiği kullananların
menfaatperest halk düşmanı birer şarlatan, birer siyaset madrabazı olduğunu
tarih daima ispat etmiştir (Esat Adil, Tan, 3.8.1945).
Pazartesi, Ekim 21, 2019
Güzel İsimler 3
Saat
Sekizi Geç Vurdu (Arif Damar, 1962), Hacıvat Günlüğü (Salâh Birsel, 1982)
Nereye Uçan Gökyüzü (Refik
Durbaş, 1983), Bakışsız Bir Kedi Kara (Ece Ayhan, 1965). Eylülün Gölgesinde Bir
Yazdı (Ferit
Edgü, 1988), Kız Öpme Kuyruğu (Nazlı Eray, 1982), Geç Kalmış Ölü (Mehmet
Eroğlu, 1984), Bacayı İndir, Bacayı Kaldır (Sadri Ertem, 1933), Eski Hastalık
(Reşat Nuri Güntekin, 1961), İki Hödüğün Seyahati (Hüseyin
Rahmi Gürpınar, 1933), Haziranda Ölmek Zor (Hasan Hüseyin Korkmazgil, 1977),
Eşiktekiler (Afet Ilgaz, 1960), Cumartesi Yalnızlığı (Selim İleri, 1968), Ben
Sana Mecburum (Attilâ İlhan, 1960), Alçaktan Uçan Güvercin (Tarık Dursun K., 1981),
Tek Atlı Tekin Olmaz (Ümit Kaftancıoğlu, 1973).
Cumartesi, Ekim 19, 2019
Kime gülelim?
Mizahçıların popüler olanı üreterek (ve tekrar ederek)
milli kimliğin inşasına yaptıkları katkı hiç dikkat çekmemiş değildir. Yunanlıların
Makedonlara, İranlıların Azerilere, İtalya’da Kuzeylilerin Güneylilere, İspanyolların
Katalanlara, Belçikalıların Flamanlara, Fransızların Belçikalılara gülmesi hep
bu çerçevede hatıra gelip sıralanır. Azınlığı, geniş anlamıyla ötekiyi
komikleştirerek “biz”in olumlandığı, hiyerarşik olarak yukarıya taşındığı iddia
edilir. Bütünüyle yanlış değil ama eksik bir önerme olduğunu belirtmemiz
gerekiyor. Özellikle milliyetçiliğin yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç
girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda meselenin başka yüzleri olduğu akılda
tutulmalı.
Ortaoyununun İstanbul merkezli serpildiği, İstanbul Türkçe’si
ve terbiyesi dışında kalan her türlü şive ve alışkanlığın gösterilerde hicvedildiği
söylenebilir. Şehre göç eden, ziyadesiyle göze çarpan her kalabalık, her yeni etnisite
Ortaoyunu ve Karagözde komikleştirilerek tipleştirilmiştir. Onların nasıl
konuştuklarını duyduğumuzda, neyi anlamayıp yapamadıklarını gördüğümüzde
haklarında klişe bir fikre sahip oluruz. 19.yüzyılın ikinci yarısından
başlayarak İstanbul’a gün be gün artan bir oranda göç ettikleri anlaşılan
Kastamonuluları hatırlayalım. İstanbul mahşerinde dikkat çekiyorlar, öyle ki
oyunlarda çapaçul, başı kabak, doymaz, şehir adabı ve terbiyesini bilmeyen,
söyleneni anlamayan, şiveli konuşan erkeklerden Kastamonulu (ya da Türk) olarak
söz ediliyor. 1950 sayımına göre İstanbul’a başka şehirden göç etmiş en
kalabalık nüfus Kastamonululara ait. İstanbul nüfusu içinde zamanla eriyip
gitmişler; İstanbul medeniliğine dâhil oldukça mizah mecrasında hatırlanmaz olmuşlar.
1908 sonrası gelişen Türkleştirme politikalarını hesap etmiyor değilim, ama en
azından Kastamonulu tiplemesi olarak kalabilirlerdi, olmamış-unutulmuşlar.
Kastamonulularla aşağı yukarı aynı dönemlerde Rusya’dan İstanbul’a göç etmiş, Türkler,
Türkî topluluklar var. Türkçe’yi onlar da şiveli konuşuyorlar ama Ortaoyununa
konu olmuyorlar. Çünkü gelenlerin büyük çoğunluğu izanlı meslek sahibi insanlar.
Doktor, öğretmen, avukat, ziraatçı olarak kısa sürede hatırı sayılır görevlerde
çalışmaya başlıyorlar. Batı Avrupa eğitimine ve modernleşmeye odaklanmış resmi
politikalar açısından fayda sağlıyorlar. İlk Türk milliyetçileri oluşları,
entelektüel hayata yaptıkları katkı ve kılavuzluk mizah mecrasında neden yer
almadıklarını da açıklıyor. Onlar işlevseller; Kastamonulu ise bulunmaz
değil…Düşük ücretli, emek yoğun işlerde çalışıyorlar. 1908 ve 1923 sonrasında
Anadolu folklorunun üretimiyle Türk diye bellenen Kastamonulunun yerine Herif,
Apaş, Hıdır ya da Kazma gibi
nitelemelerle başka göçmenler ikame ediliyor. Daha da sonra Kıro, Zonta, Maganda… Unutmak veya göz
ardı etmek ile ilgili tercihler, bazen hiç beklenmedik biçimde ters-yüz
edilebiliyor. 1930’da, Serbest Fırka denemesinde, parti ideologu Ağaoğlu Ahmet Bey, İktidar basınında Türkçe’yi şiveli
konuştuğu için komikleştirilir. Rus olduğu dahi söylenecektir. Hamiş: Muhalif
olmak kolay değil, güle güle sempati!
Mizah aracılığıyla gülme insanları birbirine yakınlaştırıyor
ama kurbanı-gülüneni de gülenlerden uzaklaştırıyor. Nerdeyse yarım asır boyunca
mizah dergilerinde Müslüman olmayan azınlıklarla, Rum, Ermeni ve Yahudilerle
ilgili espriler kullanılmıştır. Onların tatsızlığı, paragözlüğü, bönlüğü, düşkünlükleri,
güvenilmezlikleri etnik bir nitelikmişçesine bazen komikleştirilerek çoğunlukla
iğrençleştirilerek anlatılır. Osmanlı’dan gelen Millet-i Hakime anlayışının bir
uzantısı olarak aşağıdakiler, hele ki gavursalar
gülerek, küçümseyerek ve dışlanarak resmedilirler. Cumhuriyet tarihinin en
uzunlu ömürlü mizah dergisi olan Akbaba,
bu dışlayıcı mizahın temel kaynağıdır. Altmışlı yıllardan sonra ise azınlıklarla
ilgili bu dışlayıcı mizah, moda olmaktan çıkar. Hakkını teslim edelim: Aziz
Nesin’in mizahın belirleyicisi olması, olumlu ayrımcılığının leitmotif haline
gelmesi bu değişimi kolaylaştırmıştır. Üstelik, Rum, Ermeni ya da Yahudilerle
sokakta karşılaşılmadığı dönemlere girilmiştir. Sayıca yok denecek kadar
azalmışlar, “içeride” bir tehdit olmaktan çıkmışlardır.
Kürt sorunu nedeniyle bugün Türkiye’nin başka türlü bir
azınlık meselesi var. Azınlığın komikleştirilmesiyle “biz”in olumlandığını söylemiş,
çeşitli ülkelerden örnekler aktarmış, bir de çekince koymuştum: Milliyetçiliğin
yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda bu
argümanın çok işlemediğini düşünüyorum. Mizah dergilerinde olsun, gündelik
yaşamda olsun Kürtlerle ilgili espriler yapılmıyor. Akbaba’nın uzun yıllar Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı yaptığı
gibi, en azından andıran biçimde Kürtlerle ilgili mizah yapılmıyor. Örneğin
Lazlarla ilgili epey fıkra var, önemli bir farkla: onlar bir etnik topluluk
değil sanki bir yörede yaşayan, o yörenin ahalisi gibiler. Fıkraları bizzat
Lazlar anlatabiliyor, televizyon programlarında asıllarının Türk olduğunu
söyleyen Lazlarla karşılaşabiliyor. Romanca bilmeyen, Türk Romanları olduklarını
söyleyen Romanlarımız da var. Allah için güzel eğleniyorlar, Laz fıkrası
denildiğinde yüzüne bir tebessüm oturan milyonlar da var. “Kürd’ün biri” diye
başlayan fıkralar anlatılmıyor oysa, Muhsin
Bey filminden bu yana Doğulu genç göçmen tiplemeleri çıkmıyor değil. Heyhat
onlardan Kürt olarak bahsedilmiyor, “yahu adam Laz” diyerek dizlerin pat
patlanarak gülündüğü gibi “Kürt işte” den(e)miyor. Nedeni çok açık…Kürtlere
gülmek istenmiyor, Kürtlere gülmek demek onları sevimli de bulmak anlamına
gelecek. Belki taviz vermek… Sırplar Hırvatlara gülmüyordu, Boşnaklar da
Sırplara… Gülmek, bizi yakınlaştırıyor, kimse gülmek istemiyor…
(...)
Son söz: Televizyonlarda, günün birinde “Kürd’ün biri”
diye başlayan fıkralar anlatılırsa, yine de bir şeyler iyileşiyor demektir. Eğer
birileri stüdyoyu basmazsa içerdiği ayrımcılık ve sair konular ayrıca
tartışılır.
[Bu yazıyı yazalı on yıldan fazla olmuştur. O yıllarda aklımda esprilerimizle ilgili bir çalışma yapmak vardı, gündelik hayatın içinde nelere gülerek tepki verdiğimizi yorumlama arzusu duyuyordum. Mümkün olmadı. Belki ileride diyerek iyimserlik yapayım...]
Cuma, Ekim 18, 2019
Kaz yolar mısın?
Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahla bir veziri varmış.
Bu padişahın bir gün canı sıkılmış ve
kıyafet değiştirerek veziriyle birlikte halkın arasına karışmış.
Yolda giderlerken, bostanda çalışan
ihtiyar bir çiftçi görmüşler. Padişah yaşlı adama:
“Merhaba,” demiş.
Çiftçi de:
“Sana da merhaba,” diye cevap vermiş.
Padişah sormuş:
“Altıyı altıya kattın mı?”
“Altıyı altıya kattım. Fakat otuz ikiye yetiştiremedim.”
Padişah tekrar sormuş:
“Niçin kalkmadın erkenden?”
“Kalktım ama eller aldı.”
Padişah bir daha sormuş:
“Sana bir kaz göndersem yolar mısın?”
“Hay hay, bu işin ustasıyım.”
Konuşulanlardan hiçbir şey anlamayan Vezir şaşırmış.
Padişah saraya döndükleri zaman Vezir’e:
“Sen bu konuşmalarımızdan bir şey anladın mı?” diye
sormuş.
Vezir:
“Hayır efendim, anlamadım,” diye cevap vermiş.
Padişah:
“Öyleyse sana kırk gün izin. Bunların ne demek olduğunu
öğren. Eğer kırk gün sonra gene bilmezsen vezirliği elinden alırım.”
Vezir bu sözlerden sonra konağına gitmiş. Günlerce düşünmüş,
yemeden içmeden kesilmiş. Hastalanmış, yatağa düşmüş. Bir gün küçük kızı yanına
gelip babasına:
“Baba ne oldu sana? Derin derin ne düşünüyorsun?” diye
sormuş.
Vezir:
“Bir şey düşünmüyorum kızım,” diye önce geçiştirmeye çalışmış.
Küçük kız ısrar edince başına gelenleri anlatmış. Küçük
kız demiş ki:
“Baba, bunda düşünecek ne var? Sen o ihtiyarın bulunduğu
yeri biliyorsun. Onun yanına git. Biraz para ver. Sana o sözlerin ne anlama geldiğini söylesin.”
Vezirin aklı bu fikre yatmış. Hemen heybesine altın doldurup
yola çıkmış. İhtiyar çiftçinin tarlasına gitmiş. Adamcağızı işinin başında
bulmuş. Ona doğru ilerleyerek seslenmiş:
“Sana bir şey soracağım. Eğer bana doğrusunu söylersen
sana bir heybe dolusu altın veririm. Geçen gün buraya derviş kıyafeti giymiş iki adam gelmişti. Onlarla
bazı şeyler konuştun. Neler konuştuğunuzu bana söyleyeceksin.”
Çiftçi demiş ki:
“Önce merhabalaştım. Halinden tavrından o adamın ölçülü,
bilgili biri olduğunu hemen anladım. Sonra bana sordu: ‘Altıyı altıya kattın mı?’. Ben de ona
‘Altıyı altıya kattım, fakat otuz ikiye yetiştiremedim,’ dedim. Bunun da anlamı
şuydu: Günde on iki kuruş kazanabiliyor musun? Bu soruya, on iki kuruş kazanabiliyorum,
ama otuz iki dişin boğazına yetiştiremiyorum, diye cevap verdim. O kişi bana
bir şey daha sordu: ‘Niçin kalkmadın erkenden?’ Ben de ‘Erkenden kalktım ama
eller aldı,’ dedim. Yani niçin erken yaşta evlenmedin de erkek çocuğun olmadı
ve yaşlılığında rahat etmedin, demek istedi. Ona erken evlendim, ama kızım oldu,
o da gelin oldu gitti, dedim. Sonra benim bu halime acıyan adam, ‘Sana bir kaz
yollasam yolar mısın?’ diye sordu. Ben de ‘Hay hay, ustasıyım,’ diye cevap
verdim. İşte şimdi o adam seni bana gönderdi, sen eğer kaz olmasaydın buralara kadar
gelmezdin.”
Çiftçi bütün parayı alır. Vezir sevine sevine padişahın yanına
gider. Padişahla çiftçi arasında geçen konuşmadan ne anladığını efendisine anlatır.
Padişah:
“Sen eğer o ihtiyarın yanına gidip kaz gibi
yolunmasaydın, bana bunları söyleyemezdin,” der ve veziri yine de görevinden alır.
Çiftçiye de bir kese altın gönderir.
[Sevdiğim bir masal, yıllar önce derlediğim Anadolu Masalları kitabıma da katmıştım.]
Perşembe, Ekim 17, 2019
Anadolu Ağızlarından (38)
İçağrısı: Kin, düşmanlık.
Oturakhavası: Uzunhava denilen türkü.
Pofpofçu: Gereksiz yere değeri olmayan birini abartarak öven.
Türüdü: Başkasının sırtından geçinen.
Efci: Kadın gibi iş gören erkeklere verilen ad.
Şekerim şey: Kendisini çok iyi nitelikli biriymiş gibi sanan kimse için söylenir.
Zalim: Yapışkan çamur.
Fotoğraf: Sami Güner
Çarşamba, Ekim 16, 2019
Aloo
“Ağzınızı telefonun mikrofonuna yakın tutun. Konuşma
bitmeden telefonu kapatmayın. Bağırarak konuşmayın. Santraldeki kızlarla
muhabbete girmeyin”.
Fakat halkın terbiyesi süreci bir türlü
nihayetlenmemiştir. Nitekim, 1988’de, PTT Dergisi’nde yer alan “Telefon
konuşmalarında nasıl hareket edilmeli?” başlıklı yazı, o tarihte dünya için eski, Türkiye için yeni
olan bu iletişim aracının dayattığı, sözünü ettiğimiz görgü kuralları,
yetenekler ve kültürü halka aşılamaya niyetlenmektedir:
“Konuşmadan önce kendinizi takdim edin. Mikrofonu dudak
hizasında tutun. Konuşurken nazik olun. Nazik sese kapılıp, aşık olan,
evlenenler vardır. Telefonda özel konulardan söz etmeyin, dedikodu yapmayın.
Konuşacağınız konuları planlayıp öyle konuşun”.
Anlaşılacağı üzere, halkın modernleşme ve batılılaşma
yolunda katedeceği mesafe boyunca, onu kah azarlayıp kah yüreklendirerek
olgunlaştırmayı amaçlayan pedagojik yaklaşım, “havai”, rasyonel düşünce
sisteminden nasibini almamış, zamandan ve paradan tasarruf etmeyi öğrenememiş,
medeniyetin uzağında kalmış halk kitlesinin kamusal alandaki varoluş biçimini
olduğu kadar, duygu dünyasını ve özel alanını da denetlemek istiyordu.
Modernleşme sürecinde bu türden müdahaleler hemen her
ülkede yaşanmıştır. Bugün, pek çoğu bize komik gelen tanzim etme çabaları
uygulamaya konmuştur. Kırklı yıllarda Türkiye’de filmlere yönelik sansürden
öğrendiğimize göre, yapılan dublajlarda (o günlerin deyişiyle duble edilen
filmlerde) sahne gereği çalan telefonu açan kişinin “Alo” demesi istenmiyordu.
Geçmişi, Cumhuriyet öncesini çağrıştırdığı için olmalı, “Efendim” de
denemiyordu. Hemen her defasında telefonu açan, konuşmasına “A siz miydiniz?”
sorusuyla başlıyordu. Aslına bakılırsa, seyircinin beyaz perdede gördüğü
telefona çok aşina olduğunu söylemek pek mümkün değil. Filmlerde çalan telefonun
farklı bir hitap ve vurguyla açıldığını fark edenler, üst sınıftan sınırlı
sayıda telefon kullanıcısı olmalı. Başkent Ankara’nın merkezinde bulunan
yerleşim yerlerine elektriğin Kırklı yılların sonunda geldiği düşünülürse,
telefon itibarlı, itibarı ölçüsünde bilinmezlerle dolu, başka ve uzak bir
hayatın sembollerinden birisidir. Devlet kurumlarının bazılarının, özellikle de
karakolların ve sinemaların birer telefonları vardır. Telefon resmiyettir. Özel
hayata ve evlere henüz dahil olmamıştır. Sinema düşkünü olan genç kızlara
yönelik şikayetçi klişeler tiyatroda veya Yeşilçam’da sık kullanılmıştır da,
telefonu elinden düşürmeyen, arkadaşlarıyla “saatlerce” telefonda konuşan genç
ergenlerin hicvedilmesi Doksanlı yılların başlarındaki televizyon dizilerine
dek akla gelmemiştir.
Telefon gevezeliklerinden söz açmışken, telefonun sohbet
amaçlı kullanımının azgelişmiş toplumlara özgü bir zaman algısıyla
bağdaştırıldığını söylemeden geçmeyelim. Çoğumuz, henüz cep telefonları ortada
yokken, ev telefonlarını sıkça ve uzun süreli kullanan annelerimizin, telefon
faturası gelince babalarımızdan nasıl azar işittiklerine tanık olmuşuzdur. Uzun
telefon konuşmaları yapmak, iş-güç sahibi olmayan ancak önünde geçirilmesi
gereken uzun bir gün bulunan insanlara özgü olduğu düşünülür. Bu tür insanların
kendilerini avutacak başkaca da bir faaliyetleri, hobileri yoktur.
Sokaklarımızın halihazırda, kulaklarına dayadıkları cep telefonlarıyla veya bu
telefonlara iliştirdikleri kulaklık ve alıcılarla kendi kendilerine
konuşuyormuş gibi algılanan insanlarla dolu olduğunu düşünürsek, ya herkesin
bol vakti var ya da yaya olarak geçirdikleri zamanı boşa harcamak istemiyorlar
türünden iki farklı yorum yapabiliriz.
Geçmişe geri dönersek, henüz yaygınlaşmadığı dönemlerde telefon
resmiyettir ama düzgün çalışmaması, hatların karışması, kar yağınca hepten
kopması popüler kültür ürünlerine sıkça konu edilir. Muammer Karaca’nın meşhur
ettiği Cibali Karakolu oyununda
telefon hiçbir zaman doğru dürüst çalışmaz, taraflar birbirlerinin ne
dediklerini anlamadıkları gibi, Karagöz ile Kavuklu’yu çağrıştıran biçimde,
söyleneni türlü biçimlere sokarak seyirciyi güldürürler. Toplumsal hayatımızı
onun kadar sık ve sürekli resmeden bir başka yazarımız olmadığı için kendisini
bir tür vakanüvis saymamız gerekir, Aziz Nesin sayısız kez bir türlü çalışmayan
telefonları ve onun mağdurlarını anlatmıştır. Eskiden şehirlerarası görüşmeler
santral aracılığıyla gerçekleştirildiği için, pek çok komik karmaşayla
karşılaşılmakta, bir espri olarak günlük konuşmalara konu edilmektedir.
İstanbul’dan Ankara’yı ararken, yanlışlıkla Kayseri’nin bağlanması veya ilgisiz
biçimde bir başka konuşmanın paralel dinlenebilmesi sık karşılaşılan bir
durumdur. Bugün dahi argoda, konuşulan/konuşulması gereken konudan saparak
başka şeylerden konuşanlara “Alo! Adana çık aradan” denmektedir. Bu
illiyetsizliği vurgulayan esprinin kaynağı telefondur.
İnsanların çaresizliği, hayatın yavaşlığı ve teknolojik
yenilenmenin gerçekleşmemesinin göstergelerinden biridir telefonun çalışmaması.
Uzak bir taşra kasabasından Ankara’ya, talep, şikayet ya da malumat için
telefon edilir. Ankara’daki yetkili, işin doğrusunu yanlışını açıklayarak
onlara yön gösterir ya da onları oyalar. Cevat Fehmi Başkut’un Buzlar Çözülmeden oyunu, kış ve yoğun
kar yağışı nedeniyle çevre ile bağı kopmuş bir ilçede geçer. Tımarhaneden kaçan
iki deli kendilerini kaymakam ve yardımcısı olarak tanıtıp, ilçede birçok
faydalı iş yaparlar. Asıl kaymakam kapanan yollar yüzünden gelemediği gibi, ilçeden
de telefonla Ankara’ya ulaşılamamaktadır. Oyun boyunca aralıklarla Ankara
aranır. Aramalar esnasındaki parazit, ses kesintisi ve anlaşılamama mizahi
abartı olarak görülebilir ama oyunun sahnelendiği yıl ve dönem olarak seyirciye
mantıksız gelmemiştir. Oyunun gerçeklik vehmini sekteye uğratmadığına göre,
telefon aracılığıyla iletişimin zorluklarının zamanı ve koşulları yakalayıp
yansıtan, herkes tarafından normal bulunan bir olay olduğu aşikar (...)
[Bir on yıl önce telefonla ilgili yazdığım bir yazıdan...]
Salı, Ekim 15, 2019
Kırklı yıllarda Maltepe'de pavyon var mıydı?
Türkiye'de kültür endüstrisi dediğimiz bir mecrada en fazla para neyle kıyaslarsanız kıyaslayın sinema ve dizilere harcanıyor. Nasıl harcanıyor, neye harcanıyor, kim kazanıyor hiç bu tartışmaya girmeyeceğim. Ortada bir kazanç olmasa bu paralar harcanamaz. Emek veren, uğraş veren, daha
iyi olması için cebelleşen insanların da hakkını yiyemem.
Çiçero filmini seyrettim... Bilmeyenler için film, kırklı yıllarda, büyük savaş sırasında Ankara'da geçiyor. O yıllarda yaşanmış gerçek olaylardan, bir casusluk serüveninden esinlenerek hikayeleştirilmiş.
Bir gişe filminde "geçmiş" idealize edilebilir, aktüel algıya göre yeniden biçimlendirilebilir. Kaldı ki, biz, şaşalı ve "büyük" film çekmek istiyoruz, kalabalık ve ışıltılı sahneler kuruyoruz. Haliyle abartıyor veya idealize ediyoruz.
Beni rahatsız eden bu kadar para harcanmasına rağmen umursanmayan ayrıntılar... Çiçero'da, kahramanın karısı (nedense) pavyon işletiyor. İngiliz Elçiliğinde bir görevli de onu sorgularken karısının Maltepe'deki pavyonunu soruyor.
Filmden aldığım görsellere bakarsanız siz de fark edeceksiniz orası Maltepe filan değil... Zerre ilgisi yok.
Filmde pek çok benzer sorun var, seyrederken öyle sokak yok, o cadde öyle değil, o isimde bir yer yok veya o tarihte olamaz gibi şeyler düşünüyorsunuz. Ama Maltepe deyince pes dedim... Sahiden pes... Bugün Maltepe'de pavyonlar var ya... Herhalde demişler kırklı yıllarda da vardı... bu kadar basit bir mantık... Oysa (abartıyorum) Maltepe var mıydı deseler bir duracaklar. Orada kaç bina vardı acaba deseler...Tamirciler varmış, nerdeymiş? Nereye gitmiş? Şimdiki binalar kaç yıllıkmış filan... Soru çok.
Sonra ne mi yapacaklar? Bir bilene soracaklar veya bir kütüphaneden o yıllardaki Ankara haritasını, telefon rehberini alacaklar, yapmaları gerekirdi, gazeteleri tarayacaklar filan... Ancak bu kadar zor veya ancak bu kadar basit...
Ama yapmıyorlar. Senaryoyu okutsalar, o diyaloğu değiştirseler olacak, Ulus deseler, Bankalar caddesi veya Dışkapı deseler, hiç isim vermeseler yine olacak... O da olmuyor.
Kırklı yıllarda Ankara'da Maltepe'de pavyon var mıydı? Yoktu. Daha da ileri gideyim. Gazino isimli uzun ömürlü iki yer, benim bildiğim Baraj Gazinosu ile Gar Gazinosu...İkisi de resmi-yarı resmi işletmeler. Gazino ismi bile yaygınlaşmamıştı, Ankara'da, Türkiye'de...
Neyse yatıp uyayım daha iyi...Kimin umurunda diyen bir ses geldi oturdu aklıma.
Pazartesi, Ekim 14, 2019
Ah be Soner
Pazar, Ekim 13, 2019
Cumartesi, Ekim 12, 2019
Ankara İyimserliği
Siyasetin merkezi sayılarak Ankara'ya sıkça küfredilir. Ankara bağnazdır, hantaldır, geri kafalıdır, bürokrasidir, sevimsizdir şu bu... Adlandırmalar dönemsel olarak değişiyor elbet ama bugün geriye dönüp yazılıp çizilenlere baktığımızda pek de olumlu olmayan bir toplamdan söz edebiliriz. Yukarıdaki karikatür 1933 yılından, Cenevre gıpta ederek genç Ankara'ya bakıyor ve "hey gidi gençlik hey" diye lafa başlıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir Ankara iyimserliği var, gazeteler ve entelektüeller, siyaseten ya da özen etiğiyle şehre bir şans veriyor ve onu olumluyorlar. Veya eleştiremiyorlar. E gerçek resim, onların olumladığı veya sonradan olumsuzlandığı gibi değil tabii...Ne kadar ekmek o kadar köfte...
İlgimi çeken şey şu: şehirler, ekseriyetle kadına benzetilir. Ankara, tipleştirilirken hiç kadın gibi düşünülmez. Ters köşesi de şu: İstanbul hiç erkek gibi çizilmez.
Perşembe, Ekim 10, 2019
Pıt Pıt Sözlüğü (33)
Bir kıyı
kahvesinde: Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara / yakıyordu
kimimiz. / Sanki dünya durmuştu / öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik
(İlhan Berk).
Erkek gözü: Çünkü
sen bana hep böyle, yatılır kalkılır bir yaratık diye baktın. Yatak yorgan gibi
baktın. Bel, kalça, göğüs olarak gördün beni yalnız. Bir defa olsun bu kadın ne
düşünür, aklından ne geçer diye yordun mu kafanı? Anlamaya çalıştın mı? (Necati
Cumalı, Mine).
Müstear: Takma
isim, yazar ve şairlerin gerçek isimlerinin dışında kullandıkları imza.
Gömlek: Bir
gün anlarsın hayal kurmayı; / Beklemeyi, ümit etmeyi. / Bir kirli gömlek gibi
çıkarıp atasın gelir / Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi (Ümit Yaşar
Oğuzcan).
Oyunbaz: Çünkü
hikâyesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur (Orhan Pamuk,
Benim Adım Kırmızı).
İntihal:
Aşırma, başkasının yazdıklarını kendi yazmış gibi gösterme, kullanma.
İlke: İnsan
kendi deliliği üzerinde ısrar etmelidir (Tezer Özlü, Yeryüzüne Dayanabilmek
İçin).
Fotoğraf: Ozan Sağdıç
Çarşamba, Ekim 09, 2019
Yaşama gayreti
Okur yazar ehlinin lafı bitmez. Üstelik bizim gibi ülkelerde okur yazar insanların kendilerine özgü bir gündemleri olması pek mümkün değildir. Olağanüstü bir şeyler olur hep, hep onları düşünür, hep onlara cevap yetiştirirsin. Arkadaşımı anlamıyor değilim ama savaşa karşı çıkmak demek, aynı duayı, aynı dersi yıllarca zikreden veya anlatan bir "sofu" gibi bunu da defaatle tekrar etmek demek.
Arkadaşımla yaşama sevinci hakkında konuştuk. Niteledikleri bakımından bana heyecan verici gelen bir deyiştir. Biri "yaşama sevincini" yitirdiğini söylerse ya da biri hakkında böyle bir kestirimde bulunulursa acayip dikkat kesilirim. Bana romanesk geliyor galiba...
Sadece o da değil, "Yaşama gayreti" de hoşuma gider... Hayat yeknesaktır ama sen çabalarsın, devam edersin... Sevinç ve gayret...
Bu kadar çok sağcı savaş deyince erkeklikten, adam gibi adamlıktan, etek giydirmekten, zil takmaktan, karı gibi konuşmaktan, adam etmekten filan bahsetmeye başlayınca... biliyorum insan sıkılıyor, ergen gibi cevap yetiştirmekten bıkıyor... ama hatırlatmak, tekrar etmek, farkındalığı artırmak zorundayız.
Gayret etmek zorundayız.
Mutluluk, nasıl gayret istiyorsa... nasıl taştan çıkıyorsa...
Salı, Ekim 08, 2019
Son Okuduklarım 33
Pazartesi, Ekim 07, 2019
Sahte Yaşam Öyküleri
İlk sayılarda Faruk Geç'in Hürriyet'te yayımlanan "Gerçek Hayat Hikayeleri" dizisini Sahte Yaşam Öyküleri adıyla parodileştiriyorlardı, dün Ayrancı Antika Pazarında derginin eski sayılarını görünce aklıma geldi. Geç'in çizgilerini aynen kullanarak balonları değiştiriyor, komikleştiriyorlardı. Üst başlıkta Faruk Geç'in hoşgörüsüyle yazılırdı, anlaşıldığı kadarıyla habersizce böylesi bir ironiye kalkışılmıştı.
Mizah dergileri gerçek ve ciddiyet algısını ters yüz etmeyi severler... Popüler film ve dizilerin, özellikle televizyonun parodisi dergilerde her zaman yer bulmuştur. Tekin Aral ve Orhan Alev neredeyse buna odaklandılar yıllarca. Televizyonun aksine çizgi dünyasına, meslek içine yönelik gönderme ise istisna ölçüsünde azdır. Bazen Tarkan gibi tarihi çizgi romanları cinsellikle ilişkilendirerek mizahi bir eksene çekerlerdi... Faruk Geç'in ağır ve ciddi melodramatik anlatısını da ironiyle deforme etmek istemişler...Ya da popüler olana ilgi gösterdiklerini düşünürsek Gerçek Hayat Hikayeleri dönemi için hayli popüler ve konuşulan bir çalışmaydı.
Pazar, Ekim 06, 2019
Anadolu Ağızlarından (37)
Şabadan: Boşboğaz,
geveze.
Osuruğu cinli:
Bağırıp çağırarak hak aramayı alışkanlık durumuna getiren.
Ebebulgur:
Bulgur iriliğinde yağan kar.
Peçe: Dumanın
geri dönmemesi için ocağın önüne koyulan perde.
Sakça: Karga,
saksağan.
Mer mer meleşmek:
Bir şeyi ağlayarak yalvararak istemek.
Fışfırdal:
Sidiğini tutamayan.
Cavralamak: 1. Sevinçten kuş gibi ötmek, şen konuşmak.
Fotoğraf: Sami Güner
Cavralamak: 1. Sevinçten kuş gibi ötmek, şen konuşmak.
Fotoğraf: Sami Güner
Cumartesi, Ekim 05, 2019
Yorum yapmadım
Joker'e gittim. Film öncesi, yaşı gereği filme gidemeyecek olan Tuna bilmiş bilmiş "DC Karanlığı", "sen
seversin" dedi. Filmdeyse hikaye gereği küçük Batman sahneye çıktığında, Funda çocuğun adının "Bruce" olduğunu
nereden anladın dedi.
İkisine de yorum yapmadım.