Pazartesi, Ocak 31, 2011
Pazar, Ocak 30, 2011
Bir Serüven Klasiği, Spirou
Spirou, kendi kuşağımın adlandırmasıyla Sipru, Fransa-Belçika çizgi roman ekolünün gerçekten önemli çalışmalarından biri. Özellikle Batı Avrupa’da Tenten, Asteriks ya da Red Kit ölçüsünde tanınırlığı olan, taklit edilen, takdir gören bir çizgi roman dizisinden söz ediyoruz. Spirou, tarihsel geçmişleri nedeniyle daha çok Tenten ile kıyaslanır (ki burada yerel üretimlere kaynaklık eden Tintin ve Spirou dergileri arasındaki rekabeti de hesap etmemiz gerekiyor). Belçikalı çizgi roman tarihçileri, Tenten ya da Spirou fanları arasında hayli komik münakaşalar yaşandığını belirtiyorlar. Spirou’nun Tenten’i modelleyerek üretildiği iddia ediliyor örneğin… Spirou’nun daha yerel bir karakteristik taşıdığı da söyleniyor, millilik vurgusu dahi yapılıyor. Türkiyeli okurlar olarak biz bu iddia ve rekabetten pek haberdar olmadık. Uzun yıllar Tenten ve Sipru, küçük yayınevlerinde kopyalanarak siyah beyaz yayınlandığı için eserlerin özgün niteliklerini de bilemiyorduk. Bizi sürükleyen her iki çizgi romandaki serüvenci yöndü.
Spirou’nun serüvenleri ekseriyetle dünyaya, haliyle Paris’e yönelik büyük bir tehdide karşı verilen mücadeleye dayanır. Çılgın bir bilim adamı, intikamcı bir kötü, yeni bir enerji kaynağı, tehlikeli bir silah, büyülü bir sıvı, tekinsiz yolculuklar, büyük sırlar, dünya tarihini değiştirecek keşifler, Spirou evreninin eksilmez unsurlarıdır. Onu ve arkadaşlarını olağandışı bir gelişmenin içinde biteviye hareket halinde görürüz. Her şey kıyametvari bir finale doğru gider ve yine her şey, hiçbir şey olmamışçasına kendi olağan seyri içinde durulur. Dünya, Fransa, Paris, doğa, insanlık ve bazen küçük bir kabile ölümden, dönüşü olmayan bir sondan kurtulur. Serüvenin bitiş karelerinde Spirou ve yakın arkadaşı Fantasio’yu güneşlenirken, meyve kokteyli içerken veya tatil havasında vakit geçirirken görürüz…
Kuşkusuz böylesi bir serüven klişesinin en ünlü imgesi James Bond’tur… Onu yeni araçlarla, pahalı ve eksantrik mekanlarla hatırlarız genellikle… Sarkastik ve iyimserdir, narsistik ifadeleri ve sınırsız bir özgüveni vardır. Bond’un popülerleştiği yılların nükleer savaş ihtimali ve endişesiyle yaşandığını hatırlayalım. Sadece Bond değil o yıllardaki hemen tüm serüven külliyatı global tehditlerle, milyoner kötülerle, ileri teknoloji ürünü araç ve silahlarla uğraşıyordu. Anlatılarda garip örgütler ortaya çıkıyor, Amerika ile Sovyetler arasındaki kutuplaşmadan faydalanarak günbegün büyüyordu. Örgüt üyelerinin tek tip kıyafetleri, Nazileri andıran hiyerarşileri, güçlü sadakatleri ve ölümcül eylemleri vardı. Nükleer başlıklı füzeleri, denizaltıları, metruk bir adada sönmüş bir yanardağ içinde konuşlanmış dehşetengiz üsleri vardı. Bilim adamlarını ya satın almışlardı ya da önemli bir tanesini şantajla tutsak etmişlerdi. Füze(ler), Kremlin, Beyaz Saray ya da Eyfel Kulesine çevrilmişti işte!. Televizyonlarda başkanlar, profesörler, siyasetçiler konuşuyordu; dünyanın sonu geliyordu vs… Bugün serüven hikâyeleri borsa spekülasyonları, internet şifreleri, banka hesaplarının boşaltılması, uydular, download edilen bilgiler, cep telefonları, mobese kameralar vs üzerinden geliştiriliyor… Bond hikâyeleri bu yeni döneme ayak uydurmuş durumda…
Spirou, geçmişine bakılırsa, o denli değiştirmedi kendini… Klasik sayılması, nostaljiyle hatırlanması değişim eksenini ister istemez daralttı diye düşünüyorum. Tenten, Asteriks ya da Red Kit gibi bir dönem hikâyesi değildi Spirou. Hep “bugünü” anlatan, teknoloji ile doğayı, silah ile ruhu, makine ile duyguyu çatıştıran serüvenlere sahipti. Günümüzde geçen futuristik öğeler içeren bir anlatı, “yarın” arkaik kalma riskini taşır. Bugün normal gelen bir ışın tabancası on yıl sonra komik kaçabilir. Türkiye’de Spirou’yu modellediğini düşündüğüm Bülent Arabacıoğlu da En Kahraman Rıdvan dizisinde en çok bu sorunla karşılaştı. Bir western çizgi romanında bilim kurgu ya da fantastik öğeler kullanabilirsiniz. Araçlar, ayrıntılar ve tiplemeler arkaik, sakil, demode olabilir, çünkü hikâye zaten tarihte yaşanıyordur. Oysa bugüne geldiğimizde ayrıntıların eskiliği bir gerçeklik sorunu yaratabilir. Naif ve komik görünebilirsiniz… Spirou, naif veya komik olmak için futuristik ögeler kullanmıyordu. Hatta ilk tasarımlarına bakılırsa öncüydü, anaakım çizgi romanları etkileyecek kadar yenilikçiydi. Bu yenilenme sürdürülmedi, tersi oldu, süper silahlar, devasa araçlar ve alelacayip diğer şeyler nostalji ve sevimlilik adına sahiplenildi. Spirou, neşeli bir futuristik evrende serüvenlerini yaşamaya devam ediyor. Eskisi kadar bugünü yakalamak derdinde olunmadığı görülebiliyor.
En başta söylenmesi gerekenleri sona ayırdık. Spirou, farklı yazar ve çizerlerce üretilmesi nedeniyle ayrıca ilginçtir. Bugün bilinen anlamıyla araştırmacı gazeteci Spirou’nun serüvenci dünyasını, diziyi 1948-1968 yılları arasında üreten Franquin yarattı denebilir. Bir önceki on yılda ünlü auteur Jijé’nin katkısını, çıkardığı altı albümü göz ardı ediyor değilim ama diziyi temellendiren asıl olarak Franquin bana göre. Türkçede yayınlanan Sipru serüvenlerinin çoğunluğu onun üretimleridir. Fournier’in 1970-80 yılları arasındaki kimi üretimleri de kopyalanarak kullanıldı bizde. Nic & Cauvin (1983-4), Tome & Janry (1984-1998) diziyi devam ettiren diğer üreticiler. Desen Yayıncılıktan çıkan iki albüm ise dizinin 2004-8 arasındaki üreticileri olan Morvan & Munuera’nın çalışmaları. Bu kadar çok isim olunca yayınevi ile üreticiler arasında telifle ilgili anlaşmazlıklar olması kaçınılmazdır. Franquin, Spirou’dan ayrıldıktan sonra dizideki tiplemelerden birini, Marsupilami’yi bağımsız albümlerle çizmeye başladı. Tome & Janry, Küçük Spirou adlı bir başka diziye kalkıştılar vs. Yine yakın dönemlerde Fransa’da Spirou’nun manga biçiminde çizilerek sürdürülmesi gündeme gelmişti. Oshima manga tarzında kısa bir Spirou çizdi hatta…
Özetle, Spirou Avrupa çizgi roman tarihinin önemli bir kilometretaşıdır. Farklılaşması, arayışları, başarıları, yeknesaklaşması, telif tartışmaları, endüstriyel bir tasarıma dönüştürülmesi gibi yönleriyle çizgi romanın estetik ve ticari deveranlarını da iyi yansıtır. Çizgi roman sanatının ne zaman biçim değiştirdiğini, bazen nasıl iddialı çıkışlar yapabildiğini ve neden muhafazakâr davrandığını irdelemek için bakılması gereken bir klasiktir de…
Radikal Kitap, 28.1.2011
Spirou’nun serüvenleri ekseriyetle dünyaya, haliyle Paris’e yönelik büyük bir tehdide karşı verilen mücadeleye dayanır. Çılgın bir bilim adamı, intikamcı bir kötü, yeni bir enerji kaynağı, tehlikeli bir silah, büyülü bir sıvı, tekinsiz yolculuklar, büyük sırlar, dünya tarihini değiştirecek keşifler, Spirou evreninin eksilmez unsurlarıdır. Onu ve arkadaşlarını olağandışı bir gelişmenin içinde biteviye hareket halinde görürüz. Her şey kıyametvari bir finale doğru gider ve yine her şey, hiçbir şey olmamışçasına kendi olağan seyri içinde durulur. Dünya, Fransa, Paris, doğa, insanlık ve bazen küçük bir kabile ölümden, dönüşü olmayan bir sondan kurtulur. Serüvenin bitiş karelerinde Spirou ve yakın arkadaşı Fantasio’yu güneşlenirken, meyve kokteyli içerken veya tatil havasında vakit geçirirken görürüz…
Kuşkusuz böylesi bir serüven klişesinin en ünlü imgesi James Bond’tur… Onu yeni araçlarla, pahalı ve eksantrik mekanlarla hatırlarız genellikle… Sarkastik ve iyimserdir, narsistik ifadeleri ve sınırsız bir özgüveni vardır. Bond’un popülerleştiği yılların nükleer savaş ihtimali ve endişesiyle yaşandığını hatırlayalım. Sadece Bond değil o yıllardaki hemen tüm serüven külliyatı global tehditlerle, milyoner kötülerle, ileri teknoloji ürünü araç ve silahlarla uğraşıyordu. Anlatılarda garip örgütler ortaya çıkıyor, Amerika ile Sovyetler arasındaki kutuplaşmadan faydalanarak günbegün büyüyordu. Örgüt üyelerinin tek tip kıyafetleri, Nazileri andıran hiyerarşileri, güçlü sadakatleri ve ölümcül eylemleri vardı. Nükleer başlıklı füzeleri, denizaltıları, metruk bir adada sönmüş bir yanardağ içinde konuşlanmış dehşetengiz üsleri vardı. Bilim adamlarını ya satın almışlardı ya da önemli bir tanesini şantajla tutsak etmişlerdi. Füze(ler), Kremlin, Beyaz Saray ya da Eyfel Kulesine çevrilmişti işte!. Televizyonlarda başkanlar, profesörler, siyasetçiler konuşuyordu; dünyanın sonu geliyordu vs… Bugün serüven hikâyeleri borsa spekülasyonları, internet şifreleri, banka hesaplarının boşaltılması, uydular, download edilen bilgiler, cep telefonları, mobese kameralar vs üzerinden geliştiriliyor… Bond hikâyeleri bu yeni döneme ayak uydurmuş durumda…
Spirou, geçmişine bakılırsa, o denli değiştirmedi kendini… Klasik sayılması, nostaljiyle hatırlanması değişim eksenini ister istemez daralttı diye düşünüyorum. Tenten, Asteriks ya da Red Kit gibi bir dönem hikâyesi değildi Spirou. Hep “bugünü” anlatan, teknoloji ile doğayı, silah ile ruhu, makine ile duyguyu çatıştıran serüvenlere sahipti. Günümüzde geçen futuristik öğeler içeren bir anlatı, “yarın” arkaik kalma riskini taşır. Bugün normal gelen bir ışın tabancası on yıl sonra komik kaçabilir. Türkiye’de Spirou’yu modellediğini düşündüğüm Bülent Arabacıoğlu da En Kahraman Rıdvan dizisinde en çok bu sorunla karşılaştı. Bir western çizgi romanında bilim kurgu ya da fantastik öğeler kullanabilirsiniz. Araçlar, ayrıntılar ve tiplemeler arkaik, sakil, demode olabilir, çünkü hikâye zaten tarihte yaşanıyordur. Oysa bugüne geldiğimizde ayrıntıların eskiliği bir gerçeklik sorunu yaratabilir. Naif ve komik görünebilirsiniz… Spirou, naif veya komik olmak için futuristik ögeler kullanmıyordu. Hatta ilk tasarımlarına bakılırsa öncüydü, anaakım çizgi romanları etkileyecek kadar yenilikçiydi. Bu yenilenme sürdürülmedi, tersi oldu, süper silahlar, devasa araçlar ve alelacayip diğer şeyler nostalji ve sevimlilik adına sahiplenildi. Spirou, neşeli bir futuristik evrende serüvenlerini yaşamaya devam ediyor. Eskisi kadar bugünü yakalamak derdinde olunmadığı görülebiliyor.
En başta söylenmesi gerekenleri sona ayırdık. Spirou, farklı yazar ve çizerlerce üretilmesi nedeniyle ayrıca ilginçtir. Bugün bilinen anlamıyla araştırmacı gazeteci Spirou’nun serüvenci dünyasını, diziyi 1948-1968 yılları arasında üreten Franquin yarattı denebilir. Bir önceki on yılda ünlü auteur Jijé’nin katkısını, çıkardığı altı albümü göz ardı ediyor değilim ama diziyi temellendiren asıl olarak Franquin bana göre. Türkçede yayınlanan Sipru serüvenlerinin çoğunluğu onun üretimleridir. Fournier’in 1970-80 yılları arasındaki kimi üretimleri de kopyalanarak kullanıldı bizde. Nic & Cauvin (1983-4), Tome & Janry (1984-1998) diziyi devam ettiren diğer üreticiler. Desen Yayıncılıktan çıkan iki albüm ise dizinin 2004-8 arasındaki üreticileri olan Morvan & Munuera’nın çalışmaları. Bu kadar çok isim olunca yayınevi ile üreticiler arasında telifle ilgili anlaşmazlıklar olması kaçınılmazdır. Franquin, Spirou’dan ayrıldıktan sonra dizideki tiplemelerden birini, Marsupilami’yi bağımsız albümlerle çizmeye başladı. Tome & Janry, Küçük Spirou adlı bir başka diziye kalkıştılar vs. Yine yakın dönemlerde Fransa’da Spirou’nun manga biçiminde çizilerek sürdürülmesi gündeme gelmişti. Oshima manga tarzında kısa bir Spirou çizdi hatta…
Özetle, Spirou Avrupa çizgi roman tarihinin önemli bir kilometretaşıdır. Farklılaşması, arayışları, başarıları, yeknesaklaşması, telif tartışmaları, endüstriyel bir tasarıma dönüştürülmesi gibi yönleriyle çizgi romanın estetik ve ticari deveranlarını da iyi yansıtır. Çizgi roman sanatının ne zaman biçim değiştirdiğini, bazen nasıl iddialı çıkışlar yapabildiğini ve neden muhafazakâr davrandığını irdelemek için bakılması gereken bir klasiktir de…
Radikal Kitap, 28.1.2011
Cumartesi, Ocak 29, 2011
Cuma, Ocak 28, 2011
Perşembe, Ocak 27, 2011
En Alttakiler
En Alttakiler öyküsü Galip Tekin’in senaryosunu yazdığı Kemal Aratan’ın çizdiği ortak bir çalışma ürünü. Dıgıl dergisinin çıkışında “Vah Vahap Vah” adlı popüler bir dizide birlikte çalışan ikili bu kez Tekin’in fantastik dünyasından çıkan bir öykü anlatmışlar. Tekin’in thriller tarzı korku öğeleri içeren fantastik öyküsü Almanya’da bir firmanın tıbbi (?) deneylerine yüksek ücretle denek olarak katılan ailelerin doğan çocuklarıyla ilgili. Yusuf Ayaz adlı kahramanın kimi zaman geçmişini anlatması ve daha çok da yaşadıklarıyla gelişen bir öykü bu. İlginçliği yüzlerini her şekle sokabilen (yaratık ya da mahluk olarak adlandırılan) mutantlardan kaynaklanıyor. Ancak öykünün sürekliliği ve gerilimi bu ilginçliğin gerisinde kalıyor. Tekin, yüzünü istediği şekle sokan insan fikri etrafında bir öykü aramış. Uluslararası sermayenin bilim dışı niyetleri ve üçüncü dünyalı işçilerin sömürülmesi bu fikre eklenmiş. Ancak bu fikir yazarına cazip gelse de anlaşılıyor ki Kemal Aratan bitmiş bir öyküyü çizmeye başlamamış. Haftadan haftaya süregelen- açık kapatan, kapattığı kadar da öyküyü unutan bir yola (senaryo yazımına) girilmiş. Örneğin karakoldaki polislerden intikam alınmasının öykünün gidişatında hiçbir etkisi yok. Yusuf Ayaz, bir video kamera karşısına geçerek geçmişini anlatıyor ama sonradan bu kayıt ayrıntısı atlanıyor. Yusuf Ayaz’ın benzerleriyle karşılaşması, kendisi hariç hepsinin öldürülmesi, intikam için Almanya’ya gitmesi vs hızla anlatılıyor. Finaldeki fabrika sahibi, mutant koleksiyonunu gösteriyor, neden böyle bir işe girişilmiş belirsiz. Öykünün dağınıklığına karşın Kemal Aratan doksanlı yıllarda yaptığı iyi işlerinden birini daha çıkartmış. Komik yüzler ve ifadeler dışında fotoğraf ayrıntısında arka planlar yapmış. Nerdeyse hiç fırça kullanmadan tarama ucuna yüklenmiş. Ayrıntıcı, emek verildiğini hissettiren (saygı uyandıran) bir çizerlik işi çıkarmış. Aratan’ın aynı dönem çizdiği İstedikleri Yere Gidenler ya da Çıtt gibi öykülerini bilenler varsa En Alttakiler de benzer bir nitelikte çizerlik performansı içeriyor diyelim. Öykü, dağınıklığı nedeniyle mizah dergilerinin unutulmuş öyküler mezarlığında yatıyor, bugün hatırlanmaması garip değil...
Çarşamba, Ocak 26, 2011
Salı, Ocak 25, 2011
Şehre Göçen Eşek
Türkiye’de popüler kültürün erken çağına, kültür endüstrisinin palazlanmasından önceki zamanlarına eğiliyor bu kitapta Levent Cantek. Geleneksel mizah öğelerinin, köklü hiciv klişelerinin modernleşme sürecini yaşadığı bir dönem bu: Nasrettin Hoca’nın eşeğiyle beraber şehre göçtüğü bir dönem…
Cantek, mizahın nasıl etkili bir ‘çaktırmadan direniş’ yolu olduğuna dikkat çekiyor, “karanlıkta kahkaha”ya kulak kabartıyor. Alt-kültürün gücüne dikkat çekiyor. 1940’lar-1970’ler aralığının popüler kültür olgularının bir potpurisini izliyoruz kitapta: Akbaba, Nuh’un Gemisi, Gırgır gibi efsanevî mizah dergileri… ‘Kılıçbaz’ çizgi romanlar ve çizgi romanda kadın imgeleri… Siyasal kültürümüzde tahkir geleneği… Her hükümete dost Yusuf Ziya Ortaç, şeytanlaştırılan Sabahattin Ali, bir fenomen olarak Aziz Nesin… Halk terbiyesi ritüelleri… Köy/köylü imgelerinin inşası ve değişimi…
Günümüze de bir bakış fırlatıyor Levent Cantek; televizyon dizilerinin mana ve ehemmiyetine dair bir çift söz ediyor.
Kitabın sürpriz bir ilâvesi var. Hoş bir sürpriz: “Mizah Mahallesinde Aylak Aylak…” Türkiye’de mizahın üreticileri, mecraları, figürleri üzerine kısa değinmeler, vur-kaçlar, aforizmalar…
On beş yıldır tutkuyla mizahın, çizgi romanların, argonun, avam kültürünün coğrafyasını arşınlayan bir popüler kültür ustasından, rengârenk bir yazı demeti.
[Arka Kapak yazısından]
Şubat ayında çıkıyor...
Pazar, Ocak 23, 2011
Metal Hurlant
Metal Hurlant, Ocak 1975’te Fransa’da çıkmaya başlamış, çizgi roman dünyasını gerçekten etkilemiş bir dergi. Örneğin bugün Amerika’da yayınını sürdüren Heavy Metal tarz ve biçim olarak derginin devamıdır. Yakınlarda derginin ilk sayısını gördüğüm için şöyle söyleyebilirim: Heavy Metal, ilk dönemlerinde birebir izlemiş Metal Hurlant’ı, röportaj ve yazılar (bazen hikâyeler) hariç sahiden Amerikan versiyonu olmuşlar. Diğer yandan yine anlaşılıyor ki Metal Hurlant da özellikle bilim kurgu ve fantastik literatürüne ilişkin referansları nedeniyle hayli Amerikalı bir dergi. O günlerde bu türden deyimler kullanılmazdı ama her iki de global/glokal etkileşiminin birer sonucu olarak duruyorlar. Metal Hurlant, Heavy Metal kadar uzun ömürlü olmadı, ticari olarak çok satan bir yayın olamadığı söyleniyor ama dergiyi vareden Dionnet, Farkas, Moebius, Druillet gibi üreticiler düşünülürse hayatla ilgili farklı tercihleri olan, tecimsel kaygıları ve hatta maişet dertlerini umursamayan “gençler” olmalarının önemli bir etken olduğunu da eklemek gerekiyor. Devamlılık göstermeyen kopuk kopuk üretimleri yapıyorlar o yıllarda. Bazen şaşırtıcı ölçüde yoğun bazen küskünlükle neredeyse hiç… Hal bu olunca rotatifler beklemiyor, üretim düşünce dergiler vasatlaşıyor, geriliyor. Belki heyecanlarını yitiriyorlar…
Metal Hurlant’ın ilk sayısında Fransa-Belçika ekolüne-mainstream olana yönelik hissedilir bir karşı çıkış görüyoruz. Her şeyden önce çini mürekkebi, siyah-beyaz öne çıkartılıyor. Herge’in az çizgili, parlak renklere dayalı yumuşak anlatısının yerine farklı bir karelendirme, sayfayı bütün olarak tasarlama gibi tercihlerde bulunulmuş. Konu seçimleri zaten tahmin edilebilir, endüstrinin “çocuk okur” dayatmasıyla didişiliyor. Otuzbeş yıl geçmiş üzerinden…Çizgi roman bugün çok farklılaştı ama o günlerdeki bir farklılık hemen göze çarpmış, hemen tüm dünyada sahiplenilmiş. Metal Hurlant benzeri dergiler uzun yıllar pek çok ülkede boşuna yayınlanmadılar.
Metal Hurlant’ın ilk sayısında Fransa-Belçika ekolüne-mainstream olana yönelik hissedilir bir karşı çıkış görüyoruz. Her şeyden önce çini mürekkebi, siyah-beyaz öne çıkartılıyor. Herge’in az çizgili, parlak renklere dayalı yumuşak anlatısının yerine farklı bir karelendirme, sayfayı bütün olarak tasarlama gibi tercihlerde bulunulmuş. Konu seçimleri zaten tahmin edilebilir, endüstrinin “çocuk okur” dayatmasıyla didişiliyor. Otuzbeş yıl geçmiş üzerinden…Çizgi roman bugün çok farklılaştı ama o günlerdeki bir farklılık hemen göze çarpmış, hemen tüm dünyada sahiplenilmiş. Metal Hurlant benzeri dergiler uzun yıllar pek çok ülkede boşuna yayınlanmadılar.
Cumartesi, Ocak 22, 2011
Perşembe, Ocak 20, 2011
Salı, Ocak 18, 2011
Pencere…Köprü…Ve Ötesi…
Pop müziğimizin ilginç isimlerinden biri olan İlhan İrem, bir dönem farklı müzikal denemelere yönelmiş “senfonik” olduğunu söylediği çalışmalar yapmıştı. Bu çalışmaları birbirini tamamlayan Pencere (1983), Köprü (1985), Ve Ötesi (1986) adlı üç albümle sonuçlandırmış, ardından müzikten uzaklaşmıştı. Yine o dönem müzik kitapları yayıncılığı yapan Stüdyo İmge çevresi İlhan İrem’in bu çalışmaları hakkında –üçüncü albüm çıkmadan- bir kitap hazırladı (1985). İzzet Eti, Burak Eldem ve Adnan Özer’in derlediği kitabın ilginç bir özelliği de vardı. Nuri Kurtcebe, İlhan İrem’in yazdığı şiir-öyküyü çizgi romana dönüştürmüş ve bu da kitapta yer almıştı. Kurtcebe’nin sonraki yıllarda benzer nitelikte yapacağı çalışmaların ilk örneği olan çizgi roman, İrem’in şiirsel anlatımını tamamlayan illüstratif sayfalardan oluşuyordu. İrem’in Köprü albümünden derlediği şarkı sözleri -üç ya da dört dize- bir çizgi roman sayfasına denk düşecek biçimde kullanılıyordu. Kitabın içinde renkli olarak birinci hamur kağıda basılan ve 24 sayfa süren çizgi roman sadece Kurtcebe için değil memleket çizgi romanı için de ilk örneklerden biriydi.
Pazartesi, Ocak 17, 2011
Pazar, Ocak 16, 2011
Sahiden Yalnızmış, Kimsesizmiş bu Red Kit...
Başta çizgi romanlar olmak üzere tüm popüler seriyal kahramanlarının hemen akla gelen ilginç ve ayrıksı serüvenleri vardır. Seyir dışına çıkan, alışılmadık bir içeriği olur bu serüvenlerin. Kahramanı çaresizlik içinde kıvranırken görürüz, çıkışsızdır, ne yapsa nafiledir. Duygusal bir kriz, belki bir iftira, yılmaz bir düşman, kahredici bir kumpas, suçlu sayılma ve halk desteğini yitirmek… Habaset namına ne var ne yok serüvene dâhil edilir. Kahramanı yenilginin eşiğinde izlemek enikonu ilginçtir. Her şeyden önce olup biten serüven kendini hatırlatacak ölçüde başkadır. Üreticilerini ayrıca heyecanlandırdığı tahmin edilebilir. Biteviye kazanan muktedir kahramanın yeknesaklığının anlatıcı narsizmini rahatsız edebileceğini düşünüyorum. Diğer yandan bu türden başkalık taşıyan serüvenlerin ‘güzelce’ pazarlandığını biliyoruz. Çizgi romanın endüstri olduğu ülkelerde okur ilgisini kaybeden dizi kahramanlarını öldüren ya da ölümünün eşiğine getiren revizyon hikâyeleri okuyabiliyoruz. Medyanın ve koleksiyoncuların ilgisiyle unutulmaya yüz tutan çizgi romanlar yeniden konuşulur hale gelebiliyor böylelikle.
Red Kit’in Pinkerton’a Karşı adlı son serüveninde (kahramanın konumunu sorgulatması bakımından) ayrıksılık külliyatının eğlenceli bir örneği denenmiş. Serüvenin içeriği itibarıyla hatırlatmak gerekiyor, western sineması kanun ko(ru)yuculuk çelişkisini çeşitli biçimlerde anlatmış, kasabalıların kanunla kurduğu bazen ürkek kimi zaman cevval ve linççi mesafeyi hevesle betimlemiştir. Düzeni kurması ve kanun tanımaz adamlara karşı kendilerini koruması için kasabalılarca davet edilen silahşor imgesine pek itibar edilir örneğin. Tehlike bertaraf edilip hayat rutinleştiğinde o olağanüstü yetkili kanun adamı, kasabalı için ne yapacağı belli olmayan tekinsiz bir adama dönüşmüştür. Kasabadan uzaklaştırdığı ‘katillerden ne farkı var ki’ şerif’in denmeye başlanır etrafta. Pinkerton’a Karşı, bu motifin mizahi bir çeşitlemesine de dayandırılmış, Red Kit kasabanın istemediği adam olup çıkmış.
Modern bir polis örgütü kuran Pinkerton’la romantik ve bağımsız kanun koruyucu Red Kit karşılaştırılmış. Yöntemle önsezi, kanun kitabıyla şefkat, üniformayla hempalık, polisle yalnız kovboy kıyaslanmış ve doğal olarak ikincisinden yana tavır koyulmuş. Western türünde polise (Şerif) olan güvensizlik, liberal burjuva zihniyetinden çıkar. Pazarın kendi kurallarıyla hemhal olabileceğine inanan söz konusu zihniyet, devletin zayıf kalmasını tercih eder. Şerife harcanan para bir savurganlıktır, artık değeri (ve yatırımı) azaltan ve getirisi olmayan bir kesintidir. Red Kit’in gündelik hayata ve pazarın kurallarına karışmadan yaşaması, banka soyguncuları ve kalpazanlarla uğraşması, hem alt sınıflarla hem burjuvaziyle iyi ilişkiler kurması, şerif olmaması, ihtiyaç halinde görev alması ve yerleşik hayatı reddetmesi onu popüler kılan nitelikler. Dikkat edilirse suç ve cezayla ilişkisi hiçbir biçimde skolastik değil, dizide iradelerden çok zekâ çatışması yaşanıyor. Avarel veya Rintintin’in mevcudiyeti, bu çatışma parodisini vurgulamak adına işlevsel. Red Kit, çevrimli-cevherli bir nişancı olarak silahını kullansa da asıl maharetini ipuçlarını izleyerek muammayı çözdüğü dedektiflik gösterisinde sergiliyor.
Allan Pinkerton’un ortaya çıkması, Red Kit açısından rahatsız edici bir meydan okuma olmuş bu yüzden. Daltonları Red Kit dışında birisi yakalıyor ilk kez. Sohbet ettiği, birlikte yiyip içtiği kasabalılar, Red Kit’le gırgır geçmeye başlıyorlar; bar şarkıcıları alaycı şansonlar söylüyor, çocuklar kendi aralarındaki oyunlarda Red Kit olmak istemiyorlar. Pinkerton, ‘döküntü ofislere, yeteneksiz şeriflere, uyduruk soruşturmalara son! Suça karşı çağdaş mücadele’ diyerek Red Kit’i uyarıyor: ‘Sürünüzün başına dönün. Yasa koruyuculuğunu da bana bırakın’. Parodi asıl olarak bu telkinle başlıyor, Red Kit’in liberal burjuva dünyası bu meşum polisten hazzetmediğini en baştan belli ediyor okura. ‘Yasanın ta kendisiyim’ diyen Pinkerton her Amerikalının ‘fişlenmesini’ istiyor. ‘Yanında olmayanı karşısında görüyor’ ve her türlü eylemi suçla tanımlayarak cezalandırıyor. Uzak Batı kasabası mitini darmadağın eden otoriter bir devlet çıkıyor karşımıza: Pinkerton’un polis devleti… Şüphe, ihbar ve izlenme meşrulaşıyor. Yapayalnız kalan, kırgınlıkla koyulaşan, yardım taleplerini sebatla geçiştiren Red Kit, Pinkerton’un arşivi Daltonlar’ın eline geçince tekrar görevinin başına geçiyor vs.
Bir anlatı olarak Red Kit’in, mizahın ve sanatın bu kadar ‘devleti’ kaldıramayacağını hepimiz tahmin edebiliriz. Finalde belgeselci bir tutumla Pinkerton’un vakt-i zamanında herkese oy hakkı verilmesini isteyen, köleliğin kaldırılması için mücadele eden bir liberter olduğunu öğreniyoruz Red Kit’ten. Nerden nereye dedirten enteresan bir malumat bu… Düldül, bu irade değişimini güzel yorumluyor: ‘Siz insanlarda sevdiğim şey, başlangıçta ve sonda hiçbir zaman aynı kişi olmamanız’. Red Kit’in bu farklı hikâyesini ve hatta kendisini feylosof eden auteurların değişimini açıklar biçimde konuşuyor sanki.
İlginç bir Red Kit hikâyesi demiştim. Aurasını, klişelerini, suç ve cezaya ilişkin yargılarını tartıştıran bir serüven aynı zamanda... Tatlı espriler, hemen anlaşılmayan ironik göndermeler yapılmış. Dahası da var, yaşayan en eğlenceli Fransız yazarlarından biri olan Daniel Pennac, bu serüvenin senaristlerinden biri olmuş. Uzun lafın kısası, matrak, derinlikli ve hatırlanacak bir Red Kit çıkmış ortaya. Sahiden yalnızmış, kimsesizmiş bu Red Kit dedirtiyor üstelik… Vay başına gelenler…
Radikal Kitap, 15.1.2011
Red Kit’in Pinkerton’a Karşı adlı son serüveninde (kahramanın konumunu sorgulatması bakımından) ayrıksılık külliyatının eğlenceli bir örneği denenmiş. Serüvenin içeriği itibarıyla hatırlatmak gerekiyor, western sineması kanun ko(ru)yuculuk çelişkisini çeşitli biçimlerde anlatmış, kasabalıların kanunla kurduğu bazen ürkek kimi zaman cevval ve linççi mesafeyi hevesle betimlemiştir. Düzeni kurması ve kanun tanımaz adamlara karşı kendilerini koruması için kasabalılarca davet edilen silahşor imgesine pek itibar edilir örneğin. Tehlike bertaraf edilip hayat rutinleştiğinde o olağanüstü yetkili kanun adamı, kasabalı için ne yapacağı belli olmayan tekinsiz bir adama dönüşmüştür. Kasabadan uzaklaştırdığı ‘katillerden ne farkı var ki’ şerif’in denmeye başlanır etrafta. Pinkerton’a Karşı, bu motifin mizahi bir çeşitlemesine de dayandırılmış, Red Kit kasabanın istemediği adam olup çıkmış.
Modern bir polis örgütü kuran Pinkerton’la romantik ve bağımsız kanun koruyucu Red Kit karşılaştırılmış. Yöntemle önsezi, kanun kitabıyla şefkat, üniformayla hempalık, polisle yalnız kovboy kıyaslanmış ve doğal olarak ikincisinden yana tavır koyulmuş. Western türünde polise (Şerif) olan güvensizlik, liberal burjuva zihniyetinden çıkar. Pazarın kendi kurallarıyla hemhal olabileceğine inanan söz konusu zihniyet, devletin zayıf kalmasını tercih eder. Şerife harcanan para bir savurganlıktır, artık değeri (ve yatırımı) azaltan ve getirisi olmayan bir kesintidir. Red Kit’in gündelik hayata ve pazarın kurallarına karışmadan yaşaması, banka soyguncuları ve kalpazanlarla uğraşması, hem alt sınıflarla hem burjuvaziyle iyi ilişkiler kurması, şerif olmaması, ihtiyaç halinde görev alması ve yerleşik hayatı reddetmesi onu popüler kılan nitelikler. Dikkat edilirse suç ve cezayla ilişkisi hiçbir biçimde skolastik değil, dizide iradelerden çok zekâ çatışması yaşanıyor. Avarel veya Rintintin’in mevcudiyeti, bu çatışma parodisini vurgulamak adına işlevsel. Red Kit, çevrimli-cevherli bir nişancı olarak silahını kullansa da asıl maharetini ipuçlarını izleyerek muammayı çözdüğü dedektiflik gösterisinde sergiliyor.
Allan Pinkerton’un ortaya çıkması, Red Kit açısından rahatsız edici bir meydan okuma olmuş bu yüzden. Daltonları Red Kit dışında birisi yakalıyor ilk kez. Sohbet ettiği, birlikte yiyip içtiği kasabalılar, Red Kit’le gırgır geçmeye başlıyorlar; bar şarkıcıları alaycı şansonlar söylüyor, çocuklar kendi aralarındaki oyunlarda Red Kit olmak istemiyorlar. Pinkerton, ‘döküntü ofislere, yeteneksiz şeriflere, uyduruk soruşturmalara son! Suça karşı çağdaş mücadele’ diyerek Red Kit’i uyarıyor: ‘Sürünüzün başına dönün. Yasa koruyuculuğunu da bana bırakın’. Parodi asıl olarak bu telkinle başlıyor, Red Kit’in liberal burjuva dünyası bu meşum polisten hazzetmediğini en baştan belli ediyor okura. ‘Yasanın ta kendisiyim’ diyen Pinkerton her Amerikalının ‘fişlenmesini’ istiyor. ‘Yanında olmayanı karşısında görüyor’ ve her türlü eylemi suçla tanımlayarak cezalandırıyor. Uzak Batı kasabası mitini darmadağın eden otoriter bir devlet çıkıyor karşımıza: Pinkerton’un polis devleti… Şüphe, ihbar ve izlenme meşrulaşıyor. Yapayalnız kalan, kırgınlıkla koyulaşan, yardım taleplerini sebatla geçiştiren Red Kit, Pinkerton’un arşivi Daltonlar’ın eline geçince tekrar görevinin başına geçiyor vs.
Bir anlatı olarak Red Kit’in, mizahın ve sanatın bu kadar ‘devleti’ kaldıramayacağını hepimiz tahmin edebiliriz. Finalde belgeselci bir tutumla Pinkerton’un vakt-i zamanında herkese oy hakkı verilmesini isteyen, köleliğin kaldırılması için mücadele eden bir liberter olduğunu öğreniyoruz Red Kit’ten. Nerden nereye dedirten enteresan bir malumat bu… Düldül, bu irade değişimini güzel yorumluyor: ‘Siz insanlarda sevdiğim şey, başlangıçta ve sonda hiçbir zaman aynı kişi olmamanız’. Red Kit’in bu farklı hikâyesini ve hatta kendisini feylosof eden auteurların değişimini açıklar biçimde konuşuyor sanki.
İlginç bir Red Kit hikâyesi demiştim. Aurasını, klişelerini, suç ve cezaya ilişkin yargılarını tartıştıran bir serüven aynı zamanda... Tatlı espriler, hemen anlaşılmayan ironik göndermeler yapılmış. Dahası da var, yaşayan en eğlenceli Fransız yazarlarından biri olan Daniel Pennac, bu serüvenin senaristlerinden biri olmuş. Uzun lafın kısası, matrak, derinlikli ve hatırlanacak bir Red Kit çıkmış ortaya. Sahiden yalnızmış, kimsesizmiş bu Red Kit dedirtiyor üstelik… Vay başına gelenler…
Radikal Kitap, 15.1.2011
Cumartesi, Ocak 15, 2011
Küçük Prens
Küçük Prens, çok sayıda dile çevrilmiş bir best-seller. Masalsılığı nedeniyle çocuk kitabı sayılan çalışma yazarı Antoine De Saint Exupéry'nin en önemli eseri olarak gösterilebilir. Kişisel gelişim yazınının veya post-modern ruhani arayışların yükselişiyle birlikte Küçük Prens'e özel bir ilgi oluştuğu iddia edilebilir. Bu naif ve iyi niyetli anlatı, içeriğinin dışında söz konusu özel dönem, moda ve eğilimlerin desteğini de almıştır. Saint Exupéry'nin ilginç hayatı, pilotluğu ve uçma tutkusu, oryantal ya da üçüncü dünyacı ilgileri bu etkiyi ayrıca artırmıştır mutlaka. Hatta yazarın muammalı kayboluşu, son uçuşu, ölümünden sonra gün yüzüne çıkan not ve eskizleri yine kitaba yaramıştır. Fransa'da özellikle gençler arasında yapılan edebi en iyiler sıralamasında Küçük Prens ilk on kitap arasında istisnasız yer almaktadır. Fransa'nın bir çizgi roman cumhuriyeti olduğu düşünülürse, Küçük Prens'in uyarlamasının yapılması kuşkusuz sürpriz değildir. Epey oluyor, Turkuvaz Kitap, Küçük Prens uyarlaması bir çizgi roman albümü yayınladı. Kişisel olarak edebiyattan yapılan çizgi roman uyarlamalarını başarılı bulmuyorum. Hemen tüm dünyada ticari olarak başarısız olmaları da tesadüf değil. Öte yandan kapitalizmin işleyişi ve global ölçekli sermaye akışını hesap ederek popüler anlatıların biteviye pazarlanmalarını katılmasak bile, anlıyoruz. Küçük Prens, herşeyden önce ticari bir tercihle üretilmiş. Joann Sfar'ın yaptığı çalışma küçük-büyük sadakat sorunları taşımıyor değil ama genel itibarıyla ilgi çekici bir yorum olmuş. Çizgi olarak özellikli bir naiflik taşıyor, Saint Exupéry'nin eskizlerini andıran bir estetiğin sürdürüldüğü anlaşılıyor. Naif çizginin, endüstriyel berraklığın alternatifi olarak estetize edilmesi Küçük Prens mitiyle de uyumlu olmuş. Sfar'ın çizgileri bana Doğan Güneş'i de çağrıştırdı, söylemeden edemeyeceğim.
Cuma, Ocak 14, 2011
Çarşamba, Ocak 12, 2011
Salı, Ocak 11, 2011
Pazartesi, Ocak 10, 2011
La Kavga Var Dalak mı?
Gündelik hayatın dili, hatırlamayı kolaylaştırması nedeniyle klişeleri ve adlandırmayı sever. Medya da yaygınlaşmak adına hem gündelik hayatın dilini tercih eder hem de bizatihi kendisi adlandırma ve klişe üretir. Bu halkın dilini kullanıyorum diyerek yapılan bir üretim olduğu için gündelik dili ve argoyu da etkileyen bir süreçtir. Geçmişte halkın konuşma dili ve argosu medyaya sirayet ederken, basının yaygınlaşmasına bağlı olarak medyanın dili, halkın konuşma dilini ve argosunu belirler hale gelmiştir. Televizyonun ve bugünkü yeni medyaların varlığı düşünülürse muhalif grupların dil ve söylemlerinin dolaşıma girme imkânı giderek azalıyor. Ancak tüketilebilir ve yeniden üretilebilir olan, medyanın diline dâhil edilebiliyor.
Bir süredir büyük kentlerde AVM çevrelerinde, bazen en işlek caddelerde, giyimleri, saç kesimleri, renk tercihleri bakımından birbirine benzeyen, kendilerine Apaçi adını veren ya da bu adlandırmayı kabul eden erkek topluluklarına rastlıyoruz. Son bir yıl içerisinde gülme, eğlenme, dansetme, iğrenme ve taklit etme vesilesi olarak geçmişteki hiçbir adlandırmaya benzetilemeyecek ölçüde popülerleştiler… Görünen o ki maganda nitelemesinin yerine ikame ediliyorlar. Medyada taciz, darp, sarkıntılık benzeri haberlerde hedef gösteriliyorlar. Diğer yandan Apaçi müziği adı altında birkaç şarkı var, her yerde bu melodiyle karşılaşabiliyorsunuz. Sosyal paylaşım ağlarında insanlar, teşhir ederek espri yapmaya teşne olduklarından Apaçilerle ilgili espriler uzunca bir süredir revaçta… Seksen yıl önce, otuzlu yılların argosunda Apaş (Apache) sözcüğü kullanılıyordu. Frankofon Babıali’nin haberlerine ve kimi tefrikalarına bakılırsa suç dünyasının genç ve tekinsiz erkeklerine Apaş deniyordu. Paris’te de benzer bir niteleme mevcut o günlerde, bu sebeple filmlerden romanlardan apartılarak Türkçe söylenen bir orta sınıf nitelemesi olduğunu tahmin etmek zor değil.
Emolar ve Ülkücüler
Bir kaç yıl önce saç kesimleri ve kıyafetleriyle Apaçileri andıran Emolarla karşılaşmıştık, düzgün konuşan genç erkekler yolumuza çıkarak bizden 1 TL istiyor, bunu da kibarca ve hiçbir hoyratlığa bulaşmadan yapıyorlardı. Medya, evden kaçan iki Emo kızı nedeniyle onlara ilgi göstermişti. Emo’lar, “emotion” vurgusu hasebiyle romantik, şiddete bulaşmayan, politik ilgileri olmayan orta alt sınıftan şehirli gençlerdi. Anime karakterlerini andırır biçimde yüzlerini yarı yarıya kapatan saçları vardı, içine kapanık duruyorlardı. Bu tür gençlik hareketleri çoğunlukla internetteki sosyal paylaşım mecralarından çıkıyorlar. Modelledikleri “Romantik Serserilik”, benliğin sunumu olarak daima rağbet görmüş bir long seller tasarım örneğidir. Hem ilgi bekleyen hem o ilgiden nefret ettiğini bağırarak söyleyen bir tepkiselliğe sahiptir. Hayatta olanları umursamadığını söyler ama başkalarının mutsuzluğundan da zevk alır ekseriyetle. Şöhret ve suç hevesi, hayatta ben de varım öfkesi, romantik serseri tasarımında hep varolagelmiştir. Emolar marjinal bir grup gibi durmakla birlikte özellikle tasarımlarıyla demeli, genç kuşakları ve daha alt sınıfları etkilediler.
Metropollerde Ülkücü gençler, on yıl önce jöleli yaşıtlarını adam yerine koymuyorlardı. Bugün kenar mahalle berberlerinde mutlaka jöle ile biçimlendirilmesi gereken moda saç kesimlerinin fotoğrafları asılıyor. Ülkücü olduğunu söyleyen üniversiteli öğrencilerin bu saçlarla sınıfta dolaştıklarını, düşük belli kot pantolon, zincir, boğazlı spor ya da Polat Alemdar ayakkabıları giydiklerini görebiliyorsunuz. Hitler’e sempati gösteren, Kürtleri sevmediğini belli eden, Yahudi kıyımına inanmayan jöleli, saçları yandan ve enseden fönlü, salaş giyimli gençlerden söz ediyorum. Hemen her şeye karşı duydukları nefret ve tiksinti hissi yüzünden bu türden şiddet imgelerini sahipleniyorlar diyebilir miyiz, ben hâlâ emin değilim… Ebeveynleri, hocaları ya da okulunda karşılaştığı herkes tarafından utandırılan birini, cinsel huzursuzluk, kötü öğrencilik, yaşıtları tarafından küçümsenme gibi bağlamlarla birlikte düşünürsek kapıldığı kör şiddeti ve o şiddetin tezahürü olan karakter sunumunu anlayabiliriz belki…
Kenar Mahallede Büyümek
Ankaralılar bilir, Ulus şehrin ilk merkeziydi. Sonraları Yenişehir’de kurulan Kızılay bir başka merkeze dönüştü. Hatta aradaki Sıhhiye Köprüsünün Ankara’nın aşağısı ile yukarısını ayıran bir sınır olduğunu söylenirdi. Alışveriş merkezlerin olmadığı bir hayatta herkes heryerden alışveriş yapmazdı. Yukarıda hayat pahalıydı, Ulus’ta kelepirdi. Kızılay parfüm Ulus ter kokuyordu… Hepsi değişti bunların şimdi ama hayat dualizmleri hep sevmiştir, tasnif eder, mimler… Örneğin benim büyüdüğüm yerlerde Çankaya ya da Tunalı bebesi demek bir aşağılamaydı. Biz harbi çocuklardık, sokaktan geliyorduk, samimiydik, delikanlıydık… Keçiören’de büyümem, Ulus’ta çalışmam yüzünden üniversitede birlikte okuduğum Yukarı Ankaralı pek çok yaşıtımın az ya da çok benden çekindiğini hissetmişimdir. TED’li bir arkadaşım bir hempasını şöyle uyarmıştı: “Fakir sümüğüdür bunlar, bir yapıştı mı bırakmazlar. En baştan bulaşmayacaksın”. Birlikte büyüdüğüm insanlardan söz ediyordu, şaşırmıştım. İnsan nasıl görünüp anlaşıldığını ancak o auranın dışına çıktığında, belli mukayeseler yapabilecek bir görgüye sahip olduğunda fark ediyor. Tunalı bebelerinin de Keçiören’den, Aşağı Ankara’dan çıktığını sonradan ayırdebildim. Sınıf atlama arzusu, ben de varım diyebilme telaşı ya da kurtulmak olabilir, Keçiören’den Tunalı’ya çıkıyor, kaldırımda breakdance yapıyorlardı… Bazıları çok geçmeden mahalleye geri dönüp o delikanlı kimliğine ricat ettiler, askerlik girdi araya, çalışmak zorunda kaldılar, o ayrıksı kıyafetleri ve yaşam tarzları ehlileşerek anaakıma dâhil oldu. Onların yerlerini yeni ve daha önce olmayan ama seleflerini andıran gençlik tepkileri aldı.
Geçtiğimiz günlerde Ulus’ta yürürken arkamda amna koyum nidalarıyla konuşan bir kaç genç belirdi, caddedeki bir yol tartışmasına atıfta bulunarak biri “La kavga var dalak mı” diyordu. Kenara çekilip yüzlerini görmek arzusuyla gençlere yol verdim. Apaçilerdi… Üstleri başları gerçekten perişan, yeni göçmen ailelerin ortaanadolulu çocukları… Bir ikisinde üç hilalli zincirler, kolyeler gördüm… Mukayese etmek için söylüyorum: alın bunları Kırşehir’e götürün, hepsi orada sudan çıkmış balığa döner, birer şeerli züppe, zibidi olur çıkarlar…Üç hilal filan dinlemez çevredekiler. Apaçiler, bugün için metropoller dışında varolamazlar.
Toplumlar suçluları olsun isterler, sonra onları kurtarma gösterisine girerler, bunu anlıyorum… Burada suçu tanımlayan, suçluyu belirleyen ve sonra da onu kurtarmaya yeltenen iştaha dikkat etmek gerekiyor. “La kavga var dalak mı” diyerek bu gençlerin de üstüne gidilmiyor mu acaba? Anlaşılan o ki Apaçiler, metropol hayatının, toplumun ve medyanın tiksindiği, küçümsediği, güldüğü, uzak durduğu ama gözetlemek istediği yeni oyuncakları oldular. Bir süreliğine sofrada meze olacaklar.
Birgün Pazar, 9.1.2011
Bir süredir büyük kentlerde AVM çevrelerinde, bazen en işlek caddelerde, giyimleri, saç kesimleri, renk tercihleri bakımından birbirine benzeyen, kendilerine Apaçi adını veren ya da bu adlandırmayı kabul eden erkek topluluklarına rastlıyoruz. Son bir yıl içerisinde gülme, eğlenme, dansetme, iğrenme ve taklit etme vesilesi olarak geçmişteki hiçbir adlandırmaya benzetilemeyecek ölçüde popülerleştiler… Görünen o ki maganda nitelemesinin yerine ikame ediliyorlar. Medyada taciz, darp, sarkıntılık benzeri haberlerde hedef gösteriliyorlar. Diğer yandan Apaçi müziği adı altında birkaç şarkı var, her yerde bu melodiyle karşılaşabiliyorsunuz. Sosyal paylaşım ağlarında insanlar, teşhir ederek espri yapmaya teşne olduklarından Apaçilerle ilgili espriler uzunca bir süredir revaçta… Seksen yıl önce, otuzlu yılların argosunda Apaş (Apache) sözcüğü kullanılıyordu. Frankofon Babıali’nin haberlerine ve kimi tefrikalarına bakılırsa suç dünyasının genç ve tekinsiz erkeklerine Apaş deniyordu. Paris’te de benzer bir niteleme mevcut o günlerde, bu sebeple filmlerden romanlardan apartılarak Türkçe söylenen bir orta sınıf nitelemesi olduğunu tahmin etmek zor değil.
Emolar ve Ülkücüler
Bir kaç yıl önce saç kesimleri ve kıyafetleriyle Apaçileri andıran Emolarla karşılaşmıştık, düzgün konuşan genç erkekler yolumuza çıkarak bizden 1 TL istiyor, bunu da kibarca ve hiçbir hoyratlığa bulaşmadan yapıyorlardı. Medya, evden kaçan iki Emo kızı nedeniyle onlara ilgi göstermişti. Emo’lar, “emotion” vurgusu hasebiyle romantik, şiddete bulaşmayan, politik ilgileri olmayan orta alt sınıftan şehirli gençlerdi. Anime karakterlerini andırır biçimde yüzlerini yarı yarıya kapatan saçları vardı, içine kapanık duruyorlardı. Bu tür gençlik hareketleri çoğunlukla internetteki sosyal paylaşım mecralarından çıkıyorlar. Modelledikleri “Romantik Serserilik”, benliğin sunumu olarak daima rağbet görmüş bir long seller tasarım örneğidir. Hem ilgi bekleyen hem o ilgiden nefret ettiğini bağırarak söyleyen bir tepkiselliğe sahiptir. Hayatta olanları umursamadığını söyler ama başkalarının mutsuzluğundan da zevk alır ekseriyetle. Şöhret ve suç hevesi, hayatta ben de varım öfkesi, romantik serseri tasarımında hep varolagelmiştir. Emolar marjinal bir grup gibi durmakla birlikte özellikle tasarımlarıyla demeli, genç kuşakları ve daha alt sınıfları etkilediler.
Metropollerde Ülkücü gençler, on yıl önce jöleli yaşıtlarını adam yerine koymuyorlardı. Bugün kenar mahalle berberlerinde mutlaka jöle ile biçimlendirilmesi gereken moda saç kesimlerinin fotoğrafları asılıyor. Ülkücü olduğunu söyleyen üniversiteli öğrencilerin bu saçlarla sınıfta dolaştıklarını, düşük belli kot pantolon, zincir, boğazlı spor ya da Polat Alemdar ayakkabıları giydiklerini görebiliyorsunuz. Hitler’e sempati gösteren, Kürtleri sevmediğini belli eden, Yahudi kıyımına inanmayan jöleli, saçları yandan ve enseden fönlü, salaş giyimli gençlerden söz ediyorum. Hemen her şeye karşı duydukları nefret ve tiksinti hissi yüzünden bu türden şiddet imgelerini sahipleniyorlar diyebilir miyiz, ben hâlâ emin değilim… Ebeveynleri, hocaları ya da okulunda karşılaştığı herkes tarafından utandırılan birini, cinsel huzursuzluk, kötü öğrencilik, yaşıtları tarafından küçümsenme gibi bağlamlarla birlikte düşünürsek kapıldığı kör şiddeti ve o şiddetin tezahürü olan karakter sunumunu anlayabiliriz belki…
Kenar Mahallede Büyümek
Ankaralılar bilir, Ulus şehrin ilk merkeziydi. Sonraları Yenişehir’de kurulan Kızılay bir başka merkeze dönüştü. Hatta aradaki Sıhhiye Köprüsünün Ankara’nın aşağısı ile yukarısını ayıran bir sınır olduğunu söylenirdi. Alışveriş merkezlerin olmadığı bir hayatta herkes heryerden alışveriş yapmazdı. Yukarıda hayat pahalıydı, Ulus’ta kelepirdi. Kızılay parfüm Ulus ter kokuyordu… Hepsi değişti bunların şimdi ama hayat dualizmleri hep sevmiştir, tasnif eder, mimler… Örneğin benim büyüdüğüm yerlerde Çankaya ya da Tunalı bebesi demek bir aşağılamaydı. Biz harbi çocuklardık, sokaktan geliyorduk, samimiydik, delikanlıydık… Keçiören’de büyümem, Ulus’ta çalışmam yüzünden üniversitede birlikte okuduğum Yukarı Ankaralı pek çok yaşıtımın az ya da çok benden çekindiğini hissetmişimdir. TED’li bir arkadaşım bir hempasını şöyle uyarmıştı: “Fakir sümüğüdür bunlar, bir yapıştı mı bırakmazlar. En baştan bulaşmayacaksın”. Birlikte büyüdüğüm insanlardan söz ediyordu, şaşırmıştım. İnsan nasıl görünüp anlaşıldığını ancak o auranın dışına çıktığında, belli mukayeseler yapabilecek bir görgüye sahip olduğunda fark ediyor. Tunalı bebelerinin de Keçiören’den, Aşağı Ankara’dan çıktığını sonradan ayırdebildim. Sınıf atlama arzusu, ben de varım diyebilme telaşı ya da kurtulmak olabilir, Keçiören’den Tunalı’ya çıkıyor, kaldırımda breakdance yapıyorlardı… Bazıları çok geçmeden mahalleye geri dönüp o delikanlı kimliğine ricat ettiler, askerlik girdi araya, çalışmak zorunda kaldılar, o ayrıksı kıyafetleri ve yaşam tarzları ehlileşerek anaakıma dâhil oldu. Onların yerlerini yeni ve daha önce olmayan ama seleflerini andıran gençlik tepkileri aldı.
Geçtiğimiz günlerde Ulus’ta yürürken arkamda amna koyum nidalarıyla konuşan bir kaç genç belirdi, caddedeki bir yol tartışmasına atıfta bulunarak biri “La kavga var dalak mı” diyordu. Kenara çekilip yüzlerini görmek arzusuyla gençlere yol verdim. Apaçilerdi… Üstleri başları gerçekten perişan, yeni göçmen ailelerin ortaanadolulu çocukları… Bir ikisinde üç hilalli zincirler, kolyeler gördüm… Mukayese etmek için söylüyorum: alın bunları Kırşehir’e götürün, hepsi orada sudan çıkmış balığa döner, birer şeerli züppe, zibidi olur çıkarlar…Üç hilal filan dinlemez çevredekiler. Apaçiler, bugün için metropoller dışında varolamazlar.
Toplumlar suçluları olsun isterler, sonra onları kurtarma gösterisine girerler, bunu anlıyorum… Burada suçu tanımlayan, suçluyu belirleyen ve sonra da onu kurtarmaya yeltenen iştaha dikkat etmek gerekiyor. “La kavga var dalak mı” diyerek bu gençlerin de üstüne gidilmiyor mu acaba? Anlaşılan o ki Apaçiler, metropol hayatının, toplumun ve medyanın tiksindiği, küçümsediği, güldüğü, uzak durduğu ama gözetlemek istediği yeni oyuncakları oldular. Bir süreliğine sofrada meze olacaklar.
Birgün Pazar, 9.1.2011
Pazar, Ocak 09, 2011
Malcolm ve Mustafa
Çoğunluğu çeviri olan biyografik çizgi romanlar yayınlanıyor epeydir. Bu türden biyografik üretimler genellikle pedagojik niyetlerle ebeveynlere hitap edecek biçimde hazırlanırlar. Çizgi roman pazarından ziyade kitap okuru ve kitabevleri hedeflenerek pazarlanırlar. Biyografi türüne olan ilgiyi kullanabilmek için çizgi romana başvurulduğu da söylenebilir. Sonuçta biyografilerin çıkış noktası, kamuoyunca tanınan ünlü birinin hayatı ve mahrem dünyasıdır. Üretimin asıl nedeni o şöhretli kişidir.
Geçmişin erişilemez biçimde geride kalışı, gerçeklikle metin arasındaki çizgiyi ister istemez bulanıklaştırır. Bu nedenle biyografi kurmacaya, kurmaca biyografiye yakınlaşır. Ekseriyetle biyografi öyküleştirilerek yazılır, belgelere dayanması beklenir. Belge sözün delili olarak görülür. Hatırasını yaşatma, yüceltme, örnek gösterme veya bazen değerini düşürmek gibi farklı ahlaki kaygılarla üretilebilir biyografiler. Biyografi de anlatılan kişinin psikolojisi öne çıkartılır, bu bakımdan popüler kültürün ve medyanın parçası olur anlatılanlar. Sansasyon, duygusal etki yaratma arzusu veya hikâyeyi duygusal bir eşiğe göre konumlandırma tercihi biyografinin genelini belirler. Mevcut örneklere bakılırsa biyografiler için magazin dolayımıyla idol yaratımını hızlandırır denebilir.
Biyografinin Omurgası
Biyografiye konu olan kişi, devrinin ve her ne yapıyorsa o işin/alanın en büyük ismidir, unutulmazıdır, taçsız kralıdır, kraliçesidir, en büyük ustasıdır, yeri doldurulamazıdır, sıra dışıdır vs. Diğer yandan hikâye onun aile geçmişiyle birlikte anlatılır. O “kahraman” içimizden biridir ve herkes isterse onun kadar başarılı olabilir. Okurlar, kendi hayatlarıyla ideal insanların hayatlarını mukayese ederler ve reel yaşamları için modellerler. Bu modelleme, ticari olarak biyografilerin nasıl geliştirileceğinin formülünü de belirler. Merak uyandıran ifadeler seçilir, tekrar eden ve kimi zaman şiire yakınlaşan cümleler-vurgular kullanılır. Kahramanın dünya ile ilişkisi, yansıttığı psikolojisi ve cesareti her zaman önemlidir. Kişisel ilişkiler her zaman sınırlı anlatılır. Öğretmenler, aile ve birkaç arkadaştan oluşan bir çevresi vardır ve hepsi ana hikâyeyi belirleyen ilmeklerdir. Biyografisi anlatılan bireyler sonu başarıyla taçlanan eylemler yaparlar, üstünlük sıfatlarıyla dolu nitelemeleri hak etmişlerdir. Biyografik çizgi romanlar tüm bu bağlamın dışında değiller. Bir psikolojik dürtü, bir hayal kırıklığı, çocuklukta yaşanmış travma veya eksiklik önemsenir, bir kırılma anı ya da eşik noktası kurulur, anlatı ve kahraman psikolojisi bunun etrafında geliştirilir.
İki Farklı Çalışma
Yakın zamanlarda çok sayıda biyografik çizgi roman albümü yayınlandığını söylemiştim. Bu görece çokluk içinde iki albüm var ki diğerlerinden hemen ayrılıyorlar. Doğrusu, bir sıralama olarak okunmasını istemem ama ilk olarak gerek senaryosu gerekse görsel tasarımı nedeniyle Helfer-Duburke ikilisinin ortak üretimi olan Malcolm X’ten (Everest Yayınları, 2010) söz edeceğim. Malcolm X’in romanesk hayatının katkısını mutlaka hesap etmek gerekiyor ama iyi bir hikâye ve tahkiye kurulmuş, çizer Duburke çiniyi foto realistik ölçülerde kullanarak albümün belgeselci tutumunu pekiştirmiş. Kıyaslama daha açıklayıcı olabilir: başarılı bir çizgi romancı olmakla birlikte Rick Geary, Troçki’de (Everest Yayınları, 2010) ardışık bir anlatıma nedense başvurmamış, belgeselcilik anlatıda galebe çalmış. Diyalog neredeyse hiç kullanmadığı gibi dramatik bir denge kurmayı tercih etmemiş. Geary, resmetmek dışında kendini anlatıya hiç katmamış. Manga tarzında yayınlanan Gandhi (Kazuki Ebine, Galata Yayınları, 2010) veya Darwin’de (East Press, Yordam Kitap, 2010) hikâyeye belgeselcilikten daha fazla önem verilmiş. Yine Malcolm X ile kıyaslarsak söz konusu mangaların erken ergenlere yönelik hazırlandığı anlaşılıyor. Olabildiğince basitleştirilerek, malumatı kimi sayfalarda toplayarak, okura o sayfaları atlayarak okuma imkânı vererek kurgulanmış bu çalışmalar.
Malcolm X’in yanına bir yerli çalışmayı, açıklamalarına bakılırsa yirmi kitap süreceği duyurulan Genç Mustafa çizgi roman dizisini eklememiz gerekiyor. Atatürk hakkında ilk kez çizgi roman yapılıyor değil. Özellikle resmi kurum ve kuruluşlar, yakın geçmişte, hatırı sayılır telifler ödeyerek bu tür çizgi romanların yayıncısı oldular. Yalın Alpay’ın senaryosuyla çıkan bu diziyse çabası ve yayın mecrası nedeniyle sivil bir girişim. Ve görüldüğü kadarıyla klişe bir senaryosu yok. Klişe bir senaryosu olmaması klişeler içermediği anlamına gelmiyor. Örneğin 1967’de kitaplaşan (hangi iklimde ve ne zaman yazıldığı bazı kitapların yön’ünü ister istemez belirliyor) Ali Fuat Cebesoy’un anılarına başvurulmuş epeyce. Bu noktada hatırat yazınındaki çelişkiler de ortaya çıkıyor. Yazarlar, bir şöhretle geçirdiği dönemleri anlatırken, tek şahidi kendilerinin olduğu olaylar anlatabiliyorlar. Hikâyesi, “şöhret”le mesafesini belirlediği için doğruluk-yanlışlık aramak, delil istemek mantıklı ama nafile bir çaba olabiliyor. Çünkü her soru, soruyu soranın şöhretle mesafesini açıklamaya zorlayan siyasi bir eksene oturuyor. Sadece daha önce üretilmiş Atatürk çizgi romanlarına bakarak farklı kaynaklara dayanan bir içerik oluşturulmaya çalışılmış diyebilirim. Atatürk, Türkiye’nin tartışmasız en popüler miti olduğu için onu konuşmak, hele tartışmak pek kolay değil. Bu bakımdan ilginç bir siyasi ve ticari bir denemeye girilmiş. Grafik roman estetiğinde bir dil ve anlatım denenmiş. Genç Mustafa, dizinin çizeri Barış Keşoğlu’nun çok sayfalı ilk çalışması, daha önce bu yoğunlukta hiç çalışmadı. Çinileme, kare istifi ve tiplemeleri M.K.Perker’i hatırlatıyor, genç bir çizgisi olduğundan çizdikçe başkalaşacaktır. Karelerarası ardışıklığı iyi kurduğu, seyir zevki veren akıllıca seçilmiş bölümler çizmiş çünkü.
Biyografik çizgi romanlarda senaryo-metin düzeyinde araştırmacı titizliği gösterilmediğini düşünüyorum. Asıl çaba görselliğe verildiği için metinler, daha önce yazılmış biyografilere dayandırılıyor; eksik, yanlış ya da abartılı her ne popüler iddia varsa böylelikle yineleniyor. Malcolm X ve Genç Mustafa ise araştırma ve hikâyeye yönelik hassasiyetleriyle farklılar, bu yüzden ilgiye değerler…
Birgün Kitap, 8.1.2011
Geçmişin erişilemez biçimde geride kalışı, gerçeklikle metin arasındaki çizgiyi ister istemez bulanıklaştırır. Bu nedenle biyografi kurmacaya, kurmaca biyografiye yakınlaşır. Ekseriyetle biyografi öyküleştirilerek yazılır, belgelere dayanması beklenir. Belge sözün delili olarak görülür. Hatırasını yaşatma, yüceltme, örnek gösterme veya bazen değerini düşürmek gibi farklı ahlaki kaygılarla üretilebilir biyografiler. Biyografi de anlatılan kişinin psikolojisi öne çıkartılır, bu bakımdan popüler kültürün ve medyanın parçası olur anlatılanlar. Sansasyon, duygusal etki yaratma arzusu veya hikâyeyi duygusal bir eşiğe göre konumlandırma tercihi biyografinin genelini belirler. Mevcut örneklere bakılırsa biyografiler için magazin dolayımıyla idol yaratımını hızlandırır denebilir.
Biyografinin Omurgası
Biyografiye konu olan kişi, devrinin ve her ne yapıyorsa o işin/alanın en büyük ismidir, unutulmazıdır, taçsız kralıdır, kraliçesidir, en büyük ustasıdır, yeri doldurulamazıdır, sıra dışıdır vs. Diğer yandan hikâye onun aile geçmişiyle birlikte anlatılır. O “kahraman” içimizden biridir ve herkes isterse onun kadar başarılı olabilir. Okurlar, kendi hayatlarıyla ideal insanların hayatlarını mukayese ederler ve reel yaşamları için modellerler. Bu modelleme, ticari olarak biyografilerin nasıl geliştirileceğinin formülünü de belirler. Merak uyandıran ifadeler seçilir, tekrar eden ve kimi zaman şiire yakınlaşan cümleler-vurgular kullanılır. Kahramanın dünya ile ilişkisi, yansıttığı psikolojisi ve cesareti her zaman önemlidir. Kişisel ilişkiler her zaman sınırlı anlatılır. Öğretmenler, aile ve birkaç arkadaştan oluşan bir çevresi vardır ve hepsi ana hikâyeyi belirleyen ilmeklerdir. Biyografisi anlatılan bireyler sonu başarıyla taçlanan eylemler yaparlar, üstünlük sıfatlarıyla dolu nitelemeleri hak etmişlerdir. Biyografik çizgi romanlar tüm bu bağlamın dışında değiller. Bir psikolojik dürtü, bir hayal kırıklığı, çocuklukta yaşanmış travma veya eksiklik önemsenir, bir kırılma anı ya da eşik noktası kurulur, anlatı ve kahraman psikolojisi bunun etrafında geliştirilir.
İki Farklı Çalışma
Yakın zamanlarda çok sayıda biyografik çizgi roman albümü yayınlandığını söylemiştim. Bu görece çokluk içinde iki albüm var ki diğerlerinden hemen ayrılıyorlar. Doğrusu, bir sıralama olarak okunmasını istemem ama ilk olarak gerek senaryosu gerekse görsel tasarımı nedeniyle Helfer-Duburke ikilisinin ortak üretimi olan Malcolm X’ten (Everest Yayınları, 2010) söz edeceğim. Malcolm X’in romanesk hayatının katkısını mutlaka hesap etmek gerekiyor ama iyi bir hikâye ve tahkiye kurulmuş, çizer Duburke çiniyi foto realistik ölçülerde kullanarak albümün belgeselci tutumunu pekiştirmiş. Kıyaslama daha açıklayıcı olabilir: başarılı bir çizgi romancı olmakla birlikte Rick Geary, Troçki’de (Everest Yayınları, 2010) ardışık bir anlatıma nedense başvurmamış, belgeselcilik anlatıda galebe çalmış. Diyalog neredeyse hiç kullanmadığı gibi dramatik bir denge kurmayı tercih etmemiş. Geary, resmetmek dışında kendini anlatıya hiç katmamış. Manga tarzında yayınlanan Gandhi (Kazuki Ebine, Galata Yayınları, 2010) veya Darwin’de (East Press, Yordam Kitap, 2010) hikâyeye belgeselcilikten daha fazla önem verilmiş. Yine Malcolm X ile kıyaslarsak söz konusu mangaların erken ergenlere yönelik hazırlandığı anlaşılıyor. Olabildiğince basitleştirilerek, malumatı kimi sayfalarda toplayarak, okura o sayfaları atlayarak okuma imkânı vererek kurgulanmış bu çalışmalar.
Malcolm X’in yanına bir yerli çalışmayı, açıklamalarına bakılırsa yirmi kitap süreceği duyurulan Genç Mustafa çizgi roman dizisini eklememiz gerekiyor. Atatürk hakkında ilk kez çizgi roman yapılıyor değil. Özellikle resmi kurum ve kuruluşlar, yakın geçmişte, hatırı sayılır telifler ödeyerek bu tür çizgi romanların yayıncısı oldular. Yalın Alpay’ın senaryosuyla çıkan bu diziyse çabası ve yayın mecrası nedeniyle sivil bir girişim. Ve görüldüğü kadarıyla klişe bir senaryosu yok. Klişe bir senaryosu olmaması klişeler içermediği anlamına gelmiyor. Örneğin 1967’de kitaplaşan (hangi iklimde ve ne zaman yazıldığı bazı kitapların yön’ünü ister istemez belirliyor) Ali Fuat Cebesoy’un anılarına başvurulmuş epeyce. Bu noktada hatırat yazınındaki çelişkiler de ortaya çıkıyor. Yazarlar, bir şöhretle geçirdiği dönemleri anlatırken, tek şahidi kendilerinin olduğu olaylar anlatabiliyorlar. Hikâyesi, “şöhret”le mesafesini belirlediği için doğruluk-yanlışlık aramak, delil istemek mantıklı ama nafile bir çaba olabiliyor. Çünkü her soru, soruyu soranın şöhretle mesafesini açıklamaya zorlayan siyasi bir eksene oturuyor. Sadece daha önce üretilmiş Atatürk çizgi romanlarına bakarak farklı kaynaklara dayanan bir içerik oluşturulmaya çalışılmış diyebilirim. Atatürk, Türkiye’nin tartışmasız en popüler miti olduğu için onu konuşmak, hele tartışmak pek kolay değil. Bu bakımdan ilginç bir siyasi ve ticari bir denemeye girilmiş. Grafik roman estetiğinde bir dil ve anlatım denenmiş. Genç Mustafa, dizinin çizeri Barış Keşoğlu’nun çok sayfalı ilk çalışması, daha önce bu yoğunlukta hiç çalışmadı. Çinileme, kare istifi ve tiplemeleri M.K.Perker’i hatırlatıyor, genç bir çizgisi olduğundan çizdikçe başkalaşacaktır. Karelerarası ardışıklığı iyi kurduğu, seyir zevki veren akıllıca seçilmiş bölümler çizmiş çünkü.
Biyografik çizgi romanlarda senaryo-metin düzeyinde araştırmacı titizliği gösterilmediğini düşünüyorum. Asıl çaba görselliğe verildiği için metinler, daha önce yazılmış biyografilere dayandırılıyor; eksik, yanlış ya da abartılı her ne popüler iddia varsa böylelikle yineleniyor. Malcolm X ve Genç Mustafa ise araştırma ve hikâyeye yönelik hassasiyetleriyle farklılar, bu yüzden ilgiye değerler…
Birgün Kitap, 8.1.2011
Cumartesi, Ocak 08, 2011
Maurice Sendak
1953 tarihli bir LP kapağı gördüm. Çizgiler Maurice Sendak'a aitmiş. Sendak pek çok ünlü çocuk kitabı yazmış ve resimlemiştir. Anlaşılan o ki geçim sıkıntısıyla yapılmış bir kapak çalışması bu...LP, Türkiye ile ilgili olduğu için ilgimi çekmişti, çizgileri araştırınca ismine ratladım. Sendak'ı, Where the Wild Things Are ile hatırlayanlar olacaktır...
link
link
Perşembe, Ocak 06, 2011
Çarşamba, Ocak 05, 2011
Salı, Ocak 04, 2011
Pazartesi, Ocak 03, 2011
"Yapma Gözünü Seveyim"
Bir çizgi romancı olarak “Kürt sorununu” anlatmak isteseydiniz, nasıl bir hikaye kurgulardınız?
Bir karışıklık olmuş, ben çizgi romancı değilim. Senaryo yazmışlığım var ama kendimi böyle ifade etmezdim. Doğrusu Kürt sorununun bugün için anlatılabileceğini sanmıyorum. Bir yas süreci var, öfke ve rövanşizm var. Savaş sürerken savaşı anlatmak hep zordur. Dünyadaki benzer örneklere bakıldığında ancak ve ancak üzerinden zaman geçtikten sonra hikâyeler anlatılabildiğini görüyoruz. Anlatılamaz demiyorum, anlatılır ama etkisi sınırlı olur.
Kürt mizahı üzerinden Kürt sorununa dair bir okuma yaparsınız, neler söyleyebilirsiniz?
Kürt mizahını biliyorum diyemem, Türkçe yayınları izliyorum. İnsanların birbirlerine anlattığı fıkraları toplamaya çalışıyorum sadece. Fıkralarda Türk, Özel Tim, TC olarak çeşitlenen otorite eleştirisi var. Onun dışında Kürt tiplemeleri çeşitleniyor: mazlum Kürtle de karşılaşıyoruz, kurnaz olanla da… Kendileriyle gırgır geçebilen bir kimliğe sahip olduklarını vurgulamak istiyorlar, kısmen hamaset de var. Kürtler arasında yükselen bir milliyetçilik var. Fıkralar uyarlanır, Filistinlilerin Yahudiler için anlattıkları, Iraklıların Amerikalılar için anlattıkları Türkçeye ve Kürtçeye aktarılıyor.
Kürtlere gülmeye başlarsak, sorunun çözümünde önemli bir adım atmış olur muyuz sizce?
“Kürdün biri..” diye başlayan bir fıkrayı kolaylıkla anlatamadığımızı, Kürtlerin ve Türklerin gülerek birbirlerine yakınlaşmak istemediklerini düşünüyorum. Gündelik hayat böyle sürmüyor ama kamusal konuşmalarda ciddiyet hakim, çünkü yas sürüyor. Birlikte gülünürse pek çok şey değişebilir ama şu an için bir gerilim ekseni var, ben bunu mümkün görmüyorum.
Genç çizer Rewhat Aslan’ın karikatürleri, sayıları çok olmasa da insanları güldürüyor. Ve daha önceki kuşaktan farklı olarak kendilerine de gülebiliyorlar. Sizce genç Kürt nesil “Kürtlere Gülmek” konusunda bir umut olabilir mi?
Rewhat’ın çizgileri veya Ferzende’nin esprileri Türklere ulaşıyor mu çok emin değilim. Sorun isimler ve üretimler değil. Buradaki asıl mesele monologlarla dolu bir hayat sürmemizde. Herkes konuşuyor ama kimse kimseyi dinlemiyor. Üstelik konuşanlar da aynı fikirde oldukları insanlarla konuşuyorlar. Bu diyalog değil, cepheleşmeyi de pekiştiriyor.
“Günümüzün mizah dergileri Kürtlere teğet dahi geçmeden Cihangir’den yayın yapıyorlar” diyorsunuz. Tiraj kaygısından öte bir korku da taşıyor mu sizce bu durum içinde?Dergicilik can çekişiyor. İstanbul dışında dergiler neredeyse satılmıyor. Bu sonucu dergilerin İstanbul-merkezli bir hayat sürdürmesi sebep oldu muhtemelen ama ne söylesek nafile. Bu tren geçti artık. Bugün, dergiler, okurları her kimse ve neredeyse ona yönelik bir yayın yapmak zorundalar. Mizah dergileri okuru şehirli, orta sınıftan eğitimli gençlerdir, onlar için dergi çıkartılıyor. Kürt meselesi sanki hiç yokmuş gibi davranıyorlar ama ortada bir yas süreci ve çatışma ekseni olduğu için bence bu konuda yalnız değiller. Popüler kültür ürünleri, mesela diziler de bu meseleye es geçiyorlar. Hamaset dolu dizileri saymıyorum çünkü onlar herkese hitap etmiyorlar.
Kürtlere gülmeye çekinen Türkler “Muro’ya neden gülüyorlar sizce?
Muro, tipik bir Kürt değil orada bir devrimci karikatürü var. Muro kötü adamdı ayrıca biliyorsunuz, oyuncu performansı ve çevresindeki tiplemelerle uyumu onu komik de yaptı… Kürtlüğü geride kaldı… Sempatik gösterilmesine karşı çıkan ve öldürülmesini isteyen çok fan vardı hatırlarsanız.
Yılmaz Erdoğan’ın filmlerindeki Kürt tiplemesi için neler söyleyebilirsiniz? Onlara gülebiliyoruz mesela.
Filmlerde dizilerde Kürt tiplemesi hiç yok değil… Nasıl temsil edildikleri önemli. Medya klişe üretir, bu üretimi eksik temsil de yoğun temsil de belirleyebilir. Vizontele filmlerinde Kürtçe konuşan var mıydı diye sormak gerekiyor. Yılmaz Erdoğan politik bir isim değil, olabildiğince de bu meselelerden uzak duruyor görebildiğim kadarıyla. Birkaç kez yorum yaptı, başına neler geldiğini neler işittiğini bir de ona sormak lazım. Bırakın canlandırdığı tiplemeyi onu görünce zaten Kürt diyen bir kesim var, İnterneti tararsanız görürsünüz. Popüler kültür mevcut koşullar nedeniyle Kürt meselesine teyet geçmek zorunda. Bunları anlatmak konuşmak isterseniz daha sınırlı bir seyirciye hitap edersiniz, bu kadar basit ne yazık ki.
TRT Şeş’te Kürtçe sitcomlar hazırlanıyor. Bunları Kürtlerin seyrettiğini düşünürsek, Türk televizyonlarında Kürtlerin hazırladığı bir sitcom’un kaderi ne olur?
TRT Şeş’teki sitcomlar izleniyor mu bilmiyorum. Bir dizinin tutup tutmayacağını belirleyen çok kıstas var. İyi senaryo-iyi oyunculuk dışında bir de başka türlü bir televizyon ışığı gerekiyor ki, bu pek de tarif edilemez bir şey.
Trajedinin son noktası mizah diye düşünürsek Kürt mizahı, şartlar iyiye gittikçe bir yükseliş yaşayacak mıdır?
Doğrusu trajedinin sonu mizahtır deyişinin ne demek olduğunu hiç anlayamamışımdır. Bana sorulduğunda trajedinin sonu cenaze namazıdır diyorum, ölüyü defnederiz sonra eve gelip helvayla pideyle karnımızı doyururuz. Mizah o esnada ötelenir ama bir duygu olduğu için yokolmaz. Karnımız doyduğunda cenaze havasını dağıtmak için mizaha başvururuz, neşeli konular açarız. Mizah meşrulaşır, ‘bak işte hayat var önümüzde’ deriz yakınını kaybedenlere. Yas varken bazen nafiledir çabamız, gülerken ağlayıverir insanlar ama vazgeçmeyiz. Kürt mizahı ileride ne olur bilmiyorum ama birlikte gülmek bizi yakınlaştırır onu iyi biliyorum. Daha çok konuşmamız gerek, arada bir ‘yapma gözünü seveyim’ diyip öfkeleri yatıştırıp sarıp sarmalıyız birbirimizi. Kendini başkalarının yerine koyarak onun acısını hissetmek erdemdir, bunu denemeliyiz. Dinden önce vicdan vardı, vicdan da bunu söyler bize…
[Radikal için Berrin Karakaş sormuştu soruları, bir parçasını Kasım ayında kullanılmışlar, yeni farkediyorum]
Bir karışıklık olmuş, ben çizgi romancı değilim. Senaryo yazmışlığım var ama kendimi böyle ifade etmezdim. Doğrusu Kürt sorununun bugün için anlatılabileceğini sanmıyorum. Bir yas süreci var, öfke ve rövanşizm var. Savaş sürerken savaşı anlatmak hep zordur. Dünyadaki benzer örneklere bakıldığında ancak ve ancak üzerinden zaman geçtikten sonra hikâyeler anlatılabildiğini görüyoruz. Anlatılamaz demiyorum, anlatılır ama etkisi sınırlı olur.
Kürt mizahı üzerinden Kürt sorununa dair bir okuma yaparsınız, neler söyleyebilirsiniz?
Kürt mizahını biliyorum diyemem, Türkçe yayınları izliyorum. İnsanların birbirlerine anlattığı fıkraları toplamaya çalışıyorum sadece. Fıkralarda Türk, Özel Tim, TC olarak çeşitlenen otorite eleştirisi var. Onun dışında Kürt tiplemeleri çeşitleniyor: mazlum Kürtle de karşılaşıyoruz, kurnaz olanla da… Kendileriyle gırgır geçebilen bir kimliğe sahip olduklarını vurgulamak istiyorlar, kısmen hamaset de var. Kürtler arasında yükselen bir milliyetçilik var. Fıkralar uyarlanır, Filistinlilerin Yahudiler için anlattıkları, Iraklıların Amerikalılar için anlattıkları Türkçeye ve Kürtçeye aktarılıyor.
Kürtlere gülmeye başlarsak, sorunun çözümünde önemli bir adım atmış olur muyuz sizce?
“Kürdün biri..” diye başlayan bir fıkrayı kolaylıkla anlatamadığımızı, Kürtlerin ve Türklerin gülerek birbirlerine yakınlaşmak istemediklerini düşünüyorum. Gündelik hayat böyle sürmüyor ama kamusal konuşmalarda ciddiyet hakim, çünkü yas sürüyor. Birlikte gülünürse pek çok şey değişebilir ama şu an için bir gerilim ekseni var, ben bunu mümkün görmüyorum.
Genç çizer Rewhat Aslan’ın karikatürleri, sayıları çok olmasa da insanları güldürüyor. Ve daha önceki kuşaktan farklı olarak kendilerine de gülebiliyorlar. Sizce genç Kürt nesil “Kürtlere Gülmek” konusunda bir umut olabilir mi?
Rewhat’ın çizgileri veya Ferzende’nin esprileri Türklere ulaşıyor mu çok emin değilim. Sorun isimler ve üretimler değil. Buradaki asıl mesele monologlarla dolu bir hayat sürmemizde. Herkes konuşuyor ama kimse kimseyi dinlemiyor. Üstelik konuşanlar da aynı fikirde oldukları insanlarla konuşuyorlar. Bu diyalog değil, cepheleşmeyi de pekiştiriyor.
“Günümüzün mizah dergileri Kürtlere teğet dahi geçmeden Cihangir’den yayın yapıyorlar” diyorsunuz. Tiraj kaygısından öte bir korku da taşıyor mu sizce bu durum içinde?Dergicilik can çekişiyor. İstanbul dışında dergiler neredeyse satılmıyor. Bu sonucu dergilerin İstanbul-merkezli bir hayat sürdürmesi sebep oldu muhtemelen ama ne söylesek nafile. Bu tren geçti artık. Bugün, dergiler, okurları her kimse ve neredeyse ona yönelik bir yayın yapmak zorundalar. Mizah dergileri okuru şehirli, orta sınıftan eğitimli gençlerdir, onlar için dergi çıkartılıyor. Kürt meselesi sanki hiç yokmuş gibi davranıyorlar ama ortada bir yas süreci ve çatışma ekseni olduğu için bence bu konuda yalnız değiller. Popüler kültür ürünleri, mesela diziler de bu meseleye es geçiyorlar. Hamaset dolu dizileri saymıyorum çünkü onlar herkese hitap etmiyorlar.
Kürtlere gülmeye çekinen Türkler “Muro’ya neden gülüyorlar sizce?
Muro, tipik bir Kürt değil orada bir devrimci karikatürü var. Muro kötü adamdı ayrıca biliyorsunuz, oyuncu performansı ve çevresindeki tiplemelerle uyumu onu komik de yaptı… Kürtlüğü geride kaldı… Sempatik gösterilmesine karşı çıkan ve öldürülmesini isteyen çok fan vardı hatırlarsanız.
Yılmaz Erdoğan’ın filmlerindeki Kürt tiplemesi için neler söyleyebilirsiniz? Onlara gülebiliyoruz mesela.
Filmlerde dizilerde Kürt tiplemesi hiç yok değil… Nasıl temsil edildikleri önemli. Medya klişe üretir, bu üretimi eksik temsil de yoğun temsil de belirleyebilir. Vizontele filmlerinde Kürtçe konuşan var mıydı diye sormak gerekiyor. Yılmaz Erdoğan politik bir isim değil, olabildiğince de bu meselelerden uzak duruyor görebildiğim kadarıyla. Birkaç kez yorum yaptı, başına neler geldiğini neler işittiğini bir de ona sormak lazım. Bırakın canlandırdığı tiplemeyi onu görünce zaten Kürt diyen bir kesim var, İnterneti tararsanız görürsünüz. Popüler kültür mevcut koşullar nedeniyle Kürt meselesine teyet geçmek zorunda. Bunları anlatmak konuşmak isterseniz daha sınırlı bir seyirciye hitap edersiniz, bu kadar basit ne yazık ki.
TRT Şeş’te Kürtçe sitcomlar hazırlanıyor. Bunları Kürtlerin seyrettiğini düşünürsek, Türk televizyonlarında Kürtlerin hazırladığı bir sitcom’un kaderi ne olur?
TRT Şeş’teki sitcomlar izleniyor mu bilmiyorum. Bir dizinin tutup tutmayacağını belirleyen çok kıstas var. İyi senaryo-iyi oyunculuk dışında bir de başka türlü bir televizyon ışığı gerekiyor ki, bu pek de tarif edilemez bir şey.
Trajedinin son noktası mizah diye düşünürsek Kürt mizahı, şartlar iyiye gittikçe bir yükseliş yaşayacak mıdır?
Doğrusu trajedinin sonu mizahtır deyişinin ne demek olduğunu hiç anlayamamışımdır. Bana sorulduğunda trajedinin sonu cenaze namazıdır diyorum, ölüyü defnederiz sonra eve gelip helvayla pideyle karnımızı doyururuz. Mizah o esnada ötelenir ama bir duygu olduğu için yokolmaz. Karnımız doyduğunda cenaze havasını dağıtmak için mizaha başvururuz, neşeli konular açarız. Mizah meşrulaşır, ‘bak işte hayat var önümüzde’ deriz yakınını kaybedenlere. Yas varken bazen nafiledir çabamız, gülerken ağlayıverir insanlar ama vazgeçmeyiz. Kürt mizahı ileride ne olur bilmiyorum ama birlikte gülmek bizi yakınlaştırır onu iyi biliyorum. Daha çok konuşmamız gerek, arada bir ‘yapma gözünü seveyim’ diyip öfkeleri yatıştırıp sarıp sarmalıyız birbirimizi. Kendini başkalarının yerine koyarak onun acısını hissetmek erdemdir, bunu denemeliyiz. Dinden önce vicdan vardı, vicdan da bunu söyler bize…
[Radikal için Berrin Karakaş sormuştu soruları, bir parçasını Kasım ayında kullanılmışlar, yeni farkediyorum]
Pazar, Ocak 02, 2011
Seyrüsefer Defteri 6
Yeni yıla hasta olarak giriyorum, Halkın Çığlığı 2'yi okuyabildim nihayet (30 Aralık). + Unstoppable filmini seyrettim, inandırıcı değildi (29 Aralık). + Town'u seyrettim. Başlangıç iyiydi ama sonra holivut filmi oldu. Yine de Affleck fena oynamamış (28 Aralık). + Sally, Yıldırım Örer çizmiş, hikâye kötü, o ucuzluğu seven var, yok diyemem (27 Aralık). + Biyografik çizgi romanlarla ilgili bir yazı yazdım (26 Aralık). + Memlekette Demokrasi Var, hoş sahneler ve oyunculuklar var ama bu mesaj verme arzusu mizahı bitiriyor. Beyamca mizahı olmuş (25 Aralık). + Tuna hastalandı, evin içinde bir hastalık turu başlayacak demektir (24 Aralık). + Hangover'ı seyrettim, sevimli bir komedi. Hatırlamama meselesi her zaman ilgimi çeker (23 Aralık). + You Will Meet a Tall Dark Stranger diyorum ve tebessüm ediyorum (22 Aralık). + İstanbullular'ı aldım ve hakkında bir şeyler yazmaktan vazgeçtim (21 Aralık). + Awesomest Maximus'u seyrettim. Uzunca zamandır National Lampoon komedisi seyretmemiştim, yine vasattı... Neşeli oyuncular vardı, hazcı bir iyimserlik (20 Aralık). + Stone'u seyrettim, bir iki sahnesi çok iyiydi ama de Niro sanki artık hep aynı şekilde oynuyor (19 Aralık). + Tuna'yla oyuncak atölyesine gittim, telden bir Terrari arabası yaptık (18 Aralık). + Shampoo diyorum...Ne garip bir filmdir...Yirmi yıl sonra yeniden seyrettim... (17 Aralık). + Do the Right Thing, ne varsa eskilerde var kontenjanından... (16 Aralık). + Dark Island adlı bir film seyrettim, Lost'un selamı vardı (15 Aralık). + Black Swan'ı seyrettim, Portman iyi oyunculuk çıkartmış, üzerine düşündükçe belki başka bir derinlik görebilirim. Ama bu darlıktan iyi gerilim çıkmış. (13 Aralık). + Senaryo kampı tatsızdı, yüzyılın kar yağışı yağacak dendi, gram yağmadı İstanbul'a...Ayıptır kardeşim, yolculuğa çıkmış bir adamı niye strese sokuyorsunuz... (11-12 Aralık). + Tuna'yla Wall E'yi izledik. 4-8 yaş arasına uygun değil bana kalırsa...(10 Aralık) + Brooklyn's Finest adlı bir film seyrettim, paralel gelişen üç polis hikayesi. Reşat Gerede bir looser olamaz, yapmaya çalışmışlar, olmamış...Ethan Hawke yine iyi oynamış (9 Aralık). + Gümüş Lale günü (8 Aralık). + Hafta sonu çalıştığım için ancak bu akşam Çılgın Dostlar 3'e gidebildik. Tuna nefsini köreltti ama ben beğenmedim (7 Kasım). + Yine internet, google çıkışlarını kapatmışlar. Koloni blog açılmaz oldu (6 Kasım). + Senaryo kampı, dünyayla ilişkimi kestim (4-5 Kasım). + Av Mevsimi'ne gittim, iyi sinema, iyi polisiye (3 Kasım). + Keşanlı Ali Destanı'nı tekrar okuyorum (2 Aralık). + Red Kit, Pinkerton’a Karşı için bir yazı yazdım, Pennac senaristlerden biri, güzel olmaz mı hiç!… (1 Aralık).