Cuma, Kasım 22, 2024

Harita

Epeydir dolaşımdaymış, ben yeni rastladım. Kaynağını bilmiyorum, yabancılar tarafından hazırlanmış gibi duruyor ya da yabancılar yapsa nasıl yapardı diye düşünen biri tarafından akledilmiş...

Ben şuna takıldım ve espri olarak gülümsedim, Ruslar Antalya'yı biliyor ama Antalya'nın hangi ülkede olduğunu bilmiyorlarmış, duyunca şaşırmadım çünkü Almanların Alanya'yı bildiğini ama Alanya'nın hangi ülkede olduğunu bilmediklerine bizzat şahit olmuştum.
 

Perşembe, Kasım 21, 2024

Kâmıran

Tanpınar'ın, Reşat Nuri için yazdığı nefis bir betimleme var: "O rahat ve güzel bir dildi, değerler üzerinde tatlı anlaşmaydı, dünyamızı sarsmadan bizi tatmin eden bir sorumluluk fikriydi." Eleştiri gibi duruyor, oysa bunu başarabilmek kolay değil. Bugün, konuşulmuyor, hatta hatırlanmıyor diyordu birisi geçenlerde, denk geldim. Cevaben eskilerden kim hatırlanıyor ki demek isterdim....

Reşat Nuri, büyük bir romancı, Çalıkuşu genç yaşta yazdığı bir roman, güzel bir klişe, kuşakları, en çok da subayları ve öğretmenleri etkilemiş bir popüler anlatı. Beyfendi sadece Çalıkuşu değildi demek istiyorum. 

Nasıl anlatsam? Popüler dil kurma mahareti, merhametli karakterlerle kurduğu tahkiyeleri onu çağdaşlarıyla kıyaslanamayacak bir mertebeye ulaştırdı, onu "çok sevilen" bir yazar yaptı. E bu da kıskanılacak bir itibar...Reşat Nuri anlatılırken, hele edebiyatçılar onu konuşurken, işin içinde haset ve imrenme olduğunu unutmamak gerekiyor. 

Yukarıdaki ilüstrasyon, Çalıkuşu'nun revize edilerek yeniden yayımlandığı otuzlu yıllarda kullanılmış, yayıncısı olsaydım, geçen yıl, romanın yayımının yüzüncü yılında bu ilüstrasyonlarla özel bir baskı yapardım. Yaşadığımız iştahsızlık ve heyecansızlık çok üzücü...

Yazıyı niye yazıyorum? İlüstrasyona baktım, Münif Fehim bize kendine ve/veya döneme göre yakışıklı bir Kâmran çizmiş. Magazine iş yapıyorsanız, popüler olanı bilmek ve ona göre üretmek zorundasınız... İdeal olanı "göstermek" işinizin temelini oluşturuyor...

Çevremdekilere gösterdim, beklediğim tepkileri aldım diyebilirim, kimse yakışıklı bulmadı, "amca gibi" dediler, romanı bilenler "çok erkek" durduğunu söylediler filan. Arzu odakları ve her bakımdan "moda" haliyle sürekli değişir, geçmişe bakıp beğenmeme anlaşılabilir bir durum...

Bu ve diğer ilüstrasyonları incelerken şunu düşündüm, Kâmran genç görünmüyordu, kıyafetlerden dolayı bunu söylemiyorum. Otuzlu yıllarda ki bence bu algı altmışlı yıllara kadar sürüyor, erkeklik bir olgunluk gösterisi olarak kuruluyor. Genç görünmek eleştiriliyor hatta... Vaaz ve teşvik edilen şey, ağırbaşlılık, "kocalık" ve "babalık"... Kâmran, uçarı, genç ve iştahlı Feride'yi sakinleştirecek bir "liman" olmalı... Öyle çizilmiş. 

Popüler hafızamız ve bilinçaltımız, Kâmran/Kâmıran'ı bekleyen Ferideler ile doluydu. Nasıl resmedildiği önemli... 
 

Çarşamba, Kasım 20, 2024

Sahnenin seyircileri

Ellili yıllardan. Neresi bilmiyorum, İstanbul'da bir yermiş. Spor salonu değil de avlu içinde bir yere ring kurulmuş sanki. İşiniz gereği veya merak ederek eski gazeteleri taradıysanız, ellili yıllar öncesinde tuhaf boks maçları yapıldığını fark ediyorsunuz. Yurt dışından çeşitli boksörler turneye çıkar gibi buralara gelip maça çıkıyorlar.  Mekan-salon az olduğundan sinemalarda bile "sahne" alıyorlar.

Hikaye olarak ilgimi çektiği için haberlere kapılıp turneleri takip ettiğimi biliyorum. Esamisi okunmayan bir sürü boksör, dilini bilmedikleri bir ülkeye gelip parasına maç yapıyorlar...Yerli ve yabancı organizatörler, bahisler, polisler, yerel kabadayılar, küçük büyük tartışmalar filan derken neler neler oluyor... Buralara kadar gelen boksörleri, boksörden çok serüvenci saymak gerekiyor...

Bir boks maçını canlı olarak seyretmiş değilim...Bahis oynandığı için seyircilerin çılgınlaştığı, maça çok katıldığı söylenir, yine hiç seyretmedim ama at yarışlarında da benzer tepkiler izlenebiliyormuş. 

En fazla on iki yaşındayken, Ankara'da o yıllarda yaşadığımız mahallede, bir apartmanın bodrum katında, sahiden çok tuhaf bir horoz döğüşü seyretmiştim... Seyretmek de denemez, en fazla beş dakika o ortamda kalabildim. Kalmama izin verdiler demek daha doğru... 

Şaşırdım ve korktum elbette, bu kadar çok bağıran ve küfreden erkeği (amca ve abiyi) daha önce görmemiştim. Üstelik hemen hepsi ortadaki horozlar kadar hoplayıp zıplıyorlardı. Çok sıcak ve havasız gelmişti, bugün dahi hatırladıkça o kokuyu hissediyorum sanki. 

İnsanların maçı-yarışı veya gösteriyi seyrederken değişmeleri, iştah, öfke ve şehvetle izlediklerine "kapılmaları" bana maç kadar seyirlik gelir. Ve mutlaka para, bu kapılmayı daha da koyulaştırıyor. 

Salı, Kasım 19, 2024

Elit

“DP iktidarı döneminde milliyetçi ve muhafazakar kesimlerle kurduğu ilişkilerin kendisini ancak bir yere kadar taşıyabileceğini düşünen Demirel, yeni çevre edinme arayışına girdi. Barajlar Dairesi Başkanı olduktan sonra Ankara’da iktidar elitinin oturduğu semte taşınmaya karar verdi. Ankara’nın Kavaklıdere semti, o dönemde ‘Elit’in ikamet merkeziydi. ‘Yeni Elit’ DP yönetici kadrosu, işadamları ve bürokrasinin üst kesiminden oluşuyordu. Hepsi o yörede oturuyordu. Demirel de evini o bölgeye. Kavaklıdere’ye taşıdı. İyi bir ev kiraladı. Kiraladığı ev Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’nin evine yakındı.”

[Celal Kazdağlı, Demirel’in Liderlik Sırları, Beyaz Yayınları, İstanbul 1999.]

Ben değilim


 Instagramda yokum dedim ama biri benim adıma hesap açmış, şikayet eder misiniz rica etsem...

Pazartesi, Kasım 18, 2024

Aşkın göz yaşları

Aşkın Gözyaşları, otuzlu yılların sonundan itibaren memlekette büyük etkisi olan Mısır filmlerinin ilki... Günün koşulları içerisinde büyük hasılat yaptığı ve uzun haftalar gösterimde kaldığı için popüler kültürümüzde geniş yer tutabilmiş...Yıllar yıllar sonra bile ismen zikredilmiş ve hatırlanmış bir film...

Genç bir akademisyen iken Mısır filmlerini izleyen geniş bir gazete taraması yapmış, Tarih ve Toplum dergisinde yayımlatmıştım.  Aslına bakarsanız Mısır filmleri, koşulların zorlamasıyla tesadüfen bizde yayınlanıyor. Savaş nedeniyle Amerikan filmleri Fransa'dan getirilemez olunca, dağıtımcılar Mısır üzerinden filmleri ithal etmeye çalışıyorlar.  E gitmişken de yerel filmlerden en azından birkaçını denemek istiyorlar. Ciddi bir ilgi yaratıyor Mısır filmleri. 

Bu büyük ilgiyi, Türk-alaturka müziğinin yasak oluşuna bağlayanlar çoktur. Filmlerdeki Arapça şarkılar seyircinin yüksek beğenisiyle karşılaşınca, dönemin iktidarı rahatsızlık duyarak eserleri Türkçeleştirmeye zorluyor, şarkılara Türkçe söz yazılıyor... Bu müdahalenin arabesk müziğimizin temelini oluşturduğu söylenir. Filmlerdeki müziklere yazılan sözler ve şarkıların melodik olarak yeniden orkestra edilmesi  alaturka müziğini ve müzisyenleri beklenmedik biçimde tekrar popülerize ediyor. Radyodan ayrılarak gazinolara  çıkan şarkıcılarla ilgili tartışmalar çıkıyor. Münir Nurettin ve Mesut Cemil devrin ve münakaşaların yıldızı oluyorlar. Kısa bir özet geçtim, meraklısı Cumhuriyetin Buluğ Çağı kitabıma bakabilir.

Yukarıda görselini paylaştığım kitapçık, o yıllarda gazete bayiilerinde (tütüncülerde) satılan beş kuruşluk-tek formalık yayınlardan biri. Görmemiştim, bulunca hemen satın aldım. Bizimkiler uydurmuş diye düşünmüştüm, değilmiş, Selami Münir eliyle Arapçadan çevrilmiş. Tahmin edileceği gibi film özetlenmiş, eserdeki yedi şarkıyı kitaba dahil etmişler, o ilginç olmuş. Şarkılı filmlerin kitapçıklarının öncüsü olduğu söylenebilir. 

Filmi, çeyrek asır önce kötü bir kopyadan Arapça izlemiştim, o dönem, Amerikan sinemasının  gerisinde olmakla birlikte, bizden epey ilerdelermiş, özellikli bir yavaşlıkları vardı ve müziği filmin önüne çıkarmayı arzuluyorlardı. Altmışlı yıllara kadar Arap hinterlandında etkili oluyorlar, sonra şirketler lağvediliyor, millileştiriliyor, üretim durduruluyor filan bir dünya saçmalık. 

Aşkın Gözyaşları, mutlu son'lu bir hikaye değil, aşıklar kavuşamıyorlar, sevgilinin mezarı başında mersiye okuyan Abdülvahap ile bitiyor. Hele o yıllar için tuhaf bir final bu. Hikaye nasıl derseniz, aşıklarlar tanışıyor, aşka düşüyor, kötünün dahliyle dengeleri bozuluyor, ayrılık ve yanlış anlaşılmalar yaşanıyor, müzikle ağıtlar yakılıyor şu bu...Bugün için kulağa hoş gelen romantik ifadeler var: "Acaba sana aşkımı iştika etsem" "Bu iştikanı dinlerim", "Acaba sana anlatsam", "derdini dinlerim"... 

Son söz, bizdeki Mısır filmlerini araştırırken, kaynaklara bu kadar kolay ulaşılmıyordu, neymiş yahu bu şarkıcılar merakıyla ve Arap asıllı öğrenciler yardımıyla, Antep'ten, Hatay'dan teyp kasetleri getirtmiştim... Neler neler dinliyordum, kitapçığı okuyunca tekrar kurcaladım biraz. Nostalji oldu.

Pazar, Kasım 17, 2024

Kararsızlık felsefesi (!)

Dün yazdığım yazıyla ilgili bir not düşmem gerekiyor, tam anlatamadım galiba... Eskiden olsa pek çok insan Sartre'a bağlardı yazdıklarımı, tam öyle değil ama bir bağ kurulabilir... Bence asıl olarak belirsizliğin farkında olmak, özgür irade ve bitimsiz sorgulamayı tercih etmek bakımından pragmatizmi çağrıştırıyor...Pragmatizm deyince eleştiriler hemen başlıyor elbette...

Pragmatiklerin hayatın içinde derlenip savrulan, sonra yeniden toparlanan bir tarafları vardır, işlevselliğe dikkat kesilirler... Herhangi bir seçimin "doğru" ya da "yanlış" olması, onun ne kadar işlevsel olduğuna bağlıdır. Eğer o seçim bir çıkmazı aşmak için işlevselse, o zaman "doğrudur". Güce tapmayı da buradan anlayabiliriz, dahil olmayı da, susmayı da...

Diğer yandan, çoğunluğun karşısında azınlık olduğunuzun farkındaysanız, görüşlerinizin hakim olamayacağını biliyorsanız dikkatli davranırsınız, e bu da bir tür pragmatizmdir, hayatınızı kolaylaştırabilir... Pragmatizm, malum, siyaseten eleştirilir, kısa vadeli çıkarlar üstüne yoğunlaştığı, derinleşemediği (günü kurtardığı), değerleri ilkesizleştirdiği söylenir. Doğru değil diyemiyorum ama hayatın işleyişi bakımından tabii sınıfların böyle yaşamak zorunda kaldığını düşünüyorum. Pragmatizm bütünüyle olumsuzlanamaz . Esneklik, toplumsal iyileşme adına pratiklik de içerir çünkü.

Benim her defasında yeniden karar vermek dediğim, tartışmacı kararsızlık, bitimsiz bir karar alma süreci de bir tür pragmatizm içeriyor ama bütününü kapsamıyor. Özgür iradeyle ilgili kararsızlıktan söz ediyorum daha çok...Yolun net olmadığı, her kararın bir tür özgürlük ve insan olma deneyimi sunduğu bir şeyden söz ediyorum arzederim. 

 

Cumartesi, Kasım 16, 2024

Kafa karışıklığının güzelliği

Hatırlayanlar olabilir, Nurcuların kuşe kağıda filan basılan Sızıntı diye bir dergileri vardı, yukarıdaki gibi ilüstrasyonlar kullanırlardı. Her yazı Allah'ın varlığını ispat etmek için yazıldığı için, ilüstrasyonlardaki erkekleri "hak ve hal yolunun arayışında" olarak yorumluyorlardı galiba. Resimler bana karmaşık gelirdi, içim sıkılırdı, çocuksun...Bir çıkışı olmalı ama yok...Niye? Çünkü inançsız...

Cuma günleri sosyal medyada bir hareketlilik oluyor, bir kısmı gerçekten komik olabilen  "hedü hedü ve hedü, hayırlı cumalar" türünden vecizeler paylaşılıyor, az önce birini gördüm mesela "tozlu gören camını silsin, hayırlı cumalar" denmiş...Yol değil senin camın kirli canım kardeşim, deniyor gibi gelmesin, insanlar kafiyeye, tafraya gülümsüyor.

Dünya sahiden kaotik bir yer, hayat çözülemeyen karmaşalarla dolu... Aklı başında insanlar, feylesoflar, siyasetçiler, gazeteciler,  terapistler, sanatçılar bu kaosu anlatmak-resmetmek-kullanmak istiyorlar, bu kadarla kalmıyor, onları izleyenler de  tartışılmaz bir netlikte rahatlatıcı bir cevap talep ediyorlar. 

Yeryüzünün kadim hikayelerini hatırlayalım, tekrar eden, benzeyen, öğretmeye ve yön göstermeye çalışan anlatılarından söz ediyorum. Hikayelerin kahramanları, bir nedenden ötürü karar almak zorunda kalırlar, kafaları çok karışıktır, tahkiye iyiyse bizi öyle bir yere getirir ki, onun çıkışsızlığını biz de yaşamaya başlarız. 

Kahraman, geri dönülmesi mümkün olmayan bir yerdedir, tam o anda bir karar verir. O karar, o sebeple sahici bir karardır... Ne yapılması gerektiğini bilmenin mümkün olmadığı bir noktada karar vermiştir, karar verme zorunluluğu içinde karar vermiştir... 

Yani, "yol temiz-cam kirli" bir karar değil, uygulamadır, ne yapılması gerektiği bellidir, herhangi bir kafa karışıklığı içermiyordur. Öğrencilik, hocalık, dindarlık, terapistlik, devrimcilik ya da neysek, ne yapıyorsak, o ezbere kapıldığımızda mekanikleşiriz, "programa" teslim ederiz aklımızı...

Cuma, Kasım 15, 2024

O havanın...

Geçtiğimiz günlerde "televizyon" hakkında yazan bir gazeteci, yeni yayımlanan bir diziyle ilgili fikirlerimi sordu. Cevap vermedim, ilke olarak vermiyorum, eş dost arasında bile konuşuyorum diyemem,  bir  arkadaşım, bunu profesyonel bir mesafe olarak niteledi, piyasanın içinde olmamla ilişkilendirdi. 

Tam da soramadım, çekindiğimi mi düşündü acaba,  "dedim olabilir", uzatmanın bir manası yok çünkü...  O gazeteciye ve arkadaşıma söylediğim şey şuydu,  o tartışma havasının içinde olmamayı tercih ediyorum, işe güce bakayım istiyorum. 

Popüler olanı konuşuyoruz, hepimiz az ya da çok etkileşim bağımlısıyız. Yeni olan bir film, bir dizi, bir şarkı, bir tartışmayı irdelemeyi, sallamayı, küçümsemeyi, anlam katmayı ya da anlamsızlaştırmayı seviyoruz.  Överken ya da azımsarken kendimize itibar katmak istiyoruz. 

İki satır kendimden söz edeyim, öyle ya da böyle, yazarak geçiniyorum. Sanatın, edebiyatın, senaryonun ya da yazdığım doktora tezimin son kertede hayat karşısında yetersiz kalacağını daha en baştan kabul etmiştim. Senaryo işinde ne yaparsam yapayım, mainstream içinde yazdığımı biliyordum, hissettiğim edebi tiksintiye karşı hayal ettiğim edebi arzuyla mücadele etmem gerektiğini de biliyordum. 

Bunu bir akademisyen, editör ve yazar olarak elbette biliyor ve yaşıyordum. Ama ne akademi ne de edebiyat, popüler kültürün merkezinde değiller. Böyle bir sürükleyici etkileri yok. Popüler olanı etkileyen çok şey var...dışarısı ve içerisi ister istemez farklılar. 

Popüler kültür üretimlerine dikkatle bakarsanız, neyin neden sevildiğini veya sevilmediğini anlayabilmenin pek mümkün olmadığını anlarsınız. Kendisi sevdiği ya da sevmediği için kestirip atan münekkit çok ama durum sahiden o kadar kesin çözülemiyor. 

Popüler olan, çok konuşulduğu için elbette, ürettiği like-unlike çeşitliliği say say bitmez ölçüsünde. Dizi sorulmuştu bana, o dizi "hiç beğenilmemiş" olabilir ama buna rağmen çok seyredilmiş olabilir. Veya çok beğenilen dizi o sonuna kadar seyredilmemesi de mümkün. Üstelik, o dizinin beğenip beğenilmediğini seyirci yorumlarından çıkartıyorsak eğer, manipüle edilmiş bir kamusallığın içinde üretilen yorumlar olduğunu da hatırda tutmamız gerekiyor. 

Perşembe, Kasım 14, 2024

Yavuz

Deniz ülkesiyiz ama kolektif hafızamızda yeri olan pek gemimiz yoktur. Hani "yüreğimize" dokunmuş, romantize edilmiş, kahramanlığı ya da faciasıyla aklımızda kalmış gemileri kastediyorum. Ertuğrul firkateyni, Dumlupınar denizaltısı, Savarona yatı, Kurtuluş gemisi ve hatta Struma gibi gibi... Galiba, Yavuz kadar yaygın bilinen ve hatırlanan bir başka gemimiz yok! 

Görseldeki Yavuz, kendimden yola çıkacağım, yetmişli yıllarda bile halen konuşulurdu, bir popüler kültür ikonuydu, şimdiki kadar  unutulmamıştı. Milli eğitimde bir gurur vesilesi olarak halen zikredilirdi. Vefasızlıkla hurdaya çıkarıldığını, parçalandığını, o parçalardan da jilet yapıldığını duymuştum, doğru olup olmadığını bilmiyorum ama elime her jilet aldığımda Yavuz'u hatırlardım. Popüler kültür, vefasızlık hikayelerini (romantize ederek cilalamayı) çok sever, miadı dolmuş bir geminin hurdaya çıkmasını bile kederli bir hikayeye çevirerek benim gibi çocukları (ve "çocuk kalplileri" diyelim) efkarlandırabilir... 

Yavuz, Alman gemisiydi, Sivastopol'u topa tutarak bizi büyük savaşa dahil eden iki kruvazörden (diğeri Midilli) biriydi. Almanlar gemileri bize vermiş, içindeki askeri personele Osmanlı üniformaları giydirilmişti. O yıllarda Yavuz kadar büyük ve teknolojik olarak yeni gemimiz yoktu, Almanlar olmasa gemiyi çekip çevirecek bilgiye sahip değildik. Öğrenilir,  öğrendik... 

E Yavuz ne yaptı, tek tek girdiği çatışmalara bakarsak Ruslara karşı gayet başarılıydı... Öyle ki, çok geçmeden bir savaş efsanemize dönüştü, varlığı insanlara iyi geliyordu. Boğaz'ın bekçisi olmuştu, "o varsa Ruslar İstanbul'a inemezdi." Rus gemilerini nasıl batırdığı, nasıl ürküttüğü anlatılıyordu. Sadece Karadeniz'de mi, Gelibolu'da görünmesi dahi orduya moral olmuştu. Kartpostalları satılıyordu. Dergilerde gazetelerde fotoğrafları, poster kıvamında resimleri basılıyordu. O kadar etkileyiciydi ki, sonraki yıllarda cumhuriyet donanmasının bayrak ve amiral gemisi olmuş, Atatürk'ün naaşı dahi ona taşıtılmıştı. Şunu söylesek yanlış olmaz, Yavuz, İttihatçı gelenek ve cumhuriyetçi mitoloji adına açık ara çok önemliydi. 

Bugün niye hatırlanmıyor diye sorsak ne cevaplar verebiliriz? Genel olarak gemiler hiç bir yerde "konuşulmuyor" diyebiliriz. İnsanlar eskisi kadar gemileri önemsemiyorlar. Ulaşım değerleri sanki azaldı veya romantizm faslından arkaik kaldılar, fırtınalar ya da korsanlar, bugünü temsil etmiyorlar, akla gelmiyorlar. Şimdi olsa, biliyoruz ki  Titanik batmazdı...  

E peki özele, bugüne ve yerele -popüler kültürümüze- dönersek, Yavuz bir "kahraman" olarak niye hatırlanmıyor? Bunu mevcut siyasete, dönüşen hakim ideolojiye bağlamak gerekiyor, süregelen ikonları bazen değiştirmek, bazen tersine çevirmek istedikleri aşikar...  Bana, yapılan, Kemalist kanona (ve milli kimlik inşasına) ait bir unsuru bile isteye yok saymak gibi geliyor.

Çarşamba, Kasım 13, 2024

Çizgilere Derkenar 39

Duymuş ama görmemiştim, kimi sayıları Tüstav arşivinde paylaşılınca Selçuk Demirel'in çizgi ve kaligrafisinden oluşan sendika yayınını görebilmiş oldum. Henüz 21 yaşındayken bütün gazeteyi tasarlamış, ilginç ve az rastlanır bir emek göstermiş...

Faruk Alpkurt'un hazırladığı düğün davetiyesi, eskiden, insan hayret ediyor, çizerler, o kadar çok çeşitli işler yaparak geçinirlermiş ki, sırasıyla fotoğraftı, bilgisayardı, yapay zekaydı azala azala mı demeli, bu çeşitliliği kaybetmişler. Alpkurt, iyi yaptığı portreciliğine başvurarak damadı esprileştirmiş...Davetiye metnindeki bir ifade bana komik geldi, "saat 20.20'dan sabaha kadar kadar yapılacak düğünlerinin" denmiş... Sabaha kadar eğlenceye bugün izin veriliyor mu bilmiyorum...

Celal Koç'un "Vamp" çalışması, sıfırıncı sayı olduğuna göre bir deneme yapılmış, arkası gelmemiş, ilk yayınında kaçırmışım. Celal, erotizme meyli olan çizerlerden, "kadın" çizmeyi seviyor...Yurt dışına işler yapıyordu, eksik biliyor da olabilirim ama sanki hep bu yönde bir yoğunlaşması oldu. Vamp da bu fikrin etrafında geliştirilmiş, kısa hikayelerden oluşturulmuş bir albüm... Balon ve anlatım kutusu kullanmadan Vamp kadınların kötüleri alt etmesini anlatmak istemiş... Ne ki kahramanlarını okura yaklaştırmamış, biri birilerini pataklıyor ama kim kime ne yapıyor merakını o yakınlık olmadan kuramıyor... 

Salı, Kasım 12, 2024

Romantik

Romantik dergisinden söz edeceğim. Aynı isimli ve temalı altmışlı yıllarda çıkmış bir dergi daha vardır, ben o sanıyordum, değilmiş... Bu yetmişli yıllarda Şilliler tarafından çıkartılmış olan Romantik'miş... Çizgi roman, daha çok erkek çocukları üretildiğinden bu türden "teen age girl" hikaye ve serileri ister istemez istisnailer, az satıyor ve kısa ömürlü yayınlar olarak kayboluyorlar. Romantik de öyle olmuş. 

Altmışlı yıllardan başından itibaren, yani bizdeki çizgi romanın satış ve çeşitlilik bakımından altın yıllarında, genç kadınlar için aşk ve romantizm temalı yayınlar çıkmaya başlıyor. Bizden söz ettim ama çizgi romanın endüstri olduğu her yerde benzer bir değişim yaşanıyor, global bir etki olarak bize de sirayet ediyor...

Niye o yıllar diye sorulursa eğer...Bizde yeni anayasanın özgürleştirici etkisi ve siyasi iyimserlik, karayollarının gelişmesi, matbaa teknolojilerinin değişimi, ülke çapında satılan yayınların maddi getirisini filan sayabiliriz. Okur çoğalıyor, pazar büyüyor, çeşitlilik ihtiyacı hasıl oluyor diyelim.

Dünyada ise kadın hareketinin yükselişine ve 68'in radikalliğine bağlı bir dönüşüm var. Kadınlar sadece gündelik hayatta değil çizgi romanlarda bile aktifleşiyor ve daha çok görünür oluyorlar. Sadece "kaçırılan kadın", "sevgilisini kıskanan kadın" veya "erkek kahraman için rekabet eden kadın" klişesi olmaktan sıyırılıyorlar.

Romantik çizgi roman dergileriin bizdeki en ünlü örneği ve en uzun ömürlüsü Tina'dır, onun kadar olmasa da Çiğdem akla gelir...Bu Romantik ise Amerikan menşeli imiş, Tina ve Çiğdem Britanya kökenli işlerden oluşuyordu. Romantik'te Stan Lee senaryoları, Conan'dan bildiğimiz John Buscema çizgileri filan varmış, o bakımdan ilginçmiş, onların ilk işlerini Romantik'te okumuşuz-görmüşüz meğer... Tek duyguya indirgenmiş, seviyor-sevmiyor ekseninde yaşayan kadınların kahramanı olduğu (bugün için arkaik kalan) mutlu son'lu kısa aşk hikayeleri okuyoruz. Dergiyi bu yoğunlukta görmemiştim, hoşuma gitti. 

Pazartesi, Kasım 11, 2024

Konuşturan fotoğraf familyasından

Konuşkan fotoğraflar familyasından tatlı bir örnek. Taburede oturan adamın bıyıklarını dikkate alırsak, otuzlu yıllarda çekilmiş bir stüdyo fotoğrafı bu. Bir baba-oğul fotoğrafı gibi görünüyor. Onlar mı seçmiş, yoksa fotoğrafçı mı hayal etmiş muğlak olmakla birlikte defaatle kullanılmış bir sahne istifi gibi duruyor... Okur yazarlık az bulunduğundan fotoğrafçımız müşterilerinin eline bir kitap tutuşturuyormuş sanki.. 

Önce görüneni konuşalım, fotoğrafın istifi kesin bir hiyeraşiyi, babanın aile içindeki rehber otoritesini vurguluyor... Oturması bile bir ağırlık sembolü... Baba "olmuş-bitmiş" ve duruyor, oğul ise hareket halinde ve öğreniyor... Baba, kitabı elinde tutarak, bilgiyi, otoriteyi ve rehberliği temsil ediyor...O kitabı  "henüz" vermediğine göre oğlunu olgunlaşmamış sayıyor..

Fotoğrafın konuşkanlığı şuradan, bir Kürt arkadaşım, taburede oturanın TC olduğunu söyledi gülerek...Genç feministlerden bir başka arkadaş ise "ataerkillik" üstüne bir yorum yaptı, "neden kızıyla fotoğraf çektirmiyor, her şeyin temelinde erkeklik sıkıntısı var " dedi. 

Fotoğrafta ergen erkek yerine aynı yaşta genç bir kadın olsaydı, baba-kız eksenini nasıl yorumlardık diye ister istemez düşündüm...Öyle olsaydı, "koruma-kollama" dönemsel olarak daha belirginleşirdi galiba... Anne kız olsalardı mesela sanki daha nezaketli, erkeklik karşısında daha muhalif bir duruş-birliktelik olarak okunabilirdi... Hoca öğrenci olsalardı, eğitimdeki saygı ve kabul görmüş bir otoriteyi niteleyebilirdi. Patron ve işçisi olsalardı, yönetme gücünü ve bağımlılığı, izne bağlı olarak öğrenmeyi işaret ederdi...

Ayaktaki genç, oturan Türk patrona karşı Kürt işçi olsaydı daha da farklılaşırdı söyleyeceklerimiz, kitaptaki "bilgi", ulaşılması zor bir kültürel sermayeyi nitelerdi... Türk patronun oturması ile Kürt işçinin ayakta kalması arasındaki mesafe, etnik ve sınıfsal olarak daha da derinleşirdi... Azınlığın da azınlığı var diyerek Kürt-Alevi kadın  işçi olsaydı diye uzatmak istemiyorum...

Her yorum tartışmaya açık... Herkes baktığı yere göre dünyayı yorumluyor, arada yazıyorum, üniversite eğitimi en çok bu yorumlarla karşılaşabilmek, yaşadığımız dünyada ne kadar çok "gerçek" olduğunu anlayabilmek, farkındalık yaratabilmek demek...

Bir yorumu sona sakladım, bir arkadaş "kimse sınıf temelli bir yorum yapmıyor değil mi? diye sordu. Ona göre fotoğraftaki baba, ticaretle uğraşıyordu- oğlunu büyük şehre ve iyi bir okula gönderecekti, burjuvaziyi temsil ediyordu, elindeki kitapla ve oğluyla fotoğraf çektirerek seçkinleri taklit ediyordu filan... Arkadaşımın derdi, kimlik siyasetinin sınıf siyasetinin önüne geçirilmesiydi, bu yüzden Trump bir kere daha seçiliyordu, popülist sağ her yerde kazanıyordu vs... 

Sınıf temelli bir yorum, bir kesinlik içeriyor ve net bir cevabı olduğu için insanı rahatlatıyor ama (romantize ederek aksini iddia etsek de) yetmediğini-yetemediğini hepimiz biliyoruz-yaşıyoruz. Genç feministler "dünyanın ezilen sınıfının, kadınlar" olduğunu "bütün kadınların birleşmesi" gerektiğini söylüyor-sloganlaştırıyorlar mesela... Demek istediğim, bu bir süreç ve bir anda olmadı, göz ardı edilerek bir başka şeyin yerine ikame edilmedi. Cevap olamadığı için yeni sorular sorulmaya başladı. 

Pazar, Kasım 10, 2024

Hep şiir hep şiir

Ofisimin olduğu binada yaşayan, dört beş yaşlarında Genco diye hafif yaramaz bir oğlan çocuğu var, bana çok kitap gelip gittiği için, dikkatini çekmiş olmalı ki, kapının önünden geçerken "hep kargo, hep kargo" diye söyleniyor, benden de sakınmıyor üstelik. 

Suut Kemal, Türk Dili dergisine gelen yazılardaki şiir çokluğuna bakıp hayıflanırmış... "Hep şiir, hep şiir"... Şimdi ne kadardır bilmiyorum ama ben gençken "şair nüfusu" sahiden çoktu, eski dergilere bakıyorum, daha eskiden daha da çokmuş... İnsan bu çokluğu anlamlandırmak istiyor.

Bu çokluk, sadece şiir sevgisiyle-edebiyat tutkusuyla açıklanamaz gibi geliyor bana... Bir arkadaşım, bu çokluğu patolojik ve patetik bulur, bu topraklarda yaşayan insanların kavramsal düşünememesine bağlardı. Abartıyorsun canım benim derdim ona, buraya da yazmış olayım, kendine çeki düzen versin.

Hatıratlara bakarsak eğer, polis memurundan ka'vedeki arkaşa varıncaya kadar halkımız şiirle uğraşanları "solcu" sayarmış, e diyecekseniz bu kadar solcu var mı? Yok. 

Şair çokluğuyla solcu azlığını aynı kefede şey etmek doğru olmayabilir, son sözüm bu...  

Not1: Sana ne lan Genco!

Not2: Barda şiir okuyan şair bizden değildir demeyeceğim, ben tanışmayayım yeter...

Cumartesi, Kasım 09, 2024

İnstoş

Instagram hesabım yok, yaptığım işler nedeniyle olmamasına çok şaşırılıyor, "görünür" olmakla ilgili bir hata yaptığım düşünülüyor. Doğrusu buna doğru ya da yanlış diyemiyorum, bilmiyorum çünkü... Anlıyorum ki, film ve dizi sektörü orada "yaşıyor"... 

Nerde okuduğumu hatırlamıyorum ama instagram kapatıldığı sırada hissettiklerini anlatan bir genç, mealen söylüyorum, "yaşadıklarımı anlatmak değil göstermek istiyorum" demişti. Görsel içeriğin yazıdan daha etkili olduğu bir hayatın içindeyiz, o bakımdan ifadesi yaşanan zamanı doğru niteliyordu... İnstagram gibi bir mecrayı anlamıyor değilim, çok kullanılıyor çünkü hepimiz onaylanmak ve takdir edilmeye ihtiyaç duyuyoruz, ilişki kurmak istiyoruz, yaşadığımızı göstermek, hatıralarımızı kayıt altına almak ve saire...

Ne ki bir de fomo diye bir hissiyat var, "bir şeylerden geri kalma" korkusu (fear of missing out) diye çevriliyormuş, olup bitenlerin uzağında-gerisinde kalma endişesi olarak özetlenebilir. Moda olanı izlemek, en çok yapılanı yapmak gibi gibi... Instagram'da olmam gerektiğinin söylenmesi, tam da böyle bir şey aslında... Yaygınlaştırılan ve normalleştirilen bir endişe bu, kimseye garip gelmiyor... Orada olmazsam kaybedebilirim (!)...

Böyle bir hissiyat karşısında düşünmek, kendimi ve geleceğimi tartmak durumunda kalıyorum. Fomo bitimsiz bir izleme ve karşılaştırma üretmemize neden oluyor, izolasyondan korkuyoruz, bu bizi sürekli izlemeye, popüler tepkilerin ne olduğunu anlamaya itiyor. Kaygı üretici-zorlayıcı bir durum bu...

Bununla nasıl başa çıkılır çok bilmiyorum, genellikle djital detokstan söz ediliyor, sosyal medyayı az kullanmak filan öneriliyor... Olup bitenlere farkındalıkla ve kabul ederek bakabilmek de bir yol olabilir gibi geliyor bana... 

Pek çok insan, bana İstanbul'da yaşamam gerektiğini söyledi yıllarca, içime sinmediğinden hiç yanaşmadım, kapitalizme bu denli yakın yaşamamayı tercih ettim hep... Doğru olan,  yapılan işin hakkını vermek ve anlamlı ilişkiler kurabilmek gibi geldi bana... Instoş ile İstanbul'u aynı cümlede boşa kullanmıyorum, arz ederim.

Cuma, Kasım 08, 2024

Soyadı

Benim az bulunan bir soyadım var, insanlara da ilginç geldiğinden olabilir, hayatım boyunca, pek çok arkadaşım bana soyadımla hitap etti, ediyor... Dedem, öksüz ve yetim olduğu için, kader birliği ettiği, tamamı öksüz ve yetim olan arkadaşları gibi durumunu anlatan bir soyadı seçmiş... 

Bir farkla, pek çoğu, "Tekcan, Bircan" gibi bir şeyler seçiyormuş, dedem ya da oradaki memur, "benimki de" veya "seninki de" tersi olsun de(n)miş ve soyadımız "Cantek" oluvermiş... Dedemin bunu uzun uzadıya düşündüğünü ya da sonradan az bulunduğunu fark ettiğini sanmıyorum. 

Oldum olası Cantek soyadına bakınırım, bu yaşa kadar ailem dışında birileriyle karşılaşmış değilim. Yanlış anlaşılmasın, gururlanıyor filan değilim, değiştirmek için özel bir çaba göstermezseniz, o soyadı size miras kalıyor, kullanıp gidiyorsunuz. Bana da bu geldi işte...  

Yukarıdaki listeyi görünce ister istemez bir kere daha düşündüm, Tekcan'ı Cantek yapınca az bulunur bir soyadına ulaşıyorsanız, bu durum, bir tık farklı olmanın bu kadar kolay ve zor olduğunu gösteriyor. 

Perşembe, Kasım 07, 2024

Son Okuduklarım 97

Her iki albüm, mimarlık tarihiyle ilgili bir proje kapsamında üretilmiş çizgi romanlar, animasyonları da varmış, onları görmedim. Meraklısı için not düşeyim, aynı seriden iki ayrı albüm daha önce çıkmıştı. Bir yanıyla özellikle Batı Avrupa müzelerinde satılan türden çizgili kılavuzları andırıyorlar. Diğer yönü ise akademik bir tutarlılık iddiaları, ki genel üsluplarını  daha çok bu hava belirliyor. Zamana, tarihe ve kişilere gösterilen hassasiyet, tahkiyenin önüne geçebiliyor. Yüzen Köşk'ün Anahtarı için dizinin en iyi hikayesi denebilir, Bahadır iyi çizmiş albümleri.

Tatlı Limonlar, annesinin yasını tutan, o süreci henüz atlatamamış genç bir kadının hatırladıklarından oluşuyor. İyimser, trajedisini koyulaştırmamayı tercih etmiş, dokunaklı bir "kadın" anlatısı. Akışkanlığı iyi kurmuş, kanırtmamış, didaktik ve "pop" olmamış başarılı bir grafik roman. Türk-Almancı hikayesi de denebilirdi, Almanya'da yayımlanıp buralara gelen albümlerden. Bulut Bebek, Nuray Çiftçi'nin bant karikatürüydü, Güneş ve Cumhuriyet'te yayımlanmıştı. Kitap olarak kaçırmışım, yayınından birkaç yıl sonra 1994'te çıkmış. Aralıklarla yineliyorum, bizim çocuklar için üretilmiş çok az çizgi dizimiz var. Haliyle çocuk kahramanımız da yok. Bulut Bebek, mizahi bantların klişelerini iyi kullanıyor. Bebeğimiz, bir yetişkin gibi düşünerek espriler de yapıyor, anlamlandırmaya da çalışıyor. Espriler, üzerinden zaman geçtiği için aktüele yenilmiş olsa da, orta sınıf dünyasından çıkarımları var, mizah dergilerinde yayımlanamazmış mesela... Masumluğa, saçmalığa, kontrastlara gülüyoruz. Yetişkinleri görmeden-bazen de duymadan izliyoruz olup bitenleri. Bant karikatürümüzün kısa ömürlü işlerinden, devam edebilirmiş, üzücü.

Çarşamba, Kasım 06, 2024

Kültablası


Trendyol'da böyle bir şey satılıyor. Aramızda konuşsak, eskisi gibi değil, çok değişti, yaygın biçimde kritize ediliyor,  akademide mizojini hakkında çalışmalar yapılıyor, feminizmin popülerliği, kadın hareketinin yükselişi, genç aktivistlerin dinamizmi şu bu deriz ama, satılıyor işte. 

Hayır, satanı düşündüm, esnaf dediğin her çeşit insanla muhatap olur, esnaftan bunu satarsam dükkanıma-itibarıma zarar verir demesi, vazgeçmesi, doğru davranması beklenir...Hadi onu geçtim, sitenin biz bunu sattırmayız demesi de gerekir... Cidden anlamadım.

Salı, Kasım 05, 2024

Münir Özkul'un saati

Ellili yılların popüler haber dergilerinden biri olan Devir, Münir Özkul'u kapağına taşımış, az şey değil, henüz otuz yaşında bir oyuncu... Dergideki fotoğrafları Ara Güler çekmiş, hakkında yazılan yazıda imza yok ama Altemur Kılıç yazmış olmalı... Övgü dolu, övdüğünün de farkında olan bir yazı. 

Yazıda iki şey ilgimi çekti, ilki bana bir şey hatırlattı, en az çeyrek asır önce eski bir yönetmenle konuşuyordum, çalışırken başına gelenleri anlatıyordu, bir grup oyuncu ve sanatçıyı kastederek "Bakırköylülerbeni aralarına almadılar, yok saydılar" filan diyerek saydırdıkça saydırmıştı. Malumunuz, itibarla ilgili rekabetin olduğu mecralarda gıybet çok olur... Gel gör ki, ben hem Ankaralıyım hem de teotora cemiyetinde kim kimdir pek bilmem... O sebeple çok anlamamış ve "deşecek" sorular sormamıştım.

Yazıyı okurken öğrendim ki Özkul, Bakırköylüymüş... Önemli mi bilmiyorum... 

İkincisi tatlı bir espiriymiş, "Ölmek için yarım saatiniz kaldığını bilseniz ne yapardınız" diye tek soruluk bir anket varmış, Özkul "saatimi satardım" cevabını vermiş zamanında, onu da paylaşmışlar. 

Pazartesi, Kasım 04, 2024

Hacivatın Karısı

Hacivatın Karısı ile yirmi yıl kadar önce kütüphanede başka şeyler çalışırken karşılaştım, sanki kırklı yılların gazetelerinden birinde, muhtemelen Ulus'ta, bir edebiyat eleştirisi yazısında rastlamıştım o eğlenceli dizelere: "Hacivat'ın karısı / İncecikten yeldirmeli / Göz kaş oynatmalı / Gerdan kırmalı / Belden sarmalı / Gülmeli güldürmeli / Rakı süzmeli / Aşık üzmeli / Şiir düzmeli / Hacivat'ın karısı / Beyoğlu'nda gezmeli"

Okuyunca bayılmıştım.

Salah Birsel'i biliyordum, iyi bir okuru değildim ama edebiyat dergilerinde çıkan denemelerinden tanıyordum, o neşeyle, o coşkuyla, o dizelerle ise karşılaşmamıştım. Yirmi yıl dedim ya, en az yirmi yıldır, o yaşlardaki Salah Birsel'in şair olarak daha çok takdir edilmesi gerektiğini düşündüm hep. Acaba dedim hep, Orhan Veli'yi mi andırdı dizeleri... Bilerek abarttım, zihin açıcı olsun diye... Şiirimizdeki delidumanlık hep Orhan Veli ile anılır da ondan.

Yukarıdaki görsel, Salim Şengil'in meşhur Seçilmiş Hikayeler Dergisi kitapları serisinden, Şiir Özel Baskılarından çıkan aynı isimli kitabın kapağı. Turhan Selçuk, şiirlere vinyetler çizmiş, 1955 yılı için hoş tasarımlı bir sunumu var kitabın. 

Turhan Selçuk'un o yıllardaki akışkan, yuvarlak hatlı çizgileri, Salah Birsel'in Kamer hanım'a, Güzin ve Jale'ye hitap ederek yazdığı maceralarına güzel eşlik etmiş. Benim için şiirle karikatürün en uyumlu olduğu albüm olabilir, sorulduğunda ilk aklıma gelen hep Hacivatın Karısıdır ve "aa tatlıdır" derim, yüzüme bir hınzır bir gülümseme oturur. 

Pazar, Kasım 03, 2024

Kesik Baş

Kesik Baş, bir Hüseyin Rahmi polisiyesi, türe bir tutkunuz varsa, veya benim gibi beyfendi nasıl yazmış aceba diye merak ediyorsanız, biraz dağınık olmakla birlikte bir ortalaması var, alın okuyun derim... Yeni baskıları mevcut...

Romandan söz etmeyeceğim, Hüseyin Rahmi'nin tatlı bir gevezeliği vardır, yazarken iştahlanır, birini sever, onun peşinden bizi sürükler, iki kişiyi konuşturur, lafı çok başka bir meseleye getirir... Roman biter, e peki biz o kısımları niye okuduk deriz... Bunun en temel sebebi, yazarımızın esasen tefrikacı olması, aralıklarla yazması, bile isteye uzatması veya nereye bağlayacağını "henüz" bilmediği için vakit kazanması olabilir... 

İşte o kısımlardan birini anlatacağım, romanda haliyle öldürülen biri var, onun kat'li araştırılıyor, adam evinden çıkmış, bir arabaya binmiş bilinmeyen bir yere gitmiş, polislerimiz o arabacıyı bulmak için gazeteye beş yüz lira ödüllü bir ilan veriyorlar... Bu ilan meselesi, o dönemde polisiye türünü taklid ve inşa eden yazarlarımızın çok sık aklına gelmiş... Gazeteler o denli etkili değil halbuki. Artık ne ise, nasılsa, romanda arabacılar gazetedeki ilanı okuyor, duyuyor ve emniyete başvuruyorlar...

Tam da bu noktada Hüseyin Rahmi devreye giriyor ve en iyi yaptığı şeyi yaparak, para için taklalar atan, yalan söyleyen, kurnazlık eden alt sınıflardan insanları konuşturuyor. Arabacılar, ödülü alabilmek için yalan üstüne yalan söylüyor, iki hafiyemizi kandırmaya çalışıyorlar. Hatta bir tanesi, bir İnekçi ile anlaşıp metruk bir evde cinayet mekanının tasarımına bile kalkışıyor, yerde kanlı kemikler şunlar bunlar istifliyor... Neler neler… 

Kapak resminde Münif Fehim'in çizdiği sahne de öyle... Sarhoş Nafiz, paraları tüketmiş ve zilzurna bir halde, kaynanasının gönlünü almak için satın aldığı lahanayla birlikte eve dönerken kuyuya düşüyor, işte adamcağızı oradan çıkarmak için toplaşanlar, aralarındaki konuşmalar filan bizi "kıkır kıkır" güldürürken... lahana sanılan kesik bir baş çıkıyor ortaya... 

Yani laf "ebeliğiyle" dolandırıyor Hüseyin Rahmi, gezdirip duruyor bizi...İddialı bir cinayet, zeki bir katil, işini iyi yapan polislerden çok o gezintiyi okuyoruz, polisiyeyi mahalleye, arabacıya, lahanaya, kaynanaya getirmek...ben seviyorum, hoşuma gidiyor o ayrı...

Cumartesi, Kasım 02, 2024

Bak bir varmış bir yokmuş

Çeyrek asır olmuştur, istisnasız her gün ilüstrasyon sitelerine, belli başlı isimlerin üretimlerine bakarım. Yukarıdaki çizimi yakınlarda gördüm, çizeri tarafından belirtilmemesine karşın benim bildiğim bir pulp ilüstrasyonuna yeni bir yorum getirilmiş... Yani dedektifin yerine Franki, genç kadının yerine Mumya-Kadın çizilmiş filan diyelim... 

Buraya kadar her şey tamam, ama onca işimin arasında neydi bunun orijinali, kim çizmişti diye takıldım, şu olabilir, bu olabilir, google taramaları yaptım, evdeki albümleri indirdim ve ne yazık ki bulamadım. Böyle olunca, hafif tertip tırlatıyor, başka bir işe geçemiyorum. Son çare olarak chatgpt ile hasbihal ettim, doğal olarak o da bulamadı, matrak bulduğum için paylaşayım istedim, çünkü yazışmalarımız sonunda aşağıdaki resmi "çizdi". Eyvah kere eyvah diyorum...

Cuma, Kasım 01, 2024

Son Okuduklarım 96

Rochette'in Son Kraliçe'si doğa ile medeniliğin çatışmasını anlatan hikayelerden...Türe dair klişeleri iyi kullanmış, üstelik tarihi arkaplanı doğru seçilmiş... Yüzü yaralı bir savaş gazisi ile bir heykeltıraşın aşkı eklenmiş... Böylece kırsal ile metropolü, yapıntı ile doğada olanı karşılaştırmış. Modernist akımı da doğa düşmanı vahşi kapitalizme teyellemiş. Temelde karanlık bir hikaye anlatılıyor, bilerek muğlak bırakılmış kısımları var, kızıl saçlı anneleri çok anlamıyoruz örneğin, şamanik bir dinin yokoluşunu da okuyoruz sanki... Araya katılmış tarihi hikayelerin devamlılığı düşünülünce "temiz" olana ilişkin yazar yorumu haliyle abartılı ve fazla uhrevi durmuş... Hakkını da teslim edelim, iyi çizilmiş, insanı içine çeken bir karartıcılığı var sayfaların. Büyük Şefler, bir gazetecilik çizgi romanı. Bir tahkiye içinde Fransa'nın sekiz ünlü aşçısıyla sohbetler ediliyor. Araya küçük bir aşk hikayesi ve dedeyle yaşanan iyimser bir kuşak çatışması katılmış. Yemek kitaplarının rehabilite edici pozitifliği albüme de yansımış, çizgiler güzel-kareler arası devamlılık ortalamanın üzerinde... Geriye şeflerin gazeteciye anlattıkları kalıyor, albüm de onlar ilginçse ilginç ilerliyor diyelim.

BRZRKR, Keanu Reeves'in eş yazarlarından biri olması nedeniyle çok konuşulan, haliyle çok satan bir çizgi romandı. Merak ediyordum. İlk dört bölümü itibarıyla "çok ama çok" ilginç diyemem. Çizgi romanlar yenilmeyen ve ölmeyen kahramanlara aşinadır. İnsanlık tarihi boyunca yaşamış, öldürmüş, durdurulamaz bir savaş silahına dönüşmüş birinin, kaçınılmaz olarak artık ölümlü olmak-ölmek isteyen Berzerker'in hikayesini okuyoruz. İyi çizilmiş, tahkiyesini biraz uzun ama doğru anlatan bir albüm. Devam ettiği için sonra neler olacak göreceğiz. Muhtemelen Berzerker'in insan olma arzusuna, huzur arayışına odaklanılacak. Anladığım kadarıyla spin-off'ları saymazsak on iki sayıda sonlanmış. Netflix'te dizi olarak yayımlanacağı için hikaye orada başka türlü evrilecektir. Teksas'ı en son kaç yaşımda okudum bilmiyorum, EsseGEsse üretimlerine pek meyletmedim, en fazla sekiz-dokuz yaşımda okumuş olabilirim. Blek'in Öyküsü, yeni bir yorum olunca, Çelik Blek'in hayat hikayesini bunca yıl sonra nasıl kurmuşlar diye merak ettim. Baskısı eskiymiş, aradım buldum. Blek, zindanda Profesör ve Rodi'ye onlarla tanışmadan önceki hayatını anlatıyor. EsseGesse üretimlerinin temelinde olan sürekli aksiyon ilkesine sadakat gösterilmiş gözüküyor, ne ki, günümüzde bir çizgi roman popüler kültüre hükmeden aksiyon ve sürata yetişemez artık. Derinleşerek başkalaşması, hep örneklendirildiği için yazıyorum, sinemadan çok edebiyata yakınlaşması gerekiyor. Öyle bakınca hikayeler hem kısa kalmış hem de "karaktersiz" geliştirilmiş. Ve bence nostaljik değil arkaik kalmışlar. Voltaire karşılaşması filan bizi kesmemiş. Diğer yandan çizgiler güzel, elli yıl önce çocukları büyüleyecek akıcılıkta hatta... Pek çok dönem çizeri gibi ne yazık ki çizgi romancılar artık dikkat çekmiyor, popülerleşemiyor o ayrı...

Perşembe, Ekim 31, 2024

Fark

Fotoğraf altmışlı yıllardan, muhtemelen anne kız olan iki kadının dansözden duydukları tedirginlik,  birlikte görünmek istememeleri “resim” olarak hoşuma gitti. Sınıfsal bir hassasiyet göstermişler diyelim, dansöze bakmamak, onunla aynı ortamda olmaktan hazzetmemek, değer yargıları ve statü farkını koruma arzularından kaynaklanmış gibi duruyor. 

Ayrıca, sınıfsal baskı ve "saygın" görünme arzusunu da hesaba katmak gerek, eğlence anlayışlarının bu tarz ortamlara uymadığı izlenimini bile isteye vermiş de olabilirler. Malumunuz, beğenmediğini hissettirmeye çalışmak da bir sınıfsal gösteridir, mesafe koymak istersiniz, “avam”, “salaş” ve geniş anlamıyla uygunsuz bulursunuz.

Cumhuriyetin kadim tartışmalarındandır, fotoğrafın çekildiği yıllarda belki biraz daha fazlaydı, batılı ve modern olmak, çoğunluğun beğenilerinden uzak durmak da demekti…Batılı tarz eğlenceler daha "şık" ve "saygın" olarak değerlendirildiğinden, dansöz eğlencesi ziyadesiyle doğulu ve turistik, uzak durulması gereken ucuz bir semboldü. 

Akla gelebileceği için yazayım, utanma ile iğrenme farklı güdülerdir, utanmaları gerektiğini düşünmüş olabilirler, iğrenç de bulabilirler ama bana daha çok mesafe koymak istemişler gibi geldi.

Bakmamak demişken, bakanı atlamış değilim, kameraya -bize- poz veren dansözün bakışı var, onu da pek çok kez yazdım, kameranın büyüsü faslından...

Not: Fotoğrafı görenler yorum yaptığı için yazayım, o yıllarda erkeklik ve ataerkillik eleştirisi yaygınlaşmamıştı, edebiyatta ya da şiirde izleri nadir ölçülerde görülüyordu ama gündelik dile sirayet etmiş değildi… Yani, dansöze bakarken erkeklik eleştirilmiyordu. 

Çarşamba, Ekim 30, 2024

Ormana kaçmak

Kendimi iyi bir yerde, beni mutlu edecek bir yerde hayal ettiğimde hiç şaşmıyor, bir ormanda oturuyor oluyorum. Kimsecikler yok, tek başıma, sesleri dinleyerek öylece oturuyorum. Serin bir esinti, yeşillik, ıslaklık... 

Sonraları fark ettim, sıcak bana göre değil... Denizi ve yüzmeyi seviyorum ama sıcak kıyılarla aram yok. 

Çok değil beş altı yıl önce kalabalık bulduğum için kaçtığımı sanıyordum, artık öyle olmadığını, o sıcağın beni daralttığını daha iyi anlıyorum. Güneşten sakınarak, gölgelerden giderek yürümek, klimaların göğsümde yarattığı "baskıdan" bunalmak filan... ıhh... 

Bir gün "emekli" olduğumda  sahil kenarına değil, bir ormana, bir ormanın kıyısına sığınacağım... diyorum. Üst üste iki arkadaşım, "sen Ankara'dan ayrılamazsın" filan dedi, bir başkası bu "kıpırdamama" halinin psikolojideki adını söyledim filan. Bilemiyorum. 

Ormana geri dönelim...

On iki ya da on üç yaşımdayken Kemer'de kıyıya yakın bir şeritte yürüyerek ağacı bol yeşil bir dağa tırmanmıştık, ağustos ayıydı, tırmandıkça sıcaklık artıyordu, dağdaki ağaçların türünden olabilir sanki gölgesi yoktu ormanın...O zaman ilginç gelmişti, Akdeniz ormanları bildiğim ormanlar gibi değildi... Sıcak kere sıcaktı. Benim bildiklerimde yukarı çıktıkça hava soğurdu, üşürdünüz. 

Çocuksunuz, basit bir mantıkla ayrıştırıyor, anladığınızı da abartıyorsunuz, en az kırk yıldır, ormana ve ağaca duyduğum dikkatle olabilir, Akdeniz'deki Ege'deki yangınlarda o cayır cayır sıcağın en önemli fail olduğuna inanırım. 

Pek çok insana saçma gelecek, hiç olur mu dedirtecek bir kıyaslama yapayım, Ankara'da İzmir'den daha çok ağaç veya orman var. Dileyen araştırabilir. Yangınlarla ve turizm mafyası eliyle  oralarda ormanlar günbegün azalıyor. Buralarda ise hem çok dikiliyor, üstelik hava ağaca daha uygun bir serinlikte büyüyor ya da büyür oldu. Küresel ısınmanın sonuçları diyelim, mevsimler ve iklim haritaları değişiyor.

Malum, orta sınıf, sahil kenarında bahçeli bir ev hayali kuruyor, küresel ısınma bunu da değiştirecek... bu da yazının kehaneti olsun, şuraya bir ünlem işareti bırakayım. 

Salı, Ekim 29, 2024

Gazooz gibidir Angara

Her yaştaki gençler içinmiş...
 

Pazartesi, Ekim 28, 2024

Çizgi roman sohbeti


Ö l ü m - k a l ı m  H a l l e r i
Şu soruyla sık karşılaşıyorum, "çizgi roman ölüyor mu?" veya ne yapmalı da çizgi roman "ölmekten kurtulur?". Niye ölsün diye başlıyorum cevabıma, bu bir anlatım biçimi, derdini ve hikayesini anlatmak isteyenler "kıyamete kadar" çizgi romanı bir araç olarak kullanmayı sürdürecekler...Üstelik, diyelim bugün bir şey oldu ve hiç üretilmeyecek bile olsa yüzbinlerce okunacak çizgi roman var, okuyabiliriz. Çocukluğumuza ve kaybolup giden bir sanata "hadi gel" birlikte ağıt yakalım canım benim demek istiyorlar sanki. Üzerinde hemfikir olacağımız, uzlaşabileceğimiz bir çocukluk hatırası da yok ayrıca... Aynı mahallede bile büyüsek, hepimiz başka yerinden hatırlıyoruz olup bitenleri...

Yok, endüstriyel bir sorunsa, o benim sorunum değil... Örümcek Adam'ın satıp satmaması benim derdim olamaz. Hadi diyelim ben "tarihçisiyim", endüstrinin gelişimini izlerim, kayıt altına alırım ama bir şeye ah vah edeceksem, tek başına iş üreten bir grafik romancının hayal kırıklığına daha fazla üzülürüm... Yok, üreticisi olarak bana soruluyorsa, hikaye anlatmak için her zaman bir yol bulurum, buldum da...(...) Siz bunlara kapılmayın, üretirseniz, üretmeyi bırakmazsanız mutlaka karşılığını alırsınız. bakmayın siz, pozunu çok yapıyorlar, çalışmak kolay değil, onu pek yapmıyoruz.

Y e n i  ü r e t i c i l e r
Elbette, üreticisi sayısında bir azalma var, yetenekli insanların para kazanabileceği yeni araçlar var çünkü.... veya çocuklar için çizgi roman artık temel bir eğlence değil... çocuklar eskisi kadar çok "çizgi romancı" olmak istemiyorlar. Üretici sayısının azalması "sanat" olarak itibarı düşüren bir neden olamaz ama...

P o p ü l e r  k ü l t ü r  i ç i n d e
(...) Çizgi roman, popüler kültürün bir parçasıydı, artık eskisi kadar değil... bir tarihi ve folkloru var ama...bu gücünü mazisinden alıyor... Yeni bir ikon üretebilmesi imkansız... Hikayeler evreninde dijital platformlar, televizyon ve sinemanın yanında... etkiden konuştuğumuz için söylüyorum, esamisi okunamaz. Çizgi romanlar bin ya da bin beş yüz basılıyor, altı yüz adet basılanlar bile var artık. Sinema etkisiyle altı yedi bin satılan yabancı çizgi romanlar varmış. On beş bin satsa ne olur ki... 1970'lerde kırk bin satan dergiler az satılıyor diye kapanırdı. Mizah dergilerimizin hepsini toplasak yirmi bin satılıyor mu emin değilim, sanmıyorum. Bir etkileri var ama telife dönüşebilecek bir etki değil bu... Rağbet olmazsa telif de olmuyor, konuşulmuyor da... İnsanlar, sorarsanız popüler olanı eleştirirler ama döner dolaşır, konuşulur olanı konuşmak isterler...

O r i j i n a l l e r
(....) çizgi romanın eskisi gibi üretilmiyor, bilgisayar daha fazla işin içinde ama çizim sayfalarının koleksiyon ve sergi değeri yükseldi... İnsanlar tek ve biricik olan orijinal sayfayı satın alıyorlar... Yani geleneksel olan bitmez ve parayla olan ilişkisi nedeniyle değerli olmayı sürdürür. Sırf bu satış için sınırlı sayıda sayfa geleneksel olarak da çiziliyor. (...)

N o s t a l j i
(...) Dünya kadar insan halen üretiyor, sen çocukken okumuşsun, şimdi yaşlı adam gibi, nostaljiyle bize bir maziden bahsedip "bitti bu iş" filan diyorsun... Üretenlere saygısızlık filan demeyeceğim, senin beğenin veya seninle aynı fikirde olanların beğenisi... çizgi roman için bir ölçüt olamaz. Çok şükür olamaz. Dünya kadar farklı anlayış var bu işin içinde. Sen okumuyorsun diye okunmuyor diye düşünmek nasıl bir mantık anlamıyorum. (...) bakın bu da aynı şey, eskisi gibi çizilmiyor demek, eskisi gibi yazılmıyor demek... elli yıl önceki hikayelerle ilerlemek mümkün değil ki... akıl hala çocuklukta... sen o çizgi romanı okurken annen içerden gelip "dersine çalışsana evladım" diyecek sanıyorlar. (...) Popüler kültürün işleyişini düşünün, yeni gelmesi lazım bize, nostalji deniyor ya, o da revize edilen ve güne uyarlanan bir şeydir, nostalji dahi güne uyarlanmazsa yaşayamaz.

G r a f i k  R o m a n
(...) Grafik roman, yeni bir yön, çizgi roman için yeni bir anlatım biçimi... Edebiyata yakın bir dili var, bu bence çizgi romanın dergiden kitap formatına geçmesiyle de ilgili işlevsel bir yenilik... Biz çok farkında değiliz ama Batı Avrupa'da feministler grafik romanı tür olarak çok sahiplendiler, bir ifade ve tepki aracı olarak sahiden iyi kullanıyorlar (...) Hayır, karıştırılıyor, İngilizcesiyle biri comics diğeri graphic novel... bizse o Amerikan icadının milli şuurumuza tehlike yaratmasını istemediğimizden, onu ta en baştan edebiyata-romana yaklaştırmak istemiş, benzetmiş, iliştirmişiz... yani biz çizgi roman derken, daha öncesinde resimli roman derken "comics" demek istiyoruz...

U n d e r g r o u n d
Underground çizgi roman da tür olarak bir alternatifti... ve bence bizim çizgi romanımızın bu konuda da bir geçmişi vardı. Ama muhafazakar bir dönemdeyiz, nasıl desem, sahaflarda içki masası resimleri çok satıyor, neden çünkü, kaybolur gibi oldu, büyük şehirler dışında içkili lokantalar yok oldular. Mevcut sansür koşulları nedeniyle diyelim Lombak tarzı öyküleri yeniden görebilmek artık o kadar kolay değil... Politically correct de değil... (...)

M i n i m a l  i ş l e r
(...) Öngörüde bulunmak zor, içinde bulunduğumuz kültürel iklim, insanların otobiyografik hikayeler anlatmasını teşvik etmiyor, siyaseten hep bir "ağır" şey oluyor ve tepki veriyoruz,vermek zorunda kalıyoruz,  hep daha büyük bir mesele var, kendimizi kolay ifade edemiyoruz. Yani bu hengamede minimal işlerin çıkması çok zor...daha bağıran hikayeler olur ama...oluyor da zaten...

E s k i l e r
(...) Kim ilginçti, hep söylüyorum aslında... Engin Ergönültaş ilginçti, İlban Ertem hakeza... Suat Gönülay yine öyleydi...Üçü de çok güzel hikayeler bıraktılar bize... Ben nasıl desem, bu konularda bir oburum, ararım, eskilere bakıyorum, bir kaç ay önce Suavi Süalp topladım, okudum, biraz dönem ruhuna bakmaya çalışıyorum... Galiba diyorum, senaryo işlerim bittikten sonra yazacaklarımı istifliyorum.

S e n a r y o  i ş l e r i m
(...) Benim çizgi romanla ilgim, kitaplarım, grafik romanlarım filan senaryo işlerimde bana bir öncelik, bana bir kolaylık filan sağlamadı. Editörlüğüm veya akademisyenliğim de öyle... Başka başka çevreler bunlar... Yüksek bir rekabet var, senaryoya bakıyorlar, piyasa ölçüleriyle iyiyse, ilginçse, uygunsa seninle ilgileniyorlar. Yani ben editörmüşüm, kitaplarım varmış falan bunlar laftır, sahiden kimse ilgilenmez, kimse geçmişe bakmaz, çoğu insan yaptığım herhangi bir işi okumuş değildir. Hadi takdir edildim ve itibar gördüm diyelim, dün yok ki, aslolan bugün ve işin kendisi... yeniden ve yeniden bir kavga veriyorsunuz.

[2019 yılında Hacettepe ve Başkent Üniversitesinde yaptığım konuşmalardan, kayıtları deşifre eden Deniz'e (K. Yiğit) teşekkürler. Metni konuşma havasını bozmadan küçük düzeltmeler yaptım ve ara başlıklar ekledim]

Pazar, Ekim 27, 2024

Ne olacak bu mizah dergilerinin hali?


Muhalefet Defteri isimli mizah dergileri ve karikatür hakkında kapsamlı bir inceleme kitabı yayımlandı. Yapı Kredi Yayınlarından çıkan, Levent Cantek ve Levent Gönenç imzalı kitap, ikilinin kimileri daha önce yayımlanmış ortak imzalı çalışmalarına dayanıyor. Gönenç, bir Anayasa Hukukçusu, Cantek ise üniversiteden ayrılmış eski bir akademisyen. Gönenç’in çeşitli gazete ve dergilerde karikatürleri yayımlanmış, yayımlanıyor. Cantek de grafik roman senaryoları yazıyor, özellikle çizgi romanla ilgili pek çok kitabın yazarı. Muhalefet Defteri, kendi deyişleriyle çeyrek yüzyıl önce başlayan arkadaşlıklarının bir sonucu olmuş, tutkuyla konuştukları ortak ilgileri hakkında bir şeyler yazmak istemişler. İkisi de eski ve yeni mizah dergilerini topluyor, inceliyor ve izliyorlar halen. Gönenç “Ben karikatür çizmeye başladığım ilk yıllarda mizah dünyası büyülü bir dünya gibi geliyordu bana. Özellikle mizah dergisi ortamı… Tutturmuştum, babam beni kıramayıp İstanbul’da Gırgır ve Fırt’ın hazırlandığı yere götürmüştü. Tekin Aral ve başka bazı karikatürcülerle tanışmıştım. Hatta Tekin Aral bana bir tarama ucu hediye etmişti. O yıllarda çok zordu tarama ucu bulmak. Küçücük çocuğum, bana rüya gibi gelmişti o kısa ziyaret” diye anlatıyor. Cantek ise mizah dergisi üreticileriyle ilk karşılaşmasının beklediğinin aksine sert geçtiğini, Oğuz Aral’ın Limon dergisini çıkartmak üzere dergiden ayrılan gençlere öfkelenmesine çok şaşırdığını söylüyor: “Ben onları destekleyecek, teşvik edecek sanmıştım. O tepki sonraları bana çok zihin açıcı geldi. Romantize etmemem gerektiğini o vesileyle anladım. Baba-oğul, usta-çırak ilişkileri diye anlatılıyordu ama bir de para kavgası vardı. Haftada üç yüzbin satan, yüksek gelirli bir dergiydi Gırgır.” Cantek ve Gönenç’in ortak çalışması, mizah tarihinden ve bugünden ayrıntılarla dolu. Hem tutkulu bir merakın hem de eleştirel bir okumanın izlerini taşıyor. İkiliyle dergileri ve kitabı konuştuk.

Mizah dergileri neden önemliler? Tutkuyla, severek üzerlerine çalıştığınız için soruyorum bunu. Aktüelliklerinin karşılığı nedir ya da tarihçi malzemesi olarak değerleri nedir?

Levent Gönenç- Mizah dergileri birkaç açıdan önem taşıyor. Öncelikle mizahçılar açısından: birincisi, bu dergiler sayesinde mizah ile uğraşanlar hayatlarını idame ettiriyorlar, dergiler onların ekmek kapısı. İkincisi, mizah dergileri bu mecranın canlı kalmasını sağlıyor. Her hafta mizah üzerine düşünülmesi ve iş üretilmesi bu alanda, zaman zaman tekrarlara düşülse de, sürekli bir canlılığın ve dinamizmin var olmasını mümkün kılıyor. Üçüncüsü, mizah dergileri mizahçılar için bir okul işlevi görüyor, yeni mizahçılar bu dergilerde yetişiyor. Okur açısından düşündüğümüzde ise şunu söyleyebiliriz: Mizah dergileri çoğu zaman bir alışkanlık. Günümüzde artık pek böyle olmasa da, geçmişte mizah dergileri okurun bağlandığı, takip ve talep ettiği yayınlardır. Okurun ihtiyaç duyduğu haftalık bir mizah dozu var yani.

Levent Cantek- Arz-talep ilişkisiyle yaşayan bir derginin tarihi vesika değeri taşıması tabii ki başka bir şey. O niyetle üretilmiyorlar ama geriye dönüp baktığımızda popüler esprinin ne olduğunu anlamak, neyin eleştirildiğini, neyin azımsandığını görmek önemli. Bugünden geriye gittiğinizde, o espri size komik gelmeyebilir, bağlamı bilmiyorsunuz eleştiriyi kaçırabilirsiniz veya o günün normali, bugün için siyaseten doğru olmayabilir. O noktada tarihçinin meseleye nasıl bakacağı, nasıl yorumlayacağı sorunu giriyor devreye.

Gönenç- Mizahçılar vak'a-nüvis gibi üretiyorlar belki ama asık suratlı değil, yeri geldiğinde komik, yeri geldiğinde sarkastik. Böylece mizahçılar güncelin yansımasını dergi sayfalarına taşıyorlar. Bu yüzden mizah dergileri geçmişi anlamak için çok önemli ipuçları veriyorlar bize. Özellikle farklı dünya görüşlerini savunan mizah dergileri kendi bağlamları içerisinde değerlendirildiğinde, belli olaylara ve kişilere ilişkin çok önemli ayrıntıları yakalamak mümkün oluyor. Sonuçta mizahın tarihi ile tarihin mizahı iç içe geçiyor.

Cantek- Türkiye’de tarih algısı, daha çok seçimlerle, partilerle ilgili geliştiğinden mizah dergileri ve karikatür daha çok buna yarayacak biçimde kullanılıyor. Oysa mizah, yasaklanan, yok sayılan mecralardan beslenir. Argo ve cinsellik önemli mecralar, gündelik hayatın içinde kalan bir dil yine önemli. Mizah dergilerine ve esprilere, kadınların ve erkeklerin kullanımına başka türlü bakmak gerekiyor, daha işlevsel bir kullanımdan söz ediyorum.

Mizah dergileri muhalif olarak görülürler, bu yanlış bir kanaat mi? Veya nasıl bir muhaliflikten söz ediyoruz biraz açar mısınız?

Gönenç- Evet, mizah dergilerinin hep muhalif olduğu söylenegelmiştir. Bu yerleşik bir kanaat. Bunda büyük ölçüde gerçeklik payı da var. Ancak mizah dergilerinin tümünü veya mizahçıların hepsini muhalif saymak çok doğru bir tespit olmayabilir. Tabii burada asıl önemli olan muhalefetten neyi anladığınız. Eğer siz muhalefetten çoğunluğa karşı azınlığın eleştirilerini ve karşı çıkışları anlıyor iseniz mizah dergiciliği tarihinde bu tür örnekler çoktur. Ancak eğer muhalefeti azınlıkta olsa dahi belli bir gruba karşı olumsuz bir tavır alış olarak anlıyorsanız iş değişiyor. Örneğin Cumhuriyet döneminde uzun yıllar yayımlanmış olan Akbaba dergisi tek-parti döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nin yanında yer alıyor ve o dönemde ortaya çıkan muhalefet hareketlerini eleştiriyordu. Aynı şey içinde bulunduğumuz dönem için de geçerli. AKP iktidarın iktidara yakın olan mizahçılar, muhalefete muhalefet yapan bir mizah anlayışını benimsemiş görünüyorlar. Dolayısıyla “Mizah dergileri muhaliftir” derken mutlaka bu tespitin açıklanması gerekir.

Cantek- Ben Levent’in kaldığı yerden devam edeyim, muhalif dendiğinde ne anlaşıldığı önemli aslında. Hükümete, rejime karşı eleştirellik anlaşılıyor. Mizah dergilerinde otoriteyle, ebeveynlerle, öğretmenlerle veya evde babayla uğraşılır örneğin. Hayata, geleneğe karşı geliştirilmiş bir eleştirellik pek akla gelmez. Mizah dergileri bence asıl olarak o yönleriyle ilginç ve önemliler. Yani, apolitik oldukları iddia edilirken bu yönleri hiç akla getirilmiyordu, haksızlık ediliyordu demek istiyorum. Geniş bir tanımla bakmak lazım muhalefete.

Pek çok karikatürist mizaha hoşgörü gösterilmesi, dava açılmaması gerektiğini söylüyor. Katılıyor musunuz bu fikre?

Cantek- Bu da muhalefet tanımı gibi karışık bir mesele. Kim, kime hoşgörü gösterir? Güçlü olan, güçsüz olana gösterir. Tersi olabilir mi? Güçsüz olan hoşgörü göstermese ne olur ki? Cürmü kadar yer yakar. Ben karikatüristlerin devletten hoşgörü göstermesini istemelerinden doğrusunu söylemek gerekirse hoşlanmıyorum. Gazeteciler de eleştiriyorlar, edebiyatçılar da… Onların böyle bir çağrısı var mı, böylesi bir ricası… Otoriteyi eleştirmek bir riskse, sen bu riski göze alıyorsun demektir. Başka türlüsü oluyorsa, sen eleştirdiğin için suçlanıyorsan zaten orası demokratik bir ülke değildir.

Gönenç- Mizah hoşgörünün olduğu ortamlarda daha rahat yapılır. Ancak bunun da bir sınırı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. En gelişmiş demokrasilerde dahi bu böyle. Yani mizahçılar mizah yapıyoruz diyerek hakaret veya küfür etme ayrıcalığına sahip değiller. Ancak bir dava söz konusu olduğunda bilirkişilerin ve mahkemenin bu fikri ürünün bir mizah eseri olduğunun ve mizahın doğasında sert de olsa eleştiri unsuru bulunduğunun farkında olması gerekir. Eğer ilgili yasa hükümleri bu anlamda çok dar yorumlanacak olursa dünyanın hiçbir yerinde mizah yapmak mümkün olmaz.

Mizah dergilerine ve karikatüre, tarihsel dönemler itibarıyla soruyorum, en çok ne zaman baskı yapıldı?

Gönenç- Mizah dergilerine ve karikatüre geçmişte farklı dönemlerde çeşitli biçimlerde baskı uygulanmıştır. Eğer “baskı” ile mizah dergilerine ve karikatüristlere dava açılmasını kastediyorsak, son dönemde bu tür davaların geçmişe göre arttığını söyleyebiliriz. Ancak mizah dergilerine ve karikatüristlere baskı her zaman dava yoluyla olmayabilir. Örneğin geçmişte Demokrat Parti zamanında mizah dergileri baskı yapabilmek için kağıt ve mürekkep bulamıyorlardı, bu malzemeler siyasi iktidarın izni ve onayıyla alınıp satılıyor ve mizah dergilerine bu anlamda bir ambargo uygulanıyordu. Hatta bu yüzden kapanmak zorunda kalan Tef mizah dergisi okuyucularını bu durumdan haberdar ederek son sayısını kese kağıdı kalitesinde bir kağıda basmak zorunda kalmıştı.

Cantek- Baskıyı belirleyen ölçütlerimiz neler önce onu düşünelim. Dava sayısı mı, hapis cezası mı, derginin baskı imkânlarının engellenmesi mi, dergiler çıkmadan evvel sansür edilmesi mi? Abdülhamit döneminde mizah dergileri çıkamadılar, 12 Eylül’de bütün siyasi davalar bir biçimde sonuçlanmadı, insanlar yıllarca hapis yatıp sonra beraat ettiler veya nelerle suçlandılar. Suç olarak görülen şeyler nelerdi? Şunu ölçemeyiz. Bir üretici, çevresinde olup bitenleri görüp ona göre yazıp çiziyorsa, çekinerek ve dolaylı yolla konuşuyorsa orada baskı vardır, kolay tespit edemezsiniz. İnsanlar yaşamak, geçinmek ve hayatını sürdürmek, ailelerini, yakınlarını düşünmek zorundalar. Bizim gibi ülkelerde otoriter eğilimler her zaman güçlüdür ve muhalif düşüncelere yönelik güç gösterileri sürekli tekrarlanır. Yoksa, bugünle geçmişe bakarak, hapse girenleri, işten çıkarılanları, ölenleri sayıca kıyaslayın, bir sonuç çıkarırsınız. İleride üzülerek hatırlayacağımız günleri yaşıyoruz.


 Mizah dergiciliğimizin tarihsel olarak en önemli üç kişiliği kimdi desem?

Gönenç- Mizah dergiciliği deyince belki ilk akla gelen isimlerden biri Akbaba’yı çıkaran Yusuf Ziya Ortaç. Ortaç pek çok anlamda mizah tarihimizi etkilemiş bir isim. Ardından tabii ki, Gırgır’ın fikir babası, kurucusu ve mizah yönetmeni Oğuz Aral akla geliyor. Günümüze doğru geldiğimizde ise tek bir isimden söz etmek pek mümkün değil. Çünkü günümüzde yayımlanan mizah dergilerinde daha çok kolektif bir yönetim yapısı mevcut. Dolayısıyla aralarından birini çekip almak fevkalade güç.

Cantek- Ortaç ve Aral’ın yanına ben, Engin Ergönültaş’ı da katardım. Ticari olarak başarılı ve uzun ömürlü dergileri olmasa da underground eğilimli bir tarzın üreticisi oldu ve günümüz dergiciliğini Aral’dan daha fazla etkiledi. Oğuz Aral’ı herkes bilir, Ergönültaş’ı bilenler bilir demek gerekiyor. 1978 yılında çıkan Mikrop, Gırgır’dan daha fazla bugüne kaldı.

Gırgır, dünyanın en çok satan üçüncü dergisi değil miydi? Bu bağlamda mizah dünyasının mitleri, abartılan ve azımsanan örnekleri var mı?

Gönenç- Mizah dergilerinden, özellikle Gırgır’dan ne zaman söz açılsa bu konu gündeme gelir. Bu bir gerçek midir, yoksa bir günümüzdeki moda terimle bir “şehir efsanesi” midir? Büyük ihtimalle bu inanmaya gönüllü olduğumuz bir efsane. Bir yandan dünya çapında bir başarı elde etmek milli gururumuzu okşarken, diğer yandan çok sevdiğimiz Gırgır’a bir paye vermek istemiş olabiliriz. Ancak nihayetinde Gırgır’ın hangi verilere göre dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi sayılabileceği tartışılır. Örneğin dünyada satan tüm mizah dergileri incelenerek mi böyle bir sonuca ulaşılmıştır? Bu ve benzeri sorular bu tespiti tartışmalı hale getiriyor. Nihayetinde bu meseleyi çok fazla abartmamak ama Gırgırın da hakkını teslim etmek gerekir. Gırgır dünyada olmasa bile Türkiye'de en çok satan mizah dergisi, hatta dergi olarak tarihte yerini almıştır.

Cantek- Gırgır’ın yayıncısı Simavilerin en çok satan gazetesi olan Günaydın tarafından uydurulmuş bir asparagas bu aslında. Soğuk Savaş’ın iki süper gücü olan Amerika ve Sovyetler’den iki dergi, Mad ve Krokodil seçilmiş, evirip çevirilmiş, olan bu. Oğuz Aral, bunu uzun uzun anlatırdı, hatta buna göre Fırt dördüncü en çok satan oluyordu, Çarşaf beşinci filan. Sahiden komik, Amerika’da Sovyetlerde başka dergi yok mu, Japonlar neler yapıyordu, Hindistan’da Çin’de, onu geçtim Fransa’da ne çıkıyordu soran yok, inanılır gibi değil. Gırgır tabii ki çok satıyordu ama bu üçüncülük filan nerden çıktı, niye yetinemedik bu başarıyla bilmiyorum. Her yere gökdelen diken bir ülkeyiz, Avrupa’da bu kadar gökdelen var mı, sayıp dökenler oluyor, bence aynı şey… Solculuk sağcılık filan burada karışıyor, yetmiyor bize…

İslamcılar mizah söz konusu olduğunda ısrarla bir tebessüm vurgusu yapıyor, kahkahayı reddediyorlar. Nedir bu tebessüm hassasiyeti? Din ve mizah ilişkisi daimi bir uyumsuzluk ilişkisi mi içeriyor?

Gönenç- Biz bu konuyla ilgili düşünmeye başladığımızda esas olarak şunu gördük: İslami mizah yaptığını ileri süren mizahçılar aslında genel geçer mizahi kalıpları kullanarak mizah yapıyorlar. Siyasi olmayan işlerinde argo, küfür ve cinselliği çıkardıktan sonra yazdıklarının çizdiklerinin genel-geçer mizah üretiminden pek farkı yok. Siyasi nitelik taşıyan İslami mizah ise, bir dönem siyasetin marjinal alanında yer alan muhafazakar partilerin, başörtüsü, imam-hatipler vb. konularda savundukları görüşlerin, biraz da propagandacı bir tavırla mizah dergisi sayfalarında tekrarlanmasından ibaret. Günümüzde bu anlamda artık eleştirilecek bir mesele, yoluna baş koyulacak bir “dava” olmadığı için bu dergilerin içeriği gitgide kısırlaşmış ve çoğu kapanmış durumda. Sonuçta kahkaha caiz değil, tebessüm et dediğinizde, mizahı dar kalıplara hapsettiğinizde mizah boğuluyor. Çünkü bu mizahın doğasına ters. Bu yüzden ayrı bir “İslami mizah” kategorisi veya janrı olduğunu söylemek dahi güç.

Cantek- Ayinesi iştir kişinin derler ya… Başlangıçta hep büyük laflar ediliyor ama sonuçlara bakıyoruz, yeni bir şey olmadığı gibi taklitten öteye de gidilmiyor.


Penguen’in kapanmasını temel alarak soruyorum, mizah dergileri mi yaşanan zamanın gerisinde kaldılar yoksa dergicilik bakımından ömürlerini dolduruyorlar mı? Mizah dergileri daima çoksatar yayınlardı, artık değiller. Yeni bir dönem yaşıyoruz sanki. Ne yapacaklar, nasıl bir öngörünüz var gelecekle ilgili…

Gönenç- Penguen’in ve belki başka mizah dergilerinin neden kapandığı sorusunu tam olarak cevaplayabilmek için belki biraz daha beklemek gerekiyor. Çünkü bu dergilerin yerine yeni dergilerin çıkıp çıkamayacağını veya bu anlamda mizah dergiciliğin biçim değiştirip değiştirmeyeceğini zaman içinde göreceğiz. Ancak şurası bir gerçek ki, bugün mizah dergilerinin rekabet etmesi gereken çok fazla şey var. Başta televizyon ve sosyal medya. Gerçekten mizah dergileri bu rekabeti göğüsleyebilecek dinamizme sahip mi veya kapananlar bu dinamizme sahip miydi, tartışılır. Bunun dışında zaten dergicilik doğası gereği her zaman yıpranma riskini içinde barındırır. Her hafta okuyucunun karşısına farklı bir içerikle çıkmak neredeyse imkânsız gibidir. Okuyucu bir süre sonra derginin üslubunu kanıksar ve artık şaşırmaz olur. Bir tür “metal yorgunluğu”. Bu yüzden mevcut mizah dergilerinin doğal ömürlerini tamamladıkları da düşünülebilir. Ancak nihayetinde bu karamsar bir tabloya da işaret etmiyor. Geçmişte de dergiler çıkmış kapanmıştı ama yerine hep yenileri geldi. Bu kez de böyle olacağını tahmin etmek güç değil. Sadece biraz zamana ihtiyaç var. Okur bu dergilerin eksikliğini hissetmeli, bu dergilerde üretenler de bir tür iç muhasebe yapmalı. Bunun sonucunda ne olur hep birlikte göreceğiz.

Cantek- Ben 1970 öncesine döndüğümüzü düşünüyorum, daha az satışlı, daha dar kadrolu dergiler olacak. Üreticiler o yıllarda olduğu gibi çok çeşitli yerlerde işler yaparak geçinmek zorunda kalacaklar.

Son soru sizinle ilgili, nasıl tanıştınız, kitaba ve birlikte çalışmaya nasıl başladınız?

Cantek- Yirmibeş yıl önce galiba tanıştık, aralıklarla konuşuyorduk, son on yılda daha sık görüşüp, aramızda konuştuğumuz meseleleri yazıya dönüştürmeye başladık. Yaza yaza bir kitap çıktı işte…

Gönenç- O kadar olmuş demek ! Ben Cantek’i ilk kez Sanat Kurumu’nda bir toplantıda gördüğümü hatırlıyorum. Farklı bir tondan konuşuyordu bilindik meseleler üzerine. Mizah ve karikatürün teorik ve akademik boyutları üzerinde yeni yeni düşünmeye başladığım zamanlardı. Anlattıklarına kulak kesilmiştim.  Sonrasında çok konuştuk bu meseleler üzerine. Bir yerden sonra kalıcı kılalım dedik bu hasbihâli. Birlikte yazdığımız makaleler ve bu kitap böyle çıktı ortaya.

Başka çalışmalar da yapacak mısınız?

Cantek-Grafik roman hakkında bir çalışma yapalım istiyoruz ama nasip kısmet diyelim…Gönülden geçen çok da…

Gönenç- İkimiz de grafik roman tutkunuyuz ve son zamanlarda bunun üzerine de çok konuşuyoruz. Grafik roman Türkiye’de yeni yeni tanınan bir tür. Dolayısıyla, çok sevdiğimiz bu türü tanıtmak ve yaygınlaştırmak için bu kitabı yazmak boynumuzun borcu. Ama hayat gailesi işte...  Cantek’in dediği gibi, nasip kısmet...

Söyleşi, Aybars Yanık imzasıyla K24'te yayımlanmıştı.


[2017]