Perşembe, Şubat 29, 2024
Ahlakçının Şehveti
Çarşamba, Şubat 28, 2024
Parasız Yatılı'yı çizgi roman sanmak
Abdülcanbaz'ın arka kapağında gördüğüm Füruzan-Parasız Yatılı ilanını yeni bir çizgi romanın duyurusu sanmıştım. Füruzan kahramanın ismi gibi gelmiş, karışık kuruşuk çocukça bir şeyler hayal etmiştim. Kızsal bir şeyler ama "görmediğim" bir çizgi roman daha, tüh tüh vah vah...
Seneler sonra öğrendim ki, Turhan Selçuk ile Füruzan o yıllarda evliymiş, reklamı o sebeple koymuşlar filan... Geçmiş zaman.
Pazartesi, Şubat 26, 2024
Kaderimiz
Yirmili yaşlarımın sonunda Almanya'da yaşayan bir yazarla tanışmıştım, yazları buralara tatile geliyor, geziyor, tozuyor sohbeti de seviyordu. Konuşurken, mesele ettiği için elbette, lafı illa ki aynı yere getiriyor ve "bir azınlık toplumu olarak Almanya'da yaşadıkları sıkıntılara karşı aydınlarımızın duyarsız olmasından" şikayet ediyordu.
Tabii, hem büyüğümüz hem de nezaket gösteriyoruz, misafir filan, dinliyoruz, burda da var bir sürü dert diyemiyoruz... Bir gelişinde tuhaf bir şey oldu ve bize servis yapan garson çat diye lafa karıştı, "Abi, sen aldığın markları bana versen, ben o sıkıntıları senin adına sahiplenirim, yerim yutarım" filan dedi. Gerilimli, bozlak tadında bir Ortaanadolu şeysi şey oldu yani...sustuk sonra.
Bunca sene sonunda benim anladığım şu, bu memleketin insanları, gurbetçilerle filan ilgilenmiyor, onları tuzu kuru buluyor ve ciddiye almıyor. Editörlük yaptım, onu da biliyorum, "Alamancı" kitabı da satmıyor. Onlara yönelik bir alaka ve empati yok, olanı söylüyorum.
Para bizi bozmasın derler ya filmlerde, marktı avroydu aramızı bozmuş öyle anlaşılıyor. Bu video için yazılan yorumlara bakarsanız o husumeti, o gerginliği kolayca görebiliyorsunuz.
Pazar, Şubat 25, 2024
Çeket
Neler yazılmış aktarayım: genel olarak, ceketi ve temsil ettiği değerleri sevenlerin sitayiş ve alayişle ses yükselttiği anlaşılıyor: "milli irade ceketi", "winner ceket", "ceket efsane", "Tayyip ceketi", "kazanan ceket", "kaybetmeyen ceket", "kazandıran ceket", "ceketin kaybettiği savaş yok" vs... Muhalifler mi diyelim, sevmeyenler mi bilemiyorum, onlar da hafif alaycı ve uygun bulmayarak küçümsemişler: "olmamış o ceket" "biri anlatsın şuna o ceketi", "bir daha giymesin", "cekete bak, küçük tayyip"
Şunu düşündüm, yıllar sonra, bu ceket unutulacak, alıntıladığım yakıştırmalar ve mevcut kutuplaşma önemsizleşecek, anlaşılmaz olacak...
Şu an bir manası ve karşılığı yok ama 1988'de, on dokuz yaşımda parka giydiğimde kendimi iyi hissetmiştim. Kolayca bulunabilen bir şey değildi, para biriktirip ikinci el satın almıştım...
Cumartesi, Şubat 24, 2024
Sekiz çocuklu aile
Cuma, Şubat 23, 2024
Kıbrıs Şahini
Perşembe, Şubat 22, 2024
Ezber
Çarşamba, Şubat 21, 2024
Genel Yayın Yönetmeni
Eskisi gibi değil, okur olarak, yeni çıkan kitaplardan sağlıklı bir biçimde haberdar dahi olamıyorum, takip edebilmek cidden güçleşti. Kitabevinden geçtim, doğru düzgün kitap satış sitesi dahi kalmadı. Anlaşılan o ki, satışlar düştü, kitabın ticari getirisi azaldı, belirgin bir küçülme yaşanıyor.
Ne ki bu manzaraya rağmen yeni yayınevleri açılıyor, çoğu az kitap çıkartan, hemen her işini bir ya da iki kişinin kotardığı işletmeler bunlar. Sempatiyle bakıyor, ilgilendiğim türlere ilişkin destek de olmaya çalışıyorum. Dikkatimi çektiği için bir izlenimimi paylaşayım istedim, bu yeni yayıncıların çıkarttıkları kitapların künyelerinde kendilerinden "Genel Yayın Yönetmeni" olarak bahsetmeleri bana enteresan geliyor. Özel olarak birilerini veya bir yayınevini işaret ettiğim sanılmasın, kullanım böyle... Niye böyle onu anlamıyorum.
Hani büyük bir yayınevidir, farklı dizileri-editörleri, farklı yayın yönetmenleri olur ve içlerinden birisi, hiyerarşik olarak onların üzerinde bir idarecidir, ha ona genel yayın yönetmeni denir, denmez değil... En iyi ihtimalle yılda beş altı kitap çıkaran (zararın eşiğinde duran) bir yayınevinde bunu kullanmaksa cidden abes, şimdilerde "kendi işimin patronuyum" diye bir ibare var, sen böyle bir şeysin çünkü, çalışan da sensin yönetici de sensin... Burayı gülümseyerek yazıyorum, yayın yönetmenliği neyine yetmiyor?
Peki niye böyle bir kullanım var? Rahmetli ex-kayınpederim, işsiz ve çalışmaya gönlü olmayan "yeğenlerine" kızarak, "müdür olsalar çalışırlar" derdi. Pozu ve gösteriyi seviyoruz, belki o yüzden kendimizi abartmayı normal sayıyoruz. Yayıncılarla konuşsanız hepsinden sağcılıkla ilgili eleştiriler duyarsınız, kendilerini ve işlerini abartırken onlarla yanyana geldiklerinin farkında bile değiller...
Salı, Şubat 20, 2024
Hatırlamıyorum
Bir parantez açayım, otuz yıl önce hayati tehlikesi olan bir trafik kazası geçirdim, ikinci hayatımı yaşıyorum desem yanlış olmaz, küçük izler, yaralar kaldı başımda ama asıl önemli hasar şu oldu, iyi bir hafızam vardı, şöyle anlatayım, sınıf arkadaşlarımın okul numarasını bilirdim mesela...Ezberleme filan da yok, kendiliğinden olan bir şeydi... Telefon numaraları veya... elli altmış kişinin numarası aklımda olurdu... O kaza, bu saçma ayrıcalığımı elimden aldı, unutmakla kalmadım, geçmişimden pek çok şeyi hiç ölçüsünde hatırlayamaz oldum.
Tahmin etmiş olmalısınız, hatırla(yama)mak beni hikaye olarak çok etkiler, öyle ki her yaşadığım ve dinlediğim unutma olayı beni anksiyetenin eşiğine getirebiliyor. Lise arkadaşımın anlattıkları beni ziyadesiyle gerdi, aynı sınıfta bile olmadığımızı biliyorum ama ya unuttuysam diye endişe duyuyordum, nihayet aklımı meşgul etmesinden bıkarak ona yanıldığını söyledim, doğal olarak bir hayal kırıklığına uğradı, şaşırdı, itiraz etti. O da ayrı bir huzursuzluk... Nihayet bir başka sınıf arkadaşımla konuştum ve o çocuğun yan sınıfta olduğu ortaya çıktı, rahatladım.
Üç dört ay önce bir arkadaşım, ki yıllardır bile isteye görüşmüyorum, bir ortamda benden söz ettiğini söyledi, genç yaşta kaybettiğimiz bir arkadaşımızı yad ediyormuş, hikayesine ben de dahil olmuşum, kendileri haytalık yaparken bir tek benim vefa gösterdiğimi, hastalığı sürecinde onu yalnız bırakmadığımı, hastanelere kadar gittiğimi filan anlatmış... Tabii ki doğru değildi, yaşıtlarım kadar haytalık yapmadım-yapamadım, çünkü her tatilde çalışırdım ama o arkadaşımıza hastalığı süresinde destek olabilmiş değildim, olsa olsa bir iki kez kendisiyle veya annesiyle telefonla konuşmuş olabilirim, hastaneye hiç gitmedim örneğin... başka şehirde defnedilmişti, taziyeye dahi katılamadım. Gel gör ki arkadaşım beni öyle hatırlıyor... Niye?
Yakın bir arkadaşım, "ünlü" olduğun için seni hikayesine katmış dedi, bilinen birisi katılırsa o hikaye ilgi çekiyor ve büyüyor diye yorumladı, aslında ne seni ne de vefat eden arkadaşınızı anlatıyormuş, şimdiki değişimiyle ilgili iç döküyor, hikayesi için sizi ve geçmişini kullanıyormuş dedi... Ben "hatırlayamıyorum" vehmiyle huzursuzlanırken laf nerelere geldi...
Bitirirken soru şu, geçmişimizi nasıl hatırlıyoruz, nasıl hikayeleştiriyoruz, tek tek bireyler olarak nasıl hatırlamayı-anlatmayı tercih ediyoruz?
Pazartesi, Şubat 19, 2024
Medenileştirme Vazifesi
Medenileştirme
Vazifesi, Mustafa Suphi'nin 1911 ve 1912'de yazılmış biri uzunca üç
makalesinden oluşuyor, kısacık bir kitap. Doğrusu Mustafa Suphi'yi alıntılar
dışında hiç okumuş değildim. İyi bir aileden geldiğini, İstanbul'da hukuk,
Paris'te siyaset okuduğunu biliyordum. Fransa'da okuyan her öğrencimiz gibi
İttihatçı olmuş, dönüşte Akçura ve Ağaoğlu ile birlik olup muhalefete katılmış,
sonra ilk fırsatta sürgüne gönderilmiş. TKP ileri gelenleri Suphi’nin o
dönemini liberal ve saltanatçı sayar.
Metinleri biraz da o
gözle okudum, ne kadar sağcıymış diye incelediğimi fark ettim ve saçma buldum
yaptığımı... Mustafa Suphi, sürgündeyken Sinop'tan Rusya'ya kaçıyor örneğin, bu
bile Akçura ve Ağaoğlu gibi Rusya'dan kaçan Türk-Tatar entelektüellerden farklı
olduğunu gösteriyor aslına bakarsanız... Gerçi 1905 sonrasında Rusya çok
karışık, mesele sadece "eski arkadaşlarının kaçtığı yere kaçmak"
değil yani... Rusya, tek kelimeyle serüven demek...
Yıllar önce Tom
Reiss’in Oryantalist isimli kitabını yayına hazırlamıştım, Lev
Nussimbaum’un hayatını anlatıyordu. Geçen yüzyılın hemen başında, kozmopolit
Bakü’de doğan biri Nussimbaum… Babası zengin bir petrolcü, annesi ise komünist
sempatizanı… İyi eğitim alıyor filan ama ruhunu asıl besleyen şey macera… Bütün
hayatı alavere dalavereyle geçiyor. Yukarıda “Rusya serüven demek” dedim ya o
bakımdan söylüyorum bunu. Nussimbaum , çok da önemli biri olmamakla birlikte o
yıllarda nerede bir hararet var adamı orada görüyorsunuz… Kendini Müslüman
sayıyor örneğin, halbuki Yahudi, Bakü’den çıkıyor, geziniyor, Almanya, orası
burası, tuhaf tuhaf düşünceler, poz ve palavra dolu bir hayat,
İstanbul’da bile konferanslar veriyor. Yalnızca o yıllarda –ve o topraklarda–
var olabilecek olağandışı bir kişiliğin, romantik bir “Doğulunun”
hayatını okuyorsunuz… İnsanların kafası o kadar karışık ki… Bunu niye
anlattım, savaşlar ve olağanüstü olaylar herkesi savuruyor, başkalaştırıyor.
Mustafa Suphi de etkileniyor o kaos yıllarından…
Mustafa Suphi,
okuduğum makalelere bakarak söylüyorum tabii ki komünist değil, maceracı hiç değil,
nasıl desem, bir Fransız serinliği var, makaleler sakin bir dille
yazılmışlar, fikirlerin akademik bir mesafesi var, hatta Trablusgarb'ın
işgaline tepki göstererek yazdıkları hiç de millici bir refleksle yazılmış gibi
durmuyor... İşgalin ve savaşın kendisini değil de sömürgeciliği tartışıyor,
akıl yürütüyor, nomotetik bir üslup arıyor…
Sonra anlaşılan o ki
yetmiyor Mustafa Suphi’ye… Yaşıtları ve dönemdaşlarına da yetmiyor, herkes
herkesi etkiliyor… Benzememeye çalışıyorlar, oysa çok da benziyorlar
birbirlerine… Mustafa Suphi, Rusya’ya gittiğinde Gaspıralı'yı buluyor,
Gaspıralı Yusuf Akçura'nın kızkardeşiyle evli... Gazetelerde yazılar yazıyor,
Savaşa girmemizi istemeyen bir tutumu var o yıllarda. Sarıkamış'tan sonra
tutuklanıyor, Fransızca dersleri vererek geçiniyor...1917'den sonra Moskova
filan... Sonra bizim en çok bil(me)diğimiz ve çok speküle ettiğimiz bir biçimde
Kurtuluş Savaşı sırasında, savaşa katılmak için Trabzon’a geldiğinde
arkadaşlarıyla birlikte öldürülüyor. Kim öldürdü oraları karışık…
Yanlış anlaşılmamak
adına “altını çizeyim”, doğru-yanlış analizi yapmıyorum, okuduğum Mustafa
Suphi, bana serüvenci değil akademisyen geldi, sahiden olabilirmiş, çok öğrenci
yetiştirirmiş ama başka bir şey olmak istemiş… Zaman ve o zamanı yaşayan neslin
zihniyeti bizi-hepimizi illa ki dönüştürüyor.
Kapaktaki tanklara ise takılmadım desem yalan olur, ilgisiz duruyor, ilk olarak 1915’te test edilmiş çünkü…
Pazar, Şubat 18, 2024
Kamyoncu
İlk gördüğümde bir tahminde bulunmuş, fotoğrafı Ara Güler çekmiştir demiştim, yanılmamışım...
Ortada etkili aktüel bir dergi kalmadı da, bugün herhangi bir dergiye böyle bir kapak fotoğrafı seçilir miydi diye düşündüm. Sanmıyorum. Sadece bugün mü, örneğin elli yıl önce, Simavilerin dergilerinde bu fotoğraf kapağa taşınır mıydı? Yine sanmıyorum.
Başında kasketi, ağzında yarım cuarasıyla tek gözü kısık şiför dayımızın albenisi var mı yok mu mesele bile edilmezdi.
Peki o zaman, Devir niye kapak olarak seçmiş bu fotoğrafı? Tabii ki tesadüfleri hesap etmiyor değilim, Ara Güler'in bir fotoğrafını beğenip, ona yorum-haber bile uydurmuş olabilirler. Ama "zamanın ruhu" dediğim şeyi merak ederek kurcalamayı tercih ediyorum ben.
Devir, dergicilik tarihimizde yeri olan, çığır açmış, hatırlanan bir dergi filan değil. Ortalamada kalmış, kendinden önceki gazetecilik anlayışıyla hafif hafif hesaplaşan, Amerikanvari görünmek isteyen bir dergi... bu kapağın yayımlandığı yıl 1954.
Bir hatırlatma yapayım, Demokratlar CHP'ye karşı seçim zaferi kazandıklarında, yani "Yeter söz milletin" derken köylülerin yanında CHP elitizminin karşısında durduklarını, kasketlilerin partisi olduklarını iddia ediyorlardı. Öyle ki, kimi mekanlara, hatta caddelere girilmesine izin verilmeyen, girdiklerinden hoş karşılanmayan sıradan insanların her yere girebilmesinin "demokrasi" olduğunu da söylüyorlardı.
Tabii ki demokrasi sadece o değil ama popüler kültürün işleyişinde demokrasi fikri ancak bu örneklerle anlaşılıyor ve anlatılıyordu.
Hani meşhur, "Halk sahillere saldırdı, vatandaş denize giremedi" filan hep buralardan çıkar aslında. "Girsin kardeşim, halk artık girsin denize, onun da hakkı" gürültüsü, goygoyu ve abartısını da birlikte düşünün. Okur yazarların aralarında yaptığı tartışmalar bunlar, içinde pragmatizm, oy kaygısı, halk dalkavukluğu, anti entelektüelizm filan var, çok karışık...Normali değiştiren şeyler bunlar. Malum, normal hep değişir, tıpkı gelenek gibi daima yenilenir.
Bu kapak, bence o normalleşmenin bir uzantısı...yani o kasketli kapağa çıkınca, yeni ve olumlu bir gazetecilik yapıldığına inanılıyor, hakkaten yapılmış da olabilir, ben bir güdüden söz ediyorum.
Yoksa dergi dediğiniz şey arz ve taleple biçimlenir, okuru avutmak için çıkar ekseriyetle... böyle bir kapak, okurun konforunu bozacağı için tercih edilmez, yoksul birini kim ne yapsın di mi ama...
Not: Kasket demişken Ecevit'in kasketi de bu tartışmaların uzantısıdır, onu da şey edeyim. Dağılabiliriz.
Cumartesi, Şubat 17, 2024
Hayat pislikten öte bir şey değildir...
Hayat şöyledir, yok böyledir türünden çıkarımlara hep birlikte bayılıyoruz.
Bunca sene sonra, benim anladığımsa şu, hayatta tek bir doğru, tek bir gerçek ve hakikat yok, işte hayat bu yüzden güzel... Kötü olansa herkesin kendi doğrularını, gerçeklerini tek doğru ve hakikat olarak dayatmasından çıkıyor.
Hadi gülümse diyelim, "işçiler iyi çalışsın" diyor ya Kemal Burkay göz kırparak...İklim değişse...
Cuma, Şubat 16, 2024
Düğün Salonu
Perşembe, Şubat 15, 2024
Müttehidülmerkez
"Gelsin piyaz, yüz sapsarı/ Bir lokmadır çıkarı/ Bir düş eski roma, eski yunan/ Çıktı tiyatrodan figüran" diye devam ediyor.
"İlk sevgi merhamette dönenen/ Sevgiler çerden çöpten/ Kaçılmaz, saplanmış bir kez/ Müttehidülmerkez"
Şiirin son dizesinde tek bir sözcük var: Müttehidülmerkez... Sabah vakti o sözcüğe takıldım, hoşuma gitti
Müttehid, birlikte olan anlamına geliyor, merkezle birleşik olan... Merkez, orta nokta sayılır, aklın ya da kalbin insanın orta noktası, merkezi olduğu düşünülür.
Saplanmış bir kez derken, sahne tozunu, tiyatro tutkusunu merkeze taşımış.
Çarşamba, Şubat 14, 2024
Cesaret
Çok yalnız
https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Disbelief-1003060179 |
https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Dominance-of-Orange-1002726319 |
https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-P-doom-1003815804 |
https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Proximity-to-The-Sun-1005329045 |
https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Sidelined-1003507290 |
https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-Stop-loss-1001915165 |
https://www.deviantart.com/dariuszkieliszek/art/Moonboy-Chronicles-115-Years-1004488867 |
Salı, Şubat 13, 2024
Son Okuduklarım 88
Pazartesi, Şubat 12, 2024
Polisler ve filimler
"Yeryüzündeki bütün yazarlar gibi benim de (…) polise
karşı fazla bir sempatim yoktur (…) bilgi ve teknikle değil de daha kolay
olduğu için kanunları bizzat çiğneyerek korurlar. Karakollardan hastanelik
olarak çıkanlara hemen her gün rastlanmaktadır. Bazen karakolun bodrumunda
hikmeti hüda intihar edenler de olur. Kendilerine özgü garip itham formülleri
vardır: Düğmemi kopardı, cumhuriyete, millete vs küfür etti. Zincirleme
şahitlikle kızdıkları kimseyi alaşağı edebilirler. İçlerinden bazısı suç
işlemeye de fazlasıyla meyyaldir; daha geçenlerde birisi müdürünü öldürdü, bir
başkası kadın kaçırdı; rüşvet ise gazetelere sık sık intikal eden
havadislerdendir."
1958 yılında Çetin Altan yazmış bunları. Polisi sevmediğini söylemek veya herkesin konuştuğu-bildiği polis icraatlarını yazabilmek, o tarihler için cesaret isteyen bir iş. Böylesi bir istisna yazının o yılların popüler kültüründe bir karşılığı da yok. Kamusallaşmasına da imkan yok.
Film sansür kurullarında emniyetten temsilciler olduğunu, müdürlerin, ilgili makam sahiplerinin gerektiğinde gazetelere-dergilere telefon açarak uyarılarda bulunduğunu ve hatta kimi yazarların makam odalarına davet edildiğini, sopalandıklarını o yıllardan biliyoruz. Yazarsan, sadece kendini değil yayın mecranı tehlikeye atarsın demek bu.
Pek çok anı kitabında polislerin nefret dolu tutumları, tahkir edici davranışları, anlayışsız ve nobran konuşmaları, mutlaka dayakla biten gösterilerini okumuşuzdur. Polis ve nezaket pek birlikte hatırlanmaz ve polisten nezaket beklenmez. Uzun yıllar, Türkiye’de polisiye edebiyatının olamaması polisin haşinliğine bağlanmıştır. Türk polisinin akıl yürütmesi inandırıcı bulunmamıştır, döve döve diyelim, nasılsa gerçeği ortaya çıkarıyordur.
Peki, hem polis algısı hem de polisiye türü olarak durum bugün değişti mi?
Polis algısı çok değişti denemez, siyaseten veya polemik gereği tersi söylense de polisin kanun koyucu ölçüsünde keyfi davranabildiğini biliyoruz. Diğer yandan, polisiye, yıllar içinde popüler kültür ile birlikte değişti. Özellikle Hollywood sinemasının polise yönelik eleştirelliği, bizi de etkiledi. Polisi eleştirmek belli ölçülerde normalleşti.
Gerçek ile gerçeklik vehmi yaratan bir dünya arasında büyük bir fark olduğunu akılda tutarak, filmlerin ve dizilerin dünyasında “kötü polislerin” olabileceği kabul edilebilir bir hale geldi diyelim.
Yukarıda paylaştığım görsel, 1952 yılında .ıkan bir Polis yayınından, “bizi güzel anlatın-gösterin” çağrısı yapıyor hikaye anlatanlara… Özellikle popüler olan filimcilere…
Pazar, Şubat 11, 2024
Çizgilere Derkenar 34
Cumartesi, Şubat 10, 2024
Seyrüsefer Defteri 157
Cuma, Şubat 09, 2024
Küçük muamma
Perşembe, Şubat 08, 2024
Erken büyüyen çocukların ülkesi (2)
Oysa ben büyürken, aileler çocuklarını en azından yazları bir işe koyar ve çalışmasını sağlarlardı. Bugün, on beş yaşından küçüklerin çalıştırılması yasak, aralıklarla yazıyorum, çok çok erken yaşlarda çalışmaya başladım, babam esnaftı, aşağı yukarı on bir yaşımdan sonra hiç bir cumartesi pazarım ve yaz tatilim olmadı. Bugün çocuk olsam çalıştırılamazdım. Ne değişti? Avrupalılar devreye girmese, bu yasaları uygulamaya bizi zorlamasa ne değişirdi veya... .
Babam, çalışmadığım zamanlarda bana en ufak bir para vermezdi, annem de ona uyardı, bunu aşabilmek için yazları sakız satmaya başlamıştım... Bir işe yaramadı tabii bu durum, babam para kazandığımı görerek "sen artık büyümüşsün" filan gazı vererek beni yanında çalıştırmaya başladı. Ödül mü ceza mı, siz karar verin. Tersi de olabilirdi, yeter aylaklığın diyebilirdi.
Yanındaki ilk günlerimde, hiç unutmuyorum, o ara şiddetli yağmurlu günlerden geçmiştik. Yan taraftaki kuruyemişçinin deposunu su basmış, fareler de bizim tarafa kaçmışlardı. Babam, fareleri kovalamamı-yakaladığımı öldürmemi istiyordu. Farelerden korkuyor, iğreniyordum, babamsa büyümemi ve onlarla başetmemi istiyordu. Gün boyu deponun bir köşesinde tabure üstünde sessizce oturuyor, aralıklarla o yolu-hattı izleyerek köşeden çıkan fareleri süpürgeyle ezerek öldürüyordum. Şimdi düşünüyorum da, babamın yöntemine göre bu deneyimden sonra farelerden korkmamam ve iğrenmemem, bu hissi aşabilmem ve bir işe yaramam gerekiyordu. İşe yaradım ama hislerim zerre değişmedi. Fareler yıllarca vik vik rüyalarıma girdiler.
Sadece babam değil, çevremizdeki bir kişi bile fareleri öldürmemi yanlış bulmuyordu, çocuk bunu niye yapıyor demiyordu, üzerimde olumsuz bir etki yaratabileceğini düşünmüyordu. Başetsin, büyüsün, ne olacak, bunlar ne ki falan filan...
Yeter ki büyüyelim..."Büyü artık" cümlesini duymak beni deli ederdi, babamın söylerken aklında olanlarla benim anladıklarım çok farklıydı.
Çarşamba, Şubat 07, 2024
Bond
Salı, Şubat 06, 2024
Umut
Malum, her şeyin daha iyi olacağına veya düzeleceğine dair bir iyimserliğimiz, daha doğru bir ifadeyle temennimiz ve umudumuz vardır, hayal kurarız. Tabii ki kapitalizm, gel zaman git zaman diyelim, o hayali bize bir hikaye ve örüntü olarak satmaya başlar. Yani başlangıçta iyileşmeyle ilgili umudumuz, mevcut gerçekliğimizden kaçmamızla sonuçlanır. İktidarın gözleriyle-sözleriyle yaşar oluruz. Gerçekliğin maddi koşullarına değmeyen-dokunamayan, irade gösteremeyen hikayelerle yetiniriz. Mevcut durumu da mümkün olanı da unutturan bir şeyden söz ediyorum.
Popüler kültür, mevcut olanda var olan, gerçekleşmesi mümkün olan bir şeye evrilmelidir ki bu bir mücadele eksenidir. Genel olarak mevcut durumu yadırgatan, bir imkan olarak daha iyiye ve doğruya yönelik umut gösteren hikayeler kurulması gerekir.
Uzun zaman sözlü kültürde, özellikle fıkra ve deyişlerde, otoriteyi ve baskıyı deşifre eden, maddi ilişkileri görünürleştiren ve dayanma gücünü artıran "çıkışlar" aradım. Çünkü yadırgatmanın ve umut etmenin bir tarihi olduğuna inanırım. Yoktan var olamazlardı. Hayatı dönüştüren siyasi eylemlerdir ama onların hazırlayıcıları-besleyen kaynakları vardır. Onları bulmak, hatırlatmak, yenilemek siyasi mücadelenin bir parçası olmalıydı.
Pazartesi, Şubat 05, 2024
Samanpazarı
Kendi deyişiyle "saltanatla halkın, idare ile milletin, ümmilikle medeniyetin, geri kafalılıkla ileri düşüncenin ortalık yerinde bir köylü-şehirli duvarı yükselir" diye düşünerek... romanda bir tarafa Samanpazarı, diğer tarafa Çankaya'yı koymuş... Fatih-Harbiye formülünü yazarlarımız kolaylarına almışlar, yineleyip durmuşlar diyelim. Bilmeyenler için Samanpazarı, Eski Ankara'da, Kale'ye yakın bir yerde, çarşısıyla ünlü bir bölge. Orta-alt sınıfların rağbet ettiği bir yer...
Romandaki kahramanlardan biri yürüyüş yolumdaki "yeni apartmanlardan" birinde oturuyor, Çankaya caddesinde...Evin yakınından bir dere geçiyor, küçük bir köprüsü var filan... Apartmanda yaşayan Amerikalılar işe giderken kestirme olsun diye o köprüyü kullanıyor şu bu...
Çok değil aslında, seksen yıl öncesinden söz ediyoruz, Ankara derelerle dolu, yokuşlar şehri olduğundan yağmurlu havalarda o dereler çağlıyor ve sel oluyormuş, derlemiş toparlamış, doğru ya da yanlış kontrol altına almışlar. Hoşdere, Kavaklıdere, Portakal Çiçeği filan hepsi evimin yakınındalar. Genel olarak bilinmiyor veya bilgi olarak önemsenmiyor... Şehir tarihleri hijyenin, düzlemenin ve kontrolün de tarihleridir...
Pazar, Şubat 04, 2024
Şeker ve ben
Yakın çevrem bilir, hamur işine ve tatlıya karşı bir zaafım var. Bir süredir ölçüyü kaçırdığımda küçük baş ağrısı çekmeye başlamıştım, çoğalınca bu ağrıyı yürüyerek geçiriyordum. Fazla geldiği, bünyemin sinyal verdiği aşikardı. Üstelik ailede yüksek tansiyon, şeker ve kalp hastalık olarak vardı. Doktor "azaltsan yeter" demesine karşın, aklımdaydı, vesile olsun istedim ve başladım "savaşa..."
Ekmek, pide ve içindeki şeker olan hiç bir şeyi yememeye-içmemeye karar verdim. Şunu düşündüm, burayı gülerek yazıyorum, lahmacun yemek istiyorum, bu kararı alırsam ve başarırsam, ileriki yıllarda, ölçüsünde yiyebilecek ve sevdiğim bir tadı hayatımdan çıkartmayabilecektim.
Garip bir şeymiş, çünkü vücut bu değişime başlangıçta direnç gösterdi, ikinci gün sert bir baş ağrısı ve baş dönmesi başladı, dördüncü günden sonra toparladım. Bağımlılık ile ilgili bünyenin tepkisiymiş... Çok çay içiyordum, çayı kestim, son beş ayda iki ya da üç dilim dışında hiç ekmek yemedim... Kola içmezdim ama gazoz ve diğer gazlı içecekleri bıraktım. İlk ayın sonundan itibaren sadece haftada bir gün lahmacun ve pide benzeri bir şeyler yemeye başladım. Onu da oğlumla buluşup sinemaya gidiyoruz, film çıkışında yediğimiz yemekle bunu birleştirdim. Win plus win gibi bir şey oldu yani...
Doğrudan tatlıya hiç yanaşmadım, üçüncü ayın sonunda sadece bir kere bir süt tatlısı yedim mesela. Sürecin sonunda sütlü olmayan herhangi bir şey, örneğin çikolata yiyemez oldum. İnsanın ağız tadı değişiyormuş... Şöyle söyleyeyim, şeker dışında bir perhiz yapmadığım halde altı kilo verdim. Şeker bir bağımlılık olduğu için hayatımda ilk defa aralıklarla tansiyonum çıkar oldu, bir süre onunla da uğraştım falan filan...
Bunları niye anlattım, metabolizmamız çok güçlü aslında, kendini yenileyebiliyor, tedavi edebiliyor, şeker sahiden zararlı bir şey, bu süreçte anladım ki, "keyif verici bir maddeden" farkı yok, zarar veriyor insana... altı yıldır her gün yürümeye çalışıyorum, doğru bir karar verdiğimi biliyorum, şekeri bırakmak da sağlığımla ilgili bir başka doğru kararmış, bunu anlamış-yaşamış oldum.
Cumartesi, Şubat 03, 2024
Döverim!
Not: Fotoğrafı Haluk Ecevit gönderdi, Trakya'dan köylüleriymiş, biri Ramazan'da davulculuk yaparmış... Davulun vur ha vur temposu ona iyi gelmiş midir acaba?
Cuma, Şubat 02, 2024
Rizz
Rizz, karizmadan türetilmiş yeni bir sözcük, doğal çekicilik, partneri etkileme yeteneği anlamında kullanılıyor daha çok. Videolu, fotoğraflı, makyajlı bir çağda yaşadığımız için insanlar birbirlerine çekicilik tüyoları veriyormuş, heşteglenen rizz, en çok da bu fasıldan ilgi görüyormuş. Etkileşim almak hepimizi çok belirliyor, daha çok görülmek, beğenilmek, farkına varılmak istiyoruz.
Akademi, yayıncılık-editörlük-yazarlık, senaristlik derken otuz yıldır profesyonel olarak kültür sanat endüstrisinin içindeyim. Popüler olanı sakince izlemek, neden rağbet gördüğünün anlamak işimin bir parçası oldu hep. Rizz'in bu kadar çok kullanılması ve ilgi çekmesi, siyasetin, sanatın, moda ve gündelik hayatın dönüşmesiyle alakalı bir açmaz.
Yakınlarım bilir, insanların birbirlerini salak bularak yaşadıklarını düşünürüm, kendileri dışında herkesi eksik, yanlış, yetersiz ve yeteneksiz buluyorlar. Sosyal medyada herkes, herkesin yanlışını-defosunu göstererek-küçümseyerek yaşıyor. Ne ki, rizz moda oluyor, 2023'ün sözcüğü seçiliyor. Nasıl beğenilirim, dikkat çeker, tanınırım iştahıyla akla ve dile düşüyor.