Çarşamba, Ağustos 31, 2022

Şempanze İhtilali


Şempanze İhtilali, 1983'te, Nurcu bir yayınevinden çıkmış, "resimli ahlaki çocuk hikayesi" dense de siyasi bir çizgi roman ve pek de çocuklara uygun görünmüyor. Mustafa Yazgan yazmış, Ahmed Bozok da çizmiş...

Hikaye, Şempanzelerin (Maymunların) İnsanların yerine iktidar olup, "ülkeyi" yönetmelerini anlatıyor...Darvin ve Markus'a (Marx'a) inanan şempanzeler, özellikle dindar insanları hedef alarak ilerici ve devrimci bir darbe yapıyor, yönetimi ele geçiriyorlar. Sonra da sözde bir demokrasi kurup, basını, muhalifleri, farklı görüşleri susturuyorlar. Hiciv olduğu için o tarihlerdeki mevcut siyasi alan ve aktörlere yönelik eleştiriler yapılıyor olmalı... diye okuyorsunuz. 12 Eylül eleştirisi de var çünkü. Diğer yandan dolaylı bir anlatım olduğu için "değilmiş" gibi de yapıyorlar.

24 sayfalık kısacık bir çalışma, finalde insanlar bu diktatörlükten kurtuluyorlar vs... Kemalizmin mi, sol düşüncenin mi, sekülerlerin mi eleştirildiği çok anlaşılmıyor, bazen yekpareleştiriliyor bazen spesifikleşiyor... Örneğin, "rejim" kendi eliyle bir "dinsel parti" de kurduruyor ve başına insanların en aptalını getiriyor... O nutuk atarken bir vatandaş çıkıp, insanın maymundan gelemeyeceğini iddia ediyor, parti lideri düşüp bayılıyor, konuşma engelleniyor, parti kapatılıyor vs vs...

Bağlamsız gelişiyor tahkiye demek daha doğru... Belirginleşen bir tip ya da karakter derinliği var diyemem.  En önemli sorun az sayfada çok şey söylenmek istemiş olması...

Yine de ilginç elbette. Siyasi çizgi roman türünde sağcı bir örnek diyerek bitireyim.

Salı, Ağustos 30, 2022

Güzel Ankara


İnsan doğduğu yeri seçemiyor, bir yerde doğuyor, büyüyoruz, el ekmek tuttuktan, akıl baliğ olduktan sonra bilerek isteyerek olabilir, şartlar gereği olabilir, başka yerlere gidiyor, oralarda yaşıyoruz, tercih de ediyoruz diyelim... 

12 yaşımda gördüğüm Sinop, 17 yaşımda gördüğüm Hatay ve İskenderun şehir olarak beni çok etkilemişti... Sonradan anlıyorum ki ikisinde de -orada bulunurken- ruhen büyümüştüm, o yüzden bana farklı gelmişlerdi. Galiba diyorum, esrarlı halleriyle Bursa ya da Eskişehir'de de yaşayabilirdim...
Londra'da, Frankfurt'ta da olabilirdim...Güzel hatırlıyorum oraları. Çok küçük yaşta iki sene Adana'da yaşamışım, sempatim vardır ama o sıcaklar bana göre değil...

Doğma büyüme Ankaralıyım, yaptığım işler nedeniyle ara sıra İstanbul'a gidip gelirim, orada yaşamayı istemedim, ne ki, garip bir tesadüf, soyadı kanunu sırasında Dedem'in bulunduğu yer itibarıyla nüfustaki kütüğüm İstanbul Büyükada...

Ankaralı olduğum için insanlar -hele İstanbul'da- benimle Ankara'yı ve İstanbul'u konuşmak, çekiştirmek isterler...Kütüğümü öğrendiklerinde -hele İstanbullular buna çok şaşırarak-  "bir de Büyükada ha" diye bir tepki verirler... Şehirleri övmenin ve yermenin çok sıkıcı olduğunu söylemem gerekiyor, nereye gitsem bu lakırdı hakkında bir hararet yapmam bekleniyor...Ankara'yı savunmam, İstanbul'u yermem...Of ki of...Bir vaiz gibi aynı meseleyi konuşan insanlara sahiden imreniyorum, aynı oyunu binlerce kez oynayan tiyatro oyuncuları gibiler...

Bunları yazıyorum ama çok değişmeyecek, bu sorular yinelenecek, ben de, aynı cevapları bazen nezaketen, bazen kibirli görünmemek adına tekrarlamaya devam edeceğim. [2017]

Pazar, Ağustos 28, 2022

Bir günün hikayesi

[Gündoğumu] Günlük rutinim çok değişmiyor, sabah yedi gibi uyanıyorum, sekiz gibi ayaktayım, kahvaltıdan sonra dokuzda evden çıkıp ofise geçiyorum. Evle ofisin arası dört yüz metre filan... 

[Müzik] Mutlaka müzik dinleyerek yürüyorum, o dinleyişi yaklaşık bir saat kadar sürdürüyorum, ne dinliyorum, yazdığım senaryo ile ilgili müzik seçimleri yaparım ve tekrar tekrar sadece onları dinlerim... Bir senaryo bitene kadar sadece onlarla geçiyor saatlerim desem yalan olmaz. 

[Çay] Ofise girer girmez çay koyuyorum, filtre kahveyle hiç aram yok... 

[Zoom] Senaryo çalışırken on buçuk gibi birileriyle konuşmaya başlardım, bu da küçük aralıklarla saat üç buçuğa kadar sürerdi ve sonrasında bir iki saat kendime vakit ayırır, ofiste bir şeyler karıştırırdım... Mesaim veya hafta sonum, belirli bir tatil günüm olmadığı için bir bölüm bittikten sonra bir ya da iki gün kendime izin veriyorum... Gerçi artık tek başımayım, daha hızlı yazıyorum ama yalnız çalışmak bana kötü mü gelecek henüz bilmiyorum, zaten çok az insanla görüşüyordum, bir yol arkadaşımın olmaması belki de iyi gelmeyecek bana... göreceğiz.

[Özbakım] Ofiste bulaşıktı, temizlikti kendim yapıyorum, çıkmadan evvel bir yarım saat o toparlamayla uğraşırım...Sahafiye kitapların dağınıklığı olsa da ofis genel olarak temiz ve düzenlidir. Eskisi kadar değilim ama ofisi görenlere bakılırsa derli toplu birisiyim. 

[Arşiv] Keşke çizgili arşivimi bir derleyebilsem, elimde ne var ne yok bilmiyorum, o derece işin ucu kaçtı. Ara ara yelteniyorum ama hep yarım kalıyor, yeni gelen kitap ve dergilerle iyiden iyiye karışıyor. Ha, evet, bir süredir, eldeki kitapları tasfiye etmeye başladım, sahafları çağırıyor ve kavilleşerek okuduklarımı ve okumayacaklarımı devrediyorum. 

[Midem] Öğlen yemeklerinde evden getirdiğim şeylerle idare ediyorum ya da dolaptan o an için bir şeyler hazırlıyorum. Pandemiden sonra iyice koyulaştı, dışarıdan yemek sipariş etmez oldum, iş yetiştirme telaşım olmasa sanırım her gün kendime yemek yaparım... 

[Tutku] Gün içerisinde mutlaka kitap sitelerine, yeni çıkanlara ve sahafiye kitaplara bakıyorum, bir dönem müzayedeleri de takip ediyordum.  Kendimi bir şeyin koleksiyoncusu saymıyorum ama resim ve çizgili  işlere merakım fazlasıyla var, orijinal çizgi roman sayfaları topluyorum diyebilirim... 

[Uğrak yerleri] Her ayın ilk pazar günü, Ayrancı Antika Pazarına gidiyorum, kitap bakınsam da en çok heykeller, biblolar filan alıyorum, pulp, bayağı ve ajite şeyler hoşuma gidiyor... Düzenli olarak gittiğim-uğradığım pek bir yer yok,  Tunalı'da Ayhan abi ile Evrim'in dükkanına, Kızılay'da Dost'a gidip kitap alıyorum o kadar... Sohbete gittiğim birileri yok, eskiden İletişim'e giderdim, sonra orada çalışmaya başladım ve emekli oldum. Geniş aralıklarla da olsa İletişim'den genç editörler ofise geliyor, demleniyoruz . Aslına bakarsanız bana kitap taşıyan kargocular, telefonla konuştuğum üç beş kişiyi, çevre esnafını, bir iki arkadaşımı dahi katsam, bir ay boyunca on beş kişi görmüyor olabilirim. Normal bir insan olarak bu durumdan şikayetçi olmadığım için hafif tertip kendimden endişeleniyorum. 

[Beşiktaş] Hayattaki en büyük hastalığım Beşiktaş... Genel olarak kimseyle futbol konuşmamaya çalışırım, uzak durma gayreti denilebilir buna... Bütün o konuşmama inadıma rağmen, 1981 yılından beri Beşiktaş'ın her maçını takip ettiğimi, hayatımı maçlara göre belirlediğimi itiraf ediyorum. Sanat sepet, roman moman, filim milim dışında izlediğim tek şey Beşiktaş haberleri oluyor hatta... Akşam maç varsa sadece maç izliyorum. Beşiktaş yenilirse kimseye hissettirmeden derin bir üzüntüye kapılıyorum, toparlanmam zaman alıyor. 

[İş ilişkileri ve sözleşmeler] Uzun telefon konuşmaları yapıyorum, iş görüşmelerimi bu yolla sürdürüyorum, menajerim ya da avukatım yok, bu türden işleri iyi okuyarak ve pazarlık ederek kendim halletmeye çalışıyorum.  Görüşmeler günlük rutinimin önemli bir parçası...

[Yürüyüşler] Akşam beş buçuk gibi ofisten çıkıyorum, eve çantamı bırakıp yürümeye başlıyorum, her gün -son üç yıldır bunu hiç aksatmadan yaptım- en az beş kilometre yürüyorum, yıllık ortalamam altı buçuk kilometre... 

[Seyir] Yürüyüşten sonra eve geçiyorum, yemekti, salataydı, bazen ertesi günün yemeğiydi derken sekiz gibi oturuyor bir film ya da bir dizinin iki bölümünü seyretmeye çalışıyorum. Her gün bir şey seyretme takıntımı on iki yıldır filan sürdürüyorum. İlla iyi film seyretmeye çalışmam, "kötü filmlerden" ders çıkarmayı çok severim... Senaryo işlerim olduğunda yazdığım-uğraştığım türe hiç girmemeye çalışırım, polisiye mi yazıyorum, o ara asla polisiye seyretmem.

[Aktüel] Uzun seneler oldu günlük gazete okumuyorum, televizyon seyretmiyorum, aktüel siyasetle ve haberlerle ilişkim çok düşük düzeyde... Pandemiden önce düzenli olarak tiyatroya ve vizyon filmlerine giderdim...oyun seyretmeyi özlüyorum.
[Derin hakikatler] Her gün blog yazısı yazmıyorum, eskiden öyleydi, şimdi bir planlama programı var, bir boşluk bulduğumda onu kullanarak yazdığım yazıları yüklüyorum. Planlama yapmayı severim, editörlüğüm sırasında da yayınevinin genel programının en az üç ay önünde olurdum. Blogta da bir hafta önde oluyorum, hep aklımda ve ihtimam gösterdiğim şeylerden biri bu. Nitelik olarak her zaman istediğim gibi "yazamıyorum", ama devamlılık gösteriyorum, beni zinde tutsun istiyorum. 

[Uyku] Mutlaka saat on ikide yatarım, yedi saat uyumak isterim... Öğrenciyken üç beş kez sabahladım ama gece insanı değilim ben, öğlen uykusu da bilmem... Gece eğlenceleri, içkili masalar bana göre değildir...Uykusuzluk beni korkutur, zinde bir aklım ve ruh halim olmalı ki yazabilmeliyim.  

Cumartesi, Ağustos 27, 2022

Amacımız


Yıllar yıllar önce Kadınca dergisinde Muhlis Bey'le ilgili bir söyleşi yapılmış (Şubat 1984). Latif Demirci ve Behiç Pek'le konuşulmuş. Bir soru, Muhlis Bey'in yaratıcılarından daha ünlü olmasıyla ilgili olmuş. Behiç Pek, hoşuma giden bir cevap vermiş, paylaşmak istedim. Önemli olan bizim değil, yaptığımız işin popüler olması demiş.

"İşimiz bizim adımızın duyulmasını gerektirmiyor."

Bu tevazu mutlaka samimi bir tevazu ama üretirken bir şart mı veya geçmişte-günümüzde bir şart oldu mu?

Cuma, Ağustos 26, 2022

Tıklama şeyleri

İnternet üzerinden para kazanıldığı için tıklanmak (okunmak-bakılmak) bir geçim meselesi haline geldi. Bilenler vardır, google bu işin takibini hayat-memat ölçüsünde dikkatle yapıyor ve click-farm denen şirketlerle sahiden savaşıyor. Tıklanma başına paralar ödediği için özellikle üçüncü dünya ülkelerinde, en çok Vietnam ve Hindistan'dan söz ediliyor,  ücretli reklam bağlantılarına, bir şarkıya, bir filme tıklayarak (veya like vererek) kendisinden para tırtıklayan illegal oluşumlarla mücadele ediyor. 

Tıklama dolandırıcılığı da deniyor buna. Biraz bakındım, işte ellerinde bin tane ayrı ip numarası ve telefon var, yirmi dört saat boyunca çeşitli adresleri tıklayıp duruyorlar. Bizde de var böyle şeyler, aralıklarla ortaya çıkıyor veya troller denilen partizan kullanıcıları düşünün... Hukuken de bir açık olmalı, tıklama yapan çalışanlar suçlanabiliyor mu acaba? 

Ben bu tür yerleri ve çalışma ortamlarını, genel olarak mesailerinin nasıl geliştiğini çok ama çok merak ediyorum. Keşke seyredebilsem, bir kaç gün ücretsiz çalışmaya bile razıyım. 

Perşembe, Ağustos 25, 2022

Dünyanın en güzel romanı

Bu romanı okuduğumda on ya da on iki yaşımda falandım, büyülenmiştim, bir gün böyle bir roman yazabilir miyim diye hayal kurduğumu hatırlıyorum. İçinde hayranlık, güvensizlik, taklit etme arzusu ve yazma iştahı olan bir hayaldi. 

Bilenler çıkacaktır, Baskan Yayınları, Fransızcadan tercüme edilen 10-15 yaş arasına hitap eden romanlar yayımlardı, iyi basılan, göz alıcı ilüstrasyonlar içeren hemen hepsi kolay okunan sürprizli, tempolu, aksiyon devamlılığı olan hikayelerdi, okurken çok heyecanlanır, bir iki günde çarçabuk bitirirdim. 

Yıllar sonra kitabı hatırladım ve bu defa satın aldım, geçen haftalarda da tekrar okudum. Langelot, Fransız İstihbaratında çalışan gencecik bir çaylak ajandı, bu serüveninde hainlikle suçlanıyor ve türlü badirelerden geçerek kurtuluyordu. Aklımda kalan büyük bir çaresizlik içinde kalmasıydı. Tekrar okuduğumda o kadar da sıkışmadığını fark ettim, demek ki o yaşta bana o kadarı bile yetmişti. Okur olarak kahraman ne kadar çok sıkışırsa o kadar iyi hikaye olur fikrimin temelini bu romana borçlu olabilirim.  

 

Çarşamba, Ağustos 24, 2022

Fofenk!

Bir süredir sokak kedileriyle haşır neşirim, bahçeye açılan mutfak kapıma gelip gider oldular... Kedileri seviyorum, bir biçimde onları severken ve seyrederken buluyorum kendimi... Sabah ofise geldiğimde ve akşam çıkarken toplaşıyorlar... 

Sokak kedileri, evcil olmadıkları için hep bir saldırı ihtimaliyle yaşıyorlar, korkuyorlar, bana alışmaları kolay olmadı, bir ikisi miyavlamaya, içeri girmeye, gizlice evi dolaşmaya filan başladı. Kendi aralarında hiyerarşileri olan aşağı yukarı on tane hırsız kedi düşünün...

Derken bir gün yeni bir kedi ortaya çıktı ve o düzeni, yeme sırasını, güç dengesini filan darmadağın etti. Kapının ağzında durdu, gelene gidene pati attı, kovaladı, tısladı mırladı, az evvel akranlarını döven o değilmiş gibi yanıma gelip bana tatlı tatlı miyavladı. Şöyle anlatayım, yeni kedi, öyle tarumar etti ki ahaliyi, kedilerden herhangi birisi gelemez oldu. 

Aa maa derken kedinin boynunda bir zincir ve telefon numaralı bir metal plaka gördüm...Ev kedisiymiş arkadaş...Sokak kedilerini bu kadar korkutuyor olmasına şaşırmadım desem yalan olur.

Ofisten çıkacağım, ev kedisi olduğu için sahibi arıyor olabilir diye endişelendim, sağa sola sordum, bilen yoktu, telefonla aradım numarayı, İstanbul'dan biri açtı, kedinin sahibiymiş, bir süreliğine bana çok yakında oturan anne babasına bırakmış, eve girip çıkıyor, dışarıda dolaşıyor, akşam eve dönüyormuş. E güzel dedim, madem alışkı, kediyi saldım, gider evine. Giderken mır mır etti ve çıktı.

Ertesi gün ofise geldiğimde kedi beni bekliyordu, açtım kapıyı tıp tıp içeri zıpladı, hiç görmemiş gibi tek tek odaları dipleri köşeleri bir kere daha gezdi... sekiz saat hiç dışarı çıkmadan içeride uyudu, koltuklara kuruldu, akrobatik hareketler, gurul gurul kendini sevdirmeler filan dolandı durdu...Görseniz kırk yıllık evin kedisi gibiydi. Rent a car gibi ben de rent a cat yaptım diye gülüyorum, mesai bitiminde evlerimize dağılıyoruz, vay dedim negzel...

Bu durum çok sürmedi, akşam sahibi beni arayarak kediyi eve (ofise) almamamı, gelirse kovalamamı istedi. Kedisiyle ilişkisini, iş hayatını, kediyi emanet ettiği annesini babasını filan anlattı.  İşte İstanbul'a yerleşeceğim, onu yanıma alacağım şu bu... Garip bir konuşmaydı. Kedi, hiç başka eve girmezmiş, ilk kez böyle bir şey yapıyormuş...Sanıyorum, kedisini kaybetmekten korktu, bir başkasına meyletmesine gönlü razı olmadı. Ofise haftanın beş günü gittiğimi, en fazla yedi saat kaldığımı, iş için şehir dışına çıkabildiğimi o sebeple kedi besleyemeyeceğimi söyledim. "Merak etmeyin almam" diyerek onu teskin ettim.

Bu mesele kapandı sanıyorum, kapanmamış, gece işle ilgili uzun telefon konuşmaları yapıyorum, bakıyorum arada arıyor, ısrarlı ediyor... Anlamıyorum da durumu. Kedi eve gelmemiş, kayıpmış, bana soruyor, adresimi istiyor, yazdım, ailesi ofisin etrafına bakacakmış... Yazdığı mesaja göre geceyarısı geri dönmüş... Sabah kedi ofise gelmedi, tahminim dışarıya çıkmasına izin vermediler. 

Biliyorum, bir aşk hikayesinin ilk bölümü gibi oldu, sevenleri ayırdılar. Gülerek devam edeyim, "bu film böyle bitmez."

Salı, Ağustos 23, 2022

Feminizm ve grafik roman


Çıkalı epey oldu aslında, "Feminist Çizgi Romanları" Birgün Kitap, kapak konusu yaptı, sayıyı görmedim ama vesile edeyim dedim, yakın dönemlerde bana çizgi romanla ilgili en çok sorulan sorulardan biri bu çünkü. Grafik roman, nasıl oldu da feminist edebiyatın bir parçası oldu diye merak ediliyor. 

Çizgi romanlar çok çok uzun süredir mainstream'in bir parçası değil, az satıyor, filmler ve diziler yoluyla yeniden oralara dahil olmaya çalışıyorlar. Grafik romansa baştan bir reddediş ve azla yetinme hali... Otobiyografik nitelikleri, yavaş akan hikayeleri ve muhaliflikleri nedeniyle "best seller" biçimlere ve çoğunluk değerlerine bir karşı çıkış tavrı gösteriyorlar. Kaba bir ayrım gibi gözükebilir, ama çizgi roman daha "erkek" kaldı veya grafik roman etkisiyle farkındalığını artırdı. Muktedir erkek hikayeleri kolaylıkla anlatılamıyorsa, dünyada olup bitenlere daha duyarlı olan grafik roman ekolünün katkısı yadsınamaz.  

Hal bu olunca, feministlerin haliyle yakınlık duyabileceği bir anlatım biçimi ve sanat formu oldu grafik roman. Endüstri dışı kalabiliyor, çok çizer ve çok yazarlı bir piyasa sür'atine ve çokluğuna ihtiyaç duymuyor. Mutlaka çok iyi çizilmesi gerekmiyor, her ay çıkması beklenmiyor filan... 

Feminizm temelli, erkeklik eleştirisi yapan grafik romanların artışından söz ediliyor, bence henüz o denli artmadı, çok çok artacak... Çünkü feminizm alternatif bir popülerlik kuruyor. Bana, iyi kadın çizer yok deniyor, eskiden evet derdim, erkekler kadar çok değiller... Bir süredir, iddia edilen iyi çizginin ne olduğunu soruyorum, merak ediyorum çünkü, Bonelli ya da Marvel ölçüsünde göz alıcı bir çizgiden söz edildiğini anlıyorum artık.... Sahiden çok çok farklı mecralar... Ve hep söylüyorum, asıl önemli olan, hikaye anlatabilen bir çizginin olması... Ardışıklık kurarak kendini okutabilmesi...

Pazartesi, Ağustos 22, 2022

Erkekler beni...


Mizah dergileri "şimdiki zamanı" konuşurlar, dillendirirler, kolektif zihniyeti temsil ederler(di). Yukarıdaki karikatür, cumhuriyetin onuncu yılından. Üst başlık "Kadınlar her şey oluyorlar, fakat..." yazılmış... Kısa saçlı, pantolonlu, çizmeli, hasılı erkek gibi gösterilen bir kadın resmedilmiş... Ev kadınlığına ilişkin resimlere bakarak korkuyor, şaşakalıyor, yerinde hopluyor... "Erkekler beni hakim yapıyorlar, polis yapıyorlar, muhtar yapıyorlar. Allah esirgesin bir de böyle kadın yaparlarsa halim ne olur?"

Yüz yıl önce sosyal hayatın içinde başarı kazanmış kadınlar, mutlaka hoşnutsuzluk yaratıyor, pantolonlu, çizmeli, sigara içerken resmediliyor ve karikatürleştiriliyordu. Bize sirayeti bir on yıl sonra filan başlar. Döner dolaşır, hemen ardından da " e peki evde çocuğa kim bakacak" sorusu sorulurdu. Her solcuya sorulan "Ruslar, Türkiye'yi işgal ederse ne yaparsın?" sorusu gibi saçma bir şey...Gel de cevap ver...

Karikatürdeki kadın afalladığında "Erkekler beni hakim yapıyorlar..." diye başlıyor.

Siyaset tartışmasına biraz buralardan başlamak gerekiyor sanki... Her erkek, biraz devlet çünkü...Kolektif değerleri erkek aklı belirliyor çünkü.

Mizah dergilerinde bugün böyle bir karikatür göremezsiniz, başka bir zamandayız ama şunu da kabul edelim, dergiler de popüler değiller artık. Herkese değil okur yazar bir azınlığa hitap ediyorlar.


Yukarıda kapak, 1975 yılından, Oğuz Aral'dan, asparagas bir gazete haberine kapak yapılmış. Burton, Liz Taylor ile evlenebilmek için sünnet olacakmış da fışfış...Avni giriyor devreye, bugün için arkaik olan, 1975 yılında kimseye tuhaf gelmeyen bir mizah yapıyor.

İki farklı dönemden iki espri...Bize espri gelmiyor olabilir. Gülmek ayrı mizah ayrı. Şunu düşünelim, bu zihniyetler kaybolup gitti mi? Kimsenin hatırlamadığı düşünceler mi? Yoksa dün gibi bugün de popüler mi?

Pazar, Ağustos 21, 2022

Çizgilere Derkenar 21

Ateş çocuk dergisinin 1937 yılından... Sayılar boyunca "pek yakında" başlayacak bir roman tefrikası yapılıyor, ilginç olan henüz yayına başlamamış bir romanla ilgili ilüstrasyonların kapaktan verilmesi-duyurulması... Yani bakmayın "Bu sayıda" dendiğine, pek yakında aslında... Murat Reisin Oğlu, Reşat Ekrem'in Ahmet Bülend Koçu mahlasıyla yazdığı bir "çocuk" romanı... 

O yıllarda döneme ve yeni cumhuriyete özgü bir çocuk ve ilkgençlik kahramanı üretilmek isteniyor... Sahiden çok arzulanıyor ama meseleye hamasetle bakıldığı için ölmeli-öldürmeli şehidi bol hikayeler çıkıyor ortaya. 

Koçu, çocuklar için üretebilecek bir yazar değil, baştan sona "adult" düşünen biri ... Veya o dönem böyle bir hassasiyet yok öğretmenlerimizde... Ömer Seyfettin nasıl çocuklara uygun değilse Koçu da değil... Ne ki, bir kahramana ihtiyaç var, Koçu da hem çalışkan hem tarihi biliyor. Dünyaya hamasetle bakıldığı için tarihi bilen adama roman yazdırıyorlar. 

Aslan Kardeş, 1966?'ta çıkan bir çocuk dergisi, hikayeler alt yazılı olarak kullanılmış, o dönem için arkaik duruyor gibi gelmişti bana... Sonradan derginin okul öncesi çocuklar için yayımlandığını anladım, yani dergiyi çocuklar değil ebeveynler satın alıyor ve bizatihi onlar çocuklarına okuyor, resimlerle pekiştiriyorlar. Bir başka deyişle dergi, resimli masal kitaplarıyla rekabet ediyor, daha ucuz ve daha çok hikaye sunuyor okuruna. O sebeple alt yazılı çalışmalar kullanıyorlar. 

Çizgi roman ve karikatürde balon kullanımında bir iki kural vardır, okuma yönüne göre ilk balonu en yukarıya, ikincisini bir altına istiflersin, eğer diyaloglu ve karşılıklı konuşması çoksa, o vurguyu verebilmek için balonları bölerek birbirine bağlarsın. Değişmez bir kural değil elbette, farklı kullanımlar olabiliyor... Yukarıdaki örnek bunlardan biri. 

Cumartesi, Ağustos 20, 2022

Komşumun halleri

En az dört yıl olmuştur, bir yaz akşamı balkonda oturuyoruz, yan binada yaşayan benden en az yirmi yaş büyük bir kadın telaşlı ve nefes nefese bir halde dışarı çıkıp dolanmaya başladı, apartmandan birilerini arıyor, kimseyi bulamıyordu. Tuhaf bir durum olduğunu anladım, "yardımcı olabileceğim bir şey var mı" diye sordum-seslendim. 

Meğerse bir hırsız olabileceği şüphesiyle evine giremiyormuş, dairesinden çıkarken ışıklar kapalıymış, geldiğinde açıkmış filan... "Evham yapıyor olabilirim" diyor ama  neredeyse titriyor, "isterseniz ben eve girebilirim, birlikte kontrol ederiz" diye bir şey önerdim.

Öyle de yaptım, içeri girdim, odalara baktım, bir şey yoktu, sonra onu çağırdım, kontrol etmesini bekledim ve ayrıldım. Hayat kolay değil, evham, endişe, anksiyete, sıkıntı her hamlemizde bizi zorlayabiliyor. Önemli bir şey yaptığımı da düşünmüyorum. 

Benim için ilginç olan bundan sonrası...

Bu teyzeyle bir biçimde komşuyuz ve doğal olarak karşılaşıyoruz. Olaydan sonra sayısız kez yan yana, yüz yüze, karşı karşıya gelmişizdir, bir kere olsun bana selam vermedi, selamı geçtim, yüzüme bakmadı, bütünüyle ben yokmuşum, sanki bir görünmezmişim gibi geçip gidiyor yanımdan. 

Önceleri şaşırmıştım, sonra giderek meraklanmaya başladım, bir biçimde kendisine yardımcı olmuş birisine insan bir merhaba der, bir tebessüm eder gibi geliyor bana... Galiba diyorum, bana ve dış dünyaya karşı bir zaaf gösterdiği için kendini suçluyor ve benden (bizlerden) utanıyor... Belki, kendisiyle alay ettiğimizi ve küçük gördüğümüzü düşünüyor, o evhamını unutmak istiyor falan filan... Aklından ne geçtiğini bilemiyorum.

Perşembe, Ağustos 18, 2022

Hatırlamak-Unutmamak


Millet olarak unutkan olduğumuz iddia edilir, okur yazarlarımızın "bu halk.." diye başlayan ezber eleştirileri ve bunun toplumun bütün kesimlerinde çeşitli biçimlerde yinelenmesine bakılırsa... unutkan olduğumuza inanmak gerekiyor ama...

Yukarıda 1985 yılına ait bir Gırgır kapağı var, tipik Gani Müjde esprisi. Müjde'nin bunca yıl nasıl popüler kalabildiğini gösteren, ortalamayı bilen ve buna inanarak bakan espri karakterini gösteren bir mizah içeriyor. Bana başka türlü de popüler olunamaz gibi gelir. "Bu halkın unuttuğu filan yok" demenin mizahını uzun uzadıya açıklamak zorunda kalırsınız. Oysa kabul gören bir klişeyi kullanarak pat diye amacınıza ulaşırsınız.

Kapağın sağ altında konuşanlara bakarsak, sağcıların peşinde koşan ve onlara oy verenler, aldatılması kolay insanlardır, borç para isteyerek bu "cahilleri" hemmen kandırabilirsiniz. Unutkandırlar çünkü.

Sıradan insanlar için siyaset ve oy verme güdüsü, bütün o büyük laflara rağmen çoğunlukla çıkara dayanır. İş vaadi, işini kaybetme riski ve maddi kayıp korkusu her türlü büyük siyasetin üzerindedir. Sıradan insanlar muktedirler karşısında güçsüz ve savunmasız olduklarını, kolay harcanabileceklerini bilirler, yetersiz olduklarının farkındadırlar... Ona göre yaşarlar. Ama böyle yaşadıklarını kabul etmezler, kendileri dışındaki herkesin çıkarcı ve numaracı, cahil ve ruhsuz, kafir ve terörist, vatansız ve hain olduğunu söyleyerek gururlanırlar.

"Bu halk unutur, hafızasızdır" demek de bizi ruhen ve fikren bir tık yukarıya taşıyor...

"Bu halk unutur" gibi gelmiyor bana, Aziz Nesin derdi "biz söylemeyiz, söyleniriz" diye...Ben daha çok buna inanıyorum. Unuttuğumuz filan yok, işimize gelince konuşuyor ve susuyoruz. Herkes olup bitenlerin farkında.

Çarşamba, Ağustos 17, 2022

Kumbara (1978-1988)

Kumbara, İş bankasının çıkardığı, müşterilerine ücretsiz olarak dağıttığı aylık çocuk dergisiydi. Halen çıkıyor mu bilmiyorum, aralıklarla yayımladığı bir yayındı aslında, listelediğim dönemi 1978'de başlayıp, doksanlara kadar süren seri, elimdekilerle yetindim. İlk yayını 1955 olabilir, bir iki örneği paylaşmıştım, meraklısı ayrıca bakabilir. 

Dergi, bir iki açıdan bence ilginçti. Milliyet Çocuk dergisini andırıyordu ama ona nazaran daha fazla yerli çalışmaya, özellikle de edebiyat uyarlaması çizgi romanlara yer veriyordu. Bunun en önemli nedeni derginin (o yıllarda Türkiye'de pek çok edebiyatçının telif haklarının temsilcisi olan) ONK (Osman Necmi Karaca) Ajansı tarafından hazırlanmasıydı. Banka yayını olmaları, ajansın ünlü yazarlarla olan yakınlığı bu yüksek maliyetli işlerin yapılabilmesini mümkün kılmış görünüyor.  

Uyarlamalar başarılı mıydı derseniz, kolayca evet diyemem, kimi zaman romandan bir kesit almışlar, bazen özetlemişler, her zaman bir ardışıklık kuramamışlar, uzun uzun paragraflar kullanıp onlara vinyetler çizmişler filan... ama denemişler ve bir meseleleri olmuş, en azından ilk yıllarda bir inat göstermişler. 

Aleko, Ömer Seyfettin, çiz.Ateş Aydemir, Ekim 1978.
Çetin, Metin ve Ötekiler, Savaş Dinçel, Ekim !978-Mayıs 1979.
Borazan Çavuş, Aziz Nesin, çiz. Ateş Aydemir, Kasım 1979.
Köprülü’lü Hamdi Bey, Aziz Nesin, çiz. Ateş Aydemir, Aralık 1978.
Nasrettin Hoca, Şenol Kirpikçioğlu, Aralık 1978-Nisan 1980.
Kömürün Öyküsü, Talip Apaydın, çiz. Mehmet Tunalı, Ocak 1979.
Gülibik, Çetin Öner, çiz. Mehmet Tunalı, Şubat 1979.
Arabalar Beş Kuruşa, Sabahattin Ali, çiz. Cengiz Gürer, Mart !979.
Midas’ın Kulakları, Güngör Dilmen, çiz. Mehmet Tunalı, Nisan 1979.
Yılkı Atı, Abbas Sayar, çiz. Mustafa Delioğlu, Mayıs 1979.
Gündüzünü Yitiren Kuş, Halikarnas Balıkçısı, çiz. Mustafa Delioğlu, Haziran 1979.
Sevinç’çik, Altan Erbulak, Haziran 1979-Nisan 1980.
Çay Ağacı, Talip Apaydın, çiz. Mehmet Tunalı, Temmuz 1979.
Gönüllü Onyediler, Aziz Nesin, çiz. Şenol Kirpikçioğlu, Ağustos 1979.
Sevginin Bedeli, Tarık Buğra, çiz. Mustafa Delioğlu, Eylül 1979.
Palyaço İhmal Amca, Çiz. Cengiz Gürer, Ekim 1979.
Kaçakçı Şahan, Bekir Yıldız, çiz. Mustafa Delioğlu, Kasım 1979.
Kırmızı Küpeler, Orhan Kemal, çiz. Mustafa Delioğlu, Aralık 1979.
Falaka, Ömer Seyfettin, çiz. Erdal Ekşi, Ocak-Şubat 1980.
Dönemeç, Ümit Kaftancıoğlu, çiz. Mustafa Delioğlu, Mart 1980.
Eskici, Refik Halit Karay, çiz. Mustafa Delioğlu, Nisan 1980.
Kirazlar, Reşat Nuri Güntekin, çiz. Mustafa Delioğlu, Mayıs 1980.
Uyanık Ali, Mehmet Hamzaoğlu, Mayıs 1980-Aralık 1980.
Sinağrit Baba, Sait Faik, çiz. Necdet Çatak-Oğuz Peker, Haziran 1980.
Beyaz Güvercin, Samim Kocagöz, çiz. Mustafa Delioğlu, Temmuz 1980.
Düpedüz bir vatandaş, Rıfat Ilgaz, çiz. Mehmet Hamzaoğlu, Ağustos 1980.
Sarı Sıcak, Yaşar Kemal, çiz. Mustafa Delioğlu, Eylül 1980.
Bir İngiliz’in Mektubu, Muzaffer İzgü, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Ekim 1980.
Ateş Kusan Canavar, Sadık Öztürk-Necdet Çatak, Ekim 1980.
Küskün Ayıcık, Gülten Dayıoğlu, çiz. Mustafa Delioğlu, Kasım 1980.
Himmet Çocuk, Halide Edib Adıvar, çiz. Sadık Öztürk-Necdet Çatak, Aralık 1980.
O da Benim Bu da Benim, Mehmet Seyda, çiz. Bülent Ünsal, Ocak 1981.

Küçük Kuş ve Özgürlüğü, yaz. Ebru Köktürk, çiz. Ercüment Özçakır, Şubat 1981.
Tasmalı Kedi, Kemal Özer, çiz. Sadık Öztürk, Mart 1981.
Palto, Ruhi Tek, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Nisan 1981.
Kayık, Mehmet Güler, çiz. Sadık Öztürk-Necdet Çatak, Mayıs 1981.
En İyisi Çocuklar, Abbas Cılga, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Haziran 1981.
Çiçekler de Yararlıdır, Sulhi Dölek, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Temmuz 1981.
Gizli Gerçek, Zühtü Bayar, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Ağustos 1981.
Dedem Korkut’tan Deli Dumrul, çiz. Necdet Şen, Eylül 1981.
Gılgamış Efsanesi, çiz. Necdet Şen, Ekim 1981.
Pembe Ev’den Yurt Yüzeyine Işıyan Güneş, yaz.Reşit Aşçıoğlu, çiz.Mustafa Delioğlu, Kasım 1981.
Papatya Gelin, Necati Güngör, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Aralık 1981.
Nazik Alet, Aziz Nesin, çiz.Sadık Öztürk-Necdet Çatak, Ocak 1982.
Rüzgarla Sivrisinek, Ömer Seyfettin, çiz. Ercüment Özçakır, Şubat 1982.
Sarı Tay, yaz. Süleyman Bulut, çiz.İsmail Gülgeç, Mart 1982.
Dövüş, M.Şevket Esendal, çiz.Mustafa Delioğlu, Nisan 1982.
Ağaçlarımızı kestirmeyiz, yaz.Emrullah Güney, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Mayıs 1982.
Daniş Çelebi, Ahmet Mithat, çiz.Mustafa Delioğlu, Haziran 1982.
Nasreddin Hoca bir gün, Yüksel Ünsal, Haziran 1982-Kasım 1988.
Gölcüğün Küçük Avcıları, yaz. Yalvaçu ral, çiz. İsmail Gülgeç, Temmuz 1982.
Kaz yolar mısın?, Köksal Çiftçi, Ağustos !982.
Topal Martı, Sait Faik, çiz. Necdet Çatak-Sadık Öztürk, Eylül 1982.
Elif, Melike Sönmez-İsmail Gülgeç, Eylül 1982-Kasım 1988.
Yaşlı Dut Sokağı, Emre Senan-Ateş Benice, Ekim 1982-Mayıs 1983.
İşsiz Delikanlı ile Köpek Balığı, Mark Twain, çiz. Niyazi Yoltaş, Haziran 1983.
Gerdanlık, Guy de Maupassant, çiz. Niyazi Yoltaş, Temmuz 1983.
Küp, Luigi Pirandello, çiz. Niyazi Yoltaş, Ağustos 1983.
Mutlu Prens, Oscar Wilde, çiz. Niyazi Yoltaş, Eylül 1983.
İki Peri, Perrault, çiz. Niyazi Yoltaş, Ekim 1983.
Top ile Topaç, Andersen, çiz. Niyazi Yoltaş, Kasım 1983.
Bir Haftada Üç Pazar, Poe, çiz. Niyazi Yoltaş, Aralık 1983.
Çocuğun Ekmeği, Giovanni Papini, çiz. Niyazi Yoltaş, Ocak 1984.
Babası, J.Steinbeck, çiz. Niyazi Yoltaş, Şubat 1984.
Antika Para, A.Moravia, çiz. Niyazi Yoltaş, Mart 1984.
İhtiyar Dilenci Kadın, H.Von Kleist, çiz. Niyazi Yoltaş, Nisan 1984.
Ateş Yakmak, Jack London, çiz. Niyazi Yoltaş, Mayıs 1984.
Küçük Susin’in Korkuları, Unamund, çiz. Niyazi Yoltaş, Haziran 1984.
Otomobil, çiz.Niyazi Yoltaş, Temmuz 1984.
Çiçek Aşısı, çiz.Niyazi Yoltaş, Ağustos 1984.
Ayna, çiz.Niyazi Yoltaş, Eylül 1984.
Yazı, çiz.Niyazi Yoltaş, Ekim 1984.
Gazete, çiz.Niyazi Yoltaş, Kasım 1984.
Atom, çiz.Niyazi Yoltaş, Aralık 1984.
Petrol, çiz.Niyazi Yoltaş, Ocak 1985.
Televizyon, çiz.Niyazi Yoltaş, Şubat 1985.
Uçak, çiz.Niyazi Yoltaş, Mart 1985.
Müzik, çiz.Niyazi Yoltaş, Nisan 1985.
Mikroplar, çiz.Niyazi Yoltaş, Mayıs 1985.
Para, çiz.Niyazi Yoltaş, Haziran 1985.
Dondurma, çiz.Niyazi Yoltaş, Temmuz 1985.
Gemi , çiz.Niyazi Yoltaş, Ağustos 1985.
Fotoğraf , çiz.Niyazi Yoltaş, Eylül 1985.
Satranç, çiz.Niyazi Yoltaş, Ekim 1985.
Saat, çiz.Niyazi Yoltaş, Kasım 1985.
Vitaminler, çiz.Niyazi Yoltaş, Aralık 1985.
Bizim Ali, Mıstık, Ocak 1986-Eylül 1986.
Dans ve Bale, çiz.Niyazi Yoltaş, Ocak 1986.
Keman,  çiz.Niyazi Yoltaş, Şubat 1986.
Sinema, çiz.Niyazi Yoltaş, Mart 1986.
Balon, çiz.Niyazi Yoltaş, Nisan 1986.
Ampul, çiz.Niyazi Yoltaş, Mayıs 1986.
Karagöz , çiz.Niyazi Yoltaş, Haziran 1986.
Bisiklet , çiz.Niyazi Yoltaş, Temmuz 1986.
Pul, çiz.Niyazi Yoltaş, Ağustos 1986.
Tiyatro, çiz.Niyazi Yoltaş, Eylül 1986.
Uzay Çocukları, Mıstık, Ekim 1986.
Kağıt, çiz.Niyazi Yoltaş, Ekim 1986.
Bizim Ali, Mıstık, Kasım 1986-Aralık 1988.
Füze, çiz.Niyazi Yoltaş, Kasım 1986.
Şeker, çiz.Niyazi Yoltaş, Aralık 1986.
Tekerlek , çiz.Niyazi Yoltaş, Ocak 1987.
Antibiyotikler, çiz.Niyazi Yoltaş, Şubat 1987.
Buhar Makinesi, çiz.Niyazi Yoltaş, Mart 1987.
Dinamit, çiz.Niyazi Yoltaş, Nisan 1987.
Mikroskop, çiz.Niyazi Yoltaş, Mayıs 1987.
Çikolata, çiz.Niyazi Yoltaş, Haziran 1987.
Pusula, çiz.Niyazi Yoltaş, Temmuz 1987.
Kalem, çiz.Niyazi Yoltaş, Ağustos 1987.
Dürbün ve Teleskop, çiz.Niyazi Yoltaş, Eylül 1987.
Röntgen, çiz.Niyazi Yoltaş, Ekim 1987.
Bilgisayar, çiz.Niyazi Yoltaş, Kasım 1987.
Plastik, çiz.Niyazi Yoltaş, Aralık 1987.
Matbaa, çiz.Niyazi Yoltaş, Ocak 1988.
Dikiş Makinesi, çiz.Niyazi Yoltaş, Şubat 1988.
Kauçuk, çiz.Niyazi Yoltaş, Mart 1988.
Tren, çiz.Niyazi Yoltaş, Nisan 1988.
Elektrik, çiz.Niyazi Yoltaş, Mayıs 1988.
Radyum, çiz.Niyazi Yoltaş, Haziran 1988.
Radyo, çiz.Niyazi Yoltaş, Temmuz 1988.
Çıtıpıtı Bebek, çiz.Niyazi Yoltaş, Ağustos 1988.
Sedef Kız, çiz.Niyazi Yoltaş, Eylül 1988.
Ese Kızı, çiz.Niyazi Yoltaş, Ekim 1988.
Açıl Sofram Açıl, çiz.Niyazi Yoltaş, Kasım 1988.
Devlerin Sırrı, çiz.Niyazi Yoltaş, Aralık 1988.


Salı, Ağustos 16, 2022

Hacıağa Barda

Eskiden, gazete bayiilerinde forma forma ucuz romanlar satılırmış... Gazete bayii dedim, daha öncesi tütüncüler...Yol üstünde, ayak altındaki bu dükkanlarda ipe dizilmiş-mandallanmış, neredeyse olabilecek en az paraya satılan yayınlar düşünün... Doğal olarak abartısıyla ilgi çeken, hemen her şeyiyle bayağı gözüken, taklit ve tekrar eden, okunup atılacak kitapçıklardan söz ediyorum.  

Görselini paylaştığım Hacıağa öyle bir şey, kapakla birlikte 12 sayfa...Sekiz sayfa içi, dört sayfa da kapağı... İlk forma Hacıağa İstanbul'da imiş, taşralı amcamız, davarlarını dolandırıcı bir kadına kaptırmış, ikinci (yukarıdaki) formada ise ilk kez et döner görüyor, lokantada yemek yediğinde para vermesi gerektiğini (artık nedense) bilmiyor, tuvaletin nerde-nasıl olduğunu anlamıyor, en nihayet cebinde kalan paraları bar kadınlarıyla şıkıdımda harcıyor filan.  Kaba kaçacak ama başka türlü anlatılamaz, kaba bir mizah yapılıyor çünkü... Hacıağa yemesini, içmesini, sıçmasını, konuşmasını bilmeyen biri... 

O dönemin insanları Hacı Ağa, dendiğinde gazinoları, müsrifliği, cehaleti, yersiz böbürlenmeyi hatırlardı ve bunda mizahçılar kadar gündelik dilde yaygınlaşmış esprilerin payı büyüktü. Şehre gelen zengin köylünün uyumsuzluğu, parasına mukayyet olamaması, libidosuna gem vuramaması, kurnazlığı, bönlüğü türlü türlü anlatılırdı. Hacı Ağa, mutlaka tramway'ı ya da galata kulesini satın alır (!), peri kızı sandığı dalavereci bir güzel uğruna ceplerini boşaltırdı. Hollywood'a, köşklere, balolara gider, işin içine siyaset katanlar onu Moskova'ya kadar taşırdı. Pervasızdı, cahil cesaretiyle utanmazdı, ölçüsüzdü, dangozdu vs vs...

Taşralılar bugün dahi gece hayatının dikkat çekici müşterileridirler filan ama  bu saldırganlığın gerekçesi sadece bu "doğruluk" olamaz.

Arada yazıyorum, nefret, toplumlar için bir ihtiyaçtır, her dönem şaşmaz bir biçimde göçmenlere yönelik husumet olmuştur. Köylüler, cahiller, magandalar, Suriyeliler İstanbul'u işgal ediyordur filan... 

Hacıağa tam öyle bir tipleme değil, göçmen ve cahil (kültürel sermayesi yok) ama tam da alt sınıfla özdeşleştirilmiyor. Çalışmaya gelen ırgatlardan biri değil... Aksine para harcamaya geliyor ve çok para harcayarak görünürleşiyor... 

Görünme meselesi önemli, toplumlar ve kalabalıklar şöyle bir şey arzularlar, şehre (ülkeye) gelen göçmenler en pis  (bizim yapmadığımız) işlerde çalışabilirler ama kamusal alanda gözükmemeli, dışarı çıkmamalı, mesai kaçta bitiyor mesela, saat yediden sonra kaybolmalıdırlar... 

Hacıağa, istenmeyen biçimde görünüyor ve parasıyla istediğini "göstere göstere" satın alıyor... Galiba asıl yaralayıcı olan bu, esprilere bakıyorum, onun aldatılmasından, rezil edilmesinden, parasının elinden alınmasından açıkça zevk alınıyor... Çalanlara, kandıranlara, suç işleyenlere kimse kızmıyor...

Pazartesi, Ağustos 15, 2022

"Önce Herşey Bir Gaz Bulutuydu..."


Kemal Gökhan, sevdiğim, ne yaptığını ne anlattığını merak ettiğim bir çizgi romancı. Bazı isimlerin az üretmesine, köşesine çekilmesine üzülürüz, keşke böyle yapmasa, yine-yeniden bir şeyler anlatsa deriz. Çok hatırlanmıyor olabilir, Kemal Gökhan'ın çizdiği Ayşegül Savaşta dizisi, nitelikli ve sağlam bir çalışmaydı mesela. Gönlüm, o çabanın unutulmasına razı olmadığından olabilir, yeniden bir hikâye anlatmasına sevindim. Kendisi de yazmış, yedi yıldır adam akıllı bir iş üretmemişti.  Öte yandan, Gezi olaylarıyla ilgili yeni bir çalışma yaptığını duyunca tedirgin olmadım desem yalan olur. Gezi meselesinin ticarileşmesinden endişe ediyor ve yaşananları anlatmak-hikâyeleştirmek için bu kadar acele etmemek gerekiyor diye düşünüyorum. Romantize ediyor olabilirim. Üstelik, pek çok hikâye ancak aktüel bir bağlamı varsa yaşayabiliyor. Çizgi romanın aktüelle de ilişki kurması şart. Bunları bilmiyor değilim, albümle ilgili düşüncelerimi etkilemiş olabilir, bir parça kararsızım onu en baştan vurgulamak istedim.

Kemal Gökhan gazeteci değil ama yıllarca gazetelerde çalışmış, meslek pratiğini öğrenmiş, aktüel düşünmüş, üretimlerini ona göre biçimlendirmiş, en azından güncele dair farkındalığını profesyonelliğinin parçası olarak görmüş bir çizer. Gezi olaylarını çizgi romana taşırken siyaseten duyduğu heyecanı, çizme iştahıyla harmanladığı görülebiliyor. Doğrusu albüme başlarken Ayşegül Savaşta havasında yarı-belgesel, daha dramatik bir hikâye bekliyordum.Daha naif bir anlatıyla, daha doğrusu bir tercihle karşılaştım. Kemal Gökhan, albümün başına yazdıklarıyla çizdiklerini birbirinden ayırmış. Birinde sosyoloji diğerinde mizah var sanki...Çizgi roman daha yumuşak, daha esprili, kolay okunur olmuş . Baştaki metinlerse öyle değil, özeleştiri ve memleket soluna ilişkin yorumlar içeriyor. O sayfalarda konuşan Kemal Gökhan ile çizgi romandaki hikâyeci Kemal Gökhan aynı değiller. İlki, iç döküyor, vicdani sancılar çekiyor ve hesaplaşıyor. Çizgi romanda ise hesaplaşmıyor diyemem ama komik ve daha kendiyle dolu biri var. Tamamen anlatabilmek için örneklendireyim. Bir adlandırma-hatırlayamama esprisi yapılmış: Kemal Gökhan sosyal ilişkilerini, kırık aşk hikâyelerini ya da erkeklik hallerini anlatırken resmettiği Kemal Gökhan tiplemesini kullanmış. Okur yazar, anlamaktan yorulmuş, kaçmaya hazır, solcu, yorgun bir abi bu. Tipik bir Yahudi mizahı örneği de diyebiliriz: ince, duyarlı, ne olup bittiğinin farkında olan entelektüel bir anlatıcı aslında. Zaafları var, yalnız, evlenmiş ama boşanmış, arada kızından bahsediyor, esnafı tanıyor, bazen geveze bazen taşkın, çabuk sıkılıyor, daha çok kendinden sıkılıyor elbette, sürekli kendini kurcalayan biri de denebilir. Eski kafalı olduğunu boşuna yinelemiyor. İşte bu Kemal Gökhan'ın karşısına biri çıkıyor, aslında başka bir gazeteciyle karıştırarak ona hikâyesini anlatmaya başlıyor. Her hikâye, anlatan ve dinleyen için biraz terapidir, iç dökmeye başlıyorlar aslında.

Anlatılanlar geneli itibariyle iyimser, bir aşk hikâyesine dayanarak farklı siyasetlerin karşılaşması gösterilmiş. Partili olmayan bir solcu, anti kapitalist bir Müslüman, ekonomik refahın özgürlük getirmediğini bilen yaşlı ve mağlup bir başka solcu abi. Sonrası sağcılar, polisler ve türlü şiddet dolu deveranlar... Hikâye nasıl derseniz eğer...İki yerde esprisi de yapılmış, tesadüflerle bezenmiş ve adına Yeşilçam gerçekçiliği diyebileceğimizi bir dizgeyle bir melodram havasında yürüyor hikâye. Anlatıcı olan Kör fotoğrafçı polisin sertliğine maruz kalıyor, hayati tehlike içindeyken sonunda kurutuluyor ve görmeyen gözleri açılıyor, görür oluyor. Bu solcu fotoğrafçı, kendisini koruyan-kurtaran, hastaneye getiren anti-kapitalist Müslümanlardan türbanlı bir kıza aşık oluyor. Kız onu kurtarmakla kalmamış, hasta yatağında, başucunda beklemiş. Gel de aşık olma! Ölümden dönen anlatıcı çocuk aynı zamanda, Gezi'ye AVM yapacak olan inşaatçının oğlu. 12 Eylül'den sonra amele olarak inşaatlarda çalışmaya başlayan, partizanlık ve liderlere yakınlık göstererek yükselen, ihalelerle büyüyen bir Karadenizli müteahhit  portresi çizmiş Kemal Gökhan. Oğlu, bir akraba evliliğinden özürlü doğuyor. Pamuklar içinde büyütülüyor, iyi eğitim alıyor, dünyayı geziyor vs. Ama ne yapsa bir eksik işte o çocuk: Kör! Gezi, klişe lafları, eprimiş siyaset yollarını nasıl ters yüz ettiyse o kör genci de "gören bir aşık" yapıyor, babasıyla karşı karşıya getiriyor. Yeşilçam'ın ruhsuz ve duygusuz Fabrikatörü bize uzaktan selam çakıyor. Fellini, hikâyem için tutarlıysa, mantığı bile kapı dışarı edebilirim derdi. Kemal Gökhan, hikâyenin inandırıcılığıyla ilgili açıklamaları önsözünde zaten yazmış. Kendisine yöneltilebilecek eleştirileri peşinen cevaplamak istemiş. İnsan yine de neden böyle bir tercihte bulunduğunu düşünüyor. Son çalışmalarında belirginleşen -koyulaşan (baştaki yazdıklarında kendini duyuran) eleştirelliğe başvurmamasının nedeni, sanıyorum yeni bir siyasetin oluştuğuna dair duyduğu iyimserlik. Neşeli bir hikâye olsun istemiş. Mutlu olmuş anlatırken. Zaman ne gösterir bilinmez ama Kemal Gökhan, Gezi hakkında kendi kaydını düşmüş: "İyimser olmam için çok alametler belirdi" diyor: "Çapulcuların önünden çekilmeliyiz!"

Radikal Kitap, 15.11.2013

Cumartesi, Ağustos 13, 2022

Büyübozumu ve Sıryitimi

Tarih ve Toplum, Yeni Yaklaşımlar'ın son sayısında Baki Tezcan'ın güzel bir makalesi var, yazının başlığında yer alan "Sıryitimi" sözcüğü doğal olarak beni meraklandırdı... İtiraf ediyorum, illa ki göz atar, ilgimi çekerse okurdum ama o sözcük yazıdan daha fazla meraklandırdı beni.

Tezcan, sıryitimini Weber'in "entzauberung" kavramına karşılık olarak seçmiş veya ondan ilham almış diyelim, Weber, geleneksel toplumların büyü ve din ile şekillenen yapısının dönüşümünü anlatırken kullanır bu kavramı. İnsanlık, her şeyi mitik ve uhrevi bir bilinmezlikle yaşarken ve ancak onunla dünyayı anlamlandırabilirken sekülerlik ile daha akılcı bir evreye geçer,  olup biten her şey neden sonuç ilişkisiyle açıklanabilmelidir artık vs vs. 

Cadılar, azizler, büyücüler, muskalar, tılsımlar filan ötelenir, modern devlet, dini merkezileştirir ve belli kurallar bütününe uyarlar, rasyonellik çerçevesinde revize eder vs... Eğitimin ve dinin birörnekleştirilmesi bu dönüşümün asal parçasıdır. Modern devlet  ideolojisi, her türlü heterojen akıl ile mücadele eder, muğlaklığı ortadan kaldırmaya çalışır. Okullaşma bunun en somut sonucudur, müfredeta her şey giremez vs... Özet geçiyorum, sahiden uzun tartışmalar çünkü. Örneğin Anadolu Ortaçağı, heteredoks İslamın kontrol altına alınma mücadelesi ve "netleştirilmesi" olarak okunabilir...

"Entzauberung", daha önce "büyübozumu" olarak kullanılmıştı, İngilizcede karşılık olarak disenchantment seçilmiş ki o da büyübozumu anlamına geliyor. Weber bizde de İngilizce üzerinden okunduğu için buradan çevirime gidilmiş olabilir... Weber'in kastettiği şeyi "arındırma" ile açıklamak mümkün... Sıryitimi bunu karşılamıyor gibi geldi bana... Yitim'de bir kaybolma ve ölme hali var, Weber ise bir süreçten söz ediyor büyü bozuldu ama bitmedi, fiyakası bozuldu gibi bir şey...Ne ki sıryitimi, güzel bir sözcük, ben sevdim...

Cuma, Ağustos 12, 2022

Kahire Batakhanelerinde

Vedad Örfi Bengü, geçen yüzyıl yaşamış en ünlü serüvencilerimizden biri, kendisiyle yıllar önce Mısır filmleriyle ilgili çalışırken "tanışmıştım", öncesinde pek bilmezdim. Meraklısı magazini bol olduğu için neler neler yaşadığına ayrıca bakabilir. Bilerek serüvenci dedim, tatlı bir mirasyedi ve hovarda aslında, türlü türlü işler yapıyor ve batırıyor, yazarlık, oyunculuk, yapımcılık gibi say say bitmez falanı filanı var. Memet Fuat'ın babası, Nazım'ın Piraye'sinin ilk kocası, Nazım'la arkadaşlar üstelik... Gölgede Kalan Yıllar güzel bir kitaptır, tatlı tatlı anlatır o zamanları...

Kahire Batakhanelerinde (1946)  polisiye unsurlar taşıyan bir serüven romanı... Vedad Örfi yazdığı için ilginç, en azından benim için öyle... Bengü, uzun yıllar Mısır'da yaşıyor, oralarda çalışıyor, film bile "çekiyor", Türkiye'de Nijat Özön gibi ciddi insanlar bile onun Mısır sinemasını kurduğuna inanırlar, artık o mu inandırdı, onlar mı inanmak istediler bilemiyorum, palavra çünkü... Laf uzamasın, romanı görünce acaba dedim yaşadıklarını mı anlatmış, e anlatmış, hatta romanın en canlı bölümleri Mısır'da geçiyor... Bu kısmı gülümseyerek yazıyorum, eserin kahramanı bir uyuşturucu şebekesiyle mücadele ediyor, kokainden esrardan tiksinen-tiksindirmek istenen bölümleri var, gel gör ki, Vedad Örfi'yi de bir müptela olarak biliyoruz... Ele verir talkını, kendi yutar salkımı misali...

Roman, İstanbul'da Prenses Canan'ın (!) cinayetiyle açılıyor. Eski bir gazeteci ve emniyete çalışan bir "görevli" olan kahramanımız Sahir Yıldırım, tesadüfen oradan geçerken silah sesleri duyuyor ve olaya dahil oluyor. Şüphelendiği Doktor Sigoff'un peşinden Mısır'a kadar gidiyor ve adamın sadece katil değil, büyük bir uyuşturucu şebekesinin lideri olduğunu anlıyor. 

Dağınık bir novella, bir ülkeden başka bir diğerine yolculuk etmek o yıllarda serüven sayıldığından yeter sayılmış, gerilimler itiraflarla ve tesadüfen kulak misafiri olmayla filan kuruluyor. İstanbul, Larnaka ve Kahire'de geçen bölümleriydi, doktordu, kokaindi, Prenses Canan'dı, Berberilerdi, oryantal bir ucuz roman okuyoruz. Muhtemelen, bir gazetede tefrika edilmiş, Vedad Örfi yazarken sıkılmış veya ucunu kaçırmış. 

Dikkat çekici bir iddiası var, romanın kötü adamı gramofon satan biri, ithalatçı gibi bir şey, uyuşturucuları gramofon içine koyarak bir ülkeden diğerine taşıma yoluna gidiyor. O yıllarda sahiden bu yapılır mıymış insan merak ediyor...

Perşembe, Ağustos 11, 2022

Palamut atlıları

Ofise giderken, baktım palamutlar büyümüş, bir tanesini kopardım, çocukken palamutları "Orta Asyalı" börklü Hun atlılarına benzetir, onlarla uzun uzun, konuştura konuştura oynardım. Palamut atlılarım dıgıdık dıgıdık serüvenden serüvene koşarlardı. Tarkan bir yandan, Kürşat ve Alper Tunga bir yandan, Mete Han başka bir yerden kılıç çalar, düşman kovalardı. Gök Tanrım Yer Anam sizleri korusun!
 

Salı, Ağustos 09, 2022

Tuborggg içerlerrr

Reklamı sosyal medyada gördüm, benim için matrak bir hatırası var Tuborg'un, reklamı vesile ederek anlatayım istedim. Editörlük yaptığım yıllarda, sahiden gerekçesini bilmiyorum, sağda solda yazan bir şair-romancı, hakkımda öyle şeyler "sallıyordu" ki, e nihayet ben de o hakaretleri "duydum". Ankara'da (hem de bu türden çevrelerden uzak) yaşamama rağmen duyduğuma göre demek ki iş şirazesinden çıkmıştı... 

Beyfendinin iddiasına göre ben Tuborg birayı çok seviyordum ve çevremdeki genç yazarlara romanlarında-öykülerinde Tuborg biradan bahsetmelerini telkin ediyordum. Tuborg şeyhinden iradesiz müritlerine hayat dersleri mi desek buna? Şaka filan değil yani, kendi inanıyor mu, dinleyenler inanıyor mu, orası karışık, gel gör ki utanıp sıkılmadan bunu yineliyordu, nerden aklına gelmişti, zerre ilgim olmadığı halde nasıl böyle uyduruyordu halen akıl sır erdirebilmiş değilim.

Gece hayatı olan biri değilim, pek bira sevmem, içersem de Tuborg içmem, hatta hiç içmem, hiiç satın almamış olabilirim. Sahiden bir gün karşılaşırsam, nasıl ve nerden uydurduğunu, niye yaptığını soracağım. Bu türden salaklıklara karşı içimde kendine hasım arayan bir ergen zuhur etmiyor değil, denemek istiyorum galiba. 

Şunu hep aklımda tutardım, bir iş yapıyorum, beğenen ve beğenmeyen illa ki olacaktır, narsistik kişiliklerle çalışıyordum, gıybeti, yalanı dolanı mutlaka çıkacaktı, ne yapıyorsam ona odaklanıp bunlardan uzak yaşamaya gayret etmeliydim ve ettim de.

Tabii ki çok saçma olduğu için bu aklımda kaldı, çünkü sağda solda Tuborgla karşılaşıyor, uzaktan da olsa kaçamak bakışlar atıyor, yüreğim pır pır ederek, vakti zamanında masalarda, tivitlerde, ortamlarda konuşulan aşkımızı düşünüyorum. 

Pazar, Ağustos 07, 2022

Kadınsızlık



Türkiye'yle ilgili Avrupalı çizgi romanlara denk gelirseniz, şaşmayan bir olguyla karşılaşıyorsunuz, şehir manzaralarında pek kadına rastlamazsınız. Bir iki yazıda denk gelince, algıda seçicilik mi bilmiyorum, dikkat kesilir oldum, sadece çizgi romanları da değil, doğru mu değil mi diyerek eski fotoğrafları da kurcalıyor, kıyaslıyorum. 

İstanbul Belediyesi'nin çıkardığı, Ara Güler fotoğraflarından oluşan İstanbul Tramvayları kitabı geçti elime. Güler'in fotoğrafları 1957-1959 yıllarına, şehrin yeniden yapılandırıldığı, caddelerin genişletildiği dönüşüm zamanına ait... Karaköy, Galata Köprüsü, Eminönü gibi yerleri geniş açılı fotoğraflarla belgelemiş...

Alışkanlıkla baktım, hatta resimlerde kadın aradım, tek tek saydım desem... Tabii ki Ara Güler, öncelikle inşaatları belgelemiş, hoş, belediye de o resimleri içinden geçen tramwaylar için seçmiş, neye niyet neye kısmet diyelim... Benimkisi de bir tür nüfus sayımı ve cinsiyet ayrımı oldu. Şöyle yazayım, albümde altmıştan fazla fotoğraf var, o fotoğraflarda görünen insanların ancak yüzde beşi kadın olabilir, ancak o kadar, daha fazla değil. 

Gündelik hayatın, ülkenin en önemli şehrinde, önemli yol kavşaklarında kadınların bu kadar az görünmesi... şaşırmadım, şoke olmadım ama sorsalar daha yüksek bir oran verirdim. Bana çok az geldi. 

Cumartesi, Ağustos 06, 2022

Çileden çıkma


Çileden çıkma diye çok sevimli bir deyişimiz var, , sonrasında başgösteren öfke patlamasını açıklamak için "kontrolden çıkma" anlamında kullanıyoruz. Pek çok insan için “taraf değilse seyretmesi zevkli bir şey” de galiba…

Yaşadığımız hayat bu öfke patlamalarını azaltmak üzere çeşitli mekanizmalar geliştirir, okullar, polisler, mahkemeler, kitaplar, dersler, psikologlar, ilaçlar, telkinler… İyimser bir ifadeyle “ne gerek var[dı]” diye başlayıp öfkemizi bastırmamızı salık verirler, yapamıyorsak cezasını çekeriz, tecrit edilir, hapsedilir ve hatta tedaviye zorlanırız.  

Ne zaman çileden çıkarız? Dikkat edin, hiddet göstermiş herkes asıl olarak şunu vurgular: “yapmamasını söyledim, bir kez daha yaptı”… Edebiyat, bunu daha çok vurgular, o hiddet kontrolsüz olamaz, koşullar değişmediyse karakter mutlaka isyan eder.

Çileden çıkmak, tek başına kötü bir şey değil, bir değişim potansiyeli taşıyor, toplumu ve kendimizi, koşullarımızı değiştirme enerjisi veriyor. Hiç çileden çıkmamış birisi bana çok tatsız, öyle bir hayat çok yavan geliyor… öyle yazar, öyle edebiyat… pıyy

Ve evet, sürekli çileden çıkmış gibi davranan insanlar arasında yaşıyoruz, tivit atar gibi büyük laflar edip, herkese haddini bildiriyor, maşallah hiç yanılmıyorlar… Onlar çileden çıkmıyorlar tabüükine… Bana eğlenceli gelenler, “sessiz atın çiftesi pek olur” misali sakin kalanların iştah açıcı çileden çıkmaları… 

Cuma, Ağustos 05, 2022

Avni konuşursa (!)



Oğuz Aral'ın ünlü Avni'si, biliyorsunuz, başlangıçta Avanak nitelemesiyle yetişkin bir tiplemeydi. Lümpen, bıçkın, eğitimsiz, çelimsiz, goygoycu, pozcu, kıfayetsiz, yarım yamalak bir delikanlıyı anlatıyordu. Sonra Aral, aynı tiplemeyi çocukluğuna götürerek  asıl başarısına ulaştı. Avanak Avni'nin sevimsiz görünen düşkünlük ve takıntıları, küçük bir çocuk üzerinden anlatılınca insanlara sevimli geldi. Örneğin yine kadın düşkünü ve abazandı ama çocuk olunca yapıp ettikleri bize komik geliyordu filan. 

Avni, konuşamıyor, her türlü duygu ve ifadesini bir iki kelimeyle anlatmaya çalışıyordu. O kelimelerden biri olan "dıgıl" Avni kadar popülerdi ve hatta dergilerin rağbet gördüğü bir zaman aralığında yeni bir dergiye isim olmuştu.

Aral, ilk dönemlerinde ne anlatacağını aradığından olmalı, Avni'yi  düşünce balonlarıyla konuşturmayı da denemiş, unutmuşum, hatırladım. Vazgeçmiş elbette, iyi olmuş.


Perşembe, Ağustos 04, 2022

Köy, pantolonlu kızlar ve instagram

Görselini paylaştığım paragrafa Memet Fuat'ın bir yazısında rastladım, Adam Sanat'ın ilk sayılarından biri olmalı (1986), şurası az buçuk komik, çünkü  Fuat, Melih Cevdet'in bir yazısından alıntı yapıyor, meğer o da Yaşar Kemal'in anlattıklarını aktarıyormuş. 

Yaşar Kemal, memleketi Adana'ya gitmiş, yaşadıklarını-gördüklerini anlatmış, yaşadığı köyün, gezip tozduğu kasabanın ve çalıştığı şehrin değişmesine şaşırmış... Ben şuna takılmıştım, Kadirli'den söz ederken "Kadirli kalkmış da yerine yepyeni bir Kadirli gelmiş, sokaklarında pantolonlu kızların dolaştığı uygar bir kent"... 

Pantolonlu kızlar ve uygarlık vurgusu... zın zın efektiyle başımı döndürdü. Yaşar Kemal, pantolonlu kızlar görünce şaşırmış, evet, beklemiyormuş, değişimi pantolonlu kızlarla ölçmüş... 

Memet Fuat ise başka bir meseleye odaklanmış, Yaşar Kemal köyün değiştiğini fark etmiş, eskisi gibi yazamayacak artık demiş... Eskisi gibi yazsa okuru köyü, ondan öğrendiği için (bu değişimi hiç bilmeden ve fark etmeden) okumaya devam edecek diye eklemiş... 

Editörlüğüm sırasında çok iyi bir köy romanı gelmişti, gerçekten iyiydi ama sanki altmışlı yıllarda yazılmış gibiydi, o yıllarda yazılmış olsaydı, başyapıt sayılırdı, ne ki artık böyle bir köy yoktu, tam da o yaz, köyde gördüğüm on iki yaşındaki kızların instagramı vardı mesela... Yaşar Kemal'in şaşırması gibi ben de afallamıştım. Biz şehirliler, köy ile sosyal medyayı yan yana düşünemiyorduk.

Geçen yıl, bir senaryo çalışması için çeşitli kesimlerden Çorumlularla konuşmuştum, laf lafı açtı diyelim, genç kızların, köye gelin gitmek istemediklerini söylemişlerdi, öyle olmuş ki, para karşılığı doğu illerinden kızlar (ancak onlar) geliyormuş, yine internetten ayarlamalar yapan bir şirket varmış filan...Şehirde bodrum katında, kapıcı dairesinde, iki göz odada yaşmaya razıymış da kızlar, köye dönüp bakmıyorlarmış. Bitmedi, ben çocukken Çorum'dan boğma rakı gelirdi, şimdi yine yapılıyormuş filan ama işler zorlaşmış, polis köylerin üzerinde dron uçurarak rakı üreten evlere baskın yapıyormuş çünkü... İlk duyduğumdan beri gülüyorum, dron ve rakı rekabeti tam hikayelik bir şey çünkü...

Laf uzamasın, bana köy edebiyatıyla ilgili sorular sorulduğu oldu, çok şematikti, edebi olarak diyelim, yüksek bir nitelik taşımıyorlardı, popüler oldukları dönemin siyasi angajmanları berhava oldu diye cevaplar verirdim. Bir beş yıldır, öyle bir köy yok artık, o yokluktan da yazar çıkamaz diyorum.

Çarşamba, Ağustos 03, 2022

Kızıl Tehlike

Bizde 1949 yılında yayımlanmış, anti komünist bir çizgi roman Kızıl Tehlike. Büyük savaş sonrasında Sovyet Bloğuna karşı yeni yeni yapılanmaya başlayan propaganda çalışmalarının bir parçası, öncü örneklerden sayılabilir, hele bizim için... 

Eserin çizgileri pek parlak denemez,  o yılların bir vasatı varsa, ancak o vasatlıkla tarif edilebilecek bir iş çıkarılmış. Asıl güçlü ve iddialı olan tarafı hikayesi olmuş, çizgilerle daha geniş bir kitleye ulaşılmak, çizgi romanın popülerliğinden faydalanılmak istenmiş. Sadece bizde değil pek çok farklı dilde yayımlanmış...

Kim yayımlamış diye sorulabilir, belirsiz gibi gözükse de baskı ve çeviri maliyetlerinin "dolarla" ödendiği, o yıllarda günbegün çoğalan Amerikan yardımının bir parçası olduğu anlaşılıyor. Bizimkilerin haberdar olduğu, göz yumduğu, teşvik ettiği, iştah gösterdiği, abarttığı bilinmeyen şeyler değil....

Hikaye, Kanada'da geçiyor, daha ilk sayfalardan  komünistler "pilanlar" yapıyorlar, ırk ve mezhep ayrımını kışkırtıyor, grevler başlatıyor, suikastlar düzenliyor, hemen her yere ajanlarını sokuyor, anti faşist cephe adı altında demokratları kullanıyorlar filan. Neler neler demek gerekiyor, ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar anlayacağınız. 

Kızıl Tehlike, bir komünist tezgahını, aşama aşama  bir memleketin nasıl işgal edildiğini anlatıyor. Bir işgal senaryosu olarak (siyasetçi kavgalarından, hatiplerden, militanlardan, gazetecilerden, manşetlerden, ucuz filmlerden) aşina olduğumuz bir klişeye dayanıyor diyeceğim, nasıl desem, komünistleri çıkararak yerine Amerika'yı, Yahudileri, Hıristiyanları, Müslümanları ve hatta Uzaylıları koyun, o senaryo pek değişmiyor... Böyle bir işgal olur muydu, bu senaryo hiç tuttu mu derseniz, geçen yüzyıl herhangi bir ülke bu şekilde işgal edilmedi, halklar korkutuldu ama benzer bir şey yaşanmadı diye cevaplarım. 

Şunu demeye getiriyorum, bugün komünizmden devletler düzeyinde korkan yok, ama gel gör ki, o işgal planı, aktörleri ve özneleri değişse de yaşıyor, niye yaşıyor, çok doğru ve akılcı olduğu için mi  yoksa tekrar ede ede ezberlenen bir korkuya mı dayandığı için mi yaşıyor, işte oralar karışık...