Cuma, Nisan 30, 2021

Yeşilçam 2.Sezon

Yeşilçam'ın ikinci sezon çekimleri bugün başladı, umarım sağlıkla kazasız belasız geçer. 
 

Perşembe, Nisan 29, 2021

Steampunk Manzaralı Kişisel Bir Ağıt

Fırat Yaşa’nın Çizgili Pijama adlı ilginç bir çizgi roman çalışması yayınlandı. Yaşa, uzun yıllardır çeşitli mizah dergilerinde bilgisayar renkleme işleri yapıyor. Çizerliğiyle tanındığı söylenemez, bu durum, albümü ayrıca ilginç kılıyor; kareler arası denge ve devamlılık bakımından bir olgunluk gösterilmiş çünkü. Dikkat edilirse, mevcut çizgi roman albümlerinin neredeyse tamamı geçmişte yayınlanmış çalışmalardan oluşuyor. Dar bir piyasa olduğu için albüm satışları her ne olursa olsun iaşeyi karşılayamıyor, o yüzden çizgi romanlar önce süreli yayınlarda telifle tefrika ediliyorlar. Çizgili Pijama, ilk kez bu albümle günyüzüne çıkan yeni bir çizgi roman… Tasarlanmış, uğraşılmış, beklenmiş ve sabır gösterilmiş, hemen anlaşılıyor… 
 
Steampunk Ne ola ki? 
Çizgili Pijama, görünen ve görünenin ardında iki ayrı yönde gelişen bir içeriğe sahip... Sayfaları karıştırırken komik çizgili ve çocuksu bir serüven çizgi romanı okuyacağınızı sanıyorsunuz. Çizgi ve üslup, Fransa-Belçika üretimlerini andırıyor. Serüven külliyatının klişeleri ahenkle istiflenmiş. Esrarengiz adamlar, tekinsiz mekânlar, gecenin ve suç dünyasının kuralları, kaçırılan-kurtarılan kız, patlayan silahlar, planlar vs. ile karşılaşılıyor. Fantastik bir şehir de var, İstanbul’u imlemekle birlikte steampunk nitelikli bambaşka bir şehir demek daha doğru. Steampunk, görsellik içeren moda anlatımlardan biri. Bilim kurgu örüntülerinde yakın ve uzak gelecek mizansenleri kurgulanır ya, steampunk bunu tersine çeviriyor. Hikâyeler, alternatif bir geçmişte, sanayi devrimini andıran bir devrede geçiyor; buharlı makineler, dumanı tüten borular görüyoruz. Bilim kurgulardan aşina olduğumuz, hayatı biçimlendiren araçların geçmişte nasıl olabileceğine ilişkin tasarımlar kullanılıyor. Bir başka deyişle nostaljik bir ‘mazi’ ile ‘kadim’ bir avangard, steampunkun temelini oluşturuyor. Bilim kurgudaki kusursuz bilgisayarlara karşılık steampunk tıknefes çalışan, tekleyen, patladı patlayacak pistonlu makinelerle dolup taşıyor. (Geçerken, Yaşa’nın da sevdiği anlaşılan, animasyonlarıyla steampunk’un küresel yaygınlaşmasını sağlayan Miyazaki’yi selamlayalım). Punk ise estetik ve siyasi bir karakteristiği vurguluyor. Genellikle bürokratik hantallık, siyasi yozlaşma, kaotik gündelik hayat veya otoriter iktidarla tanımlanabilecek bir atmosfer anlatılıyor. Distopya benzeri bir bedbinlik kastettiğim sanılmasın. Siyaset hiçbir biçimde koyulaşmıyor steampunk’ta, aksine ‘hayat devam ediyor’ türü sentimental bir iyimserlik mevcut. Bir durumu ifade ediyor, o kadar… Türkçedeki ‘alelacayip’ sözcüğü tınısı itibarıyla olmalı neşeli bir haylazlık içerir ya biraz öyle bir şey steampunk içindeki punk… Yaşa, Osmanlı imgeleri, anut savaşçılar, frp menşeli büyücüler, buhar vanaları, sürnormal aletler, devasa gemiler, köstebekler, kurbağalar, gayri kabil piştovlar ve şayanı hayret makinelerle bu steampunk tabloyu hevesle bezemiş, tamamlamış. 

Başka Dünyadan Gelen Aşk Acısı 
Albümü başarılı kılan lezzet, görünen manzaranın ardında geliştirilmiş, iki yönde derken kastettiğim bu. Yaşa’nın (steampunk serüven evreninin yaratıcısının) kendini hikâyeye katması, Çizgili Pijama’yı otobiyografik bir çizgi romana dönüştürmüş. Hafızasını yitirmiş, nereden geldiğini bilmediğimiz olağanüstü zihinsel güçleri olan meyus kahramanın aşk ve ayrılık acısı çeken ‘yazarın’ bir yaratımı olduğunu fark ediyoruz. Tahayyül edilen ile gerçeğin (çizgi romanda yaşayanların paylaşmadığı zaman diliminin) bir arada anlatılmasını ve o gerçeği anlayamayan hayali tiplemelerin apışmasını izliyoruz ki sanal gerçeklik-rüya giriftliği yeni olmasa bile süreklilik gösteren bir tema. Görülebilir evrenin ötesinde başka türden evrenler olabileceği şeklindeki bir tür paralel evren esprisine sanat-hayat ekseninde yer verilmiş, kahramanın yaşadığı mutsuzluk, çizgi dünyada bir X-Files muamması gibi aksettirilmiş. Çizgi dünyadakiler neler olup bittiğini bir türlü anlayamıyorlar. Doğaüstü güçleri olan Çizgili’nin ne/kim olduğunu öğrenmeye çalışıyorlar. Fantastik edebiyatın popüler akıl yürütmelerinden biridir. Bu dünyada yaptığımız bir seçim, paralel dünyada istemeyeceğimiz bir sonuca neden olabilir. Vakitsiz bir ölüm, beklenmedik bir kaza ya da daha olağanüstü bir şey, bizim o basit ve sıradan görünen tercihimizle gerçekleşebilir. Kader dediğimiz o tesadüfî deveranlar, paralel dünyalardaki seçimlerin tetiklediği gelişmelerden başka bir şey değildir vs… Veya aynı hayat, farklı seçimlerle başka biçimlerde gelişebilir ve hepsi kendi insicamında sürmeye devam eder. O paralel dünyalar ya da hayatlar bazen kesişebilir, birbirinin farkına varabilir. Öyle bir an gelir ki kahramanın kendisiyle karşılaştığını izleriz veya az sonra ölecek olan adam öleceğini görür vs… Yaşa, bu temanın bir çeşitlemesini yapmış. Dünyadışı yaratığın, Çizgili’nin kimliğine dair bir merak uyandırarak senaryosunu geliştirmiş. Keşif anını, yani başka bir dünyadaki hayatın izdüşümü olduğu gerçeğini kayıtlı görüntülerle, tv benzeri bir mediumla vermiş. Bu karelerde daha fotorealistik bir çizgi tercih edebilirdi, ayrı dünyaları pekiştirmesi için böylesi estetize bir manipülasyon daha isabetli olabilirdi. Yine de bu seçimin hikâyeyi aksattığını söylemek haksızlık olur, Yaşa görünürdeki serüven eksenini dramatik bir final için araçsallaştırmış, şizofrenik finalini, albümün çocuksu üslubuyla tezat biçimde düzenlemiş. 

 Pek çok unsur, seriyal cazgırlığıyla söylersek, 32 kısım tekmili birden, Çizgili Pijama’yı yeni kılan bir bütünlük arzediyor. Bir yanda soap opera ile otobiyografik değinmeler nedeniyle sahici-gerçeklik vehmine dayandırılan duygusal eşik, diğer yanda bilim kurgu motifleriyle betimlenen bir gerçeklik karmaşası ve hepsini tanımlayan görünürdeki steampunk görsellik ile çocuksu naiflik… Yılın en ilginç yerli çizgi romanlarından biri. 
  Birgün Kitap, 27.11.2010

Çarşamba, Nisan 28, 2021

Can Baba

Hasan Âli’nin oğlu. Eve gelmeyen babanın özlemi. Kore’de asker. Bodrum’da rehber. Londralı ve Datçalı sosyalist. Edebiyatın edepten geldiğine inanmadı. En çok Garipçileri sevdi. Yiğitledi şiiri. Güzel küfretti. Her sohbetten kafanızı siktim diye özürlerle kalktı. Ergen sesliydi ak sakallı dede. Güzel rakı, güzel peynir, Türkçe söyleyen kısa devre. Can Yücel, bir siyasinin şiiriydi.

 

Salı, Nisan 27, 2021

Fakat Albayım...

İlginç bir albüm elime geçti, anlaşıldığı kadarıyla emekli bir subay,  bir deniz albayı, meraklıymış, beğendiği karikatürleri kesmiş, saklamış... bir albüme istiflemiş... E olur elbet...

İlginç dedim, ilginçliği, toplanan karikatürlerin tamamının erotik karikatürler olması... E o da olur diyebilirsiniz...Haklısınız derim.

Bence asıl ilginçlik, hazırladığı albümü yeni tanıştığı, muhtemelen flört ettiği bir kadına hediye edince başlıyor...

Çünkü bu albüm, sahaflara düşmüş... Nasıl düşmüş ki? Flört edilen kadın vefat mı etti ... Veya isim, imza, hatta rütbe bile yazılmış ama Albayımız, acaba son anda tereddüt edip vaz mı caydı, hatta hiiiç mi hediye etmedi... al işte bir hikaye...


Pazartesi, Nisan 26, 2021

Yeşilçam ve Oksijen

Yeşilçam BluTV’nin ilk dönem dizisi, sizin yollarınız nasıl kesişti BluTV’yle? Yeşilçam’ın senaryosu nasıl bir süreçten sonra yazıldı?

Levent Cantek- Daha önce Bozkır’da çalışmıştım BluTv ile. Sağolsunlar hep ilgi gösterdiler, benimle yeni bir çalışma yapmak istiyorlardı, sözleşme önerdiler. Sonrasında bir toplantıda çeşitli fikirlerimi söyledim. Önerilerimden biri de altmışlı yıllardan bir yapımcının hikayesi idi. Hoşlarına gitti, ortada hikaye yoktu, sadece bu kadar yani. Biraz konuştuk ama bana güvendiler demek daha doğru. Sonra Volkan ile konuştum, oturup yazdık. O toplantıdan bir kırk gün sonra ilk bölümü okudular. Beğendiler, devam ettik. İlk sezon yazımı bittiğinde de ikinci sezonu yazmamızı istediler … Yani çekimler başlamadan iki sezonu da yazmıştık, kanal kararlıydı, işe inanmışlardı. 

Dizinin geçtiği dönemde nasıl bir Türkiye’deydik? Satır başlarıyla kısaca çizmek mümkün mü? Hem politik olarak, hem sosyolojik olarak. (Mesela Rumların Yunanistan’a gönderilmesi... Dizide Reha’nın değindiği gibi ‘Sahnede Hollywood, masada Yeşilçam’ yani MonaLiza türü kulüpler… İzleyici seks istiyor’ lafına gülen yerli sinemacıların yanı sıra ABD’den fantezileriyle dönen siyasetçiler….)

Volkan Sümbül- 60'larda dünyada esen bir rüzgar var, onun etkileri bize de ulaşıyor bir nebze. Toplumda görece bir ferahlık var ama Türkiye bir darbeden çıkmış bir diğerine doğru gidiyor. Kıbrıs sorunuyla başa çıkamayıp ellerinde bir bavulla Yunanistan'a yollanan Rumlar... Bu zaman, köyden kente göçün arttığı, gecekondulaşmanın yaşandığı yıllar. Bütün bunlar hem Yeşilçam'ı, hem de o dönemde anlatılan hikayeleri etkiliyor elbette. Geçmişin fotoğraflarına baktığımızda aa ne güzel diyoruz ama biraz derinine inince, Türkiye'nin her döneminde bir kriz, bir ıstırap bulunuyor. Türkiye en hafif tabiriyle vatandaşını her zaman gündemiyle oyalamayı başarmış. 

O dönem için ‘Yeşilçam’ın altın çağı’ deniyor. Yeşilçam’ın altın çağından da bahsedebilir miyiz biraz? Dizide her yönünü görecek miyiz?

 VS- 60'lı yıllar Yeşilçam'ın en verimli ve hareketli zamanı. 60ların ortasından sonra yılda 200 tane film çekiliyor. Gişeden bunların karşılığı alınıyor. Böyle bir ekonomik başarı sonucunda yeni yapımcılar, oyuncular, senaristler ve yönetmenler ortaya çıkıyor. Bizim hikayemizin merkezinde bu karakterler var. O açıdan Yeşilçam'ın daha önce görmediğimiz bir yönünü izleyeceğiz.

Şimdinin yapım şirketleri, o dönemin anlı şanlı prodüktörlerinin yerini mi aldı? 

LC- Şimdiki yapımcılar televizyona çalışarak büyüdüler ama elbette bir devamlılık iddia edilebilir.

Reha, Semih ve Vehbi; birbirleriyle alakaları yok ama üçü de aynı sektörün önemli isimleri. Karakterlerinin arasındaki temel farkları nasıl ifade edebiliriz? 

 VS- Sinemaya bakış açıları üzerinden konuşursak, Vehbi sinemada cok para kazanma ihtimalini görüp bu işlere dahil olmuş, küçük bir Anadolu kaplanı. Reha bir işadamı. Olaylara, işine rasyonel bir şekilde yaklaşıyor. Kararlarını, özel hayatıyla ilgili olanları bile, kar-zarar hesabı yaparak alıyor.Semih ise bir sinema aşığı. Sinemaya olan bağlılığı diğerleri gibi parayla ilişkili değil, gönülden bir bağ. Sinema olmasa ben ne yapardım, hiçbir şey yapamazdım diyor.

Çok ayrıntılı bir arşiv taraması yaptığınız anlaşılıyor. Hangi kaynaklardan yararlandınız? 

 VS- Dönemle ilgili biyografik/otobiyografik bolca kitap var. Oyuncuların, yönetmenlerin, yapımcıların anıları... Onun dışında dönemin magazin dergilerinden (Ses, Hayat, Pazar gibi) faydalandık. Anı kitaplarında şu hissediliyor bazen, şimdi kimseyi kırmayalım, arayı bozmayalım gibi çekincelerle bazı şeyler es geçilmiş, konuşulmamış veya tırpanlamış. Ama magazin dergileri bunun tam aksi. Zamanın ruhunu, hissiyatını anlamamız açısından iyi bir kaynak oldular. Tabii bir de en önemli kaynak Yeşilçam filmleriydi.

Bu arşiv çalışması sırasında kuşkusuz daha önce bilmediğiniz şeylerle de karşılaştınız. Sizi çok şaşırtan/etkileyen bir iki örnek verebilir misiniz, sektör olarak Yeşilçam’a dair?

VS- Lütfi Akad'ın 'Işıkla Karanlık Arasında' kitabını önceden de okumuştum ama dizi için tekrar göz gezdirmek istedim. Yine elimden bırakamayıp, baştan sona tekrar okudum. Sadece bir yönetmen değil... Bilgisi, merakı, yazarlığı, Türkçe'ye hakimiyeti... 'Tam' bir sanatçı. Bütün bunların yanında okurken şu da anlaşılıyor, kendisi çok mütevazı ve çok iyi bir insan. Yani bu araştırmalar sırasında beni en çok 'tekrar' etkileyen şey Lütfi Bey'in kendisi oldu.

 LC- Yeşilçam değerlendirmelerinde şunu hatırda tutmak lazım bence. Altmışlı yıllarda hatırladığımız her oyuncu yirmili yaşlarının başındalar. Çok gençler. Sahici bir enerjileri var. Yapımcılar karayollarının gelişmesiyle sinema salonlarının çoğalmasıyla çok kazanmaya başlıyorlar ama o genç enerji de içeriği yaygınlaştırıyor. Kültür endüstrisinde, popüler kültürümüzde bence gençlerin etkili olduğu ilk örnek.

Yeşilçam filmleri denince nostalji, tatlı duygular, gülümsemenin yanına ilişen, olmazsa olmaz bir de alaycılık vardır maalesef. Bu yaklaşımımızı hiç değilse yeniden gözden geçirmemize katkısı olur mu dizinin? 

 VS- Biz hikayemizi bu nostaljinin, gözyaşının ya da 'n'ayır n'olamaz' şakasının ötesinde bir noktadan  anlatıyoruz. Perdede izlediğimiz her şeyin arkasında aslında büyük emek, çaba, kan, ter, gözyaşı vardır ve her şey daha zor ve kirlidir. Biz bu perdenin arkasındaki karakterlere odaklanıyoruz. Yeşilçam'ın daha gerçek, belki biraz daha sert yüzünü anlatıyoruz. O yüzden o yaklaşımdan uzak bir şey izleyeceğiz.

 LC- Böyle bir algıyı kullanmak, kullanırken de dönüştürmek gerekiyor. Sosyal tarih de anlattık, siyaseti ve zihniyeti de…diyelim.

Referans olarak aldığınız yapımlar var mı? 

 VS- Yok esasen.

İlk iki bölümden çıkardığım kadarıyla Yeşilçam, sadece aynı adlı sinema sektörünün değil insanı avucunun içine alan ve bir daha bırakmayan bir sinema sevdasının da hikayesi. Sizin sinema sevdanızda Yeşilçam’ın nasıl bir rolü var? 

VS- Anlattığım hikayelerde, dizilerde, filmlerde bir iyimserlik olduğunu, bunun da çocukken izlediğim Yeşilçam filmlerinden miras kaldığını düşünüyorum bazen. İlk filmim İlk Aşk'ta, Çağan Irmak'la çalıştığımız Nadide Hayat'ta bu izleri görmek mümkün. İlk bölümde Semih'in Tülin'e sinemanın büyüsünü anlattığı kısım muhtemelen birçok senarist ve yönetmen için sinema sevdasının başlangıç noktasıdır. Karanlıkta oturup bir filmin büyüsüne kapılmak ve yıllar sonra seyircilerin karanlıkta oturup senin filmini izlemesi...

LC- Yeşilçam, Hollywood taklidi ve rekabetiyle bir tarzı temsil ediyor. Popüler kültürümüzü de domine ediyor. Çocukken kanarak seyrediyorsunuz, büyüdükçe farklı sinemalarla karşılaştıkça eleştirmeye başlıyorsunuz, hayat böyle, başka başka ilgilere kapılıyorsunuz. Bu ülkede hikaye anlatacaksanız Yeşilçam’ı hesap etmek zorundasınız. Yok saymak da buna dahil. Etkilenmemek mümkün değil demek istiyorum.

[Soruları Oksijen gazetesi için Elçin Yahşi sordu, Volkan ile birlikte cevapladık. 23.4.2021]

Pazar, Nisan 25, 2021

Tenten İstanbul'da

Tenten İstanbul'da, Tenten'in Türkiye'de üretilmiş kopya serüvenlerinden biri. Uzun seneler evvel, ben çocukken, Tenten İstanbul'da serüvenini, (Tintin et le Mystére de la Toison D'or) filminin çizgi roman uyarlaması sanıyordum. 

Mahallede böyle bir serüveni çizgi roman olarak okuduğunu söyleyen bir çocuk vardı, nasıl merak etmiştim anlatamam, yalan söyleyecek değildi ya, film hikaye olarak Milliyet Çocuk'ta tefrika edilince daha da heyecanlanmıştım. Milliyet Çocuk, niye o çizgi romanını değil de, öykü tefrikasını yayımlamıştı, tabii ki anlamamıştım. 

Seneler sonra, Tenten'in İstanbul'da geçen bir filmi olmasını vesile ederek Türkiye'deki yayıncısının kopya bir serüven ürettiğini öğrenecektim. 

Hah, işte yukarıdaki kapak o serüveni içeren sayıların cilt kapağı. [Pek de düzgün bir örnek değil çünkü ciltçi kenardan öyle bir kesmiş, öyle bir "acı acı" uçurmuş ki, üzülmemek elde değil... ]

Bu serüveni kim çizmiş-kim kopyalamış belirsiz, metni okuyunca bir yazarı ve çizeri olduğu anlaşılıyor, çünkü bununla ilgili bir espri yapılmış, ortak bir çalışma olmuş, bilemiyorum, yakın zamanlarda bu kopya çizgilerin sahibinin Şahap Ayhan olduğu iddia edildi, ben o kadar emin değilim. Madem ihtimallerden söz ediyoruz, yazarı yayınevinin sahibi olan Burhanettin Şener olabilir. 

Yazar ve çizerlerin kendilerini çizgi romanın içinde göstermeleri, bir espri olarak "gerçekliği" tahrif etmeleri o yıllarda bir moda... Ben "yazıyorum" ve "çiziyorum" demek veya hikayeyi birdenbire kesip kahramanla "yaratıcısını" karşılaştırmak o yılların bir modası... Tenten'de yapılan,  yukarıdakikarde görülen Kaptanın şikayeti o mizahi modanın bunun bir örneği...

İtiraf edeyim, beklentim düşük olduğundan olabilir, öyküyü kötü bulmadım, evet, dağılıyor filan ama kendince esprisi ve devamlılığı var. Hikayede Orhan Günşıray ve Öztürk Serengil göndermeleri var örneğin. Bir papağanla karşılaşıyorlar, kuş Adanalı Tayfur gibi "Yeşşe!" diye "bağırıyor", o yıllarda İnönü bile siyaseten sarkastik bir biçimde "Yeşşe" demişti, hatırlatayım, popüler kültürün dilindeydi yani. Fırsat buldukça Tenten'in bu yerli serüvenlerine devam edeceğim.

Cumartesi, Nisan 24, 2021

Bu Hikâyenin Kahramanı Bertrand Russell


Logicomix, matematik ve felsefe hakkında bir grafik roman. Tamam, çizgi roman ve matematik hısım akraba olmadıklarından kulağa hoş gelmeyebilir ama sempatik bir kitap bu. Rahat bir dile, sevimli çizgilere, didaktik olmayan bir tavra sahip. İki yazar ve iki çizerden oluşan bir ekibin ürünü. Hikayenin kahramanları olarak onları da izliyoruz, içerikle ilgili tartışıyor ve bazen anlaşamıyorlar. Herşeyden önce zor bir işe kalkışmışlar. 19.yüzyıl sonundan 2.Dünya Savaşının başlangıcına kadar geçen yıllarda yaşanan mantık ve matematik temelli tartışmaları resmetmişler.

Logicomix, yakın dönemin popüler grafik romanlarından biriydi. İlk önce Yunanca’da yayınlandı sonra yaygın dillere çevrilmeye başladı. Yayınlandığı her ülkede haklı bir ilgi gördü. Bertrand Russell hikâyenin kahramanı. Öylesine seçilmiş bir isim değil, kuşkusuz. Bir matematikçi, bir mantıkçı, felsefeyi bilen bir entelektüel, renkli bir kişilik ve polemikçi biri aranıyorsa Russell anlatılmalıydı. Russell, geçen yüzyılın entelektüel yıldızlarından biriydi. Çalışmaları, iddiacı kişiliği, yaşam biçimi ve hatipliğiyle basının rağbet ettiği isimlerdendi. Asilzadeliği bir noktadan sonra hatırlanmaz olmuştu. Olaylar ve deveranlar karşısında ne söyleyeceği, ne tepki vereceği merak ediliyordu. Doğrusu, Russell’in hayatı kitapta iyi toparlanmış, nasıl yaptıklarını da gizlemiyorlar. Örneğin tarihçi olmadıklarından söz etmiş, kendilerinden geçmişe dair sadakat beklenmemesini dilemişler. Biz bir hikaye anlatıyoruz demişler.

Yaşadığımız dünyada pedagojik hassasiyetlerle hikâye anlatmanın belirli reçeteleri var. İddiasız görünerek ebeveyn ve öğreten adam olma karikatüründen uzak duruyorsunuz. Yanılabileceğinizi vurgulayarak duygudaşlık kuruyorsunuz vs. Logicomix bu bakımdan başarılı bir “öğretici”. Ağır bir metni güzel özetliyorlar. Tutarlı ve kendi içinde bütünlüğü olan yorumlar yapmışlar. Neyi dışarda tuttuklarını neden onu anlatmayarak es geçtiklerini bize aktarmışlar. Hikâyenin birkaç meselesi olduğu söylenebilir. Matematikçilerin delilikle dâhilik arasında gidip geldiklerini, kusursuzluk takıntılarının çevrelerinde herkesi bezdirip mutsuz ettiğini özellikle vurgulamışlar. Russell’in intiharın kıyısında yaşayan biri olarak tipleştirmişler, varsayımları için kuşkusuz anlamlı ama onun hedonist yönünü de biliyoruz. Kitap bittiğinde handiyse tüm matematikçilerin şizofren olarak nitelendiğini farkediyorsunuz. Bunu mutlaka işaretlemek istemişler. İkinci ana meseleleri, sanıyorum gerçeği bulmanın mümkün olmaması. Bütün bir kitap gerçeğin aranıp bulunamayışını anlatıyor. Russell, felsefecilerin matematik, matematikçilerin felsefe dediği bir şeyle uğraştığını söylerdi. Biliyorsunuz, bilim hep bir sentez iddiasındadır: yeni bir şey söylediğini savunurken eşikler ve doğru-yanlış düalizmi üretir. Russell gerçeği bulmak için kesin bilgi elde edebileceği bir yöntem arıyor. Kendinden evvelkileri küçümsüyor, kendini yalnız hissediyor, başka ülkelere, başka fikirlere doğru seyahat ediyor vs. Yazdığı bilimsel çalışmaları kimselerin anlamadığının farkında. Logicomix bu noktada edebiyata ve sanata başvurarak Russell’in bilimsel itirazlarını değil hararetli hissiyatını anlatmayı seçmiş. Mantıksızlıkla savaşmayı seçen Russell, Ibsen’den alıntı yaparak “sırtımızda gereksiz yükler taşıyoruz. Bunlardan kurtulmamız gerek” diyebiliyor ya da Turgenyev’den “ilkeler yoktur, reddetmeyi seviyorum. Ben buyum” cümlesini sahipleniyor. Daimi bir ergen öfkesi ve enerjisi bu... Russell’in arayışını pekiştiren isimse önce öğrencisi sonra rakibi olan Wittgenstein. Aristoteles’ten Russell’a kadar mantıkçıların tek yaptığı farklı sözcüklerle aynı şeyi söylemek: totoloji yapmak diyen Wittgenstein, Russell’i derinden etkiliyor. Kitap, etkilenme faslında ilginç bir döküm çıkarıyor. Matematikçiler, paradigma değişimlerinde kuramlarının yetersiz kaldığını mağlubiyet tonunda hissediyorlar. Yeni ve kendilerini aşan çalışmalarla karşılaşınca neredeyse yıkılıyor ve inzivaya çekiliyorlar. Öte yandan -kitabın yazarlarıyla aynı fikirde değilim: bu arayışlar dönüp dolaşıp dar bir klişeye sıkıştırılıyor: hayat kitaplarda yazıldığı gibi değildir ve bilimin tüm gerçekleri dünyanın anlamını kavramaya yetmeyecektir! Bu doğru değildir demiyorum ama el hak hatırda tutmalıyız, bu varsayım anti-entelektüelist bir kibir de taşıyor. Russell, bilindiği gibi, teoriden uzaklaşıp pratiğe yoğunlaşır. Bir okul açar, farklı bir eğitim modeli uygulamaya çalışır ama deneyimsizlikten ya da elegantlığından olabilir, başarılı olamaz. Tutkularının peşinden giden bir tragedya kahramanı sayabilir miyiz onu? Böyle anlatılınca daha anlaşılır bir Russell çıkıyor karşımıza: Yenilmiş bir kuramcı… Logicomix, öyle bir noktada nihayetleniyor ki gerçeğin kapsamı sonsuz olduğuna göre her zaman yanıtlanamayacak sorular olacaktır aksiyomu kitabın ana fikrine dönüşüyor. Yanıtlanmamış sorular değil yanıtlanamayacak sorular vardır demek gerçeği bulmak için kesin bilgileri elde edebileceğimiz bir yöntem olmadığı anlamına da geliyor. Matematiğin felsefeye yenilgisi de denebilir buna.

Logicomix, sevimli ve makbul bir çizgiyle takdim edilmiş. Piyasa her zaman bir tarzı belirler ve yaygınlaştırır, albümleri birbirine benzer çizgiler doldurur. Logicomix’in yaygınlaşmasında hikâyesinin ilginçliği kadar çizgi üslubunun aşinalığı etkili olmuş. Yumuşak renk seçimleri, bütünüyle sevimli tipleştirmeler vs. Kurgu başarılı, öğretme-açıklama güdüsü ister istemez belirleyici olmasına karşın enformasyon yığını yaratmamışlar, hikâye güzel akıyor. Üreticiler arasındaki nezaketli fikir ayrılığı işlevsel olmuş… Tek ısınamadığım bölüm, bence hiç olmasa eksikliğini hissetmeyeceğimiz, başka bir arkaplan gerektiren tiyatro göndermesi. Öyle ki bunun finali aksattığını düşünüyorum. Russell ile ilgili, tutku içeren bir gençlik hikâyesi sanki daha anlamlı olurmuş. Logicomix, eğitim kurumlarının ilgisini çekmeli, nitelikli bir kitap çünkü. 

Radikal Kitap, 12.10.2012

Cuma, Nisan 23, 2021

Levent Cantek ve Volkan Sümbül ile Yeşilçam Üzerine Söyleşi

Yeşilçam dizisi, Yeşilçam döneminde küllerinden doğma çabası içerisinde bir yapımcının hikâyesini anlatıyor. Projenin oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz? Hikâye fikri sizin için nasıl ortaya çıktı? Araştırma süreci nasıldı? Projenin geliştirilme aşamasında hikâye ne gibi dönüşümlerden geçti?

 Levent Cantek- Başlangıç benimle oldu, daha önce BluTv ile Bozkır dizisinde çalışmıştık, devam etmek ve yeni bir çalışma yapmak istiyorlardı, sözleşme önerdiler, yani hikâyeden önce bir ortak çalışma iradesi gösterdik. Daha sonra ben çeşitli hikâye önerilerinde bulundum. Yeşilçam’ın yükselişinde bir prodüktörü anlatabileceğimi söyledim, platformun ihtiyacı olan türü ve hikayeyi konuştuk aslında. Bir dönem işi yapmak istiyorlardı. Fikir hoşlarına gitti, sonra Volkan’la konuştum, aklımdan geçenleri anlattım, yanlış olmasın kırk gün sonra filan ilk bölümü yazmıştık. Okudular ve devam etmek istediler. Beş ay sonra on bölümlük ilk sezon yazımı bitmişti. İkinci sezonu yazmamızı istediler ve devam ettik. Yeşilçam’ın ikinci sezonu daha geç bitti çünkü o arada babam hastalandı, kanserden vefat etti, ardından annem covid oldu, bana da bulaştı, haliyle geciktik... 2019 Ekim’de onay aldık, 2020 Aralık başında yirmi bölümü bitirdik diyelim.

Senaryo iki kişilik bir çalışmanın ürünü. Proje etrafında nasıl bir araya geldiğinizden, birlikte çalışma pratiklerinizden bahsetmek ister misiniz?

 Volkan Sümbül- Yeşilçam, Levent abiyle birlikte yazdığımız üçüncü proje. Ayrı şehirlerde olduğumuz için toplantılarımızı internetten online yapıyoruz. Proje başlangıçlarında bir araya gelmek iyi oluyor. Yeşilçam'a başladığımızda da Ankara'da bir araya gelip hikayenin genel çerçevesini, karakterleri ve ilk bölümü konuştuk. Başlangıçta çerçevesi flu, her yere gidebilecekmiş gibi bir hikaye oluyor elimizde. İlerledikçe, hikayeye zaman tanıdıkça çerçevemiz ve varacağımız yer netleşiyor. Bu iş özelinde özellikle ilk sezon için zaman sıkıntımız olmadığı için biraz onun da rahatlığını kullandık.

 LC- Volkan’la daha önce iki ayrı televizyon dizisi işinde birlikte çalıştık. Doğrusu ben film ve dizi işlerinin uzağında birisiyim. Ankara’da yaşadığımdan hem başka bir alemdeyim hem de pek dahil olmak istemiyorum. Volkan benim ilk tanıdığım senaristlerden biri. On yıldır bu işi yapıyorum ama beş tane senarist tanımıyor olabilirim. Aramızda bir kardeşlik ilişkisi var. Dünyaya da hikayelere de benzer baktığımız yerler de var hiç anlaşamadığımız kısımlar da… Birlikte çalışmak da çok kolay bir iş değil. İşin kendisi de gerilimli. Endişe de yapıyorsunuz, gaza de geliyorsunuz…Yeşilçam’ı yazarken bölüm bölüm ilerledik, varacağımız bir yer vardı ama konuşarak çatışarak ilerledik. Teknik olarak tretman çıkarıp paylaşıyoruz, yazım bitince dil benzerliği için yeniden okuyoruz, düzeltiyoruz.

Yeşilçam, dönemin film yapma alışkanlıklarından unsurları hem hikâye yapısında hem de biçimsel dünyasında taşıma gayreti güden bir yapım. Çağan Irmak gibi, Yeşilçam geleneğinin güncel mirasçıları arasında görülen, bu geleneğe oldukça hâkim bir yönetmenle çalışmak sizce projeye neler kattı? Senaryo Çağan Irmak yorumuyla nasıl bir ifade kazandı?

 LC- Yeşilçam nostaljisi yapılan, herkesin bir şeyler söyleyebileceği bir popüler kültür mecrası. Bunu bilerek işe girdik, başka bir derinlikle, hatta sertlikle bir gerçekçi katmanımız olacaktı. Ben popüler kültürü o klişeleri bilerek ters köşe yapmaktan yanayımdır. Çağan, iyimser biri, Volkan çalışmış ama ben üretimlerinden biliyorum. Hikayenin ilk bilinen rengini o aurayı iyi vereceğine inanıyordum, konuştum, hikayeyi sevdiğine inandım. Genellikle çalışkan ve hızlı insanları severim. İyi çalışarak sete geldiğini gördüm, heyecanı vardı, ben sevdim, doğru bir tercih olduğuna inanıyorum. Hikayenin sert gözükmeden karanlık tarafını anlatabilecek birisi gerekiyordu bence… Hem dönem çalışmış hem de dünya kurabilmiş çok yönetmen yok. İyi ki çalışmışım Çağan’la.

VS: Çağan Irmak'la 2015'te Nadide Hayat'ı yazmıştık. O zaman da onunla çalışmak çok keyifliydi. Sevgimin saygımın dışında birbirimizi anladığımızı, profesyonel olarak da anlaştığımızı bildiğim için onunla tekrar çalışmak beni mutlu etti. Çağan'ın bu dönemi çok iyi bilmesi dışında döneme olan büyük bir sevgisi var. Bu ekrana da yansıyor.

Dizinin senaryosu dönemin sinema dünyasından isimlerle kurmaca karakterleri bir araya getiren bir yapıya sahip. Kurmaca ve gerçek karakterler arasındaki dengeyi kurarken nelere dikkat ettiniz? Kurmaca karakterleri bu dünyaya yerleştirirken esinlendiğiniz isimler var mı?

 LC- Tabii ki var ve doğrusu da o… Kendi adıma ben baştan beri gerçek kişilerin hikayede yer almasını istiyordum, telifle ve çeşitli izinlerle ilgili çekinceler vardı. Neyse ki halledildi. Sonuçta biz bir gerçeklik vehmi yaratıyoruz, gerçek “aktörler” bunu pekiştirir fikrindeydik, tabii ki bu bir problem, iş görsele dönüştüğünde bir risk de var. Örneğin finalde Yılmaz Güney var, nasıl oynayacak, nasıl duracak geriliyorduk…

Hikâye bir yanıyla Yeşilçam geleneğini ve naifliğini takip ederken bir yandan da dönemin siyasi ve toplumsal olaylarının ciddiyetiyle nostalji dozunu dengeliyor. Sansürün, şeytanlaştırılan komünist bir karakterin, Kıbrıs olaylarının hikâyenin bir parçası yapıldığını görüyoruz. Öte yandan Yeşilçam’ın hikâyesini bu ölçekte, toplumsal tarihimizle ilişkili biçimde ele alan yapım sayısı da pek fazla değil. Senaryoda bu bağlantıları kurarken nelere dikkat ettiniz?

LC- Bence asıl sorun şuydu, biz pek dönem hikayesi anlatmıyoruz, yaparsak da hamasetle ve büyük isimlerle ilgilenerek bir şeyler yapıyoruz. Hal bu olunca, aklınızdaki hikaye için doğru ve pazarlanabilir bir gerekçenizin olması gerekiyor. Altmışlı yılları anlatan kaç filmimiz kaç dizimiz var ki desem siz “var mı?” diye sorabilirsiniz. Benim aklımda 1964’ü anlatmak vardı, 27 Mayıstan sonra ülkede pozitif bir rahatlama oluyor, bizim memleket olarak ferahlama zamanlarımız hayli sınırlıdır. Sadece iktisaden değil kültürel olarak da değişir ve yenileniriz. Yeşilçam’da film üretimi artıyor, gazeteler yüz binli rakamlarla satmaya başlıyor, gençler kültür endüstrisinde yer almaya başlıyor. Bütün oyuncular yirmili yaşlardalar, gencecikler. Tam da bunlar olurken Rumları ülkeden atmaya karar veriliyor. Akademi dışında hiç konuşulmaz bunlar. Rumlar örneğin kunduracılık yaparmış, onların sektörde çalışması yasaklanıyor. Düşünün siyasetçiler bir şeyler yapıyor, olan fakire fukaraya oluyor, bir ayakkabı tamircisinin kime ne zararı olacak…İktisaden bir el koyma hamlesi. 27 Mayısta aynı siyasi kadro 6-7 Eylül olaylarının faillerini yargılamıştı, e yapmazlar diyorsun, yapmışlar. Demem o ki, bir prodüktörü ve Yeşilçam’ı anlatırken sosyal ve siyasi tarihi, o alacakaranlığı resmetmek istiyorduk.

Sinema duygusu ve vurgusu çok yüksek bir yapım Yeşilçam. Pek çok kez bu duygunun karakterlerin ağzından döküldüğüne de şahit oluyoruz. Senaryoyu yazarken tekrar ziyaret ettiğiniz, yol gösterici olmuş filmler var mı? Hikâyede önemli rol oynayan ‘Kırlangıç Mevsimi’ gibi filmleri kurgularken hangi filmlerden ilham aldınız?

 LC- İnsan yazarken pek çok şeyden, filmlerden, romanlardan, kendi deneyimlerinden etkileniyor ama Volkan da katılacaktır, belirgin bir film ve kılavuz söyleyemeyiz.

Dizi bir yandan da hikâyelerin gücüne inanan karakterlerin peşinde giden bir yapıya sahip. Ana karakter Semih Ateş “Bir film yaparım, hastalar iyileşir, mevsim değişir,” ifadelerini kullanan bir yapımcı. Yeşilçam gibi ciddi bir araştırma emeği gerektiren bir projenin arkasındaki kişiler olarak Yeşilçam döneminde hikâye anlatmakla bugün hikâye anlatmak arasında nasıl farklar görüyorsunuz? Üreticinin sinemaya yaklaşımı sizce nasıl değişiklikler gösteriyor?

VS- Yeşilçam zamanında sinema perdesi rakipsizdi. Çok sayıda film çekildi, izlendi. Bir süre sonra Yeşilçam zamana ve televizyona yenildi. Bugün televizyon, üretim şekli aynı olsa bile farklı tüketim şekilleri sunan dijital dünyayla mücadele ediyor. Şu anki şartlarda dijital mecralar yazarlara çekici gelen başka fırsatlar sunuyor. Ama ne olursa olsun bence sinema filmi yazmak her zaman daha heyecan verici. Şu anda pandemi sebebiyle salonlar kapalı, açıldığımızda sinemanın geri dönüşü nasıl olacak bilemiyoruz. Umarım hala hayattadır. Sinemada film izlemeye, sinema için yazmaya devam edebiliriz.

LC- Döneme ve yayın mecrasına bağlı olarak hikayeler değişir ve çeşitlenir. Yeşilçam’da filmler pek çok bakımdan tek odaklı, mutlu sonlu klişelere dayalıydı. Bizim anlattığımız hikaye ister istemez televizyonda özellikle son on yılda gelişen dizi hikayeciliğinin bir tür devamı sayılabilir. Ama illa bir şeye benzeteceksek, bizim hikayemiz, Amerika’da Hollywood’u silkeleyen dijital platform dizilerine benzetilebilir…gibi geliyor bana

Yeşilçam aynı zamanda artık var olmayan bir İstanbul’un hikâyesini anlatıyor. Dizinin önemli mekânları, İstiklal Caddesi, onun üzerinde yer alan sinemaların çoğu, Beyoğlu yaşamı günümüzde çok farklı anlamlara sahip. Bugünün mekânsal gerçekliği, oluşturulan dönem anlatısına ne gibi etkiler yaptı? Nostalji hissinin hikâyeyi boğmaması için dikkat ettiğiniz noktalar var mıydı?

 LC- iki soru var, sondan başlayayım, nostalji hissinin farkındaydık, Yeşilçam vasatlığı tekdüzeliği de sembolize eder çoğu zaman onu da biliyorduk. Bizim gayretimiz onları bilerek ve ona rağmen ters köşe yapabilmekti… Mekansa o başlı başına bir sorun, biz ülke olarak inşaat işini seviyor, tarihsel şehir dokusunu kolayca harcıyoruz. Önemsemiyoruz. Dönem işi yaparken şehrin tarihi dokusundan yeterince faydalanamıyorsunuz. Stüdyoda  dekorda çekmek zorundasınız. Bu da bir handikap. Arkası gelse bir birikim de olur ama dönem işi normalden pahalı ve herkes de cesaret edemiyor.

 VS- İstiklal caddesi eskisinin üzerine 7 kere yeniden kurulmuş antik bir şehir gibi artık. 5 yıl önceki hali bile yok. Böyle bir değişim bir yerle kurduğumuz bağı da yok ediyor. Benim için de anılarda yaşayan bir İstiklal var. Gittiğim mekanlar, film izlediğim sinemalar hemen hepsi kayboldu. Yoklar. Bu yıkıcı bir şey. Bizim hikayemizin bir kısmı da 50'lerdeki 60'lardaki değişimleri, yaşanan kayıpları anlatıyor. Çok bahsedilmeyen hatta görmezden gelinen olayları, hayatların nasıl değiştiğini gösteriyoruz. O dönemin unutulmak istenen gerçeklerinden bahsediyoruz. Yeşilçam'ın tınısı nostaljik his için yeterli zaten. Ama bizim hikayemiz bu tınıya yaslanmıyor.

Yeşilçam Türkiyeli bir dijital platformun, BluTV’nin büyük projelerinden birisi olma özelliğine sahip. Hem dijitalde hem de geleneksel televizyonda çalışmış senaristler olarak klasik ve dijital mecralar arasında nasıl farklar olduğundan bahsedebilir misiniz?

LC- Dijital platformlar içerik üreterek ve bunları abonelere satarak yaşıyorlar. Bizde bu iş çok yeni. Bence en az bir beş yıl geçmesi gerekiyor. Herkes ister istemez çok ürkek, haklılar da. Eğer yaratıcı kısımla ilgili konuşacaksak, benim gördüğüm Türkiye’de post prodüksiyonda iyiyiz ama pre-prodüksiyon işinde tereddütlüyüz. Bizim açımızdan ise şu söylenebilir. Blutv, önce senaristle anlaştı ve bizimle senaryo çalıştı, telifimizi iş yayımlanmadan ödedi, bunlar yeni ve olması gereken tercihler. Televizyonda olan şeyler değil bunlar. 

VS- Televizyondaki haftalık düzende bölüm süreleri çok uzun ve sezona başlarken 30 küsur bölüm yazmayı hedefleyerek başlıyoruz ama hedeflendiği gibi de olmayabilir, erken de bitebilir. Yorucu, tüketici bir tempo ve belirsizlik var televizyonda. Dijitalde ise dünyanın geri kalanı bu işi nasıl yapıyorsa öyle yapma şansımız var. Hikayeyi baştan sona kurabiliyoruz, varacağımız yeri biliyoruz, zamanımız olduğu için geriye dönük değişiklikler yapabiiyoruz. Hikaye anlatma imkanları da daha fazla. Yakın zamanda örneğini gördüğümüz gibi gerçek bir özgürlükten dijitalde de bahsetmemiz olanaksız ama TV'ye kıyasla daha rahat olduğumuzu söyleyebiliriz.

Altyazı'ya konuştuk.

Link

Perşembe, Nisan 22, 2021

Yeşilçam ve ben

Senaryosunu yazdığım son iş, iki yıl önce mayıs ayında yayımlandı. O günden bu yana üç ayrı sözleşme yaptım, yazmaya devam ediyorum ama kısmet böyleymiş bu akşama kaldık... akademisyenlik, editörlük gibi başka işlerle uğraştım ama hayalini kurduğum senaristliği "yaşayabildiğim" için kendimi şanslı sayıyorum. Lütuf demek daha doğru...

Senaryo bir kılavuzdur, ortaya çıkan dizide çok ama çok insanın emeği olur. Haksızlık ediyor gibi görünmek istemem, ben sadece çok kişisel bir iki not düşeceğim, kendi tarafımdan, kendi dünyamdan bir tını, bir ses paylaşmak gibi düşünün... Nasıl hatırlayacağım Yeşilçam'ı diye düşündüm...Onu yazmak istedim. 

Yeşilçam'ı yazarken zor dönemler geçirdim, babam hastalandı, kanserden vefat etti, annem covid oldu, ondan bana bulaştı... bir daha "asla" demem gereken tatsızlıklar yaşadım, bir his olarak affetmeyeceğim şeylerle karşılaştım... Eskilerin ağzıyla kan, ter, ıstırap ve gözyaşı dolu günler geçti. Teşekkür edeceğim insanlar da var elbette ama onlar zaten yanımda yamacımdalar ve çok değiller... İstediğim an konuşuyorum onlarla.

Yeşilçam'ı daha yazmadan şey demiştim, "bu benim yazdığım en iyi iş olacak", bu hissi halen taşıyorum. Genel olarak yaptığı işlerin tadını çıkarabilen, kutlamasını yapabilen, "oh be" diyebilen biri olamadım. Hep sonraki maçlara geçerim. 

Yine öyle olacak...

Bakalım, derler ya.. Geçtiğimiz pazartesi iki film hikayem Los Angeles'tan okeylendi, bindim bir alamete gidiyorum. 

 

Çarşamba, Nisan 21, 2021

Metin Hoca

Soyadı, büyük dayısı Cenap And’tan. Rockefeller’dan burslu. Hep çalışkan, hep karınca, hep emekçi. Ezelden tiyatrocu. Karagöz’ün yakın dostu. Dil Tarih’in sembolü. Kulak vererek komiklerin sesine. Kitaplar arasında, dünyayı öper gibi, açıyor perdelerini eski zaman hallerinin. Büyücüler, hokkabazlar, efendiler, köçekler, ipsizler, dervişler, cüceler. Sıyrık otları ve dikenler bürümüş Osmanlı bahçesini. Tarumar. Dere tepe geziyor Metin And, masal çocuğu, denizin dibini altüst ederek. Başka cenneti, başka cehennemi getiren, gemiyi yüzdüren... Yeraltı sularının çetelesi… Küçük şeylerin belleği…

Pazartesi, Nisan 19, 2021

Kötülük Oyunu

Uzun zaman oldu, üniversitede asistan olarak çalıştığım sırada, tanıdığım bir iki çizgi roman sever genç ziyaretime geldi, yanlarında da "çok çok iyi" olduğunu düşündükleri bir çizer var, uzaktan biliyorum, bahsi de geçiyor... Hasbihal ettik, çizer çocuk, bu işten maddi kazanç sağlayamazsa artık çizmeyeceğini filan söylüyor, kederle karışık bir öfke gösteriyordu, ben de ona moral vermeye çalışıyor, bir çare arıyor, uzuun uzun konuşuyordum. Kim olsa yaparım da, çalıştığım yere gelip bana anlattığına göre yardım da istiyor diye düşünüyor, sorumluluk duyuyordum. 

Ayrıntısına girmeyeceğim, meğer o çizer çocuk, benimle oyun oynuyor, kafa buluyormuş, hani beni konuşturuyor, manipüle ediyor, kendince "kötülük" oyunu oynuyormuş. Yanındaki sevdiğim çocuklar, bunu fark etmişler ama o an söyleyip, beni "infilak" ettirmemek için susmuşlar, birisi bana sonradan anlatmıştı, boşuna üzülmekten, nafile konuşmaktan dolayı şaşırmış sahiden de çok sinirlenmiştim. Anlayamamıştım, bir insan bunu niye yapar diye çok düşünmüştüm.

Yine o yıllarda sevdiğim bir öğrenci grubu vardı, bize gelip giden, okuyan konuşan hatır sayan, hatırı olan... Bir gün aralarında oynadıkları bir oyunu anlatmışlardı, bu kötülük oyununun hemen arkasından duyduğum için olabilir, feveran etmiştim. İşte meşhur şişe çevirme oyununu tornistan etmişler, biraraya gelip hevesle oynuyorlarmış... Yerde çevrilen şişenin ucu, kader kısmet, artık kime gelirse, taraflar birbiri hakkındaki gerçek fikirlerini söylüyormuş filan...sen şöylesin, sen böylesin... Yalan söylüyorsun, sen aslında şundan nefret ediyorsun... Bir gün şöyle demiştin şu bu... Dedim nasıl ya, güya samimi olmak, güya sahici olmak adına...şaşırtmak, şoke olmak, kızdırmak şu bu... 

Nedir bu? Ergen hoşnutsuzluğuyla yaptıklarını sahici bir gösteri sayıyor olabilirlerdi, o zamanın deyişiyle duyar kasan insanlara nanik yapmak istemiş, dünyanın riyakarlığı ifşa etmek istemiş  olabilirlerdi... Eğlence diyelim. Bazısı yaptığının ayıplandığını bilerek "hadi dedikodu yapalım" der ya belki onun gibi bir şey sayılabilir. 

Anlıyorum ama katılmıyorum denir ya ben öyleyim, varılan yeri ve harcanan enerjiyi de çok anlamıyorum. 

Bazen bu kötülük oyunuyla karşılaşıyor, ister istemez o günleri hatırlıyorum, bunca sene sonra bunun bir ergen hallenmesi olmadığını, ergenlikle sınırlanamayacağını öğrendim tabii... Konuştuğum bir psikiyatrist bunu "büyüme(me)" meselesi gibi yorumlamıştı. Daha sakin ve mesafeli bir yorum yapmak durumunda kalsam, dünyayla başetme yöntemi derdim, hayatta (ayakta) kalma antrenmanı... Yine sevmiyorum ve sevemem o ayrı... 

Perşembe, Nisan 15, 2021

Çarşamba, Nisan 14, 2021

İki fotoğraf


Eğlence hayatından iki fotoğraf, biri -günümüz ağzıyla- drag queen diğeri şarkıcı kadın, masalara gitmiş, şarkı arasında veya şarkıyı söylerken müşteriye ilgi gösteriyorlar, belki bir espri, belki iki tatlı söz. Fotoğraflarda evli oldukları tahmin edilebilecek iki ayrı çift var, ben onlara takıldım.  

Bilenler hemen fark etmiştir, ilk fotoğrafta Huysuz Virjin var... Müşteri onu tanıyarak oturmuş olmalı masaya... Başına ne geleceğini, ne yaşayabileceğini üç aşağı beş yukarı biliyor anlamında... bile isteye oradadır demek istiyorum. Huysuz, muhtemelen beyfendiyi diline dolamış, karısı onu destekler gibi bir neşeyle kadehini kaldırmış. 

İkinci fotoğrafta adam neşeli, kadınsa mesafeli... bir duvar örmüşcesine donuk, üstelik şarkıcı kadın da bunun farkında...Hanfendi, şarkıcıyı istemiyor, kocasının sırtarmasından hoşlanmıyor filan... Her şey ona rahatsız edici ölçüde gerçek veya nasıl desem yapay-yalan geliyor olabilir. Oysa Huysuz zaten ve baştan sona parodi yapıyor, ters yüz ediyor, karnavalesk dayranıyor, ahlakın sınırlarını zorlayarak komikleştiriyor. İki kadının tepkileri o sebeple farklı. İki erkekse ehi ehii tadında birebir aynılar. 

Son not: İlk fotoğrafta arkaplanda duvardaki fotoğraftan bir kesit görünüyor, Ara Güler resmi gibi bir şey. Yoksul, emekçi ya da sadece yaşlı biri. Üstelik fotoğraf büyütülerek duvara istiflenmiş. İnsan merak ediyor, o mekanda o fotoğrafın işi ne?

Salı, Nisan 13, 2021

Tomris

İyi ailenin kızı, Kolejli, İstanbullu. Hep güzel, hep alımlı, hep gecegezen ve meydan okuyan. Yoğun olmalı her şey. Öykü, dergi, kitap, hayat. Yaklaş, cesur ol, biraz daha yaklaş. Şehirden kadınlar, okuryazarlar, klişeler, yolculuklar. Papirüs’ün ve Türkçenin en çok âşık olunan kadını. Gemici ve bulut. Konuşan ve susan cümle. Gözleri hareli. Fenerini arayan deniz… Tomris Uyar, dumanı Türkçenin. 

 

Pazartesi, Nisan 12, 2021

Pamuk Prenses



Bacaklar

Kollar

üst taraf

Yüz

İlginç bir fotomanipülasyon örneği. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler resmindeki her görsel ayrıntı bir başka resimden alınmış ve birleştirilmiş. Aşağıdaki linkten incelerseniz her bir ayrıntının nerden alındığını görecekseniz.
link

Ben sadece Pamuk Prenses'i örnekledim.

Aynı mantıkla çalışan, dijital üretim yapan çizerler zaten var... İşlerin kare kalem, çini, fırça ve renk olduğu zamanların daha zor ya da kolay olduğunu söyleyemem. Tek bildiğim, yukarıdaki gibi bir çalışma yapmak pek mümkün değildi.

Cumartesi, Nisan 10, 2021

Yanıyor

Aralıklarla ofise uğrayan bir sahaf var, sahaf diyorum ama toplayıcılıktan gelen biri demek daha doğru, ilgimi çekeceğini düşündüğü "tam sana göre" dediği kitaplar getiriyor, yüzgeri etmiyor, alışveriş seyrini bozmamaya özen göstererek her zaman bir şeyler satın alıyorum. Koşar adım geldiği gibi gidiyor. 

Geçen geldiğinde durası geldi ve tasnif etmeye çalıştığım orijinal sayfalara-çizgilere bakarak, "abi sen bunları  topluyor musun" diye sordu, "topluyorum, eline geçerse ilgilenirim" dedim. 

"Geçen" dedi "elime geçti bunlar gibi şeyler ama onlar sapık sapık şeylerdi, yaktım hepsini." Herkes sahaf değil, herkes mesafe kuramıyor, insanlar sevmedikleri "şeylere" karşı kolayca acımasız ve kıyıcı olabiliyor, garezle husumetle konuşabiliyorlar. Yakmayı duyunca üzüldüm tabii ama "niye yakıyorsun, bunlar değerli şeyler, hem para kazanırsın, hem de meraklısı, alıcısı çıkar, sattığında birilerini mutlu edersin" mealinde ikna edici bir tonda tatlı dille konuştum, yanan yandı, bundan sonra aklında kalsın istiyorum. 

Sonradan anladım ki sapık dediği adam eşcinselmiş... önce koleksiyoncu sandım, daha fazlasıymış ve eşcinsel aşkı ve erotizmi anlatan çizgi romanlar yapıyormuş. Adını sordum, hatırlamıyordu, ister istemez merak ettim, konuştukça yurt dışına erotik çizgi romanlar üreten biri olduğu kanaatine kapıldım,  sayfalarca çizgi roman çizmek az şey değil çünkü...  Kendisi için, amatörce bir hevesle bile çizse az şey mi, büyük sabır ve meşakkat, bilenin de yok... Merakımı anlayınca "adını bizim çocuk biliyor" dedi.

Bir iki hafta sonra Ayrancı Pazarında karşılaştığımızda yanında çalışan "bizim çocuğa" sordu, sahiden traji komik bir sahneydi, genç çocuk, sobada yakılan sayfaları  hatırlayınca tıpkı patronu gibi  "Abi sapıktı ya" diye kasavetle ve ekşiyerek başladı, "adı batsın" parlamasıyla lafını bitirdi...

Ölüyorsun, sadece yazdığın, çizdiğin, sakladığın her şey değil mahremin bile birilerinin eline geçiyor, ve sonra hiç yokmuş ve hiç yaşamamışçasına,  adı batsın öfkesiyle "yakılıyorsun"

Cehennem burada, içimizde, evimizde, kalbimizde... hep beraber yanıyoruz işte.

Cuma, Nisan 09, 2021

Cemal Nadir'in Gravürleri

Cemal Nadir'in çizgi olarak en farklı işi sanıyorum, Yücel Yayınevinin 1940 yılında yayımladığı Güzel Sözler kitabına çizdiği gravürler... İçerde bölüm başlarında vinyetler de çizmiş ama neden bilmiyorum, doğrusu kitapla ilgisini de kuramadım, bir "üslup" denemek istemiş, tarzının dışında daha foto realistik ve ilüstratif bir çabaya kalkışmış... 

Çizgilere bakınca siz de fark edeceksiniz zaten... 

Diğer yandan bu türden kaçamakları severim, hatta sanatçılara yeni bir nefes olduğuna, enerji getirdiğine inanırım. Rutin mi denir, tekrar mı, hah işte, o epeyce öldürücüdür. Gel gör ki o rutinin dışına çıkıldığında da  okur, seyirci, takipçi hoşlanmaz bundan, yadırgar...Kimleri için ekseriyetle çabuk unutulur bu türden denemeler...

Benim demek istediğim sanatçıya getirdiği motive edici, öğretici katkı... Cemal Nadir, "gravür" dediği tarzın arkasını getirmemiş ama bana öyle geliyor ki, çizgisini-bileğini beslemiştir, mutlaka böyle bir getirisi olmuştur.