Cuma, Nisan 23, 2021

Levent Cantek ve Volkan Sümbül ile Yeşilçam Üzerine Söyleşi

Yeşilçam dizisi, Yeşilçam döneminde küllerinden doğma çabası içerisinde bir yapımcının hikâyesini anlatıyor. Projenin oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz? Hikâye fikri sizin için nasıl ortaya çıktı? Araştırma süreci nasıldı? Projenin geliştirilme aşamasında hikâye ne gibi dönüşümlerden geçti?

 Levent Cantek- Başlangıç benimle oldu, daha önce BluTv ile Bozkır dizisinde çalışmıştık, devam etmek ve yeni bir çalışma yapmak istiyorlardı, sözleşme önerdiler, yani hikâyeden önce bir ortak çalışma iradesi gösterdik. Daha sonra ben çeşitli hikâye önerilerinde bulundum. Yeşilçam’ın yükselişinde bir prodüktörü anlatabileceğimi söyledim, platformun ihtiyacı olan türü ve hikayeyi konuştuk aslında. Bir dönem işi yapmak istiyorlardı. Fikir hoşlarına gitti, sonra Volkan’la konuştum, aklımdan geçenleri anlattım, yanlış olmasın kırk gün sonra filan ilk bölümü yazmıştık. Okudular ve devam etmek istediler. Beş ay sonra on bölümlük ilk sezon yazımı bitmişti. İkinci sezonu yazmamızı istediler ve devam ettik. Yeşilçam’ın ikinci sezonu daha geç bitti çünkü o arada babam hastalandı, kanserden vefat etti, ardından annem covid oldu, bana da bulaştı, haliyle geciktik... 2019 Ekim’de onay aldık, 2020 Aralık başında yirmi bölümü bitirdik diyelim.

Senaryo iki kişilik bir çalışmanın ürünü. Proje etrafında nasıl bir araya geldiğinizden, birlikte çalışma pratiklerinizden bahsetmek ister misiniz?

 Volkan Sümbül- Yeşilçam, Levent abiyle birlikte yazdığımız üçüncü proje. Ayrı şehirlerde olduğumuz için toplantılarımızı internetten online yapıyoruz. Proje başlangıçlarında bir araya gelmek iyi oluyor. Yeşilçam'a başladığımızda da Ankara'da bir araya gelip hikayenin genel çerçevesini, karakterleri ve ilk bölümü konuştuk. Başlangıçta çerçevesi flu, her yere gidebilecekmiş gibi bir hikaye oluyor elimizde. İlerledikçe, hikayeye zaman tanıdıkça çerçevemiz ve varacağımız yer netleşiyor. Bu iş özelinde özellikle ilk sezon için zaman sıkıntımız olmadığı için biraz onun da rahatlığını kullandık.

 LC- Volkan’la daha önce iki ayrı televizyon dizisi işinde birlikte çalıştık. Doğrusu ben film ve dizi işlerinin uzağında birisiyim. Ankara’da yaşadığımdan hem başka bir alemdeyim hem de pek dahil olmak istemiyorum. Volkan benim ilk tanıdığım senaristlerden biri. On yıldır bu işi yapıyorum ama beş tane senarist tanımıyor olabilirim. Aramızda bir kardeşlik ilişkisi var. Dünyaya da hikayelere de benzer baktığımız yerler de var hiç anlaşamadığımız kısımlar da… Birlikte çalışmak da çok kolay bir iş değil. İşin kendisi de gerilimli. Endişe de yapıyorsunuz, gaza de geliyorsunuz…Yeşilçam’ı yazarken bölüm bölüm ilerledik, varacağımız bir yer vardı ama konuşarak çatışarak ilerledik. Teknik olarak tretman çıkarıp paylaşıyoruz, yazım bitince dil benzerliği için yeniden okuyoruz, düzeltiyoruz.

Yeşilçam, dönemin film yapma alışkanlıklarından unsurları hem hikâye yapısında hem de biçimsel dünyasında taşıma gayreti güden bir yapım. Çağan Irmak gibi, Yeşilçam geleneğinin güncel mirasçıları arasında görülen, bu geleneğe oldukça hâkim bir yönetmenle çalışmak sizce projeye neler kattı? Senaryo Çağan Irmak yorumuyla nasıl bir ifade kazandı?

 LC- Yeşilçam nostaljisi yapılan, herkesin bir şeyler söyleyebileceği bir popüler kültür mecrası. Bunu bilerek işe girdik, başka bir derinlikle, hatta sertlikle bir gerçekçi katmanımız olacaktı. Ben popüler kültürü o klişeleri bilerek ters köşe yapmaktan yanayımdır. Çağan, iyimser biri, Volkan çalışmış ama ben üretimlerinden biliyorum. Hikayenin ilk bilinen rengini o aurayı iyi vereceğine inanıyordum, konuştum, hikayeyi sevdiğine inandım. Genellikle çalışkan ve hızlı insanları severim. İyi çalışarak sete geldiğini gördüm, heyecanı vardı, ben sevdim, doğru bir tercih olduğuna inanıyorum. Hikayenin sert gözükmeden karanlık tarafını anlatabilecek birisi gerekiyordu bence… Hem dönem çalışmış hem de dünya kurabilmiş çok yönetmen yok. İyi ki çalışmışım Çağan’la.

VS: Çağan Irmak'la 2015'te Nadide Hayat'ı yazmıştık. O zaman da onunla çalışmak çok keyifliydi. Sevgimin saygımın dışında birbirimizi anladığımızı, profesyonel olarak da anlaştığımızı bildiğim için onunla tekrar çalışmak beni mutlu etti. Çağan'ın bu dönemi çok iyi bilmesi dışında döneme olan büyük bir sevgisi var. Bu ekrana da yansıyor.

Dizinin senaryosu dönemin sinema dünyasından isimlerle kurmaca karakterleri bir araya getiren bir yapıya sahip. Kurmaca ve gerçek karakterler arasındaki dengeyi kurarken nelere dikkat ettiniz? Kurmaca karakterleri bu dünyaya yerleştirirken esinlendiğiniz isimler var mı?

 LC- Tabii ki var ve doğrusu da o… Kendi adıma ben baştan beri gerçek kişilerin hikayede yer almasını istiyordum, telifle ve çeşitli izinlerle ilgili çekinceler vardı. Neyse ki halledildi. Sonuçta biz bir gerçeklik vehmi yaratıyoruz, gerçek “aktörler” bunu pekiştirir fikrindeydik, tabii ki bu bir problem, iş görsele dönüştüğünde bir risk de var. Örneğin finalde Yılmaz Güney var, nasıl oynayacak, nasıl duracak geriliyorduk…

Hikâye bir yanıyla Yeşilçam geleneğini ve naifliğini takip ederken bir yandan da dönemin siyasi ve toplumsal olaylarının ciddiyetiyle nostalji dozunu dengeliyor. Sansürün, şeytanlaştırılan komünist bir karakterin, Kıbrıs olaylarının hikâyenin bir parçası yapıldığını görüyoruz. Öte yandan Yeşilçam’ın hikâyesini bu ölçekte, toplumsal tarihimizle ilişkili biçimde ele alan yapım sayısı da pek fazla değil. Senaryoda bu bağlantıları kurarken nelere dikkat ettiniz?

LC- Bence asıl sorun şuydu, biz pek dönem hikayesi anlatmıyoruz, yaparsak da hamasetle ve büyük isimlerle ilgilenerek bir şeyler yapıyoruz. Hal bu olunca, aklınızdaki hikaye için doğru ve pazarlanabilir bir gerekçenizin olması gerekiyor. Altmışlı yılları anlatan kaç filmimiz kaç dizimiz var ki desem siz “var mı?” diye sorabilirsiniz. Benim aklımda 1964’ü anlatmak vardı, 27 Mayıstan sonra ülkede pozitif bir rahatlama oluyor, bizim memleket olarak ferahlama zamanlarımız hayli sınırlıdır. Sadece iktisaden değil kültürel olarak da değişir ve yenileniriz. Yeşilçam’da film üretimi artıyor, gazeteler yüz binli rakamlarla satmaya başlıyor, gençler kültür endüstrisinde yer almaya başlıyor. Bütün oyuncular yirmili yaşlardalar, gencecikler. Tam da bunlar olurken Rumları ülkeden atmaya karar veriliyor. Akademi dışında hiç konuşulmaz bunlar. Rumlar örneğin kunduracılık yaparmış, onların sektörde çalışması yasaklanıyor. Düşünün siyasetçiler bir şeyler yapıyor, olan fakire fukaraya oluyor, bir ayakkabı tamircisinin kime ne zararı olacak…İktisaden bir el koyma hamlesi. 27 Mayısta aynı siyasi kadro 6-7 Eylül olaylarının faillerini yargılamıştı, e yapmazlar diyorsun, yapmışlar. Demem o ki, bir prodüktörü ve Yeşilçam’ı anlatırken sosyal ve siyasi tarihi, o alacakaranlığı resmetmek istiyorduk.

Sinema duygusu ve vurgusu çok yüksek bir yapım Yeşilçam. Pek çok kez bu duygunun karakterlerin ağzından döküldüğüne de şahit oluyoruz. Senaryoyu yazarken tekrar ziyaret ettiğiniz, yol gösterici olmuş filmler var mı? Hikâyede önemli rol oynayan ‘Kırlangıç Mevsimi’ gibi filmleri kurgularken hangi filmlerden ilham aldınız?

 LC- İnsan yazarken pek çok şeyden, filmlerden, romanlardan, kendi deneyimlerinden etkileniyor ama Volkan da katılacaktır, belirgin bir film ve kılavuz söyleyemeyiz.

Dizi bir yandan da hikâyelerin gücüne inanan karakterlerin peşinde giden bir yapıya sahip. Ana karakter Semih Ateş “Bir film yaparım, hastalar iyileşir, mevsim değişir,” ifadelerini kullanan bir yapımcı. Yeşilçam gibi ciddi bir araştırma emeği gerektiren bir projenin arkasındaki kişiler olarak Yeşilçam döneminde hikâye anlatmakla bugün hikâye anlatmak arasında nasıl farklar görüyorsunuz? Üreticinin sinemaya yaklaşımı sizce nasıl değişiklikler gösteriyor?

VS- Yeşilçam zamanında sinema perdesi rakipsizdi. Çok sayıda film çekildi, izlendi. Bir süre sonra Yeşilçam zamana ve televizyona yenildi. Bugün televizyon, üretim şekli aynı olsa bile farklı tüketim şekilleri sunan dijital dünyayla mücadele ediyor. Şu anki şartlarda dijital mecralar yazarlara çekici gelen başka fırsatlar sunuyor. Ama ne olursa olsun bence sinema filmi yazmak her zaman daha heyecan verici. Şu anda pandemi sebebiyle salonlar kapalı, açıldığımızda sinemanın geri dönüşü nasıl olacak bilemiyoruz. Umarım hala hayattadır. Sinemada film izlemeye, sinema için yazmaya devam edebiliriz.

LC- Döneme ve yayın mecrasına bağlı olarak hikayeler değişir ve çeşitlenir. Yeşilçam’da filmler pek çok bakımdan tek odaklı, mutlu sonlu klişelere dayalıydı. Bizim anlattığımız hikaye ister istemez televizyonda özellikle son on yılda gelişen dizi hikayeciliğinin bir tür devamı sayılabilir. Ama illa bir şeye benzeteceksek, bizim hikayemiz, Amerika’da Hollywood’u silkeleyen dijital platform dizilerine benzetilebilir…gibi geliyor bana

Yeşilçam aynı zamanda artık var olmayan bir İstanbul’un hikâyesini anlatıyor. Dizinin önemli mekânları, İstiklal Caddesi, onun üzerinde yer alan sinemaların çoğu, Beyoğlu yaşamı günümüzde çok farklı anlamlara sahip. Bugünün mekânsal gerçekliği, oluşturulan dönem anlatısına ne gibi etkiler yaptı? Nostalji hissinin hikâyeyi boğmaması için dikkat ettiğiniz noktalar var mıydı?

 LC- iki soru var, sondan başlayayım, nostalji hissinin farkındaydık, Yeşilçam vasatlığı tekdüzeliği de sembolize eder çoğu zaman onu da biliyorduk. Bizim gayretimiz onları bilerek ve ona rağmen ters köşe yapabilmekti… Mekansa o başlı başına bir sorun, biz ülke olarak inşaat işini seviyor, tarihsel şehir dokusunu kolayca harcıyoruz. Önemsemiyoruz. Dönem işi yaparken şehrin tarihi dokusundan yeterince faydalanamıyorsunuz. Stüdyoda  dekorda çekmek zorundasınız. Bu da bir handikap. Arkası gelse bir birikim de olur ama dönem işi normalden pahalı ve herkes de cesaret edemiyor.

 VS- İstiklal caddesi eskisinin üzerine 7 kere yeniden kurulmuş antik bir şehir gibi artık. 5 yıl önceki hali bile yok. Böyle bir değişim bir yerle kurduğumuz bağı da yok ediyor. Benim için de anılarda yaşayan bir İstiklal var. Gittiğim mekanlar, film izlediğim sinemalar hemen hepsi kayboldu. Yoklar. Bu yıkıcı bir şey. Bizim hikayemizin bir kısmı da 50'lerdeki 60'lardaki değişimleri, yaşanan kayıpları anlatıyor. Çok bahsedilmeyen hatta görmezden gelinen olayları, hayatların nasıl değiştiğini gösteriyoruz. O dönemin unutulmak istenen gerçeklerinden bahsediyoruz. Yeşilçam'ın tınısı nostaljik his için yeterli zaten. Ama bizim hikayemiz bu tınıya yaslanmıyor.

Yeşilçam Türkiyeli bir dijital platformun, BluTV’nin büyük projelerinden birisi olma özelliğine sahip. Hem dijitalde hem de geleneksel televizyonda çalışmış senaristler olarak klasik ve dijital mecralar arasında nasıl farklar olduğundan bahsedebilir misiniz?

LC- Dijital platformlar içerik üreterek ve bunları abonelere satarak yaşıyorlar. Bizde bu iş çok yeni. Bence en az bir beş yıl geçmesi gerekiyor. Herkes ister istemez çok ürkek, haklılar da. Eğer yaratıcı kısımla ilgili konuşacaksak, benim gördüğüm Türkiye’de post prodüksiyonda iyiyiz ama pre-prodüksiyon işinde tereddütlüyüz. Bizim açımızdan ise şu söylenebilir. Blutv, önce senaristle anlaştı ve bizimle senaryo çalıştı, telifimizi iş yayımlanmadan ödedi, bunlar yeni ve olması gereken tercihler. Televizyonda olan şeyler değil bunlar. 

VS- Televizyondaki haftalık düzende bölüm süreleri çok uzun ve sezona başlarken 30 küsur bölüm yazmayı hedefleyerek başlıyoruz ama hedeflendiği gibi de olmayabilir, erken de bitebilir. Yorucu, tüketici bir tempo ve belirsizlik var televizyonda. Dijitalde ise dünyanın geri kalanı bu işi nasıl yapıyorsa öyle yapma şansımız var. Hikayeyi baştan sona kurabiliyoruz, varacağımız yeri biliyoruz, zamanımız olduğu için geriye dönük değişiklikler yapabiiyoruz. Hikaye anlatma imkanları da daha fazla. Yakın zamanda örneğini gördüğümüz gibi gerçek bir özgürlükten dijitalde de bahsetmemiz olanaksız ama TV'ye kıyasla daha rahat olduğumuzu söyleyebiliriz.

Altyazı'ya konuştuk.

Link

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder