Perşembe, Haziran 28, 2018

Tenten'in Kardeşleri



Hergé (Erje), çizgi roman dünyasının gelmiş geçmiş en büyük yıldızlarından biri. Nasıl anlattığı, nelerden ilham aldığı hakkında binlerce sayfa yazı yazılmıştır, ünlü kahramanı Tenten'le birlikte ülkesinde ve tüm frankofon kültüründe kültürel bir miras sayılır. Müzesi vardır, adına hemen her yıl çeşitli ülkelerde sergiler yapılır vs. Hergé'nin Tenten dışında bir başka çizgi roman dizisi Türkçede, YKY tarafından yayınlanmaya başladı. Tenten'in arka kapaklarından hatırlayabilirsiniz, oradaki resimde sadece Tenten değil Jo, Zette ve Jocko gibi Hergé'in yarattığı diğer dizilerin kahramanları yer alır. Jo ve Zette, biri kız diğeri erkek olan iki kardeş, Jocko da onların evcil maymunları. Bizde yayınlanan ilk serüveni Bay Pump'ın Vasiyeti (Le Testament de M.Pump) ilk kez 1951'de albümleşmiş. Orijinal yayınına bakılırsa ilk dört albümü 1953'te tamamlanmış. Tenten'in albümlerinin çıkmadığı yıllara denk düşmesi, ikame edildiğini düşündürüyor. Ve ayrıca ilk kez 1936 yılında tefrika edilen hikâyelerin gözden geçirilmiş ve renklendirilmiş halleri olmalı çünkü 1942'ye kadar Tenten bile renkli yayınlanmamıştı. Hergé'nin bir başka çizgi roman dizisi Quick et Flupke ancak ölümünden sonra, 1985'te yayınlanabildiğine göre Jo, Zette ve Jocko'nun Maceraları üstadın sevdiği bir çalışması olmalı.

Çalışkan, tutkulu, zeki bir adam Hergé. Siyaseten muhafazakarlığa yakın olduğu bir dönemi var, özellikle otuzlu yıllardaki çalışmaları bugün çeşitli bakımlardan ayrımcı ve sağcı bulunur mesela.  Hergé, 1929'dan 1943'e kadar sahiden çok tempolu çalışıyor, bir kaç çizgi romanı birarada yürütüyor ve giderek olgunlaşan bir çizgi üslubu tutturuyor. Savaş sonrasında Tenten'e odaklanarak ikişer yıl arayla albüm yapmaya başlıyor ve 1960'tan sonra yavaşlayarak 1983'teki ölümüne kadar biri tamamlanmamış dört serüven çizebiliyor sadece. Böyle düşününce Tenten veya diğer çizgi roman dizilerinin benzer bir çalışma aurasından çıktıkları söylenebilir. Aynı yıllarda üretilmişler. Esprileri, anlatım biçimleri, ardışıklıkları birbirlerinden çok farklı değiller. Şu akla gelecektir: Peki nasıl olmuş da Tenten global bir popüler kültür mitine dönüşebilmişken diğerleri unutulmuşlar. Cevabı çok zor değil: Tenten'e göre naif kalmışlar da ondan. E çocuk kahramanlar bunlar, naif olmaları doğal değil mi diyebilirsiniz. Çocuklar için üretilmiş çizgi romanların geneli incelendiğinde çocukların, ekseriyetle yetişkinleri kahraman olarak tercih ettiği görülebiliyor. En azından abi ya da abla olmaları bekleniyor, yaşıtları muhtemelen inandırıcı gelmiyor onlara, bir an evvel "büyümek istiyor", yetişkin muktedirleri "kanarak seviyorlar".


Bay Pumb'ın Vasiyeti albümü, modernlik eleştirisiyle başlıyor. Dizi hakkında genel bir fikir vermesi bakımından ilginç bir başlangıç bu. Amerikalı bir zengin, yanında çalıştırmak için iş başvurusuna gelenlerle konuşuyor. Bekleyenler, konuşanlar, patenler, endüstriyel bantlar, telefonlar, sürat tutkusu hicvediliyor. Geçen yüzyılın başlarında Avrupa'da özellikle frankofon kültüründe Amerikalı zengin klişesi böyleydi. Zamana karşı yaşayan, herşeyi süratle ölçen, evin içinde yürüyen bantlar kuran bir adamla, uşakların ve yaşayanların paten giydiği eksantrik  bir ev en azından o günler için komikti. Bizi de etkilemiştir bu dalga, Refik Halid'in  (Karay) karikatürize ettiği Kurtuluş Savaşı Ankara'sı tahayyülü de böyleydi. Sürat ve zamanlama obsesyonu bize bugün o kadar komik gelmiyor, o espriler haliyle arkaik ve demode kalıyor. Cep telefonlarını, bilgisayarı yaşayarak büyüyen günümüz çocuklarının bunu anlaması mümkün değil. Jo, Zette ve Jocko'nun Maceraları, sanıyorum daha çok çizgi roman koleksiyoncularına hitap edecek, Hergé ne çizmişe bakılacak, Tenten'den ne kadar farklı ya da ne kadar benziyor merakı daha önemli olacak.


Amerikalı zengin klişesi gibi pek çok sessiz sinema esprisi kullandı Hergé. Onun hikâyelerinde sessiz sinemayı hatırlatan siyahlar, uşaklar, sirkler, yaramaz evcil hayvanlar, görür görmez tanınan kötüler, sürekli kovalamacalar, ayağı kayan insanlar, hayli çevik, hayli hınzır ve meraklı çocuk- kahramanlarla karşılaşırız. Bu durum Hergé'ye değil döneme özgü aslında. En azından başlangıçta çizgi romancıların sinemanın yarattığı algıdan epeyce faydalandığı anlaşılıyor. Basit ve anlaşılır olma gayretinden söz etmiyorum. Pek çok espri iki ayrı mecrada da paralel biçimde dolaşımda çünkü.


Jo ve Zette'nin en bariz espri membaı Tenten'in köpeği Milu gibi evcil maymun Jocko görünüyor. Jocko'nun oyunbazlığı, yerinde duramazlığı, sakarlığı komiklik olarak kurgulanmış. Sessiz sinemada da sık rastlarız bu türden slapstick unsurlara. Maymun varsa, muz olacak; muz varsa birisi muz kabuğuna basarak yere düşecektir. Beceriksiz kötü adamlar, kovalamacalar ve çarpışmalar da aynı mantığın parçası.  İnsanlar koşarken mutlaka çarpışırlar, merdivenlerden yuvarlanırlar. ilk serüvenlerinde Tenten'i de benzer bir izlek içinde okuruz. Küçümsenen çocuk-ergen, bazen tesadüf eseri bir şey duyar, inat eder, kötü adamların gerçek yüzünü ifşa ederek, yetişkinlere -devlet görevlilerine teslim eder. Biteviye bir takip ve kovalamaca vardır. Arabalar devrilir, vagonların üstüne çıkılır, uçak düşer, gemi batar vs. Çizimlerden hiç söz etmiyorum, Hergé'nin ne yaptığını bilen kurgusu ve ardışıklığı, az çizgiyle çok şey anlatan maharetli bileği her sayfada kendini hissettiriyor. Üstelik, seksen yıl önce çizilmişler. Jo, Zette ve Jocko'nun Maceralarının Tentenseverlerin ilgisini çekeceği ve özellikle La Vallée des Cobras (or.1956) albümünün beğenileceğini düşünüyorum.

Radikal Kitap, 19.4.2013



Perşembe, Haziran 21, 2018

Geeeker Resitali, Süper Kahraman Geyiği

Kick-Ass, Mathhew Vaughan tarafından sinemaya aktarıldığı için daha önce haberdar olmuş olabilirsiniz. Mark Millar’ın yazıp John Romita’nın çizdiği sekiz sayılık bir mini çizgi roman dizisiydi. Ticari başarısından çok eğlenceli konusu nedeniyle sinemacıların ilgisini çektiği anlaşılıyor. Yakınlarda albüm olarak Türkçede de yayınlandı. Kick-Ass için ilk söylenebilecek şey geek bir hikâye olduğu. Biçimsel olarak anaakım Amerikan çizgi romanlarını andırması istenmiş ama çizgi ve parodiye yakın tutumu, anlatımı baştan sona farklılaştırmış. Hikâye, Don Quixote temasına dayandırılmış. Kaba hikâyesi şöyle: iyi bir okur, tutkulu bir koleksiyoncu olan genç lise öğrencisi okuduğu süper kahraman çizgi romanlarını modelleyerek kötülerle savaşmaya karar veriyor. Kendiyle ve çizgi romanlarıyla dolu bir hayatı var. Kısa bir süre önce öksüz kalmış ama bu durum daha çok babasını etkilemiş görünüyor. Baba, yalnızlığını, oğluna karşı sorumluluğu patetik bir biçimde abartarak yaşıyor. Onu, babasına telkinlerde bulunurken ya da adamcağızın dramını sarkastik bir edayla anlatırken okuyoruz.

Dave sınıfın ineği ya da haylazı değil, marjinali hiç değil, benzerleriyle dolaşan geekerlardan biri. Hınzır, kinik ve arkadaşlarıyla fısıldayarak konuşan, etrafa bakıp gelip geçenlerden durum komedisi arayan, tespitlerde bulunan, kıkırdayan orta sınıftan bir ergen işte... Umutsuz bir âşık, abazan, sosyal medya bağımlısı, malumatfuruş da diyebilirdim. Dave, kendine bir kostüm tasarlayıp sokağa çıkıyor, kötülerle savaşacak; zalim dünyaya çeki düzen verecek, planı böyle. Don Quixote ile kıyaslamıştım. Bu noktadaki farklılığı Dave’in geekerliği belirliyor. Dave kıyafetine, amacına ve görünümüne karşı sarkastik bir mesafeyle bakabiliyor. Kendisinin ve yapıp ettiklerinin farkında… Mark Millar’ın senaryosu bu vurguyu belirginleştirecek ölçüde iyi kurgulanmış zaten. Dave, sokaklarda dolaşırken sağdan soldan laf atanlar onun görünümünü mizahileştiriyorlar. O da narsistik bir tutumla bakmıyor yaşadıklarına. Susuyor, hak veriyor, oradan uzaklaşıyor ya da kendini kötü hissediyor. Çevresinde söylenenleri fark etmeyen, kayıtsız kalan, kendini büyüklenme hevesine ve hayallerine kaptırdıkça traji-komikleşen biri değil. Romantik ve delice bir cesaretle bilerek ve isteyerek ortaya çıkıyor.

Sosyal Medyada Şöhret
Bu çıkış, post-modern dünyanın, internetin hâkim olduğu koşullarda gerçekleşiyor. Kendine seçtiği sahte isim, nick-name’den farksız. Dayak yiyen birine yardım edebilmek için girdiği kavga, izleyiciler tarafından youtube’a yüklenince, internet kahramanı da oluyor. Normal hayatlarında vermedikleri tepkileri olağandışı ölçülerde vererek tanınan internet kahramanlarından farklı değil yaşadıkları. Medyatik şöhretin getirisi, geeker muhabbetlerinde konuşulur olmasını sağlıyor. Dave, Kick-Ass olarak ün kazanırken umutsuzca tutulduğu sınıf arkadaşı (başına gelen kimi sıra dışı olaylardan dolayı onu) gay sanarak ilgi gösteriyor. Millar-Romita ikilisi, Dave’ın gizli hayatını cinsel tercihlerle daha da gerilimli kılmışlar. Bilirsiniz çizgi romanlar erkek anlatılarıdır. Eşcinselliğin kıyılarında anlamlandırılmaları fanları kızdırır, okuru şaşırtır vs. Dave sevdiği kız uğruna gay sanılmasını önemsemiyor. Katie ise gay sandığı Dave’a karşı politically correct ve olumlu ayrımcılıkla yaklaşıyor, iki hempa gibi gezip tozuyorlar. Hikâyenin sonunda Dave gay olmadığını itiraf ettiğinde Katie’nin tepkisi, ölçüsüz ve tahammülsüz. O özenli, müşfik genç kadın yerini öfkeden dengesini kaybetmiş, ortalama erkek modelinden nefret eden bir başkasına bırakıyor. Siyah sevgilisi ve gay arkadaşı olan iyi niyetli beyaz (üst orta sınıf) demokrat Amerikalı kadının hezeyanla kabuk değiştirmesi güzel yakalanmış bir politik espri olmuş.

Moda olunca, süper kahramanlığa soyunan bir tek Dave olmuyor. Taklit, eğlence ya da kanun koyuculuk ekseninde pek çok kişi görüyoruz. Kick-Ass’ın kendisi dahi bir modaya dönüşüyor. Internet fenomeni olmaktan çıkıyor, t-shirtleri satılan bir tiplemeye dönüşüyor. Amerikalılar, tüketim toplumu olmalarıyla ilgili espri yapmayı ve bu esprileri satmayı çok seviyorlar. Üstelik bunun bir ironi olduğunun farkındalar, bu farkındalıkla ilgili de espri yapıyorlar. İçinde yaşadığımız dönemde, kayıtsızlığın ironisi global ölçekli popüler kültüre çoktan sirayet etmiş durumda. Amerikan süper kahramanları gibi kendine hayran anlatıları mizahileştirmek çok zor değil aslında. Amerika mizahı, özellikle Mad dergisi bunu yıllar yıllar boyunca yaptı. Yeni sayılabilecek olan o mizaha da ironik yaklaşmak, bir zekâ gösterisi yapmak, yaptığın espriyi küçümsemek, kaçarcasına ve fısıldayarak dillendirmek.

Biçim ve Estetik
Kick-Ass sadece Dave’ın hikâyesi değil. Millar, başka türden bir derinlik katmış anlatıya. Dave’ın yarım yamalak yaptığı işi gerçekten de başaran bir Hit-Girl ve Big Daddy isimli baba-kız da var Kick-Ass’ta. Big Daddy’nin de arızalı bir Don Quixote varyasyonu olduğunu sonradan anlıyoruz. İkilinin Dave’dan farkları, ciddiyetle işlerine odaklanarak, sahici bir kahraman gibi gizlenerek, perhizde bulunarak bir misyoner edasıyla yaşamaları. Hit-Girl, Romita’nın çizgileriyle bir anime kahramanını andırıyor, Leon’un Mathilda’sına bir gönderme yapıldığını da hissediyorsunuz. Sertliği, küfürbazlığı ve duygusuzluğu esprili biçimde anlatılmış, sarsıcı değil handiyse komik buluyorsunuz eylemlerini. Romita’nın sevimli, akışkan çizgileri, Spiderman’le özdeş berraklığı Kick-Ass’e çok yakışmış. Güzel bir albüm, filmi de izlenebilir, aralarında ‘biz ayrı dünyalardanız’ dedirten büyük uçurumlar yok.

Birgün Kitap, 10.9.2011

Pazartesi, Haziran 18, 2018

Pıt Pıt Sözlüğü


Rehber: Otobüslerde itiş kakış eve dönerken, nefeslerinin sayılı olduğunu düşünür, Allah’tan korkarlar. Akşam eve girer girmez de perdelerin kapalı olup olmadığını denetleyip gereksiz
yanan lambaları söndürürler...(Barış Bıçakçı, Baharda Yine Geliriz).

Başkent: Ben hangi şehirdeysem/ yalnızlığın başkenti orası (Cemal Süreya)

Mor Külhani Maddeleri: 1.Şiirimiz karadır abiler / 2.Şiirimiz her işi yapar abiler / 3.Şiirimiz gül kurutur abiler / 4.Şiirimiz erkek emzirir abiler / 5.Şiirimiz mor külhanidir abiler / 6.Şiirimiz kentten içeridir abiler  (Ece Ayhan).

Kitaptanır: Bibliyognost, kitapları iyi bilen, bilgisi olan.

Telmih: Anıştırma, bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir şeyi kasteder gibi konuşma, teşbih.

Yanılgı: Gençtim, çok genç - şiiri düzen sanmıştım: / Çileydi gözümde, arınma ve yurttu (Enis Batur)

Yok Listesi (5)



Ölüm öyle tuhaf bir şey ki... Hayatla iç içe bulunduğu halde, aynı zamanda hayatla hiçbir alâkası da yok... (Kemal Tahir, Hür Şehrin İnsanları).

Bir kız vardı yok gibi öyle güzel (Oktay Rıfat)

Vallahi gözüm yok bu dünyada, ölümden mercimek kadar korkum varsa, bağla benim leşimi katırın kuyruğuna, sür dağdan taşa! (Peyami Safa, Matmazel Noralya’nın Koltuğu).

Gökyüzünde ay yoktu. Bulutlu olduğu için yıldızlar da gözükmüyordu. Bir karanlık vardı!.. Silme karanlık (Yaşar Kemal,  İnce Memed).

Halam tıpkı “Ağustosböceği ile Karınca” hikâyesindeki ağustosböceğine benzer. Fakat maalesef, biz de pek çalışkan “karınca” değiliz ve evimizde fazla zahiremiz yok (Muazzez Tahsin Berkant, Bülbül Yuvası)

Ne güzeldir sevmek karanlığı. / Karanlık Allah gibidir ve tek başınadır. / Karanlık ölüm gibidir rengi yok / ahengi yok / dengi yoktur karanlığın (Nazım Hikmet, Kör Olmak)

Türk edebiyatı için olmayan şey devlettir. Türk edebiyatının özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana devleti yoktur. Devlet, Türk edebiyatını yok saymıştır (Aziz Nesin)

Pazar, Haziran 17, 2018

Çizgilere Derkenar 3


Nezih İzmiroğulları 1922 doğumlu. Lise mezunu. İkinci Dünya Savaşının zorlu koşullarında önce iki sene Akademiye gitmiş, sonra üç sene Edebiyat Fakültesinde Alman Dili okumuş ama çalışmak zorunda olduğundan üniversiteyi bitirememiş. Ramiz’in teşvikiyle ilk çizgileri 1941’de Karikatür’de yayınlanmış. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi'nde, devrin ünlü Türkiye Yayınevi'nde çalışmış. Milliyet’in yeni kuruluşunda Abdi İpekçi ile çalışmaya başlamış. Gazete ressamlığı yaparken 1958’de İpekçi’nin ısrarı ile bulmaca köşesini de hazırlamış. Haftalık ilavelerdeki yarım sayfa büyük kare bulmacaları sanıyorum ilk hazırlayan Nezih İzmiroğlulları’dır. 1968’de Uzan ailesinin çıkardığı Yeni İstanbul gazetesine geçen ekipten biri oluyor. Gazete, çalışanlarına vaad ettiği yüksek maaşları veremez olunca önce Cumhuriyet’e, sonra 1973’te Tercüman’a geçiyor. Gazete ressamlığı, günlük bulmacalar dışında küçük çeviriler de yapan sanatçı seksenli yıllardan itibaren serbest gazeteci olarak dışardan çalışmaya başlıyor vs

2005 yılında vefat eden Nezih İzmiroğulları’nın gerçekten çok özenilmiş sabırlı illüstrasyonlarına gazete sayfalarında sayısız kez rastlamış ve her defasında gösterdiği emeğin hatırlatılması gerektiğini düşünmüşümdür.




Ellili yıllarda gazetelerde yaygınlaşan renkli-resimli Pazar ilaveleri pek incelenmiş değildir. Baskı tekniklerinin yetersizliği nedeniyle fotoğrafın -yeterince var- ol(a)madığı bir hayatta renkli resimler-illüstrasyonlar görsel olarak olağanüstü etkili olmuştur.

Çizgi romanseverler, o yıllarda yayımlanan Pekos Bill'in nasıl anlatıldığını hatırlayacaktır, hikâyeden çok renkli sayfaları konuşulur. Renkli gazeteler ve dergiler, ilk kez o tarihte, o yoğunlukta evlere girmeye başlamıştır.

Lafı, yukarıdaki Ratip Tahir çalışmasına getireceğim. O Pazar ilavelerinde en az yarım sayfa büyüklüğünde –herhangi bir esprisi ya da alt metni olmayan- böylesi hafif erotik işlere rastlanıyor. Kadın-erkek ilişkileri, mutlu-mesut genç kadın resimleri resmediliyor. Ratip Tahir gibi siyasi mücadelenin içinde var olan, sahiden sert Menderes karikatürleri çizen bir virtüözün bu tür işlerini itiraf edeyim pek anlamlı bulmamışımdır. Çok da özenilmiş, hemen anlaşılıyor.

Akbaba’da da bu tür işler yayımlanır ama hemen altında fıkra gibi bir diyalog yer alırdı. İki kişi konuşur, biri bir şey söyler diğeri de ters yüzü edici bir ironi yaparak lafı patlatırdı. Resimle esprisi arasında bir bağlantı yok gibiydi. Aynı espri bir başka resim altında da kullanılabilirdi.

Pazar ilavelerinde bu da yapılmıyor, en azından Ratip Tahir bunu yapmıyor. Örneğin bu resimde gençler birdirbir oynuyorlar, ee ne var bunda diyebilirsiniz… Ben de bunu söylüyorum zaten, ne amaçlandığı doğrusu pek açık değil…Yarım sayfa resim, altında espri ya da açıklama da yok.  Öte yandan erkeklerin yüz ifadeleri ve genç kızların o kadar yükseğe sıçraması ilginç elbette…

[Her iki yazıyı da 2006'da yazmışım]

Perşembe, Haziran 14, 2018

Dört Golcü

Dünya Kupası bir vitrindir, yıldızlar transfer ücretlerini yükselttikleri gibi düne kadar esamisi okunmayan sayısız futbolcu turnuvada gösterdiği maharetle parlayıverir. Kimileri bu parlak çıkışı cilalamasını bilir; ama çoğunluğu bu üç-beş maç süren “tempo”nun altında ezilir, gölgesine bile ulaşamaz. Parlamak, futbolda golle anlamlandırılacak bir süreçtir; magazineldir, ya gol atarsın ya da kurtarırsın. Ama manşet daha ziyade forvet oyuncularına nasip olur. Bütün stadın, izleyenlerin doksan dakika boyunca sabırla ve sükunetle ya da öfke ve doymazlıkla bekledikleri, ama hep bekledikleri gol değil midir?

Golcülerden bahsedeceğim...Seyirci gol için doğan oyuncuları diler; topun nereye düşeceğini bilen ve orada olan oyuncu mutlaka gol atar çünkü. Hep söylenir gol kaçırması değil, gol için orada olması önemlidir. Eskiden yapılı, boylu poslu santrforlar, oldukça dar bir alanda oynayıp, sağdan-soldan kesilen sert ortalara defansın arasından yükselerek kafayı yapıştırırlardı. Sonra Danimarkalıların hücum press – en iyi savunmanın hücumda başlaması özelliği yayılınca santrafordan ziyade ikili – dağıtıcı forvetler girdi devreye. Daha kısa boylu, hareketli, topla dripling yapabilen ve maç boyu markajcılarını sağa sola boş koşular yapıp yanıltarak orta saha oyuncularına alan açan hücum oyuncularıydı bunlar. Bir başka deyişle, Alman Hrubesch ya da Belçikalı Vanden Berg gibi santrforların yerini, son yirmi yılda giderek Romario, Bebeto, Del Piero, Baggio gibi forvetler almaya başladı. Yeni dönemin forvetleri bu modele uymak zorundaydılar; top rakipteyken bıktırıcı pres yapmaları-onları yarı sahayı geçmeden bunaltmaları gerekiyordu.

Bu türden forvetlerin ilki bana göre 82 Dünya Kupasının sürpriz golcüsü Rossi’ydi. Enzo Bearzot’un, şike skandalı nedeniyle cezalı kalmış, iki yıl futbol oynamamış bir futbolcuyu, Rossi’yi İtalyan takımının forvetinde oynatması muhtemelen hoş karşılanmamıştı. O kadar ki, Rossi’nin takım arkadaşı Cabrini ile eşcinsel ilişkileri olduğuna dair yazılar çıkıyordu. Rossi, gayri-ahlaki ilişkiler içinde görülen, geçmişi hiç temiz olmayan tipik bir istenmeyen adamdı Hepsinden önemlisi gol atamıyordu. Takımın oynadığı dördüncü maç sonunda Rossi’nin tek bir golü yoktu. Sonra garip, büyülü bir şey oldu-peşi sıra goller atmaya başladı. Brezilya’ya 3, Polonya’ya 2 ve finalde Almanya’ya 1 gol atıp turnuvanın gol kralı oldu. Rossi’nin en önemli özelliği, Tardelli ya da Conti, topla kanatlardan inerken onlarla eş zamanlı-göbekten altı pasa girmesi ve kesilen topa öldürücü dokunuşunu yapmasıydı. Beyaz tenli, solgun ve her an yorgunluktan düşecek biri gibiydi. Ama yarı sahadan ceza alanına doğru gittikçe süratlenen deparlar atıyordu. Futbolun erkek dünyası için en ağır suçlama olan eşcinselliği bertaraf edecek kadar sevildi Rossi. Attığı her gol için evine bin şişe şarap yollayan bir İtalyanın fotoğrafını görmüştüm. Haber, doğru,eksik ya da abartılı mıydı bilmiyorum, ama adam çok mutluydu.

İtalyanlar sekiz yıl sonra bir başka sürpriz golcü çıkarttılar. Ev sahibi olarak başladıkları turnuvada yarı finalde kaybettikleri maçı saymazsak daima kazandılar, ama hepsi zor tamamlanmış oyunlardı. İtalyanlar kendi evlerinde şampiyon olmak istiyorlardı. Yoğun bir seyirci baskısı altında bunalan, gol için giderken gol yiyeceğini düşünerek kabuslar gören İtalyanların kurtarıcısı, yedek kulübesinden çıkan ufak-tefek, güneyli bir forvet oyuncusu oldu. Schillaci, Juventus’ta oynuyordu-sezonu hiç fena olmayan bir gol ortalamasıyla kapatmıştı ama ilk onbir için düşünülmese de olacak bir golcüydü. Evet, ikinci yarılarda Vialli'’in yanında oynayan Carnavale yorulduğunda yerine girebilirdi. İtalyanlar, milli takımda defansta oyuncu çokluğundan- hücumda forvet azlığında yakınırlar. Schillaci, muhtemelen bu azlıktan dolayı takımdaydı. Avusturya ile yapılan açılış maçında son on beş dakikada oyuna girdiğinde İtalya gerçekten çaresizdi-tıkanmıştı; Schillaci, üç dakika içinde golü buldu. “Şahne Yedek” maçı getirmişti. Amerika maçında yine ikinci yarıda girdi oyuna, gol bulamadı ama onunla birlikte maçın rengi, İtalya’nın hücum gücü değişmişti. En azından seyirci buna inanmıştı. Çekoslavakya maçında ilk onbirde sahaya çıktı ve daha 10.dakikada golünü attı. İtalya, gruptaki son maçını daha rahat bir skorla 2-0’la almıştı. Schillaci, seyirciyi fethetmişti artık-bir mucize adamdı. Topa doğru koşarken garip bir uğultu yükseliyordu. Top ayağına değdiğinde, ceza sahasına girdiğinde stada bir neşe geliyordu. Bu adamda bir büyü vardı, seyirci onu “büyütmek” istiyordu, görmüştü! İkinci turda İtalya, Uruguay’ı aynı skorla geçerken ilk gol yine ondan geldi. Çeyrek final vizesi aldıkları İrlanda ve normal süresi 1-1 biten, penaltılarla kaybettikleri Arjantin maçlarının gollerini de o attı. Üçüncülük maçında kazanılan bir penaltıyı gol kralı olabilmesi için Schillaci’ye attırdılar. Sanırım, bütün İtalya kadar bir futbol meselinin “mutlu son”la bitmesini isteyen her futbolseverin yüreği kabarmıştı, o penaltı atılırken. Schillaci, İtalya 90’nın gol kralı olarak tamamladı turnuvayı. Öncesi ve sonrasında bu denli “skor” yapamadığı kariyer tabelasında “bingo”yu bulmuştu. Bir kaç yıl İtalya’nın en sevilen adamlarında oldu ama ne o tempoyu ne de o büyülü gol vuruşlarını tekrarlayabildi. Dünya Kupasının kendiyle varettiği çocuklarından biri olarak doğdu ve öldü. Rossi kadar iyi golcü değildi velakin şanslıydı. Attığı bir golü anlatırken “Allahın kendini oraya ittiğini” söylemişti; kim bilir, futbol mucizeleri sever.

Ama hakkını yemeyelim, ondan çok daha şanslıları vardı. Bir ara İstanbulspor’da oynayan Rus Salenko, Amerika 94’te Kamerun’a bir maçta 5 gol atarak, turnuva sonunda Krallığı Stoichkov ile paylaşıyordu. Kamerunlular, kalecileri Bell’e güveniyorlardı, 42 yaşındaki Milla’ya forma giydirmişlerdi, 4 yıl önceki “mucize takım”dan fazlasını hayal ediyorlardı v.s... Hiçbiri olmadı. Aslolan, yakın zamanların en kolay lokma takımlarından biri olup Salenko’ya haketmediği bir taç sunmalarıydı. Salenko, futbol sahnesinde hiç yer alamadan çabucak silindi ve doğal olarak, Bulgar Stoichkov, Salenko’dan fazlasını haketti; Borimirov Lechkov, Balakov ve Kostadinov’dan oluşan uyumlu orta sahanın önünde oynuyordu. Barcelona’dan alıştığı gibi, kenara-çizgiye kayıyor-topla buluştuğunda kaleye doğru çaprazdan giriyordu. Çizgiden çevirdiği-kestiği her top-biri dokunsa gol olacak türünden “ölümcül”dü. Stoichkov, şanslı ya da iyi golcü değildi, tek kelimeyle “pis” bir golcüydü. Kavga eden, arsızca daima fazlasını isteyen, her türlü kural dışı hareketi yapabilen biriydi. Futbolu sevdiğini hiç hissettirmedi, ama herkesten daha iyi oyuncu olduğuna inanıyordu-kazanmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Rakip takımın husumetini kolaylıkla çekiyordu: “pislik, terbiyesiz, anormal”. Birinin ayağına çift dalarken ya da rakibe tükürürken görmek mümkündü onu. Düşürüldüğünde, ayağa kalkarken “nerede kart” diye doğrudan hakeme yönelirdi. Gerçekten düşürüldüğü birkaç an hatırlıyorum, o kadar. Düşmesi gerektiği için düşerdi genellikle. Dünya Kupası’ndaki her maça Real Madrid’le derby oynuyormuş gibi çıktığını yazmışlardı. İntikam peşinde bir avantür film kahramanı kadar hoşgörüsüz, acımasız ve gaddar tamamladı maçlarını. Yarı finalde 2-1 yenildikleri İtalya maçından sonra, Dünya Kupası öncesinde eledikleri Fransızları işin içine katarak şöyle demişti: “Tanrı Bulgar, hakem Fransızdı”. Bulgarlar üçüncülük maçında İsveç’e 4-0 yenildiler. Huzursuz, öfkeli ama gerçekten golcü olan Stoichkov ise bu turnuvadan sonra dünya vitrininden çekildi. Barcelona için yaşlanmıştı; bir başka deyişle, tribünler için oynayan, kavga eden, sertleşen ve gol atan “kötü adam” için yolun sonu gelmişti.

Bir başka kötüden, pis ve büyük bir golcüden daha bahsedeceğim. 98’in gol kralı olan -dünya kupalarının kritik rakamı, 6 gole ulaşan- Hırvat Suker’den... İlk çıkışına bakılırsa, Stoichkov’un Katalanları coşturan oyunu nedeniyle İspanya’ya alternatif olarak getirildi diye düşünüyorum. Yugoslav Ekolü’nün tekniği yüksek, narsist ve gamsız karakter özelliklerini taşıyordu. Takıma uyum sağlayamama gibi bir sorunu olmadı, sıcakkanlıydı; gol attıkça –Barcelona ile didiştikçe sevileceğini biliyordu. Seyirciye-futbolun kendisine “sizin aynanız olmayacağım”ı diyebilecek bir futbolcu değildi Suker. Hırçındı, ama hırçın olması gerektiğini bilen bir hırçınlığı vardı. Madrit’te vitrinde kalmanın zorluğunu anlayacak kadar zekiydi, canı istediği zaman oynayan Yugoslav ekolünün dışında kalmayı denedi çokça. 98’de, Çeyrek Finalde, yine şu tatsız futbollarıyla Almanlar mı finale gidiyor derken, dört yıl önce Bulgarların yaptığını bu kez Hırvatlar yapmış; 35 yaş sınırında dolaşan Mattheaus, Klinssmann, Köhler, Reuter ve Köpke gibi oyunculardan kurulu Almanya’yı 3-0 mağlup etmişlerdi. Kimse Hırvatların bu kadar yükseleceğini Almanları yenip yarı finale çıkacağını-üçüncü olabileceklerini düşünmemişti. Suker, Stoichkov kadar kine tutkun ve hudutsuz değildi; yaramaz bir oğlan çocuğunun izleri vardı yüzünde. Ne zaman ne yapacağı belli olmayan ve eski zamanların “kalsın oyunda tek bir hareketi yeter” denilen türden kontenjan oyuncusuydu. Daha doğrusu Suker, turnuvanın başında bitti gözüyle bakılan golcülerden biriydi. Futbol sahasına bazen bakir bir iyilik iner, birine dokunur geçer; o sayede olmalı, Suker, Hırvatların gecelerini uzatan gol vuruşlarını yaptı. Bir rüya istiyorlardı, onu verdi. Yukarıda söyledik, Suker, pis golcülerdendi, Real Madrid’in uç adamı olacak kadar iyiydi. Yaşlanmış, jübilenin arifesindeki Suker ise kazanacaklarını hissedercesine sükunetli oynadı, yorulduğunu gizlemeyecek kadar çok futbol oynamıştı, özgüvenliydi. Maçı koparacaklarını anladığı anlarda çıktı sahneye. Yarattığı milliyetçi hezeyanlar ayrı mesele; Suker, Dünya Kupasının en son başarı öyküsüydü. Vefa ya da adalet ne derseniz deyin Krallığı hak etmişti. “Takım” olan Fransa’nın sıkı golcüleri ya da Ronaldo, Rivaldo, Batistuta, Del Piero gibi yıldızlar bunu başarsaydı kimse şaşırmazdı ama dedik ya futbolun adaleti, azlıklardan-yoksunluklardan beslenmeye bayılır. Bu oyunu cazip kılan da bu değil mi?

[Yazı, 2002 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkan Dünya Kupası Kitabı için yazılmıştı]