Perşembe, Eylül 30, 2010
Çarşamba, Eylül 29, 2010
Salı, Eylül 28, 2010
Turist Döviz değil Frengi Getirir
Frengi, Frenk'ten gelir...Gelmeselerdi oy oy...Hasta olmazdık oy oy...
Çizgi: Necmi Rıza
Fikir, Yusuf Ziya Ortaç'a ait muhtemelen...
Çizgi: Necmi Rıza
Fikir, Yusuf Ziya Ortaç'a ait muhtemelen...
Pazartesi, Eylül 27, 2010
Pazar, Eylül 26, 2010
Cumartesi, Eylül 25, 2010
Bihruz’un Çizgili Seyrüseferi
Kimi edebiyat eleştirmenleri Araba Sevdası’nı ilk modern romanımız olarak gösterirler ki büyük ölçüde doğru bir tespittir. Batı özentiliğinin hicvedildiği romanda dönemin kültürel ve siyasi kafa karışıklığı iyi yansıtılmış, ironi dengesi maharetle kurulmuştur. Pek öyle hatırlanmamakla birlikte Araba Sevdası, başarılı bir mizah romanıdır ayrıca... Recaizade Ekrem’in böyle bir amacı olmadığını biliyorum ama iyi bir mizah romanında olması gereken her ne varsa yer vermiştir de.
Mizah romanları, başlangıçta herkesin anlayacağı bir abartıya ihtiyaç duyar. Bu abartı, popüler bir yargıya veya geleneksel bir eleştiriye dayandırılır. Alafrangalığa yönelik bir eleştiri, ne Araba Sevdası’yla başlamış, ne de ilk kez Çamlıca’da serpilmiştir örneğin. Bu eleştirinin içinde yabancı karşıtlığı, kibir, anti-entelektüelizm ve dinsel ayrımlardan oluşan bir payda vardır. Hacivat’ın kibirli laflarını, Kavuklu kahkahasını nasıl hatırlamamız icap ediyorsa… alafranga karşıtlığında Ahmet Mithat’ı, Batı Avrupa edebiyatındaki snop ve dandy tiplemelerini hesap etmemiz gerekir. Araba Sevdası, pek çok farklı mecradan beslenerek üretilmiş bir mizah içeriyor. Bihruz Bey hiç yoktan varedilmiş bir karikatür değil, konuşulan ve bilinen bir zihniyete dayanıyor.
Hemen ekleyelim, modern bir mizah romanı, temel aldığı zihniyet kalıplarıyla yetinmez, dışına çıkarak bir alternatif geliştirir. Araba Sevdası’nın yenilikçiliği, kahramanı Hacivat olan ve Karagöz’e yer vermeyen (hiç yok demiyorum, buna değineceğim) bir anlatı olmasında belki de. Karagöz’e değil Hacivat’a acıyoruz (acıdığımız adama bir kez daha gülüyoruz) çünkü. Don Kişot’u andırır biçimde hayal âleminde dolaşan Bihruz’u çevresindeki herkes sömürüyor, kandırıyor ve alay ediyor. Bu noktada klişe, yozlaşmış bir toplum eleştirisiyle birlikte kullanıldığı için başarılı bir alternatif oluşturuyor. Hacivat’ın Farsça sözcüklerini nasıl anlamıyorsak Bihruz’un Fransızca ifadelerini de anlamıyoruz. Karagöz gibi her şeyi tersinden ‘okuyor’; yeni olansa ziyadesiyle hayallere dalması, gördüğü ve duyduğu her şeyi, görmek ve duymak istediği bir âlemin kodlarıyla anlamlandırması, işin encamında zamanını bir vehme kurban etmesi…
Abartı ve mevcut klişelerden faydalanmak hususunda Recaizade Ekrem hemen göze çarpmayan bir hamle daha yapmış. Alafrangalığı pekiştirmesi için ana hikâyenin gerisine Karagözler katmış… Bihruz, Çamlıca’da veya başka yerlerde insan içine çıktığında halktan insanlarla, sert erkeklerle karşılaşıyor. Sanki onlar hiç yokmuş gibi vehim ve ıstıraplarına yeniden dalıp yoluna devam ediyor… Romanda bahsi geçmemekle birlikte o ‘münasebetsiz’ adamlara o günlerin gündelik dilinde (işin içine şehre yeni gelmiş göçmenleri de dâhil ederek) ‘herif’ deniyor. Herif nitelemesi bugünkü Maganda adlandırmasının bir benzeri, teşbihte hata olmaz, öncüllerinden biridir. Madem lafı bugüne getirdik, devam edelim, Bihruz Bey de entel adlandırmasının ilk atası sayılabilir. Recaizade Ekrem, Karagöz-Hacivat dualizmini kullanırken, Karagöz’den korkulduğunu, Hacivat’ın acınası ölçüde masumlaştırıldığını gösteriyor ki bu bunlar sahiden yeni yorumlar. Araba Sevdasını bunca yıl yaşatan ve modern kılan, zekice yapılmış bu tersine çevirme olabilir. Romanda bir ‘entelin’ büyüme (ve kaybolma) hikâyesi anlatılıyor diye bir özetleme yapabiliriz, yanlış olmaz sanıyorum.
Araba Sevdası’nın çizgi roman uyarlaması çıktı, o sebeple yazıyorum bunları. Türkiye’deki mizah dergilerinde benzer temalı çok hikâye yayınlandı, okur ya da üretici olarak aşina olunan bir tipleştirme biçemine sahip Araba Sevdası. Zorluğu, romandaki otantik kıyafetlerin az bilinirliği, çevre ve mekânla ilgili malumat eksikliği vs… Aşılmayacak şeyler değil ama baştan ihtimam gösterilmesi gerekiyor. Çizgi romanda Recaizade Ekrem’in aurası iyi yansıtılmış bence, doğrusu hiç bilmediğim bir çizer Betül Gönüllü yapmış uyarlamayı. Çizgi niteliği her sayfada tutturulmuş değil, hele sonlara doğru… Başlangıçtaki kalabalık sahneler giderek seyrekleşiyor ve arkaplanı olmayan, hızlı çizildiği anlaşılan yakın planlar tercih edilmiş. Bunlar handikaplar… Diğer yandan sinematografik bir gözle gayret gösterildiği, sayfa istiflendiği anlaşılıyor. Bihruz’un mimiklerine önem verilmiş, hayal ve vesveselerle uğraşılmış, farklı tasarımlar denenmiş. Tiplemeler genelde iyi kotarılmış, süreklilik sorunu asgaride tutulmuş, bunlar da çalışmanın artıları… Yakın zamanlarda çıkan benzerleriyle kıyaslanırsa, Araba Sevdası için daha başarılı bir yerli çizgi roman uyarlaması demek gerekiyor…
Radikal Kitap,24.9.2010
Mizah romanları, başlangıçta herkesin anlayacağı bir abartıya ihtiyaç duyar. Bu abartı, popüler bir yargıya veya geleneksel bir eleştiriye dayandırılır. Alafrangalığa yönelik bir eleştiri, ne Araba Sevdası’yla başlamış, ne de ilk kez Çamlıca’da serpilmiştir örneğin. Bu eleştirinin içinde yabancı karşıtlığı, kibir, anti-entelektüelizm ve dinsel ayrımlardan oluşan bir payda vardır. Hacivat’ın kibirli laflarını, Kavuklu kahkahasını nasıl hatırlamamız icap ediyorsa… alafranga karşıtlığında Ahmet Mithat’ı, Batı Avrupa edebiyatındaki snop ve dandy tiplemelerini hesap etmemiz gerekir. Araba Sevdası, pek çok farklı mecradan beslenerek üretilmiş bir mizah içeriyor. Bihruz Bey hiç yoktan varedilmiş bir karikatür değil, konuşulan ve bilinen bir zihniyete dayanıyor.
Hemen ekleyelim, modern bir mizah romanı, temel aldığı zihniyet kalıplarıyla yetinmez, dışına çıkarak bir alternatif geliştirir. Araba Sevdası’nın yenilikçiliği, kahramanı Hacivat olan ve Karagöz’e yer vermeyen (hiç yok demiyorum, buna değineceğim) bir anlatı olmasında belki de. Karagöz’e değil Hacivat’a acıyoruz (acıdığımız adama bir kez daha gülüyoruz) çünkü. Don Kişot’u andırır biçimde hayal âleminde dolaşan Bihruz’u çevresindeki herkes sömürüyor, kandırıyor ve alay ediyor. Bu noktada klişe, yozlaşmış bir toplum eleştirisiyle birlikte kullanıldığı için başarılı bir alternatif oluşturuyor. Hacivat’ın Farsça sözcüklerini nasıl anlamıyorsak Bihruz’un Fransızca ifadelerini de anlamıyoruz. Karagöz gibi her şeyi tersinden ‘okuyor’; yeni olansa ziyadesiyle hayallere dalması, gördüğü ve duyduğu her şeyi, görmek ve duymak istediği bir âlemin kodlarıyla anlamlandırması, işin encamında zamanını bir vehme kurban etmesi…
Abartı ve mevcut klişelerden faydalanmak hususunda Recaizade Ekrem hemen göze çarpmayan bir hamle daha yapmış. Alafrangalığı pekiştirmesi için ana hikâyenin gerisine Karagözler katmış… Bihruz, Çamlıca’da veya başka yerlerde insan içine çıktığında halktan insanlarla, sert erkeklerle karşılaşıyor. Sanki onlar hiç yokmuş gibi vehim ve ıstıraplarına yeniden dalıp yoluna devam ediyor… Romanda bahsi geçmemekle birlikte o ‘münasebetsiz’ adamlara o günlerin gündelik dilinde (işin içine şehre yeni gelmiş göçmenleri de dâhil ederek) ‘herif’ deniyor. Herif nitelemesi bugünkü Maganda adlandırmasının bir benzeri, teşbihte hata olmaz, öncüllerinden biridir. Madem lafı bugüne getirdik, devam edelim, Bihruz Bey de entel adlandırmasının ilk atası sayılabilir. Recaizade Ekrem, Karagöz-Hacivat dualizmini kullanırken, Karagöz’den korkulduğunu, Hacivat’ın acınası ölçüde masumlaştırıldığını gösteriyor ki bu bunlar sahiden yeni yorumlar. Araba Sevdasını bunca yıl yaşatan ve modern kılan, zekice yapılmış bu tersine çevirme olabilir. Romanda bir ‘entelin’ büyüme (ve kaybolma) hikâyesi anlatılıyor diye bir özetleme yapabiliriz, yanlış olmaz sanıyorum.
Araba Sevdası’nın çizgi roman uyarlaması çıktı, o sebeple yazıyorum bunları. Türkiye’deki mizah dergilerinde benzer temalı çok hikâye yayınlandı, okur ya da üretici olarak aşina olunan bir tipleştirme biçemine sahip Araba Sevdası. Zorluğu, romandaki otantik kıyafetlerin az bilinirliği, çevre ve mekânla ilgili malumat eksikliği vs… Aşılmayacak şeyler değil ama baştan ihtimam gösterilmesi gerekiyor. Çizgi romanda Recaizade Ekrem’in aurası iyi yansıtılmış bence, doğrusu hiç bilmediğim bir çizer Betül Gönüllü yapmış uyarlamayı. Çizgi niteliği her sayfada tutturulmuş değil, hele sonlara doğru… Başlangıçtaki kalabalık sahneler giderek seyrekleşiyor ve arkaplanı olmayan, hızlı çizildiği anlaşılan yakın planlar tercih edilmiş. Bunlar handikaplar… Diğer yandan sinematografik bir gözle gayret gösterildiği, sayfa istiflendiği anlaşılıyor. Bihruz’un mimiklerine önem verilmiş, hayal ve vesveselerle uğraşılmış, farklı tasarımlar denenmiş. Tiplemeler genelde iyi kotarılmış, süreklilik sorunu asgaride tutulmuş, bunlar da çalışmanın artıları… Yakın zamanlarda çıkan benzerleriyle kıyaslanırsa, Araba Sevdası için daha başarılı bir yerli çizgi roman uyarlaması demek gerekiyor…
Radikal Kitap,24.9.2010
Cuma, Eylül 24, 2010
Perşembe, Eylül 23, 2010
Çarşamba, Eylül 22, 2010
Salı, Eylül 21, 2010
Pazartesi, Eylül 20, 2010
Cevapsız Soru: Diziler Neden Seviliyor?
Diziler çok seyrediliyor, global ölçekli bakıldığında hemen her kültürde geçmişe kıyasla çok seyrediliyor. Bizim farkımız ille de yerli dizi dememiz… Herhangi bir yabancı dizi televizyonun prime time denilen en çok para getiren saatlerinde yer bulamıyor artık. Eskiden öyle değildi, seksenli yılların sonundan itibaren altı yedi yıl Güney Amerika dizilerini seyretmiştik, tartışmıştık. Artık esamileri okunmuyor. Sadece yabancı diziler değil, sinema kuşağı, yarışma programları, belgeseller, tartışma programları, futbol maçları vs akla gelen istisnasız her şey yerli dizilere rakip olamıyor. Üstelik kanal yönetimleri için bunlardan birine yer veriyor olmak açık bir mağlubiyet karinesi anlamına geliyor. Öyle ki Pazar gününe, tam da futbol programlarının başladığı saate, abartmıyorum dizi koymayı düşünür oldu kanallar… Kanalların akşam programlarını rakiplerin tutan dizilerine göre belirlemelerine, ilgi görmeyen dizileri yenisini koymak üzere kaldırmalarına, dizilerle ilgili özel magazin haberleri hazırlamalarına hepimiz aşinayız. Maddi getirisi belirsiz olmakla birlikte dizilerin dışarıya satıldığından haberdarız. Çevre ülkelerin download sitelerinde Türk dizilerinin rağbet gördüğünü, alt yazılarının farklı dillere çevrildiğini, forumlarında tartışmaların yaşandığını, güzel kadın ve erkek oyunculardan bahsedildiğini biliyoruz.
Peki, ama niye? Nasıl oluyor da yerli diziler bu denli ilgi görebiliyor? ‘Moda işte, neler geçmedi, dizi modası da geçer efenim’ demek mümkün. “İyi hikâyeler anlatıyorlar” diye övenler, “ortalama zekâya hitap ediyorlar, bildiğin mediocrity” vs diye eleştirenler de var… Ne dersek diyelim seviliyor, beğeniliyor, konuşuluyor, takip ediliyor sonuçta. Nicholas Garnham, popüler kültürü tartıştığı bir yazısında, geçmişte “biz buna kaçış derdik ve o sofu, püriten sosyalist günlerde bu kötü bir şeydi” diyerek özetlemiş kendince durumu. İnsanlar, dizileri gerçek hayatın acımasız koşullarından kaçabilme imkânı sağladığı için mi seviyor? Yapımcılara sorarsanız insanların geneli akşam işten eve gelip koltuğuna kurulduğunda kendisini rahatlatacak, stresten arındıracak bir şeyler seyretmek istiyor. O halde diziler kaçış formülüyle üretiliyorlar, seyreden de ne istediğini bilerek bunları tüketiyor. İşin ilk kısmını tartışmak gerek ama pek tartışılmıyor, ne diyoruz: “kapitalist dünyada televizyon şirketleri meta üreten ve dağıtan endüstriyel organizasyonlardır”, “Televizyon, diziler bağlamında hikâye ya da ‘enformasyon’ değil; doğrudan doğruya ideoloji üretir”, “Beklentileri belirler ve belirlediği beklentilere göre üretim yapar”. Sözün bittiği yer burası işte, çünkü bu belirleme, ne istediğini bilerek tüketen seyirci profilini bütünüyle imkânsızlaştırıyor. Kapitalizm her şeyi belirliyor buna göre. Dizilerin içeriğini konuşmak ya da ne anlattığını tartışmak gereksizleşiyor, çünkü bir dizi, anlam-hikâye ya da malumat değil sadece ideoloji içeriyor.
Yanlış demiyorum ama bu bana oldukça toptancı geliyor, işin üretim kısmını bakarsak belki meramımı bir parça daha anlatabilirim. Diziler, tv anlatılarının varolduğu kültürel koşullardan ayrı düşünerek üretilemezler. Ahlak ve eğitim sisteminin payandaları, milliyetçilik, anadil kullanımı içeriği daha en baştan belirler. Yani dizilerin dâhil edildikleri ekonomik arkaplan (globalleşme, yoğunlaşma, şirketlerin siyasal iktidarla ilişkisi) bu unsurlardan bağımsız değildir. Reklam gelirleri, dizileri vareden temel bir baskı aracı olabilir ama bu reklamverenlerin kültürel kodları hesap etmeden reklam verdiklerini göstermez. Dikkat edilirse içeriği sebebiyle eleştirilen dizilere yönelik kampanyalarda ilk akla gelen önlem, reklamverenler üzerinde baskı kurmak olmuştu. Geçmişte İtalyan ve Fransız mallarına yapılan milli boykot, çok farklı değildi bundan. Reklamverenleri politically correct davranmaya zorlayan bir kültür siyaseti var artık, bize hiç garip gelmiyor, alıştık. Politically correct tutumun bir nedeni, entelektüel anlamda mesaj ve hikâye üretimini gerçekleştiren ideologların üzerlerindeki baskıya verdikleri tepki olabilir. Her baskı bir direniş getirir. Medya sahipleri, ideolojik içeriği değil o içeriği belirleyen şirket çalışanlarını kontrol ederler. Aklı başında, entelektüel eğilimleri olan medya çalışanlarının etik kodların belirlenmesinde etken olduklarını biliyoruz. Bir diziyi içerik olarak ideolojiye indirgemek, meseleyi konuşulamaz kılıyor bana göre. Dizi üretiminde önemli olan çok başka etkenler var. İyi yönetmenler ve iyi senaristlerin varlığını göz ardı etmek, her şeyi medya patronunun istediği biçimde ürettiklerini düşünmek sadece haksızlık değil yanlış da olur. Bir hikaye anlatıldığını unutmamak gerek. Üretim kısmında çok fazla aktör var ve içerikler, değişmez bir düzlemde değil, toplumsal beklentilere göre sürekli değişerek yeniden ve yeniden biçimleniyor. Popüler kalabilmenin bir şartı bu… Buradan dizileri abarttığım düşünülmesin, aksine diziler küçümsenirken ideolojiye indirgenerek abartılıyor bana göre. İnsanların bu dizileri nasıl seyrettiği hiç hesap edilmiyor. Şöyle bir örnek vereyim. Sakarya Fırat dizisi, Güneydoğu ve Doğu’da seyrediliyor olabilir mi? Ondan geçtim, bölgedeki karargâhlarda seyrediliyor olabilir mi?
Raymond Williams, popüler kültürü, direniş ekseninde politik bir kültür olarak tanımlar. Kamusal alan içinde göz ardı edilen sayısız pratiği (argo, gündelik dil, giyim kuşam vb.) kapsadığını ve hemen hepsinin öyle ya da böyle televizyon gibi anaakım mecralara sızdığını belirtir. Asıl vurgusu, sızma ve dâhil olma, direnme ve tabi kılma olarak özetlenebilecek bir çatışma üzerinedir. Popüler kültür tam da bu çatışmanın bir ürünüdür. Michel de Certeau, popülerlik bahsinde başka bir yöne daha dikkat çeker; kültür endüstrisi aracılığıyla massedilen popüler kültür sanılanın aksine ehlileşmez, direnme potansiyelini bu kez sistem içi aygıtlardan elde etmeye başlar. de Certeau, direnme potansiyelinin en çok gündelik hayatta kendini gösterdiğini iddia ediyor ki dizilerin nasıl tüketildiğini bilmiyoruz derken o bilinmezliğe bakmak için bir sebep daha çıkartıyor bize. Popüler kültürün, dizilerin, olumlu ya da olumsuz anlamda, kültürel alanda sistemi dönüştürme, onu bütünüyle dönüştürme potansiyeli yoktur. Bir potansiyeli varsa –ki yok diyemeyiz- bu ancak mikro düzeyde ve gündelik hayat politikalarıyla oluşabilir, işlerlik kazanabilir. Popüler metinler, belli bir ideolojinin yeniden üretilmesi ya da bu ideolojinin yokedilmesi gibi bir amaçla kullanılamaz; bu tür iddialar güçlü bir biçimde varlığını koruyor ama hiç kimse popüler metinlerin nasıl izlendiğini (alımlandığını) sorgulamıyor. Diziler ve içerikleri, alımlayanların kültürel ortamlarında ve gündelik hayat pratikleri içinde anlam kazandığı için, popüler kültürü gündelik hayat pratiklerinden ayırmak mümkün değildir. Diziler neden çok seviliyor sorusunun bir cevabı yok, elde yeterli veri de yok ayrıca. Onların bu denli sevilmesine oflayıp puflamaktansa neden sevildiklerini düşünmek, makro verilerden çok daha az bilinenlere, izleyicilere yönelmek anlamlı geliyor bana. Popüler kültürü tartışmak, memleketi anlamanın yollarından biri… Hayatta ne varsa, ne yoksa… Popüler kültür ne anlatıyor bir bakmak gerek…
Birgün Pazar, 19.9.2010
Peki, ama niye? Nasıl oluyor da yerli diziler bu denli ilgi görebiliyor? ‘Moda işte, neler geçmedi, dizi modası da geçer efenim’ demek mümkün. “İyi hikâyeler anlatıyorlar” diye övenler, “ortalama zekâya hitap ediyorlar, bildiğin mediocrity” vs diye eleştirenler de var… Ne dersek diyelim seviliyor, beğeniliyor, konuşuluyor, takip ediliyor sonuçta. Nicholas Garnham, popüler kültürü tartıştığı bir yazısında, geçmişte “biz buna kaçış derdik ve o sofu, püriten sosyalist günlerde bu kötü bir şeydi” diyerek özetlemiş kendince durumu. İnsanlar, dizileri gerçek hayatın acımasız koşullarından kaçabilme imkânı sağladığı için mi seviyor? Yapımcılara sorarsanız insanların geneli akşam işten eve gelip koltuğuna kurulduğunda kendisini rahatlatacak, stresten arındıracak bir şeyler seyretmek istiyor. O halde diziler kaçış formülüyle üretiliyorlar, seyreden de ne istediğini bilerek bunları tüketiyor. İşin ilk kısmını tartışmak gerek ama pek tartışılmıyor, ne diyoruz: “kapitalist dünyada televizyon şirketleri meta üreten ve dağıtan endüstriyel organizasyonlardır”, “Televizyon, diziler bağlamında hikâye ya da ‘enformasyon’ değil; doğrudan doğruya ideoloji üretir”, “Beklentileri belirler ve belirlediği beklentilere göre üretim yapar”. Sözün bittiği yer burası işte, çünkü bu belirleme, ne istediğini bilerek tüketen seyirci profilini bütünüyle imkânsızlaştırıyor. Kapitalizm her şeyi belirliyor buna göre. Dizilerin içeriğini konuşmak ya da ne anlattığını tartışmak gereksizleşiyor, çünkü bir dizi, anlam-hikâye ya da malumat değil sadece ideoloji içeriyor.
Yanlış demiyorum ama bu bana oldukça toptancı geliyor, işin üretim kısmını bakarsak belki meramımı bir parça daha anlatabilirim. Diziler, tv anlatılarının varolduğu kültürel koşullardan ayrı düşünerek üretilemezler. Ahlak ve eğitim sisteminin payandaları, milliyetçilik, anadil kullanımı içeriği daha en baştan belirler. Yani dizilerin dâhil edildikleri ekonomik arkaplan (globalleşme, yoğunlaşma, şirketlerin siyasal iktidarla ilişkisi) bu unsurlardan bağımsız değildir. Reklam gelirleri, dizileri vareden temel bir baskı aracı olabilir ama bu reklamverenlerin kültürel kodları hesap etmeden reklam verdiklerini göstermez. Dikkat edilirse içeriği sebebiyle eleştirilen dizilere yönelik kampanyalarda ilk akla gelen önlem, reklamverenler üzerinde baskı kurmak olmuştu. Geçmişte İtalyan ve Fransız mallarına yapılan milli boykot, çok farklı değildi bundan. Reklamverenleri politically correct davranmaya zorlayan bir kültür siyaseti var artık, bize hiç garip gelmiyor, alıştık. Politically correct tutumun bir nedeni, entelektüel anlamda mesaj ve hikâye üretimini gerçekleştiren ideologların üzerlerindeki baskıya verdikleri tepki olabilir. Her baskı bir direniş getirir. Medya sahipleri, ideolojik içeriği değil o içeriği belirleyen şirket çalışanlarını kontrol ederler. Aklı başında, entelektüel eğilimleri olan medya çalışanlarının etik kodların belirlenmesinde etken olduklarını biliyoruz. Bir diziyi içerik olarak ideolojiye indirgemek, meseleyi konuşulamaz kılıyor bana göre. Dizi üretiminde önemli olan çok başka etkenler var. İyi yönetmenler ve iyi senaristlerin varlığını göz ardı etmek, her şeyi medya patronunun istediği biçimde ürettiklerini düşünmek sadece haksızlık değil yanlış da olur. Bir hikaye anlatıldığını unutmamak gerek. Üretim kısmında çok fazla aktör var ve içerikler, değişmez bir düzlemde değil, toplumsal beklentilere göre sürekli değişerek yeniden ve yeniden biçimleniyor. Popüler kalabilmenin bir şartı bu… Buradan dizileri abarttığım düşünülmesin, aksine diziler küçümsenirken ideolojiye indirgenerek abartılıyor bana göre. İnsanların bu dizileri nasıl seyrettiği hiç hesap edilmiyor. Şöyle bir örnek vereyim. Sakarya Fırat dizisi, Güneydoğu ve Doğu’da seyrediliyor olabilir mi? Ondan geçtim, bölgedeki karargâhlarda seyrediliyor olabilir mi?
Raymond Williams, popüler kültürü, direniş ekseninde politik bir kültür olarak tanımlar. Kamusal alan içinde göz ardı edilen sayısız pratiği (argo, gündelik dil, giyim kuşam vb.) kapsadığını ve hemen hepsinin öyle ya da böyle televizyon gibi anaakım mecralara sızdığını belirtir. Asıl vurgusu, sızma ve dâhil olma, direnme ve tabi kılma olarak özetlenebilecek bir çatışma üzerinedir. Popüler kültür tam da bu çatışmanın bir ürünüdür. Michel de Certeau, popülerlik bahsinde başka bir yöne daha dikkat çeker; kültür endüstrisi aracılığıyla massedilen popüler kültür sanılanın aksine ehlileşmez, direnme potansiyelini bu kez sistem içi aygıtlardan elde etmeye başlar. de Certeau, direnme potansiyelinin en çok gündelik hayatta kendini gösterdiğini iddia ediyor ki dizilerin nasıl tüketildiğini bilmiyoruz derken o bilinmezliğe bakmak için bir sebep daha çıkartıyor bize. Popüler kültürün, dizilerin, olumlu ya da olumsuz anlamda, kültürel alanda sistemi dönüştürme, onu bütünüyle dönüştürme potansiyeli yoktur. Bir potansiyeli varsa –ki yok diyemeyiz- bu ancak mikro düzeyde ve gündelik hayat politikalarıyla oluşabilir, işlerlik kazanabilir. Popüler metinler, belli bir ideolojinin yeniden üretilmesi ya da bu ideolojinin yokedilmesi gibi bir amaçla kullanılamaz; bu tür iddialar güçlü bir biçimde varlığını koruyor ama hiç kimse popüler metinlerin nasıl izlendiğini (alımlandığını) sorgulamıyor. Diziler ve içerikleri, alımlayanların kültürel ortamlarında ve gündelik hayat pratikleri içinde anlam kazandığı için, popüler kültürü gündelik hayat pratiklerinden ayırmak mümkün değildir. Diziler neden çok seviliyor sorusunun bir cevabı yok, elde yeterli veri de yok ayrıca. Onların bu denli sevilmesine oflayıp puflamaktansa neden sevildiklerini düşünmek, makro verilerden çok daha az bilinenlere, izleyicilere yönelmek anlamlı geliyor bana. Popüler kültürü tartışmak, memleketi anlamanın yollarından biri… Hayatta ne varsa, ne yoksa… Popüler kültür ne anlatıyor bir bakmak gerek…
Birgün Pazar, 19.9.2010
Pazar, Eylül 19, 2010
Cumartesi, Eylül 18, 2010
Sarkastik Medya Eleştirisi
Mizah dergilerinde sadece çizgili anlatılar ve karikatürler yok biliyorsunuz, popüler köşe yazarlarına da sahipler. Onlar, köşelerinde farklı ölçülerde ve tercihan eğlenceli bir dille siyaset ve medya eleştirisi yapıyorlar. Mizahçıların özellikle televizyondan hem etkilendikleri hem de tedirgin olduklarını, aralarındaki (dostane ya da hasmane) mesafenin dönemlere göre azalıp çoğaldığını söyleyebilirim. Gırgır’ın tv esprileriyle ikibinli yıllardaki Leman’ın eleştirileri aynı ton içerikte olmadılar örneğin. İlkinde Amerikan Mad dergisi tarzı bir eğlence eleştirisi (kötü oyunculuk, başarısız senaryo, klişeler, bastırılmış cinselliğin teşhiri vs) yapılırken diğerinde tv denetlenemez bir yozlaşmanın ve kapitalizmin simgesi olmuştu. Son yirmi yılın mizah dergileri, hasımlarından, satışlarını düşüren televizyondan ya hiç bahsetmediler ya da her türlü kirliliğin sorumlusu sayarak onu karikatürize ettiler. Buna göre tv bir medium değil iler tutar yanı olmayan bir manipülasyon aracıydı. Bugün söz konusu keskinliğin azalıp başkalaştığı söylenebilir, Gırgır esprilerini andıran ama Leman’dan da beslenen bir televizyon ve medya (dolasıyla siyaset) eleştirisi, mizah dergilerinde yeniden yer bulmuş durumda. Kaan Sezyum, bu yeni eğilimin revaçtaki bir ismi... Gani Müjde, Met-Üst gibi kendinden önceki kuşağın mizahçılarını izleyerek medya ve magazin eleştirisi yazıyor.
Bunu, tahkir ile sarkastizm arasında salınan, ‘yuh artık bu kadar olmaz’, ‘başka bir dünyada yaşamak istiyorum’ ifadeleriyle nitelenen, dumur olma biçiminde tezahür eden, geniş anlamıyla (siyasi) magazinin yediveren bereketine dayanan bir eleştirellik olarak tanımlayabiliriz. Sezyum, tam da bu noktada duruyor ve batıdaki karşılığıyla tipik bir geeker gibi ‘seyreyliyor’… Tv ve internet arasında gezinen, download ve zapping kültürünün bir parçası olan, kültür temelli bir eleştirellik kuran, zekâ ve dil oyunları yapan, otobiyografik nitelikte mahremiyetini döken, kendini komikleştiren bir yazar. Manşet düşünen bir gazeteci ya da slogan bulan bir reklamcı gibi aktüel yaşayan, açık ve doğrudan siyaseti, görsellere-eskilerin deyişiyle foto montaja yükleyen ‘jpeg ressamı’ ki burada Andy Warhol’un ‘ben kitap okumam sadece resimlere bakarım’ sözünü hatırlamak gerekiyor. Gırgır da Özal’ın portresini para birimi olarak kullanırdı, derginin her yerinde o imgenin ilgili ilgisiz yer bulması muhalefet göstereni sayılır ve takdirle karşılanırdı. Osmanlı karikatüristlerinin Abdülhamid’in burnunu evirip çevirmesi de buna benzetilebilir; imge posterleşir, ideolojinin yerine ikame edilir. Sezyum’un yönetici siyasetçilerin, genellikle Başbakanların yüz ve fotoğraflarını farklı görsellere taşıması, yeniden üretmesi, onları komikleştirmesi siyasi bir tavır, o bunu önemsemiyor bile olsa sonuçta bu bir gösterge, çünkü böylesi ‘resimlerle’ hatırlanıyor ismi.
Kaan Sezyum’un bana ilginç gelen yönü edebi arayışları ya da kıvrak bir dille yazılmış paragrafları değil. Ancak ve ancak muhatabı konuşursa konuşabilen, eleştirisini onun yapıp ettiklerine göre belirleyebilen, kendini karşıtına göre kimliklendirebilen anti medya (siyaset) korosunun dışında kalabilme çekingenliği ilginç. Geeker olduğunu söylemiştim, olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemiyorum buna, sadece onu taze tuttuğuna işaret ediyorum. Dâhil edildiği koronun ideolojik payandasızlığını fark ettiğini sanıyorum. Siyaseti ve siyasetçileri sevmeyen, bu sevgisizliğini güncel siyaset ve aktif siyasetçilere yoğunlaşarak kuran bir tutum, genç ergen sabırsızlığı ve öfkesiyle sürdürülüyor; güçlü bir toplumsal eğilim bu ve yakın zamanda pek değişecek gibi görünmüyor. Üstelik Türkiye’de hep sağ partiler iktidar olduğundan, siyaset ve siyasetçi sevmezliği solculuk sayılabiliyor.
Görünen o ki, ileride Başbakanlar ve hükümetler değişecek, yeni jpeg dosyaları açılacak, Sezyum kendinden ve tuhaf hayat detaylarından bahsettiği, bunları siyasetçi görselleriyle süslediği yazılar yazmayı sürdürecek… İnternette dolaşan Amerikan menşeli deyişlerden biri, sarkastik tutumun aptallığa karşı en doğal savunma hakkı olduğunu iddia ediyor. Yaşadığımız hayatın, siyasetin ve toplumun içine sızan, kendine özgü mecralar ve yazarlar yaratan sarkastik tutumun incelenmesi gerekiyor. Kaan Sezyum yazıları bunun nitelikli bir örneği bana kalırsa.
Radikal Kitap, 17.9.2010
Bunu, tahkir ile sarkastizm arasında salınan, ‘yuh artık bu kadar olmaz’, ‘başka bir dünyada yaşamak istiyorum’ ifadeleriyle nitelenen, dumur olma biçiminde tezahür eden, geniş anlamıyla (siyasi) magazinin yediveren bereketine dayanan bir eleştirellik olarak tanımlayabiliriz. Sezyum, tam da bu noktada duruyor ve batıdaki karşılığıyla tipik bir geeker gibi ‘seyreyliyor’… Tv ve internet arasında gezinen, download ve zapping kültürünün bir parçası olan, kültür temelli bir eleştirellik kuran, zekâ ve dil oyunları yapan, otobiyografik nitelikte mahremiyetini döken, kendini komikleştiren bir yazar. Manşet düşünen bir gazeteci ya da slogan bulan bir reklamcı gibi aktüel yaşayan, açık ve doğrudan siyaseti, görsellere-eskilerin deyişiyle foto montaja yükleyen ‘jpeg ressamı’ ki burada Andy Warhol’un ‘ben kitap okumam sadece resimlere bakarım’ sözünü hatırlamak gerekiyor. Gırgır da Özal’ın portresini para birimi olarak kullanırdı, derginin her yerinde o imgenin ilgili ilgisiz yer bulması muhalefet göstereni sayılır ve takdirle karşılanırdı. Osmanlı karikatüristlerinin Abdülhamid’in burnunu evirip çevirmesi de buna benzetilebilir; imge posterleşir, ideolojinin yerine ikame edilir. Sezyum’un yönetici siyasetçilerin, genellikle Başbakanların yüz ve fotoğraflarını farklı görsellere taşıması, yeniden üretmesi, onları komikleştirmesi siyasi bir tavır, o bunu önemsemiyor bile olsa sonuçta bu bir gösterge, çünkü böylesi ‘resimlerle’ hatırlanıyor ismi.
Kaan Sezyum’un bana ilginç gelen yönü edebi arayışları ya da kıvrak bir dille yazılmış paragrafları değil. Ancak ve ancak muhatabı konuşursa konuşabilen, eleştirisini onun yapıp ettiklerine göre belirleyebilen, kendini karşıtına göre kimliklendirebilen anti medya (siyaset) korosunun dışında kalabilme çekingenliği ilginç. Geeker olduğunu söylemiştim, olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemiyorum buna, sadece onu taze tuttuğuna işaret ediyorum. Dâhil edildiği koronun ideolojik payandasızlığını fark ettiğini sanıyorum. Siyaseti ve siyasetçileri sevmeyen, bu sevgisizliğini güncel siyaset ve aktif siyasetçilere yoğunlaşarak kuran bir tutum, genç ergen sabırsızlığı ve öfkesiyle sürdürülüyor; güçlü bir toplumsal eğilim bu ve yakın zamanda pek değişecek gibi görünmüyor. Üstelik Türkiye’de hep sağ partiler iktidar olduğundan, siyaset ve siyasetçi sevmezliği solculuk sayılabiliyor.
Görünen o ki, ileride Başbakanlar ve hükümetler değişecek, yeni jpeg dosyaları açılacak, Sezyum kendinden ve tuhaf hayat detaylarından bahsettiği, bunları siyasetçi görselleriyle süslediği yazılar yazmayı sürdürecek… İnternette dolaşan Amerikan menşeli deyişlerden biri, sarkastik tutumun aptallığa karşı en doğal savunma hakkı olduğunu iddia ediyor. Yaşadığımız hayatın, siyasetin ve toplumun içine sızan, kendine özgü mecralar ve yazarlar yaratan sarkastik tutumun incelenmesi gerekiyor. Kaan Sezyum yazıları bunun nitelikli bir örneği bana kalırsa.
Radikal Kitap, 17.9.2010
Cuma, Eylül 17, 2010
Çizgiye Düşen İdeolojiler
Son birkaç yıldır Türkiye'de yayınevleri yurtdışındaki siyasi çizgi romanları çevirerek basmaya başladılar. Bu ilgiyi neye dayandırıyorsunuz?
Ticari bir ilgi olarak değerlendirmek daha doğru... Çizgi romanlar, en azından bugün için belirli bir ortalamanın üzerinde satıyor ve getirisiyle yayınevlerinin daha az satan kitaplarını kurtarabiliyor. Kendi adıma bunu yaşam mücadelesinin bir parçası olarak görüyorum. Diğer yandan tam da bu nedenden dolayı çizgi roman sevdiklerini, çizgi roman yayınlamak gibi bir arzu taşıdıklarını sanmıyorum. Politik bir ismin biyografik çizgi romanını yayınlayarak hem modadan ekonomik fayda faydalanıyorlar hem de siyasi ve kültürel duruşlarına halel getirmiyorlar.
Biraz daha geriye gitsek… Siyasi çizgi romanların çıkışı ne zamana dayanıyor?
Çizgi romanlar, gazete sahiplerinin gazeteleri daha çok insana nasıl satabiliriz arayışı içinde çıkmıştır. Az yazılı bol resimli bir anlatım tercihi sadece ticari değil siyasi bir tercihtir de. Daha fazla insanın ilgisini çekmek istiyorsanız çoğunluğun beklenti, öfke ve takıntılarını bilmek zorundasınızdır. Bir başka safha, popüler olan herşeyin siyasal iktidarın ilgisini çekmesidir. Örneğin radyoda ticari reklam kullanımı 1950’li yıllara kadar Amerika dışında ya yasaktır ya da çok sınırlı tutulmuştur. Devletler, kendi kontrolü dışında bir başka sesin konuşmasını istememişlerdir. Hemen her devlet, çizgi romanlara yönelik okur ilgisini kullanmak istemiş, propaganda amaçlı çizgi romanlar yaptırmış ya da sosyal, siyasi ya da pedagojik gerekçelerle onlardan yardım istemişlerdir. Amerika’yla birlikte savaşa katılmayan çizgi roman kahramanı neredeyse yoktur. Popülerliğin önemli bir ölçütü, yaşanan zamanı yakalamak olduğuna göre aksi de mümkün değildir. Sorunuzu siyaseti konu eden çizgi romanları düşünerek daraltmak bence eksik olur…
Neden?
Mesela sembolik olarak ilk çizgi roman kabul edilen Yellow Kid, bana göre, ilk politik çizgi romandır. Kimler komikleştirilmiş, kimlere karşı çıkılmış, neler savunulmuş diye baktığınızda liberalizmle ilgili tartışmaları, sınıf çatışmalarını görebiliyorsunuz. Bir genelleme yapacağım, çizgi romanlar, çoğunlukla gerçek dünyanın dışında bir evrende serüvenlerini yaşarlar, gerçeklik vehmini artırmak için aktüel gelişmelere değinirler, onları serüven adına vesile ederler. Naziler, komünistler, dünyaya hükmetmek isteyen hırslı kapitalistler serüven edebiyatının sıklıkla aklına getirdiği kötülerdir. Siyaset ve çizgi romanla ilgili popüler değerlendirmeler yapıldığındaysa Avrupa’da Tenten’in anti-komünistliği, Amerika’da Kaptan Amerika’nın emperyal gösterileri, Alan Moore’un anarşist kahramanı V bir çırpıda sayılır.
Türkiye'de siyasi çizgi roman devri ne zaman başlıyor?
Türkiye’de çizgi romanlar önce çocuk dergilerinde görülüyorlar, bu dergileri istisnasız öğretmenler çıkartıyor, içerikleri yerelleştiriliyor. Kahramanlar Türkleştiriliyor, milliyetçi vurgular istifleniyor. O sebeple bu ülkede ilk kez ne zaman yoğun ve yaygın oldularsa, siyasetle ilişkilerini de o tarihte kurdular demek zorundayız. Özellikle gazetelerde yayınlanan bantların dergilere göre daha politik nitelikli içerikleri olduğunu söyleyebilirim. Buna en iyi örnek, bizde çok sevilen, pek çok çizerimizi çizgi ve üslup olarak etkileyen, başarılı bir siyasi hiciv çalışması olan Al Capp’in Hoş Memo bantıdır. Bedri Koraman’ın ünlü Cici Can çizgi romanı bu diziyi model alır. Yine bizden bir örnek vermek gerekirse, ellili yıllarda popüler olan ve Fahrettim Kerim Gökay’ı tipleştiren Nihat Bali’nin Küçük Vali bantı, bir siyasetçiyi temel alması bakımından ilk olma özelliği taşıyor.
Siyasi çizgi romanların en rağbet gördüğü dönem ne zamandır mesela?
Bir toplumun siyasete geçmişten daha az ya da daha çok ilgi gösterdiğini ölçebilmek her zaman mümkün değil bence. Ama eğer bir popülerleşmeden söz edilecekse bu muhtemelen milliyetçi yanları mutlaka ağır basan bir popülerleşmedir. Böylesi bir popülerleşmeden beslenen ve onu besleyen popüler kültür ürünleri olması gerekir. İster istemez vulger bir rağbetten söz etmek durumundayız. Çizgi romanlar tam da bu dönemlerde mevcut açlığı giderirler, o açlık bittiği anda da unutulurlar.
Yani çizgi romanlar daha çok sağ anlayışa mı yatkın?
Çizgi romanlar çoğunluk değerlerine olan bağlılıkları nedeniyle herkesin kızdığına kızan, güldüğüne gülen bir içeriğe sahiptirler. Anti-entelektüelist ve anti-politiktirler. Siyasetçileri, kalem erbabını pek sevmezler. Cinsiyetçi ve ayrımcıdırlar, erkek anlatısıdırlar. Böyle baktığınız zaman genel anlamda sağcı bir yapıya sahiptirler, sol değerlerle üretilen muhalif işlerse her zaman sınırlı ve marjinaldir.
Türkiye'de yayınlanan siyasi çizgi romanlara dair dönüm noktalarından bahsetmek mümkün mü? 27 Mayıs, 12 Eylül gibi tarihlerin bu dönüm noktalarında etkileri vardır herhalde?
Bu dönüm noktaları, kültürel ortamı ne kadar etkiledilerse çizgi romanını da o ölçüde etkilediler. Türkiye’de çizgi roman üretimi, telif ücretlerinin cezbedici olması nedeniyle öncelikle ve asıl olarak gazetelerde gelişmiştir. Bunun anlamı şudur: tüm dünyada olduğu gibi çocukları değil gazetenin yetişkin okurunu da hesap ederek üretilmiştir bizim çizgi romanlarımız. Üreticilerinin tarih anlatıyoruz, eğlendirerek anlatıyoruz ya da unut(tur)ulan gerçekleri resmediyoruz iddialarını bu bağlamda düşünmek gerekir. Yetişkin bir okurun beğenileri hesaplanmıştır. Özellikle 27 Mayısın sonraki askeri müdahalelere kıyasla çizgi roman üretiminde daha fazla bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. En önemli tarihi çizgi romanlarımız altmışlı yıllarda ilk kez üretiliyor, tesadüf değil bu… Şunu da hatırlatayım, o tarihe değin yazılan Kurtuluş savaşı romanı sayısı da altmışlı yıllarda yazılanların toplamından hayli geride.
Sizce Türkiye'de yayınlanan en siyasi çizgi roman hangisidir?
En güzel anlamında soruyorsanız, çevirilerden Maus diyeceğim. Türkçede bir cemaat yayını olarak çıktı ve bence dağıtılamadı, hak ettiği ilgiyi görmedi. Gerçekten niteliksiz çizgi romanların reklamlarla çok sattığını görüyor ve Maus için üzülüyorum. Joe Sacco’nun çalışmaları, Yalınayak Gen ve Persepolis hemen sayabileceğim diğer yabancı örnekler.
Çizgiler üzerinden siyaset, muhalefet yapmak neyi sağlıyor sizce?
Bunun cevabı o anlatıyı üreten çizer ya da yazarın hayata nasıl baktığıyla ilgili. Muhtemelen yapabileceği en iyi şeyle derdini anlatıyor, anlatamasa eksik kalacak. Hayatla hesaplaşmadan ne sanat yapılır ne siyaset…
Siyasi çizgi romanlar kimlere hitap ediyor?
Bu tür çizgi romanlar daha az sattığı için okur profilini ona göre belirlemek gerekiyor. Bana göre çizgi roman okurları genellikle erkeklerden oluşuyor, kitap okurları ise kadınlar ve öğrencilerden… Siyasi çizgi romanlar, kitap ve çizgi roman okurlarının sınırlı bir kesimince satın alınıyor.
Cumhuriyet Dergi, 12.9.2010, Esra Açıkgöz ile yapılan röportaj.
Görseli Levent Gönenç'ten aldım
link
Ticari bir ilgi olarak değerlendirmek daha doğru... Çizgi romanlar, en azından bugün için belirli bir ortalamanın üzerinde satıyor ve getirisiyle yayınevlerinin daha az satan kitaplarını kurtarabiliyor. Kendi adıma bunu yaşam mücadelesinin bir parçası olarak görüyorum. Diğer yandan tam da bu nedenden dolayı çizgi roman sevdiklerini, çizgi roman yayınlamak gibi bir arzu taşıdıklarını sanmıyorum. Politik bir ismin biyografik çizgi romanını yayınlayarak hem modadan ekonomik fayda faydalanıyorlar hem de siyasi ve kültürel duruşlarına halel getirmiyorlar.
Biraz daha geriye gitsek… Siyasi çizgi romanların çıkışı ne zamana dayanıyor?
Çizgi romanlar, gazete sahiplerinin gazeteleri daha çok insana nasıl satabiliriz arayışı içinde çıkmıştır. Az yazılı bol resimli bir anlatım tercihi sadece ticari değil siyasi bir tercihtir de. Daha fazla insanın ilgisini çekmek istiyorsanız çoğunluğun beklenti, öfke ve takıntılarını bilmek zorundasınızdır. Bir başka safha, popüler olan herşeyin siyasal iktidarın ilgisini çekmesidir. Örneğin radyoda ticari reklam kullanımı 1950’li yıllara kadar Amerika dışında ya yasaktır ya da çok sınırlı tutulmuştur. Devletler, kendi kontrolü dışında bir başka sesin konuşmasını istememişlerdir. Hemen her devlet, çizgi romanlara yönelik okur ilgisini kullanmak istemiş, propaganda amaçlı çizgi romanlar yaptırmış ya da sosyal, siyasi ya da pedagojik gerekçelerle onlardan yardım istemişlerdir. Amerika’yla birlikte savaşa katılmayan çizgi roman kahramanı neredeyse yoktur. Popülerliğin önemli bir ölçütü, yaşanan zamanı yakalamak olduğuna göre aksi de mümkün değildir. Sorunuzu siyaseti konu eden çizgi romanları düşünerek daraltmak bence eksik olur…
Neden?
Mesela sembolik olarak ilk çizgi roman kabul edilen Yellow Kid, bana göre, ilk politik çizgi romandır. Kimler komikleştirilmiş, kimlere karşı çıkılmış, neler savunulmuş diye baktığınızda liberalizmle ilgili tartışmaları, sınıf çatışmalarını görebiliyorsunuz. Bir genelleme yapacağım, çizgi romanlar, çoğunlukla gerçek dünyanın dışında bir evrende serüvenlerini yaşarlar, gerçeklik vehmini artırmak için aktüel gelişmelere değinirler, onları serüven adına vesile ederler. Naziler, komünistler, dünyaya hükmetmek isteyen hırslı kapitalistler serüven edebiyatının sıklıkla aklına getirdiği kötülerdir. Siyaset ve çizgi romanla ilgili popüler değerlendirmeler yapıldığındaysa Avrupa’da Tenten’in anti-komünistliği, Amerika’da Kaptan Amerika’nın emperyal gösterileri, Alan Moore’un anarşist kahramanı V bir çırpıda sayılır.
Türkiye'de siyasi çizgi roman devri ne zaman başlıyor?
Türkiye’de çizgi romanlar önce çocuk dergilerinde görülüyorlar, bu dergileri istisnasız öğretmenler çıkartıyor, içerikleri yerelleştiriliyor. Kahramanlar Türkleştiriliyor, milliyetçi vurgular istifleniyor. O sebeple bu ülkede ilk kez ne zaman yoğun ve yaygın oldularsa, siyasetle ilişkilerini de o tarihte kurdular demek zorundayız. Özellikle gazetelerde yayınlanan bantların dergilere göre daha politik nitelikli içerikleri olduğunu söyleyebilirim. Buna en iyi örnek, bizde çok sevilen, pek çok çizerimizi çizgi ve üslup olarak etkileyen, başarılı bir siyasi hiciv çalışması olan Al Capp’in Hoş Memo bantıdır. Bedri Koraman’ın ünlü Cici Can çizgi romanı bu diziyi model alır. Yine bizden bir örnek vermek gerekirse, ellili yıllarda popüler olan ve Fahrettim Kerim Gökay’ı tipleştiren Nihat Bali’nin Küçük Vali bantı, bir siyasetçiyi temel alması bakımından ilk olma özelliği taşıyor.
Siyasi çizgi romanların en rağbet gördüğü dönem ne zamandır mesela?
Bir toplumun siyasete geçmişten daha az ya da daha çok ilgi gösterdiğini ölçebilmek her zaman mümkün değil bence. Ama eğer bir popülerleşmeden söz edilecekse bu muhtemelen milliyetçi yanları mutlaka ağır basan bir popülerleşmedir. Böylesi bir popülerleşmeden beslenen ve onu besleyen popüler kültür ürünleri olması gerekir. İster istemez vulger bir rağbetten söz etmek durumundayız. Çizgi romanlar tam da bu dönemlerde mevcut açlığı giderirler, o açlık bittiği anda da unutulurlar.
Yani çizgi romanlar daha çok sağ anlayışa mı yatkın?
Çizgi romanlar çoğunluk değerlerine olan bağlılıkları nedeniyle herkesin kızdığına kızan, güldüğüne gülen bir içeriğe sahiptirler. Anti-entelektüelist ve anti-politiktirler. Siyasetçileri, kalem erbabını pek sevmezler. Cinsiyetçi ve ayrımcıdırlar, erkek anlatısıdırlar. Böyle baktığınız zaman genel anlamda sağcı bir yapıya sahiptirler, sol değerlerle üretilen muhalif işlerse her zaman sınırlı ve marjinaldir.
Türkiye'de yayınlanan siyasi çizgi romanlara dair dönüm noktalarından bahsetmek mümkün mü? 27 Mayıs, 12 Eylül gibi tarihlerin bu dönüm noktalarında etkileri vardır herhalde?
Bu dönüm noktaları, kültürel ortamı ne kadar etkiledilerse çizgi romanını da o ölçüde etkilediler. Türkiye’de çizgi roman üretimi, telif ücretlerinin cezbedici olması nedeniyle öncelikle ve asıl olarak gazetelerde gelişmiştir. Bunun anlamı şudur: tüm dünyada olduğu gibi çocukları değil gazetenin yetişkin okurunu da hesap ederek üretilmiştir bizim çizgi romanlarımız. Üreticilerinin tarih anlatıyoruz, eğlendirerek anlatıyoruz ya da unut(tur)ulan gerçekleri resmediyoruz iddialarını bu bağlamda düşünmek gerekir. Yetişkin bir okurun beğenileri hesaplanmıştır. Özellikle 27 Mayısın sonraki askeri müdahalelere kıyasla çizgi roman üretiminde daha fazla bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. En önemli tarihi çizgi romanlarımız altmışlı yıllarda ilk kez üretiliyor, tesadüf değil bu… Şunu da hatırlatayım, o tarihe değin yazılan Kurtuluş savaşı romanı sayısı da altmışlı yıllarda yazılanların toplamından hayli geride.
Sizce Türkiye'de yayınlanan en siyasi çizgi roman hangisidir?
En güzel anlamında soruyorsanız, çevirilerden Maus diyeceğim. Türkçede bir cemaat yayını olarak çıktı ve bence dağıtılamadı, hak ettiği ilgiyi görmedi. Gerçekten niteliksiz çizgi romanların reklamlarla çok sattığını görüyor ve Maus için üzülüyorum. Joe Sacco’nun çalışmaları, Yalınayak Gen ve Persepolis hemen sayabileceğim diğer yabancı örnekler.
Çizgiler üzerinden siyaset, muhalefet yapmak neyi sağlıyor sizce?
Bunun cevabı o anlatıyı üreten çizer ya da yazarın hayata nasıl baktığıyla ilgili. Muhtemelen yapabileceği en iyi şeyle derdini anlatıyor, anlatamasa eksik kalacak. Hayatla hesaplaşmadan ne sanat yapılır ne siyaset…
Siyasi çizgi romanlar kimlere hitap ediyor?
Bu tür çizgi romanlar daha az sattığı için okur profilini ona göre belirlemek gerekiyor. Bana göre çizgi roman okurları genellikle erkeklerden oluşuyor, kitap okurları ise kadınlar ve öğrencilerden… Siyasi çizgi romanlar, kitap ve çizgi roman okurlarının sınırlı bir kesimince satın alınıyor.
Cumhuriyet Dergi, 12.9.2010, Esra Açıkgöz ile yapılan röportaj.
Görseli Levent Gönenç'ten aldım
link
Perşembe, Eylül 16, 2010
Çarşamba, Eylül 15, 2010
Salı, Eylül 14, 2010
Pazartesi, Eylül 13, 2010
Pazar, Eylül 12, 2010
Veda’nın Çizgi Romanı
Bir yıl kadar oluyor, edebiyat uyarlaması yabancı çizgi romanlar beklenmedik biçimde yüksek satışlara ulaşınca, yerli örneklerin üretilmesine ilişkin kamuoyunda bir talep olmuştu. En azından çeşitli gazeteler bu ilgiyi haber yaptılar; çizerlere, edebiyatçılara, eleştirmenlere fikirlerini sordular. Yerli üretim fedakârlık isteyen, maddi olarak zararın eşiğinde ve uzun vadeli bir projeye dayandığından bugüne kadar beklendiği ve iddia edildiği ölçüde bir üretim yaşanmadı. Ayşe Kulin’in Veda romanından Cemil Cahit Yavuz’un yaptığı uyarlama bu bakımdan bir istisna oluşturuyor. Umarız tek örnek olarak kalmaz ve açıkçası, anlatım estetiği olarak sonraki uyarlamalara bir model de olmaz.
Veda, ‘Esir Şehirde Bir Konak’ alt başlığıyla yayınlanmış ama uyarlamanın çizeri Cemil Cahit, bize o konağın resmini ancak ilk yirmi sayfanın ardından gösteriyor. Hikâye, çoğunlukla iç mekânda geçtiğinden evvela bir genel çizim şart oysa. Uyarlamanın açılış cümlesi şöyle: ‘Uzun ve zorlu bir kışın sonunda İstanbul, çiçeklerin açılmasını boşuna bekledi. Zamansız gelen kar, bir kez daha şehrin çamurlu yollarını ve boyası aşınmış ahşap evlerinin üzerini örttü. Sabah ezanı okunmak üzereydi’. Bu sözlerle betimlenen ilk karede (konağın içinden-pencereden bakan bir gözle), bahçe kapısı ve yaylı arabasından inmek üzere olan Ahmet Reşat Bey görülüyor. Cemil Cahit’in ferah bir kare seçimi yok, sıkış tıkış anlatıyor anlatacağını. Seçilen cümlelere göre açılış karesi bir İstanbul manzarasıyla, boğaza demirlemiş düşman gemileriyle yapılabilirdi örneğin. Sonra Ahmet Reşat’ı taşıyan arabayı kar ve çamur içindeki yollarda ilerlerken görürdük, üçüncü karede de romanın geçtiği konağa gelirdik. Ve bana göre en doğrusu, bu anlatım kutusuna-açıklamalara hiç yer verilmemesi. Uyarlama yapmak, özgün metni çizgi romana taşımak demek değil ki… ‘Sabah ezanı okunmak üzereydi’ ayrıntısı sahiden gereksiz, Ahmet Reşat’ı kapıda karşılayan konak çalışanı Hüsnü Efendi, namaza kalkmak için uyandığını zaten söylüyor.
Cemil Cahit’in anlatım kutularının ekseriyeti, olmaması icap eden veya olmasa da olur dedirten faydasız cümlelerle dolu. Kitabın 9.sayfasında “Ahmet Reşat odada dolaşır” deniyor, karede bu alenen görülüyor, bunu ayrıca yazmanın okura haksızlık olduğunu düşünüyorum. Altmışlı yılların gazete çizgi romancıları karede resmettiklerini bir de üst yazıyla betimlemeye girişirlerdi. “Yukarıda anlatılanları çizdim” veya “resim şunu anlatıyor” mealinde bir müdahaleydi bu. Tercihlerinin nedeni niçinini okuyucunun eğitimsizliğine bağlayanlar da olurdu, köşelerine bir parça daha zaman ayrılmasını arzuladıklarını belirtenler de… Buna göre okur, şöyle bir bakıp geçmeyecek, o köşede vakit geçirecekti. Kendilerine bir köşe yazarı ya da tefrikacı -romancı itibarı vermek istedikleri tahmin edilebilir. Diğer yandan ‘halk anlamaz’ yargısının güçlü bir gazetecilik ön kabulü olarak çizerleri etkilemesi ayrıca enteresan. Nedeni ne olursa olsun o dönem için bile arkaik bir tercihle çizgi romanın görsel bir anlatım olduğu akla getirilmiyor, ardışıklığı tahrif ederek yazı, çizgi romanın leitmotifi kılınıyordu.
Veda için en baştan zikredilebilecek bir eleştiri bu: Cemil Cahit, bu arkaik tutumu sürdürüyor. “Ahmet Reşat yatak odasına girer” derken, odanın tanziminden, yatakta uyuyan Behice Hanımdan ve sonraki konuşmalardan buranın bir yatak odası olduğunu okurun anlamaması imkânsız. Üst yazıyla uyumsuz kareler de mevcut: “Mehpare girişteki tahta sırada oturur” deniyor ama biz ne Mehpare’nin oturduğunu ne tahta sırayı görüyoruz. Hikâye gereği Cemil’in gözükmesi Mehpare ile konuşması yeterli… O sebeple üst yazı bir kez daha gereksiz.
Önemli bir başka kusur, plan çizimlerinde kendini gösteriyor. Daha ilk sayfadan itibaren hatalı plan tercihleriyle karşılaşıyoruz. Kitabın 73. sayfası, Kemal’in Karakol teşkilatı üyelerinin kaldığı çiftlik evine ulaşmasıyla başlıyor. Karede bir ranzada yatan Kemal’i görüyoruz, oysa biliyoruz bu bölüm açılışı yine bir genel çizimle verilmeli, hikâyenin nerede yaşandığı tasvir edilerek diğer ayrıntılara geçilmeli. Bu kareye bakılırsa hikâye bir mahpushane koğuşunda yaşanıyor olabilir çünkü. Üst yazıya bir değer atfedilmiş, okunmazsa nerede geçtiği anlaşılamayacak. Çiftlik evini bir sonraki sayfada görebiliyoruz, neden o sayfada yer verilmiş, orası muğlâk. Üstelik çiftliği gösteren o genel çizim, ne anlatımla ne de kullanılan diyalogla ilgili.
Cemil Cahit’in perspektif hataları, tiplemelerin sürekliliği ve özellikle el çizimleriyle ilgili sıkıntıları var. Buna rağmen özellikle elleri pek çok karenin odağına taşımış, kadınların ve erkeklerin kalem tutan, otururken dizlerinin üstünde duran ellerini karede bir başlarına çizmiş. Bunun nedeni romanda ellere yönelik bir vurguyu aksettirmek mi yoksa kareyi tek bir imgeye odaklayarak çizimden tasarruf etmek mi anlayamadım. Çizer neresi apse neresi kurdeşen, hangi yarası ne zaman kanıyor bilmeli. Böylesi kıstasla çizmeli, bu denli teşhir göze batıyor. Teşhir demişken ışıltılı renkler seçilmiş, hiçbir gece sahnesi yokmuşçasına par par kareleri seyreyliyoruz. Konağın mufassal çizildiği karenin havanın karardığı bir zamanda geçtiğini bilahare fark ediyoruz. Renk, anlatının cevahiri olamamış.
Cemil Cahit, mizah dergileri geçmişine bakılırsa, iyi bir karikatüristti, belirli bir üslubu, çiniyi kullanma biçimi, kim tarafından çizildiği hemen anlaşılan tiplemeleri vardı. Doğrusu bir edebiyat uyarlaması yaptığını duyunca meraklanmıştım. Hayli zahmetli, profesyonel olarak düşünüldüğünde işin maddi karşılığının (belli ölçülerde) sınırlı olduğu ve mutlaka uzun zaman alacak bir çalışmaydı söz konusu olan. Üstelik edebiyat uyarlamalarında gerek insan gerek arkaplan çizimlerinde foto-realistik bir auranın tercih edildiğini ve bu tercihin gerçeklik vehmini pekiştirmek adına önemsendiğini biliyoruz. Cemil Cahit, caricature-cartoon tarzında çalışmalar yapmış olmasına rağmen bu denli uzun - yoğun çizgi roman deneyimi hiç olmamış bir çizerdir. Bu bakımdan cesaret isteyen, mesleki açıdan yorucu ve meydan okuyucu bir işe kalkıştığı görülebiliyor. Türkiye’de çizerlerin çabuk yorulduğu, otuzlu yaşlarda çizme bıkkınlığı yaşadığı düşünülürse onun yaşında bir çizerin (d.1958) çabası ve iştahı takdire şayan. Plan tercihlerindeki yanlışlıklar, anatomik kusurlar, betimleyici yazılardaki gereksiz ihtimam ve bazen romana gösterilen aşırı sadakat nedeniyle eleştirilecek yönleri var Veda’nın. Emek, göze aldığı risk ve iddiasıyla ise ilgiyi hak ediyor. Yerli üretim açısından yılın en çok konuşulacak çalışmalarından biri yayınlandı.
Birgün Kitap, 11.9.2010
Birgün Kitap, 11.9.2010
Cumartesi, Eylül 11, 2010
Cuma, Eylül 10, 2010
Perşembe, Eylül 09, 2010
Salı, Eylül 07, 2010
Pazartesi, Eylül 06, 2010
Pazar, Eylül 05, 2010
Cumartesi, Eylül 04, 2010
Yalancı Dünyanın Yalancı Hikâyeleri
(...) Yukarıda değinmiştim, gerçeğin taklidin yerine, gerçeklik vehminin gerçeğin yerine ikame edilmesi, en çok tüketim safhasında ete kemiğe bürünüyor. Sanat-hayat ilişkisi ve bağlamı muğlâklaşıyor. Peki, bu yeni bir şey mi? Tarihsel olarak bakıldığında cevabı hayır bu sorunun... Bihter’in çizmelerinden şikâyet edenler, Cahide Sonku’nun Aysel eşarplarını, Clark Gable’ın, dolayısıyla Ayhan Işık’ın fanilalarını unutmasınlar… Popüler kültür tartışmaları, aktüele odaklanan bir perspektifle geliştiğinden, yaşanan zamana-bugüne kahırlanmak gibi bir yönü vardır. Sokaklardaki cinayetlerin nedeni dizilerde artan şiddet nedeniyledir, çocuklar kumara, genç kızlar fuhuşa, bütün toplum Amerika’ya meyletmektedir vs. Popüler kültür eleştirilerinin hafızası da yoktur. Dosyamızdaki diğer yazıları incelerken fark edeceksiniz, isim olarak geçen çoğu diziyi hatırlamayacaksınız. ‘Nasıldı, neydi?’ diye birbirinize soracaksınız. Tersi de var: Herkes Aşkı Memnu hakkında konuşmak ve yazmak istiyor. Türkan Şoray’la Şener Şen’in oynadığı bir dizi vardı, adı neydi? Yıllar önce de onu konuşmuştuk. Ali Kırca, Siyaset Meydanında tane tane konuşarak, es’ler vererek, duygu dolu ifadelerle Türkiye’yi kucaklayan bu güzel diziyi konuklarına sormuştu. Gözlerimiz dolarak, ‘keşke bitmeseydi’ ile ‘tadında bıraktılar’ arasında salınarak izlemiştik, konuşanları. Tarihsel bir bağlam olmadığı için popüler olana yönelik eleştiriler de aktüel bir bağlamda geliştiriliyor: En fazla ‘12 Eylül sonrasında…’, ‘neoliberalizm..’ ‘global medya’ vb milad veya açıklama noktalarıyla sahiden bu kadar mı kesin dedirten, her şeyi çözen ve bilen yorumlar yapılıyor. Bir öğrencim, ‘hocam bu dizileri Amerika yaptırıyor’ demişti, gülerek döndüm, baktım çocuk gayet ciddi. ‘Efendim, herşeyin de delili, kaydı kuydu olmaz, gözle görünüyor işte, uyutuyorlar bu halkı…’ Bir yönetmenden dinlemiştim, tv kanallarından biri izleme pratikleriyle ilgili bir araştırma yapmış. Orta Sınıftan çalışan kadınlar, dizileri aileleriyle birlikte geçirebilecekleri bir etkinlik olarak görüyormuş. Anne-baba, kardeşler artık kim varsa… Alt sınıflardan ev kadınlarıysa, dizileri tek başlarına, kocalarından ayrı izliyorlarmış. Koca akşamları kahvede, belki ilişkileri kötü, o futbol izliyor vs… Hayır, ev hanımı yan odada, mutfakta, küçük televizyonun başına geçiyor ve kimselere bulaşmadan ve kendine de karıştırmadan izliyormuş dizisini. Bana bu tür veriler daha ilginç geliyor, popüler kültür eleştirilerinde, örneğin dizilerin nasıl tüketildiğine dair daha fazla düşünülmesi gerekiyor, sözü döndürüp dolaştırıp oraya getireceğim, uyarmadı demeyin… (...)
Birikim, Ağustos-Eylül 2010, Gündelik Hayat, Tv Dizileri ve Popüler Kültür yazısından bir bölüm...
Çizgi: Turgut Demir
Cuma, Eylül 03, 2010
Perşembe, Eylül 02, 2010
Seyrüsefer Defteri 2
+ Kaan Sezyum'un Oh Yes kitabını okuyorum (30 Ağustos). + Hayatım hep kitap dosyası ve makale okumakla geçiyor, keşke kendi keyfim için daha fazla okuyabilsem. + Rome dizisini tekrar seyrediyorum, şükürler olsun ki günler sonra güzel bir şey seyrediyorum (28 Ağustos) + Saçma filmlere devam, 1968 yapımı Space Thing diye bir film seyrettim. Kötü film çekmek hususunda üstümüze kimseyi tanımıyoruz ya, en kötü filmler sıralamasında nette, birbirimize haber verip, oy patlaması yapıyoruz ya... Kötü bile olsa dünyada birinci olmalıyız ya...Yok aslında öyle bir şey...Her ülke sinemasının Dünyayı Kurtaran Adam filmi var... Yalnız olmadığımızı fark etmemiz gerekiyor (26 Ağustos) + Thriller a Cruel Picture (1974) filmini seyrettim. Filmle ilgili efsaneye göre Tarantino, Kill Bill için bu filmden etkilenmiş vs... Elbette palavra, film kötü, uncut version'uymuş benim seyrettiğim, araya parça koymuşlar diyebilirim, vakit kaybı...(25 Ağustos). + William J.Aylward'ın ilüstrasyonlarını hayranlıkla seyrettiğim bir albüme bakıyorum günlerdir. O geniş sahneler, serinlikler (evet serinlikler) kalıyor hep aklımda... Denizin ressamı derler ya birilerine, burun kıvırırım onun yüzünden (24 Ağustos) + Lone Wolf ve Cub dizisini-filmlerini tekrar seyrediyorum, tarihi kostüme-kılıçbaz filmlere devam... İş için seyredince başka gözle bakıyor insan. Kırsalda geçen bölümler hep şaşırtıcı geliyor bana...(22 Ağustos) + Günlerim Gümüş Lale ile geçiyor, sonum ne olacak bilmiyorum... + Tuna ile Planet 51'i seyrettik. bir sıralama yapsam, yılın iyi animasyonları arasında sayamam. Mizahi performansı vasatın altında (18 Ağustos) + Kamui Gaden'i seyrettim, bir manga uyarlamasıymış, sonradan farkettim. Bildiğim bir manga değil. Kahraman narsizmini çok abartmış ama enteresan sahneler var. Bilgisayar çok dâhil edilmiş filme, bazen sırıtıyor. Watarilerin köpekbalığı avını gösteren bilgisayar efektlerini buna rağmen beğendim. Film belli bir ortalamada akmıyor, duruyor, yavaşlıyor, kavga sahneleri, ninjaların uçması vs... Vasatın altında... (17 Ağustos) + Black Death'i izledim. Orta Çağ İngilteresinde, Veba salgınında geçiyor. Veba'dan etkilenmeyen ve bir Cadı tarafından yönetilen köye yönelen savaşçıların hikâyesi olarak özetlenebilecek bir film. İlgi çekici olan tek isim, Cadı'yı canlandıran Carice Von Houten. Film, türler arasında geziniyor ama bir korku dergisi hikâyesini andırıyor diyebilirim (16 Ağustos). + Centurion (2010) adlı bir film seyrettim. Bu aralar sürekli olarak kostüme ya da epik olarak tarif edebileceğim filmler seyrediyorum. Bir dizinin pilot filmini andırıyor. Takip meselesini dağıtmasaymış, inandırıcılığı azaltacak gereksiz ölümlere ve ayrıntılara girmeseymiş, heyecanlı bir film çıkabilirmiş. Olga Kurylenko, Etain adlı bir intikamcı savaşçıyı canlandırmış, akılda kalması için de çok öne çıkartılmış. Vasatı aşamasa da film, ormandaki kimi takip sahneleri yarattığı gerilim nedeniyle başarılı (14 Ağustos). + Fırat 2 hakkında yazdığım yazıyı Radikal Kitap'a gönderdim (12 Ağustos) + Veda çizgi roman uyarlaması hakkında yazdığım yazıyı Birgün'e verdim. Yeni bir ilave çıkaracaklarmış, orada kullanacaklar (11 Ağustos). + Gölge (Yön. Mehmet Güreli) filmini seyrettim, Peyami Safa'nın Selma ve Gölgesi adlı romanından uyarlanmış, arkadaşlar aramızda konuşurken romandan edebiyatımızdaki ilk seri katil hikayesi olarak bahsederdik. Film bunu yansıtmış mı derseniz, hayır derim, pulp yönü kaybolmuş romanın. Yavaş ve çok fotoğraf olmuş. Tekrar eden sahneler var (6 Ağustos) + Prince of Persia filmini seyrettim. Klasik bilgisayar oyunundan uyarlandığını sanmıştım, pek ilgisi yok diyebilirim. Seyirlik sahneleri var, teknik ve maharet isteyen bölümler içeriyor. Cartoon mantığına, serüven klişelerine uyulmamış değil, insan daha fazlasını, en azından bir karakterin derinleştirilmesini bekliyor, bu yok (3 Ağustos). + DC Showcase'den Jonah Hex animasyonunu seyrettim. Tipik bir korku hikâyesi, bu bakımdan farklı bir western (2 Ağustos)