Çarşamba, Temmuz 31, 2024

Çizgilere Derkenar 38

Sezgin Burak'ın bir reklam için yaptığı tasarım... Renkli olması istenmediğinden çini mürekkebini sulandırarak bir derinlik katmış resmine. Kaligrafi bana ilginç geldiği için bu orijinali satın aldım. Hatırlayanlar olacaktır, kaligrafi-güzel yazı işi meşakkatli olduğu için kırtasiyelerde letraset satılırdı, aydinger benzeri bir kağıt yüzeyde harfler ve çeşitli tipografik ögeler bulunurdu. O harfin ya da öğenin üstünü çiziktirdiğinizde, o harf ya da o öğe alttaki yazı yazılan kağıda geçerdi. Altmışlı yıllarda grafikerlerin yenilikçi buluşlarından biriydi, işlevseldi. Burak da letraset kullanarak reklamda öne çıkartılan unsurları yazıya dökmüş... 

Latif Demirci'nin daha önce hiç görmediğim bir kitap resimlemesine rastladım.  Müzisyenlere yönelik olarak üretilmiş bir çocuk şarkıları kitabına vinyetler çizmiş. Yazar çizer tayfası ebeveyn olduktan sonra çocukları için istisnai bir şeyler üretiyorlar gibi geliyor bana... Bu kitap da bana öyle bir heves ve iştahla yapılmış hissi verdi. 

Cilalı İbo'nun düğününden bir toplu hatıra fotoğrafı. Yeşilçam'ın ve altmışlı yılların eğlence dünyasından gençler-yaşıtlar yanyana mutluluk pozu vermişler. İlginç olan Altan Erbulak'ın yanındaki hanfendinin yüzünün karalanmış olması... Fotoğraf, kimler eliyle sahaflara düştü bilemiyorum ama bu karalamayı bir başka kadın yapmış gibi hissettim. Magazin yapıyorum...

Salı, Temmuz 30, 2024

Komünist Hula-Hup

Dayanılır gibi değildi, dilekçelerini hatırlatmamış olsa, sağa sola gitmese, Vali hazretlerinin kapısında bekleyip meramını anlatmasa içi yanmazdı. Peki, vazifesini layıkıyla yerine getiren bir vatandaşın iç huzuruna sahip miydi? Söyleyeceğimi söyledim, içim rahat, sorumlusu, ikazlarıma rağmen yapılması gerekenleri yapmayanlardır diyebiliyor muydu? Hayır, Burhan Bey, bunu yapamıyordu. İçi sızlıyor, kalbi daralıyor, vatan gençliğinin içine çekildiği kumpası düşünüp kahroluyordu. Daha birkaç gün evvel, Ankara Caddesi’nde, yokuşu çıkarken görmüştü, gülüşerek yanından geçen talebe kızlardan birinin elinde, herkesin dikkatini çeken büyük bir çember vardı. O kadarla kalsa yine iyi…Otobüsle eve dönerken yol kenarında bir kalabalığın kaynaştığını, buğulu camdan dikkat kesilince, bir genç kızın beline geçirdiği çemberi vücudunu kıvıra kıvıra döndürdüğünü gördü.

Karnı acıkmasa, karısının balık pişirdiğini bilmese, ilk durakta inip o rezaletin olduğu yöne doğru gerisin geri yürüyecek, o çember çeviren kızı saçlarından çekerek yerlerde süründürecekti. “Yaparım, gözümü kırpmadan yaparım,” diye söylendi, otobüsün içinde sesini yükselterek handiyse bağırdı: “Hula-Hop da neymiş?”

**

Hürriyet gazetesinde Hula-Hup hakkında bir yazı görünce neredeyse çayını dökecekti. Bir doktor köşesinde tavsiyelerde bulunuyor, Hula-Hup’u saatlerce çevirmeyiniz diyordu. Burhan Bey, gözlerine inanamadı, hiç çevirmeyiniz demiyordu da… Yemekten sonra yapmayınız ne demekti? “Adam, niye çeviriyoruz onun bir cevabını versene,” diyerek koltuğunda zıpladı. Gazeteyi paralayacaktı, okumaya devam etti: “Çemberin içinde eğilip kalkmayın, lumbago ve bel fıtığı bundan oluyor.” Burhan Bey, o kadar sinirliydi ki, “Lumbago nedir Allah’ın adamı, dayının yeğeni midir, komşunun evlilik çağına gelmiş kızı mıdır? Vücut sağlam olsa kaç yazar, ahlâk çöktükten sonra…” “Adamın çaldığı türküye bakın,” diyordu, “tansiyonu yüksek olanlar hiç başlamasın.” Yok bir de başlayacaklardı. Bize gazete diye verdikleri paçavrada yazı neşreden muharrirler bunları yaparsa, ahali neler neler yapmazdı.

Müzeyyen Hanım, kocasının kızarıp bozardığını görünce, “Yine mi Hola-hop Burhan?” dedi. “Yahu hanım, etme eyleme.” Elleri titriyordu, “Mevsimlere göre zıp zıp oynamayı, topaç çevirmeyi, uçurtma uçurmayı anlarım. Herkesin beğendiği mahalli rakslarımızı, yabancıların hayranlıkla, takdirle seyrettikleri zeybek oyunlarımızı da hatırlatırım. Hula-Hop nedir Müzeyyen?”

**

“Genç kızlarımız illa şuralarını buralarını kıvıracaklarsa, sorarım sana çiftetelli neyimize yetmiyor?” Müzeyyen Hanım oralı değildi, aklında akşama yapacağı zeytinyağlı fasulye vardı, artık bu mevzudan gına geldiğinden lafın gerisini dinlememişti. “Yahu adam, sana ne elâlemin kızından, kadınından, anası babası düşünsün… Amman canım,” diyerek mutfağa yöneldi. Burhan Bey, sadece karısına değil, herkese kızıyordu. Kimbilir kaç yıl çalışıp didinerek tıbbiyeyi bitirmiş bir doktor, gazetedeki köşesinde meseleyi lalettayin geçiştiriyordu. Sadece o mu? Vali hazretlerine meseleyi anlattığında başına gelenleri düşünüyor, gözleri doluyordu. Fahrettin Kerim Gökay, onu dinlemiş “Daha mühim meselelerimiz var,” diyerek yürüyüp gitmişti.

Burhan Bey, anlayamıyordu, ağaç yaşken eğilir, balık baştan kokar diyen atalarımız boşuna mı konuşmuşlardı! Genç kızlarımızın çember çevirmesinden daha mühim ne olabilirdi? O genç kızların kalçalarını kıvır kıvır kıvırmalarını normal karşılarsak, yozlaşmaya davetiye çıkarmaz mıydık? Bunu yapan kızların bikini giymeyeceğini, rokunrol denilen dansı yapmayacağını kim garanti edebilirdi? Daha mühim mesele neydi? Yeni apartmanlar, yeni asfalt yollar yapmak mı? Ruhumuzu, iç huzurumuzu kaybettikten sonra o betonarmelerin, yollara atılan ziftin ne hükmü vardı?

**

“Hepsini geçtim                , sokak ortasında yakışmıyor,” dedi karısına. Müzeyyen Hanım’ın kulağı radyoda çalan şarkıdaydı, kocasını yine geçiştirdi: “Ayol bize ne, bırak kıçı çıksın, kolu çıksın, bağırsakları düğümlensin kıvırmaktan.” Burhan Bey, lahavle çekerek susmayı tercih etti, tek bir cevap vermeden odasına girdi. Bir şey yapmalıydı.

Gece yarısı aklına gelen fikirle uyandı. Daha önce aklına gelmediği için hem utanıyor hem de geç de olsa akıl ettiği için seviniyordu. Gün ışıyana kadar gözünü kırpmadı.

Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gittiğinde, bir ihbarda bulunacağını söyledi: “Komünistler evladım, komünistler hakkında ihbarda bulunacağım,” dedi. Çevresindekiler hafiften duraladılar ve amirlerini beklemeye karar verdiler. Karşılarındaki adam hali vakti yerinde, aklı başında, okumuş birine benziyordu. Burhan Bey, kendiyle gurur duyuyor, birazdan söyleyeceklerini düşünerek mutlu oluyordu. İstanbul emniyet müdürünün karşısına çıktığında kısa ve tok bir ifadeyle başlayacaktı konuşmasına. Öyle de yaptı.

“Hula-Hop, bir komünist tertibidir,” dedi. Karnını içeri çekmişti, neredeyse hazır olda duruyordu. Müdür, hemen cevap vermedi, önce sigarasını söndürdü, sonra “Buyurun, oturun, tafsilatıyla anlatın meseleyi,” dedi.

**

Burhan Bey’in iddiasının dayanağı Nâzım Hikmet’in çemberlere dair methiyesiydi. Öğrenciyken bir kütüphane memuru okumuştu şiiri. Nâzım, çemberi öyle lüzumsuz bir şekilde övüyordu ki manasız bulmuştu duyduklarını. Üzerinden seneler geçmiş, sokaklarda gördüğü Hula-Hup’a öfkelenirken birdenbire aklına gelivermişti o dizeler. Emniyet müdürü, Burhan Bey’i dikkatle dinliyordu ama ortada Nâzım’ın yazdığı söylenen bir şiir yoktu. Tek bir kelimesini hatırlamıyordu Burhan Bey. Üstelik Nâzım’ın şiirlerini bulmak mümkün değildi, diğer yandan, bu iddiayı geçiştirmek de olmazdı. Söz konusu olan vatan haini Nâzım Hikmet’ti. Burhan Bey’e çay kahve içirip evine bıraktırdı.

Ne yapacağını bilmiyordu, sümen altı edemezdi, kapısına gelen biri, bir başka kapıya gider, kendisini de şikâyet ederdi. Hula-Hup’un ne olduğunu bilmiyordu, genç polislerden birini çağırıp sordu. Altı üstü çocuk oyuncağıydı. Komünistlerin propaganda araçlarını çocuklara kadar genişletmiş olabileceğini düşünerek huzursuzlandı. Mesai çıkışında güvendiği bir amirinin evine gitti. Hamdi Müdür, istihbarat için çalışan, komünistlere kök söktüren dişli bir eski polisti. Ona durumu anlattı. Komünistlerle mücadeleye alışkın olan müdür, büyük bir süratle neler yapılacağına karar verdi.

**

İlk olarak Hula-Hup ithalatçısı sorguya çekildi. Yahudi asıllı tüccar, epeyce hırpalandı. Zavallı adam, karakoldan çıktığında “Bir daha asla Hula-Hup satmayacağım,” diyerek çoktan yemin etmişti. İkinci olarak, Burhan Bey, tutuklandı. Hamdi Müdür, Nâzım’ın şiirini bilen birinin mutlaka bir sempatizan olduğunu düşünüyordu, bu ihbar, ona göre parti içi çatışmanın bir sonucuydu. Takdir beklerken tekdirle karşılanan Burhan Bey, Sansaryan Hanı’nda misafir edildi, günlerce, sabahlara kadar sorgulandı.

Hula-Hup, Aldo’nun getirip depoladığı malzeme bittikten sonra, bir yıl kadar yok sattı. Kapalıçarşı esnafı, Yunanistan’dan bir şeyler getirdi de ancak ondan sonra yeniden bollaştı. Burhan Bey, hem Hula-Hup sevdasından hem de vara yoğa dilekçe yazmaktan vazgeçti. Komünist şüphesi ona lakap oldu, yıllarca Kızıl Burhan diye çağrıldı. İlk zamanlar buna kızıp höykürse de çok geçmedi, işin ucunu bıraktı. 27 Mayıs’tan sonra solcu sanılarak itibar da gördü. Nâzım Hikmet’in çemberleri metheden bir şiiri bulunamadı. Hamdi Müdür, komünistlerle mücadeleye devam etti. Hula-Hup çeviren kızlardan kimileri sonradan bikini giydiler. Nereden biliyorsun derseniz, ben tanrı-anlatıcıyım, o kadarını da bırakın bileyim. 

Pazartesi, Temmuz 29, 2024

Hayırsız Ada'nın Çelebi'si

Yıllar önce, mahlas kullanarak Deli Gücük isimli bir çizgi roman yazıyordum, pek çok çizer ve yazar arkadaşın katılımıyla üç ayrı albümü çıkmıştı. O albümler benim grafik roman çalışmalarımın başlangıcını oluşturdular, bir takıntım var, geriye dönüp yaptığım işleri okuyamıyor ve seyredemiyorum ama DG benim için tatlı bir hatıra oldu hep...

Üstteki sayfa, Dg'nin Ozan ile (Küçükusta) birlikte yaptığımız kısa bir öyküsünden... Malum, İttihatçılar başıboş sokak köpeklerini ünlü Hayırsız Ada'ya atıyor, topluyorlar. Hikayeyi, adadaki köpeklerden birinin, Çelebi'nin ağzından anlatıyordum. DG ise her gün köpeklere balık taşıyan biriydi, yine bir hikayeye dokunup geçiyordu. 

2009'da çizilmişti, vesile oldu, konuyu biliyorsunuz...

Pazar, Temmuz 28, 2024

İhap Hulusi ve gönderilmeyen mektup


Ender Merter'in "80.yılında Cumhuriyet'i Afişleyen Adam: İhap Hulusi Görey" kitabında (Literatür, 2003) rastladım bu mektuba...Yazılmış ama gönderilmemiş...

O tarihte 85 yaşında olduğuna göre 1983'te, Kenan Evren'e gönderilmek istenmiş... Niye vazgeçmiş bilemiyoruz, hali vakti yerinde bir aileden gelmesi, kendine ket vurmasını sağlamış olabilir.. Niye ricacı olacağım demiş olabilir...

Oysa mesele, ricacılık veya hali vakti yerinde olup olmamak değil... Telifle geçinen insanların geleceklerini teminat alamamalarıyla ilgili bir sıkıntı... İhap Hulusi'nin sonradan bir emekli maaşı oldu mu bilmiyorum...bu türden işler yapan herkes gibi yarın korkusu çektiği aşikar. Yarım asır iş üretiyor ve her bir işten sadece bir kere, o işi teslim ettiğinizde telif kazanabiliyorsunuz... O iş defalarca kullanılıyor, siz bundan miniminnacık kadar bile faydalanamıyorsunuz... Telifle geçinen sanatçıların genel sorunudur bu... Halen de adamakıllı çözülebilmiş değil...

Cumartesi, Temmuz 27, 2024

Yaban'ın erotizmi (2)

Erotizmin bizde "yabancı" makyajıyla yaşayabildiğini ve ancak, "gavur" göründüğünde meşruiyet kazandığını yazmış, buna karşın yerli ve milli olursa, tepki çektiğini, sansürün şiddetlendiğini ima etmiştim diyelim. 

Konuştuğum bir arkadaşım, hafifçe kaşını kaldırarak, "Ay  Büyürken Uyuyamam" hatırlatması yapmıştı, edebiyattan, Necati Cumalı'nın ünlü hikaye kitabından söz etmişti. Özetle, al işte sana yerli erotizm falan filan demeye getiriyordu... 

Yanlış anlaşılmışım yerli erotizm yok demedim, erotizmimiz yerli gözükmemek için cebelleşiyor dedim.

Necati Cumalı, Ege taşrasında gezinen arzu taşkınlığını, libido patlamalarını anlatmıştı o kitapta... Ve edebiyat tarihçilerine bakarsak, o kitap, erotizm edebiyatımızın en özgün eserlerinden biriydi.

Erotizm nedir ve ne değildir, tartışmasına hiç girmeden şunun altını çizeyim, his olabilir, alınıp satılır bir şeye dönüşmüş olabilir, edebiyat olabilir ama erotizm esasen metropollerde yaşar ve dolaşımdaki varlığını okur yazarlara borçludur.

Yani köy erotizmini, taşradaki arzu patlamalarını anlatan, okuyan ve yaygınlaştıranlar metropoldeki okur yazarlar ve eğitimli insanlardır. Hatta genel olarak ne o köyü, ne de taşrayı bilenlerdir. Bildikleri köy ve taşra, filmlerden, kitaplardan filan çıkar hatta. Köy edebiyatını oryantalizmin uzantısı olarak görenler, oradan ilhamla eleştirenler, bütünüyle haksız değildir demek istiyorum. 

Demem o ki, erotizm nasıl yabancı olarak görüldüğünde ferah ferah yaşıyorsa, şehirde olmayınca da o rahatlıkta yaşıyor... Edebiyat, edeb dışını anlatırken yaban'lardan gavurlardan, kültürsüzlerden, şehirli olmayanlardan ve köylülerden faydalanıyor... Başta ilgisiz gibi görünen bir başka örnek vereyim, üfürükçü Hoca klişesi vardır, o da bütünüyle yabancı ve erotizme hizmet edici biçimde edeb dışı istiflenir. 

Orhan Kemal'den gazete haberlerine, mizah öykülerine, mahkeme kayıtlarına varıncaya kadar tekrar tekrar anlatılan üfürükçü hocaların marifetleri bilinçaltımızın alelacayip serüvenlerindendir. 

Ve din adamları da seküler dünyanın yabancılarıdır ve tıpkı köylüler gibi erotizmin aktörleri olarak kullanılırlar. 

Cuma, Temmuz 26, 2024

Yaban'ın erotizmi (1)

Milliyet gazetesi, yetmişli yıllarda dergi biçiminde bir magazin ilavesi veriyor ve kapağında Bedri'nin (Koraman) erotik esprileri olan, bilenler için yazıyorum, Doug Sneyd havasında karikatürlerini kullanıyor. 

Bedri'nin güzel çizgilerini değerlendirmek istemeleri anlaşılır bir tercih...  gazetecilik algısında o çizgilerin iç gıcıklayıcı olması bekleniyor, Bedri de bunu başarıyor... 

Peki bu espriler, bu çizgiler "yerli" mi diye düşünelim. Şöyle anlatayım, yukarıdaki karikatür, Playboy'da yayımlanabilirdi, o sebeple Doug Sneyd dedim, Bedri tam o yıllarda espri ve çizgi olarak Sneyd'ten etkileniyor. Sneyd, Playboy için çalışan ünlü bir çizer...

Ne espri ne de çizgi yerli filan değil yani. Yani üretilen erotizm bir his ve refleks olarak bütünüyle Amerikanvari... Çünkü, o erotizm, ancak Amerikanvari olursa yaşayabiliyordu. 

Çizgi romanlardan örnek verelim, Tarkan'daki, Karaoğlan'daki, Abdülcanbaz'da kahramanla sevişen kadınları düşünün, hepsi yabancıydı, gayri milliydi, "gavurdu". Bir teki bile "Türk" değildi, Türk olursa tepki çekiyordu, riskliydi.

Bugün, bu neye benzetilebilir, sosyal medyada erotik pozlar veren, hatta daha da ötesine geçen, işi pornoya vardıran genç kadınlar var, onlar da işin farkındalar, haç simgesi taşıyan kolyeler filan takıyorlar, espriyle söylüyorum "terbiyesizim ama ben zaten gavurum arkaşlar" mesajı veriyorlar.

Popüler kültür, malumunuz asıl olarak çoğunluk değerlerinin içinde yaşar, o değerlerin içinde yabancı olmak, beğenilere  bazen güzel bir kılıf olur, özellikle erotizmi yaşatan da neredeyse her zaman  "yerli olmayan" şeylerdir, Frengi adlandırmasını düşünün, Helga'yı, Nataşa'yı filan...

Bir arkadaşımla bunları konuşuyordum, "Necati Cumalı'nın Ay Büyürken Uyuyamam öyküleri ne olacak peki" dedi, "hah! dedim "anlatırım."

Devam edeceğim.

 

Perşembe, Temmuz 25, 2024

Çekme lan!! fotoğrafları


 

Üç ayrı fotoğraf da yetmişli yılların İstanbul pavyonlarından, gece hayatından... Tek tek bakınca battal erkekler, konsomasyona gelmiş kadınlar, pozlu, palavralı jestler... eprimiş masalar, dumanlı, kirloz ve sakil bir ortam görüyoruz...

Ortada bir fotoğrafçı dolanıyor ki, kellifelli beyfendiler flaşı (ve şipşakçıyı) görünce alenen "gıvranıyor", "lann" tadında  delleniyorlar, "çekerse" evden-hanımdan uzakta o gece kaçamağı ossaat resmedilmiş olacak çünkü... Sonra ayıkla pirincin taşını, peh peh...

Çekme kardeşim ricası ve tedirginliği de var, senin gelmişini geçmişini severim öfkesi de... E meret bardakta durduğu gibi durmuyor, hanfendinin yanında adamın ağzını bozduruyorlar afedersin...

Garsona mı söylesen canım benim...

Çarşamba, Temmuz 24, 2024

Kilise Direği


Eski sözlükleri karıştırırken fark ettim, Orta Anadolu'da, uzun boylulara "kilise direği" deniyormuş, bütün adlandırmalar gibi hafif komik ve asıl olarak dışlayıcı... Söz konusu bozkır olunca epeyce "gavurlaştırıcı"... Yani "camii direği", "minare direği" denmemiş de...Benzemezlikle, kendinden olmayanla özdeşleştirilmiş...

Ailede uzun boylu çok olunca, bu "boy" muhabbetine küçük yaştan alışıyorsunuz. Sizi her gören bir şeyler söylüyor, hele ergenlikte hızla boy atınca "aaa" ya da "ooo" diyen çok çıkıyor, "basket oynuyor musun" şu bu... Büyük gösteriyorsunuz, hemen fark ediliyorsunuz, kolay hatırlanıyorsunuz, kolay kolay gizlenemiyorsunuz filan...Ölçüleriniz farklı olduğundan giyimden kuşama, tavan yüksekliğine kadar her yerde sorun yaşıyorsunuz.

Azınlıksınız çünkü...Normal değilsiniz. Ben kendimce ironi yaparak "insana göre yapmışlar" derim üstüme göre, ayağıma göre bir şey bulamayınca...

Kilise direği o sebeple hoşuma gitti, ortalamanın dışında olanı mimleyen, onu ürkütücü ve garip bulan bir aklın-zihniyetin yakıştırması...

Not: Fotoğraf, 2.72 boyundaki dünyanın kayıtlı en uzun boylu adamına ait...Henüz 22 yaşındayken ölmüş...

Salı, Temmuz 23, 2024

Ferit Bey

Paris yolcusu, reklamcı, duvara asılan çerçeve, seramik ve felsefe. Hakkâri’de bir mevsim, Kafkaesk karanlık. Fantastik tecrit. Sessizlik. Sürgün ve yaralı bir zaman. Fikret Mualla deseni. Kohut’un dolambaçları. İlintili acılar ve ötelenen yalnızlıklar. Ferit Edgü, Türkçenin dağ şiiri, galeri günlüğü.

Pazartesi, Temmuz 22, 2024

Kaligrafi

Çizgi roman ve karikatürlerdeki balon ve anlatım kutularındaki yazılar-kaligrafi her zaman özenli-özel bir karakteristikle yazılmaz. Yazının bir görsel unsur olarak estetik bir değeri olduğu neredeyse hiç akla gelmez çünkü. Ayrıca bir para harcanmak istenmediğinden genellikle vasıfsız-düşük telifi kabul edecek insanlarla çalışılır, bu da işin niteliği belirler, sonuç bol imla hatalı, hızlı ve dikkatsiz bir yazılımdır. 

Blogu takip edenler rastlıyordur, bir süredir Altan Erbulak-Cafer ile Hürmüz orijinalleri topluyorum. Erbulak bantlarında kaligrafiyle ilgili ilginç vurgulara rastlıyordum. Kendisi mi yazıyor-tasarlıyor yoksa bir başkası mı yapıyor bilmiyordum. Sonunda öğrendim. 

Yukarıdaki bantta Hattat Etem Çalışkan imzasını görünce mesele benim için aydınlandı. Bantın kaligrafisini her zaman Etem Çalışkan yapmasa da bir ara bunu denemiş, Altan Erbulak için dostane bir katkıda bulunmuş, öyle anlaşılıyor. 

Çalışkan, benim çocukluğunda gazetelerde belirli günlerde yayınlanan Atatürk portreleri çizerdi. Yoğun emek gösterdiği hemen anlaşılan işlerdi. Sonra Kuran'ı Kerim'in Türkçesini elle yazmış, gazeteler de kuponla vermişlerdi. Gösterdiği hattatlık çabası haberlere konu olurdu. Görmedim ama Nutuk metnini de yazmış...Kendisine "milli ve manevi" hedefler koyuyor, incelikle uğraşıyordu diyelim, çalışkan insanlara zaafım olduğundan sohbet etmek, bir gününü nasıl geçirdiğini görmek isterdim.

Bugün balon yazıları bilgisayarda yazılıyor, kaligrafinin şahikasına-çok çok iyi örneklerine birkaç tuşla ulaşıyorsunuz. Etem Çalışkan'ın çabasını, Altan Erbulak'ın bir buluş olarak kullandığı-paylaştığı estetiğinin günümüzde bir karşılığı yok. Aa ilginçmiş denip geçileceğini hepimiz tahmin edebiliriz. Oysa hem bir meslekti, hem de bir zanaat olarak geliştirilmeye çalışılıyordu, üzerine kafa yoruluyordu. 

Bilemiyorum, o çabalar, bir "müktesebat" olarak bilgisayar kaligrafisini ulaşmamızı sağlamış olabilir. Yol değil, yolculuktur önemli olan filan denir ya, o bakımdan önemli çabalardı bunlar. Diğer yandan e bu eziyet değil miydi diyenler çıkacaktır, çekenler dışında kimseyi ilgilendirmeyen bir enerji dolumu-boşalımı işte... Siz oflaya puflaya dağa tırmanıp, dağın öbür tarafına geçiyorsunuz, adamlar gelip dağın içinden geçen tünel yapıyorlar, yol kısalıveriyor...


Pazar, Temmuz 21, 2024

Yalancı Peygamber Tavsiyeleri


Uçarılığı Orhan Veli'den, disiplini Aziz Nesin'den, çalışkanlığı Orhan Pamuk'tan almalı. İyimserliği Oğuz Atay'tan, derin sulara dalmayı Tanpınar'dan öğrenmeli.

Muziplik ve ironi için dileyenler bana başvursunlar, onlara bir reçete yazabilirim (Hep doktorlar mı reçete yazacak?). Kıkırdamak için İhsan Oktay'a  bakılmalı. Saat tamiri için Şule Gürbüz'e.

Tutku deyince Tomris Uyar, melankoli deyince Tezer Özlü, sokak deyince  Orhan Kemal, heyecan deyince Sait Faik mırıldanmalı. Denize karşı bağırmalı, dağın sesini dinlemeli, saksağanları seyretmeli...


Betonu delmeli, betonu delmeli...

Cumartesi, Temmuz 20, 2024

Ölüler Cennete Gider (1984)







1984 yılından bir hikaye, 15 yaşındayım. Yayımlanınca yüzlerce kez okumuş, derginin o sayfalarını epritmiştim...

Korku dergisinin hastasıyım, yeni şeyler yapıcam, çığır açıcam filan öyle hayallerim var. Bu da o dönemden...iyi hissettirmişti bana...

Ölüler Cennete Gider, fena değildir yani :)

Tek bir öğretmene göstermedim tabi bu yazdıklarımı... Çizgi romana kimsenin değer verdiği yoktu...Göstersen, "niye bunlarla uğraşıyorsun" diyecekler... On bir yıl sonra üniversitede asistan oldum, o zaman dahi bunu söyleyen en az on profesörüm oldu...

Annemler zaten ilgilenmediler...Her kriz zamanı çizgi romanlarım yakılırdı. 2008 yılında Türkiye adına Frankfurt'a çizgi roman sergisi yapmaya giderken küçük bir özeleştiri yapmışlardı, "o zamanın doğrusu oydu" diye...

Üzülmüştüm, hatırlayınca yine üzülüyorum ama...bizi biz yapan hayal kırıklıklarımız değil mi? Bu kadar engel olmasa belki de sebat gösteremezdim... İyi tarafından bakıyorum.

Ha, kim ilgilendi derseniz, benim gibi bir kaç deli dışında kimsenin ilgisini çekmedi...Şöyle bir baktılar, "a güzel" filan derlerdi... Kenar mahallede büyüyorsan, ne ki bunlar... Boş bir hayal...

Hikayede asıl yük, çizer Sevfi Karademir'deydi... Yarı yaşındaydım, Amasya'da yok yoksul bir hayat yaşıyordu...Mektup arkadaşı olmuştuk. Amasya'ya hiç gitmedim ama o şehir, benim için Seyfi Abi demekti. Ortak imzamızla dört çalışma çıkarmıştık, o yılların mahir yayıncısı Ali Recan, çeşitli dergilerinde tek kuruş telif vermeden defaatla yayımlamıştı onları....

Cuma, Temmuz 19, 2024

Sistemde sıkıntı var


Ve Sinem, yakın dönemin popüler çizgi romanlarından biri. Mizah dergiciliği küçüldüğü ve kadrolar daraldığı için yeni üretimler eskisi kadar çıkmıyor. Cihan Kılıç, Uykusuz dergisinde daracık bir alanda başladığı çizgi romanının ilk albümünü iki yıl önce yayımlamıştı. Yeni albüm yine dergide çıkmış işlerin derlemesi olmuş.

Cihan Kılıç, 1987 doğumlu; ilk albümü Ama Arkadaşlar İyidir, 2012’de çıkmıştı. Aşağı yukarı on yıldır dergilerde çalışıyor. Tarzı ve mizah anlayışı, bir ucu Tuncay Akgün’e bir diğeri Umut Sarıkaya’ya benzetilebilecek bir ayrıntıcılığa dayalı. Onlara kıyasla görsel dile, kareler arası akışkanlığa daha fazla önem veriyor. Çizgileri, frankofon havasında, mekanları fotoğraf ayrıntısında gerçekçi. En çok ilgi gören çalışmasına adını veren Sinem, orta üst sınıf diyebileceğimiz bir aileden gelen, Edinim (!) isimli bir vakıf üniversitesinde okuyan, biraz masum, biraz fettan, güzel bir zamane kızı. Hikaye, merkezinde Sinem’in olduğu ekseriyeti ona arzu duyan erkeklerden oluşan bir karakter kadrosuna sahip. Ve Sinem’in Amerikan sitkomlarından aşina olduğumuz yumuşak bir kötücüllüğü, espri yapmıyorum diyen bir espritüelliği var. Tiplemeler komik ve karikatürizeler, fonda gerçekçi İstanbul ayrıntıları resmediliyor. Aktüel siyasetle sınırlı bir ilgisi olmakla birlikte bu ilgi, orta sınıf mesafesi ve konuşkanlığını göstermesi bakımından ilginç.

Hikayenin ana ekseni, Sinem’in ablası Ebru’nun nişanlısı olan Engin’in Sinem’e duyduğu saplantılı cinsel arzu üzerine kurulu. Engin, tutkusunu hem nişanlısından gizlemek hem de görmüş geçirmiş, güvenilir bir abi, sır tutan bir akraba rolünü oynamak zorunda. Üstelik Sinem’in Kral dediği sevgilisi Alper’le çaktırmadan rekabet etmek hiç kolay değil. Bazen Sinem olmasa Ebru’yla devam edemeyeceğini hissediyor Engin, sonra o konfordan vazgeçemiyor, sonra yine kafası karışıyor, Sinem’in etrafında dolaşmaya, bir ümidi kovalamaya devam ediyor vs. Engin’in gerginliği pek çok bölümün temelini oluşturuyor. Burada bir parantez açalım. Mizah dergilerinde ve bant karikatürlerimizde, enişte-baldız esprisine dayanan hayli hikaye anlatılmıştır. Suavi Süalp’in elma yanaklı enişteleri, Altan Erbulak’ın kıvırcık saçlı bıcırık baldızları, Bedri Koraman’ın Milliyet’in pazar sayfalarında uzun uzun anlattığı ilişki ve kaçamak dersleri bir çırpıda sayılabilir. Kılıç’ın farklılığı, aynı meseleyi daha yavaş ve derinleştirerek anlatması. Engin, kadın görünce dili dışarıya çıkan, gözleri büyüyen, renk değiştiren, eli ayağı birbirine dolanan karikatürlerin aptal erkeklerine benzemiyor diyemem ama fırsat kollayan psikolojisi, dolambaçlı ciddiyeti onu geçmişteki örneklerden ayırıyor. Harareti var eden unsur, onun başarıya ulaşma ihtimali değil, o ihtimalin etrafında dolaşması. Kılıç, kamerasını taraflara çevirdiği için meseleyi sadece Engin’in gözünden de izlemiyoruz. Herkese daha içerden, daha yakından bakılıyor. Sinem, ablasıyla didişirken, başka kızları kıskanırken, ödevlerini çalışkan birilerine yaptırırken, babasıyla kavga ederken, Alper’i aldatırken, toplu taşıma araçlarından ve sokaklardaki insanlardan iğrenirken, baldız karikatürünün dışına çıkıyor. Kılıç, karakter katmayı, hikayeyi öne değil yana doğru genişletmeyi sevdiğinden enişte-baldız ekseninin dışına çıkmak istiyor. Bir bölümde Engin’in kardeşi Utku’nun hayatı, bir diğerinde Alper’in babasının hatıraları veya Sinem’i üniversitedeki hocasının cool’luğunu anlatabiliyor.  

Çizgi romanlarımızda çok değil on yıl önce sadece kahramanın eylemlerinde odaklanan anlatım biçimi, epey bir zamandır farklılaşmış durumda. Bu da hikayeden çok karakterlerin, olaydan çok karakter özelliklerinin ve akıldan-güçten çok duygusal çatışmaların konuşulduğu başka bir anlatım evresine geçtiğimizi gösteriyor. Kılıç’ın çoğulcu anlatımı da bu sayede soap opera tahkiyesinden çıkarak, şimdiki zaman karakterlerinin panoramasına dönüşüyor. Kılıç karakterlerinin temel özelliği, kendilerini sakınmaları, asıl niyetlerini gizlemeleri, komik bir pozculukla büyüklenmeleri. Bir meseleye sinirleniyor gibi görünüyorlar ama o konuda öyle adamakıllı ısrarcı değiller, ısrarcı görünmek onlara bir hava katacaksa onun pozunu yapıyor ve o nedenle ısrarcılığı sahipleniyorlar. Hemen herkes birbirine akıl veriyor, tecrübe hikayeleri anlatıyor.  Eylemler ve konuşmalar, görünür olma tutkusunu önceliyor, dinleyen değil dinleten olmak istiyorlar, hepsi beğenilmek ve hayran yaratmak için yaşıyor gibiler. Küçük yalanlar, iddialar, jestler, ezberler hep bunun için dolaşımdalar. Duygular ve akıl yürütmeler, sahicilikle veya kullanılabilir olmasıyla değil medya romantizmiyle yapılandırılıyor. Çevrelerine sahte bir farkındalıkla bakıyor, asıl olarak nasıl göründüklerini umursuyorlar. Aşırı rekabetçi bir toplumun içindeler, kaygı ve depresyon onları bütünüyle etkiliyor; gözyaşı döküyor, anksiyete yaşıyor, gevezeleşiyor, savruluyorlar.

Köşeye sıkışmalarının nedeni, arzunun sürekli kışkırtıldığı bir hayatı yaşıyor olmaları. Yetinemiyor, kabullenemiyorlar. Biliyorlar ki o kadar da ilgi çekici değiller; eksikler, önemsizler, çalışmak, rekabet etmek zorundalar. Vasatlıkları konuşmalarından, cahilce kestirimlerinden, özentiliklerinden anlaşılabiliyor. Bir hayalet gibi gezinen mutsuzluk, belki de en çok buralarda kendini gösteriyor. Kendini yetersiz hissetmek, sürekli artan rakipler, harcayacak kadar para kazanamamak ve güvensizlik, mıh gibi akıllarda duruyor. Baba otoritesi karşısında özgüvenli Alper bile titrekleşebiliyor; alt sınıflarla, yoksullarla, travesti ve tinercilerle karşılaşıldığında korku ve tedirginliğe kapılıyor, bir an evvel kaçmak, evlere ve birbirlerine sığınmak istiyorlar. Sığınakta sesler farklı yankılanıyor elbette,  öfke patlamaları ve delikanlılık gösterileri, dönüp dolaşıp cinsel ilişkiye ve cinsel yeterliliğe indirgenen erkeklik halleri yaşanıyor. Kadınların bildiği, kullandığı, evirip çevirdiği hallenmeler bunlar. Alper, sırf Sinem rahatsız oldu diye göğüs kıllarını bir gösteriyle alev alev yakıyor. Utku, arkadaşı Özcan’a Sinem’i kastederek “kardeşin böyle manitalarla takılıyo…” diye yalan dolan böbürlenebiliyor. Sinem, eniştesinin tuhaf fotoğraflarını çekip ona karşı koz olarak kullanabiliyor.

Ve Sinem, ilginç ve başarılı bir çizgi roman, yarın da hatırlanacak. Orta sınıflara, metropole, şimdiki zamana bu kadar yakından bakan yerli bir çalışma konuşulmayı hak ediyor. 

Sabit Fikir, Ocak 2017

Perşembe, Temmuz 18, 2024

Altan Erbulak ve Gırgır


1981 yılında Milliyet Sanat, usta ve genç çizerlere Gırgır ile yaşanan yeni dönemi sormuş... Altan Erbulak da genç çizerleri değerlendirenlerden biri... Her zaman olduğu gibi iyimser ve teşvik edici bir cevap vermiş... Ben cevabından ilginç bir bölüm seçtim.

İlk kısım işin pratiğiyle ilgili... Gırgır'ı öne çıkartarak Aral'a hakkını teslim ederek dergi çalışanlarını "başka işe muhtaç etmeden" geçindirmesinin altını çizmiş...Bizatihi kendisi, o tarihte aşağı yukarı yirmi beş yıldır telifle geçinen bir çizer... Pek çok başka işi, örneğin oyunculuğu çizerlikle birlikte sürdürüyor, öyle ya da böyle, tek işle geçinememiş... Hele ki onun döneminde bir çizerin tek bir yerde çalışarak geçinmesi mümkün değil...Dergiler az satıyor ve az sattığı için telifler yeterli değil... Ta ki Gırgır'a kadar...

İkinci kısım, biraz espriyle anlatılmış... Tezgah denmiş, iş yetiştirmek denmiş, genç çizerlerin birlikte çalışırken, çizgilerinin birbirine (aslında Oğuz Aral'a) benzemesini "üzüm üzüme bakarak" deyimiyle betimlemiş... anlıyoruz ki Erbulak, gazetecilikten gelen bir refleksle "iş yetiştirmeyi" ve "iyi telif ödenmesini" yeterli görüyor... Benzemek (veya özgün olamamak) meselesini geçici bir durum olarak sayıyor. Dergi çıkarsa, telifler ödenirse o da düzelir diye bakıyor muhtemelen...

Gırgır'da, Aral'la birlikte çalışmasa ne derdi, nasıl bakardı bilemeyiz ama bence bu düşüncesi  değişmezdi, ısrarla yinelerdi.

Çarşamba, Temmuz 17, 2024

1935 Model Maganda

Malumunuz, popüler kültür ve argomuzda "maganda" nitelemesi var, bir tahkir ifadesi olarak yaygın olarak kullanıyor. Hıdır, herif, apaş, kırro, hanzo, zonta gibi türevlerni de biliyoruz, duyuyoruz. Şehir hayatına uyum sağlayamayan, eğitimsiz, kaba saba birilerinden söz ederken söyleyiveriyoruz.

Yukarıdaki görsel, otuzlu yıllarda çıkan bir kapak karikatüründen ayrıntı... Mayolu genç kadın hakkında konuşan iki erkeğe dikkatinizi çekmek istedim. Maganda olduklarını hemen anlıyorsunuz değil mi? Sanki, doksanlı yıllarda çizilmiş gibiler, Ahmet Yılmaz'ın, Mehmet Çağçağ'ın tiplemelerini birebir andırdıklarını bile düşünebiliriz... Halbuki altmış yıl önce Ramiz çizmiş... 

Magandalar genellikle Özal ile özdeşleştirilirdi, yani onun populizmiyle salına salına dolanırlardı filan... Beyoğlu'nu tarumar etmişlerdi vs vs... 

Oysa sadece yukarıdaki karikatür bile o tahkirin döneme özgü olmadığını ispat ediyor, önceden de yaşadığını, hatta sadece tahayyül olarak değil karikatürleştirirken bile benzerlikler taşıdığını gösteriyor. Adı Maganda değil de Haso olabilir ama var mı, var... 

Üstelik, birbiriyle zıt olarak tanımlanan ve hatırlanan iki ayrı tarihsel dönemde dahi yaşıyor, Özal ve Atatürk dönemlerinden söz ediyorum.

Salı, Temmuz 16, 2024

Çetin Özkırım

Başlığa bakmayın, ismini Çetin A. Özkırım diye yazardı... Aşki imiş o "A"... Mahlas mı, gerçek ismi mi bilmiyorum. Kapak ilüstrasyonundaki çinileme dikkatimi çektiği için aldım kitabı. Özkırım, normalde bu denli çini atmaz, handiyse ligne clair ölçüsünde konturlar atar, resmedeceğini öyle resmederdi. Kim yapmış diye aldım, hafif tertip şaşırdım.

Çizgi dünyamızın farklı ilgileri olan okur-yazar sanatçılarından biriydi Özkırım, ilüstratörlük dışında sinema eleştirmenliği yapardı. Ben kendisini 1985 yılında Videosinema dergisinde çıkan hatıralarından biliyorum, ilk kez orada okudum. Seneler sonra, Düş Erimi isimli bir anı romanını okudum, galiba, ellili yıllara "basın ressamları" gözüyle bakan, cumhuriyetin ilk çizgi romancı ve karikatüristlerini ucundan kıyısından (hatta ortasından) anlatan tek romandır. Meraklısı kaçırmamalı...

Çizgi roman da yaptı ama çok da sebat göstermedi, belki ilgisini çekmiyordu, belki o ağır işçilik gözünde büyüyordu. Ben tarz olarak Ferit Öngören'e çok benzetirim. Üretseydi, edebi tatları olan işler çıkarabilirdi. 

Pazartesi, Temmuz 15, 2024

Bret Easton Ellis

Oğlum dün gösterdi, rastgelmiş, "Baba bu sen değil misin?" dedi, instagramda lisans eğitimi aldığım Bilkent'le ilgili bir paylaşım olmuş, 1993 yılına ait bir video benim görüntülerimle başlıyormuş...Daha önce hiç görmediğim için şaşırarak baktım, nostaljik bir kurgu yapmışlar, e bana da o hissi yaşattılar. Kişisel olarak bir tekiyle bile iki çit laf dahi etmediğim insanlarla aynı videoda görünmüşüm...

Bilenler biliyor, doktora yaptım, o kadar okudum, herhangi bir mezuniyet törenine katılmış değilim, nedenleri bana kalsın, uzak dururum böyle şeylerden... Görüntüler balodan, "param yok" demiştim, geleyim diye arkadaşlar arasında öyle bir tazyik oldu ki, "para almadan" beni Hilton'a, o baloya soktular. Öküzlük de bir yere kadar, yalan yok rakı içtim, demlendim, güldüm eğlendim, geçti gitti... Üniversiteden arkadaşlarımla otuz yılı geçmiştir, bir kere bile biraraya gelmedim, zaten cemiyetçilik, dernekçilik, okulculuk  hiç yoktur bende... 

Bunlar bana dair mırıltılar, asıl şu sebeple yazdım bu yazıyı... Biri beni videoya çekmiş ve benim haberim yok... Otuz küsur yıl sonra karşıma çıkıyor. Kimse çekebilir miyiz diye sormamış, ben poz vermemişim... Yazılı izin vermemişim filan... 

Malum, film ya da dizi çekiyorsanız, ekranda-perdede görünen herkes için yazılı izin almak zorundasınız...Bu durum o kadar sıkıcı ki, sokak insanlarla dolu olduğu için sokağı çekemiyorsunuz... Eskiden böyle bir özen etiği-hassasiyet ya da dava açılma korkusu yoktu...

Demem o ki, Bret Easton Ellis tadında bir "romana" meze edilmişim, farkında bile değilim, belki istemiyorum kardeşim...Alla alla...

link

Pazar, Temmuz 14, 2024

Oruç


1933 yılından, Ramiz (Gökçe) çizmiş. Siyasi propaganda amaçlı, "mejaş" veren türden...Yeni cumhuriyetin onuncu yılı, üstelik Ramazan ayı, espri o bağlamdan çıkmış... İlgi çekiciliği şu yüzden: üst başlık Laiklik vurgusuna dayalı, Tüccar "ikram" ediyor, Memur "yemem" diyor. Memur, Laik Türkiye'de komisyon, bahşiş ve rüşvet almıyor artık mı demek istenmiş yoksa hafif sarakaya alarak soruyorum, Ramazan vesilesiyle, geçici olarak mı almıyor denmiş, bence belirsiz. 

Tüccarın, ticaretle uğraşanların her zaman kötü niyetli, düzenbaz dalavereci çizilmesiyse ayrıca incelenmeye değer. O tüccar Yahudi olunca, Amerikalı olunca, İngiliz olunca rahat konuşuluyor ama yerli olunca hafiften yalpalıyorlar aslında. Bu karikatür, o yalpalayan karikatürlerden. 


Halbuki 1939 tarihli şu karikatüre bakın..."Bazı Yahudi Tüccarlar" dese de çok net...Fıçının içinden fare olarak çıkıyor Yahudi...Bir de "açık göz" ifadesine dikkat! Otuzlu yıllarda bu bir aşağılama ifadesi...Zaman içinde yumuşayıp olumlu nitelikler kazansa da o günlerde açıkgöz olmak küfür anlamında. Tüccar dediğin açıkgöz olmak zorunda olduğu için baştan kirlenen ve kirli olan biri.


Bu benim çok sevdiğim bir karikatür , 1931 yılından. Serbest Fırka'ya karşı çizilmiş. Liberalizm, İngiltere'den kovuluyor. Bir kadın olarak çizilmiş, kahpe olarak niteleniyor, Fethi Okyar'a koşuyor...(Akbaba, 8.10.1931). Türkiye'de liberalizm denince ne anlaşıldığını gösteren bir zihniyet bu...Ticaretle liberalizm, tüccarla liberal çoğu zaman eş anlamda kullanılıyor. Daha ağır konuşulmak istendiğinde "fahişe" "orospu" klişesine başvuluyor. 

Uzun hikâyeler... Rejimin düşmanlarını sıralamak lazım aslında...Bugünün hakim ve muhalif zihniyetlerini anlamak için o çok satanlar listesini arada bir yoklamak lazım. Çünkü onun da ticareti var...

Cumartesi, Temmuz 13, 2024

Etmeyesin kazanır

Malum, dil dediğimiz şey yaşadığı için sürekli değişir, şu yanlıştır, doğrusu bu değildir demek her zaman da "doğruya" varmaz. Yukarıdaki görsel bir kitabın iç ve dış kapağı...

Etmeyesin-Etmiyesin ayrımı sizin de gözünüze çarpmıştır, dizgiyi yapan matbaa işçisinin hatası gibi görünüyor ama otuzlu yıllarda, gazete ve dergilerde, hatta akademik metinlerde dahi ikincisi lehine yoğun bir kullanım var, daha sonra "doğrusu bu değil" diyerek başka bir tercihte bulunuluyor. 

Tercih diyorum çünkü sahiden de bir tercih bu...Mutlaka bir açıklaması yapılabilir ama doğrusu "etmiyesin" olmalıydı diyerek de bir tazyik yapılabilirdi, gel zaman git zaman müfredatta veya basında giderek kaybolur bu kullanım...

Biliyorsunuz, alfabemiz belirlenirken işte Q ve X gibi harfler dahil edilmez ve yıllar yılı, aralıklarla bu mesele konuşulur, üstelik bu konuşmalar mutlaka bir rejim tartışmasına evrilir. Ben o tartışmaya dahil olmadan şunu yazayım, benim soyadım, Q harfi kullanılıyor olsaydı "Canteq" diye yazılacaktı ve bence bugün kimseye tuhaf gelmezdi, çünkü dil sahiden de dinamik, savrulan, etkilere açık bir şey...Şimdi "etmiyesin"i görüyor ve aa yanlış diyoruz. 

Cuma, Temmuz 12, 2024

18

On sekiz yaşım, fotoğraf annemden çıktı, hiç hatırlamıyordum, şaşırdım...Bakarken bir burukluk çöktü içime. Kırılgan ve mutsuz bir dönemimdi, rahmetli babam ve annem, sinema okumama izin vermemişler, kestirip atmışlardı. Ne olacağımı bilemediğim, ne yapsam eksik kalacağım bir gelecek vardı önümde, öyle hissediyordum. Şimdi gülerek yazıyorum ama o günlerde, dünyanın en mutsuz 18'i bendim, öyleydim... 

Perşembe, Temmuz 11, 2024