Çarşamba, Temmuz 31, 2024
Çizgilere Derkenar 38
Salı, Temmuz 30, 2024
Komünist Hula-Hup
Karnı acıkmasa, karısının balık pişirdiğini bilmese, ilk
durakta inip o rezaletin olduğu yöne doğru gerisin geri yürüyecek, o çember
çeviren kızı saçlarından çekerek yerlerde süründürecekti. “Yaparım, gözümü
kırpmadan yaparım,” diye söylendi, otobüsün içinde sesini yükselterek handiyse
bağırdı: “Hula-Hop da neymiş?”
**
Hürriyet gazetesinde Hula-Hup hakkında bir yazı görünce
neredeyse çayını dökecekti. Bir doktor köşesinde tavsiyelerde bulunuyor, Hula-Hup’u
saatlerce çevirmeyiniz diyordu. Burhan Bey, gözlerine inanamadı, hiç
çevirmeyiniz demiyordu da… Yemekten sonra yapmayınız ne demekti? “Adam, niye çeviriyoruz
onun bir cevabını versene,” diyerek koltuğunda zıpladı. Gazeteyi paralayacaktı,
okumaya devam etti: “Çemberin içinde eğilip kalkmayın, lumbago ve bel fıtığı
bundan oluyor.” Burhan Bey, o kadar sinirliydi ki, “Lumbago nedir Allah’ın
adamı, dayının yeğeni midir, komşunun evlilik çağına gelmiş kızı mıdır? Vücut
sağlam olsa kaç yazar, ahlâk çöktükten sonra…” “Adamın çaldığı türküye bakın,”
diyordu, “tansiyonu yüksek olanlar hiç başlamasın.” Yok bir de başlayacaklardı.
Bize gazete diye verdikleri paçavrada yazı neşreden muharrirler bunları
yaparsa, ahali neler neler yapmazdı.
Müzeyyen Hanım, kocasının kızarıp bozardığını görünce, “Yine
mi Hola-hop Burhan?” dedi. “Yahu hanım, etme eyleme.” Elleri titriyordu, “Mevsimlere
göre zıp zıp oynamayı, topaç çevirmeyi, uçurtma uçurmayı anlarım. Herkesin
beğendiği mahalli rakslarımızı, yabancıların hayranlıkla, takdirle
seyrettikleri zeybek oyunlarımızı da hatırlatırım. Hula-Hop nedir Müzeyyen?”
**
“Genç kızlarımız illa şuralarını buralarını
kıvıracaklarsa, sorarım sana çiftetelli neyimize yetmiyor?” Müzeyyen Hanım
oralı değildi, aklında akşama yapacağı zeytinyağlı fasulye vardı, artık bu
mevzudan gına geldiğinden lafın gerisini dinlememişti. “Yahu adam, sana ne elâlemin
kızından, kadınından, anası babası düşünsün… Amman canım,” diyerek mutfağa
yöneldi. Burhan Bey, sadece karısına değil, herkese kızıyordu. Kimbilir kaç yıl
çalışıp didinerek tıbbiyeyi bitirmiş bir doktor, gazetedeki köşesinde meseleyi
lalettayin geçiştiriyordu. Sadece o mu? Vali hazretlerine meseleyi anlattığında
başına gelenleri düşünüyor, gözleri doluyordu. Fahrettin Kerim Gökay, onu
dinlemiş “Daha mühim meselelerimiz var,” diyerek yürüyüp gitmişti.
Burhan Bey, anlayamıyordu, ağaç yaşken eğilir, balık
baştan kokar diyen atalarımız boşuna mı konuşmuşlardı! Genç kızlarımızın çember
çevirmesinden daha mühim ne olabilirdi? O genç kızların kalçalarını kıvır kıvır
kıvırmalarını normal karşılarsak, yozlaşmaya davetiye çıkarmaz mıydık? Bunu
yapan kızların bikini giymeyeceğini, rokunrol denilen dansı yapmayacağını kim
garanti edebilirdi? Daha mühim mesele neydi? Yeni apartmanlar, yeni asfalt
yollar yapmak mı? Ruhumuzu, iç huzurumuzu kaybettikten sonra o betonarmelerin,
yollara atılan ziftin ne hükmü vardı?
**
“Hepsini geçtim ,
sokak ortasında yakışmıyor,” dedi karısına. Müzeyyen Hanım’ın kulağı radyoda
çalan şarkıdaydı, kocasını yine geçiştirdi: “Ayol bize ne, bırak kıçı çıksın,
kolu çıksın, bağırsakları düğümlensin kıvırmaktan.” Burhan Bey, lahavle çekerek
susmayı tercih etti, tek bir cevap vermeden odasına girdi. Bir şey yapmalıydı.
Gece yarısı aklına gelen fikirle uyandı. Daha önce aklına
gelmediği için hem utanıyor hem de geç de olsa akıl ettiği için seviniyordu. Gün
ışıyana kadar gözünü kırpmadı.
Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gittiğinde, bir ihbarda bulunacağını
söyledi: “Komünistler evladım, komünistler hakkında ihbarda bulunacağım,” dedi.
Çevresindekiler hafiften duraladılar ve amirlerini beklemeye karar verdiler.
Karşılarındaki adam hali vakti yerinde, aklı başında, okumuş birine benziyordu.
Burhan Bey, kendiyle gurur duyuyor, birazdan söyleyeceklerini düşünerek mutlu
oluyordu. İstanbul emniyet müdürünün karşısına çıktığında kısa ve tok bir
ifadeyle başlayacaktı konuşmasına. Öyle de yaptı.
“Hula-Hop, bir komünist tertibidir,” dedi. Karnını içeri
çekmişti, neredeyse hazır olda duruyordu. Müdür, hemen cevap vermedi, önce
sigarasını söndürdü, sonra “Buyurun, oturun, tafsilatıyla anlatın meseleyi,”
dedi.
**
Burhan Bey’in iddiasının dayanağı Nâzım Hikmet’in
çemberlere dair methiyesiydi. Öğrenciyken bir kütüphane memuru okumuştu şiiri.
Nâzım, çemberi öyle lüzumsuz bir şekilde övüyordu ki manasız bulmuştu
duyduklarını. Üzerinden seneler geçmiş, sokaklarda gördüğü Hula-Hup’a
öfkelenirken birdenbire aklına gelivermişti o dizeler. Emniyet müdürü, Burhan Bey’i
dikkatle dinliyordu ama ortada Nâzım’ın yazdığı söylenen bir şiir yoktu. Tek bir
kelimesini hatırlamıyordu Burhan Bey. Üstelik Nâzım’ın şiirlerini bulmak mümkün
değildi, diğer yandan, bu iddiayı geçiştirmek de olmazdı. Söz konusu olan vatan
haini Nâzım Hikmet’ti. Burhan Bey’e çay kahve içirip evine bıraktırdı.
Ne yapacağını bilmiyordu, sümen altı edemezdi, kapısına
gelen biri, bir başka kapıya gider, kendisini de şikâyet ederdi. Hula-Hup’un ne
olduğunu bilmiyordu, genç polislerden birini çağırıp sordu. Altı üstü çocuk
oyuncağıydı. Komünistlerin propaganda araçlarını çocuklara kadar genişletmiş
olabileceğini düşünerek huzursuzlandı. Mesai çıkışında güvendiği bir amirinin
evine gitti. Hamdi Müdür, istihbarat için çalışan, komünistlere kök söktüren
dişli bir eski polisti. Ona durumu anlattı. Komünistlerle mücadeleye alışkın
olan müdür, büyük bir süratle neler yapılacağına karar verdi.
**
İlk olarak Hula-Hup ithalatçısı sorguya çekildi. Yahudi
asıllı tüccar, epeyce hırpalandı. Zavallı adam, karakoldan çıktığında “Bir daha
asla Hula-Hup satmayacağım,” diyerek çoktan yemin etmişti. İkinci olarak,
Burhan Bey, tutuklandı. Hamdi Müdür, Nâzım’ın şiirini bilen birinin mutlaka bir
sempatizan olduğunu düşünüyordu, bu ihbar, ona göre parti içi çatışmanın bir
sonucuydu. Takdir beklerken tekdirle karşılanan Burhan Bey, Sansaryan Hanı’nda
misafir edildi, günlerce, sabahlara kadar sorgulandı.
Hula-Hup, Aldo’nun getirip depoladığı malzeme bittikten sonra, bir yıl kadar yok sattı. Kapalıçarşı esnafı, Yunanistan’dan bir şeyler getirdi de ancak ondan sonra yeniden bollaştı. Burhan Bey, hem Hula-Hup sevdasından hem de vara yoğa dilekçe yazmaktan vazgeçti. Komünist şüphesi ona lakap oldu, yıllarca Kızıl Burhan diye çağrıldı. İlk zamanlar buna kızıp höykürse de çok geçmedi, işin ucunu bıraktı. 27 Mayıs’tan sonra solcu sanılarak itibar da gördü. Nâzım Hikmet’in çemberleri metheden bir şiiri bulunamadı. Hamdi Müdür, komünistlerle mücadeleye devam etti. Hula-Hup çeviren kızlardan kimileri sonradan bikini giydiler. Nereden biliyorsun derseniz, ben tanrı-anlatıcıyım, o kadarını da bırakın bileyim.
Pazartesi, Temmuz 29, 2024
Hayırsız Ada'nın Çelebi'si
Pazar, Temmuz 28, 2024
İhap Hulusi ve gönderilmeyen mektup
O tarihte 85 yaşında olduğuna göre 1983'te, Kenan Evren'e gönderilmek istenmiş... Niye vazgeçmiş bilemiyoruz, hali vakti yerinde bir aileden gelmesi, kendine ket vurmasını sağlamış olabilir.. Niye ricacı olacağım demiş olabilir...
Oysa mesele, ricacılık veya hali vakti yerinde olup olmamak değil... Telifle geçinen insanların geleceklerini teminat alamamalarıyla ilgili bir sıkıntı... İhap Hulusi'nin sonradan bir emekli maaşı oldu mu bilmiyorum...bu türden işler yapan herkes gibi yarın korkusu çektiği aşikar. Yarım asır iş üretiyor ve her bir işten sadece bir kere, o işi teslim ettiğinizde telif kazanabiliyorsunuz... O iş defalarca kullanılıyor, siz bundan miniminnacık kadar bile faydalanamıyorsunuz... Telifle geçinen sanatçıların genel sorunudur bu... Halen de adamakıllı çözülebilmiş değil...
Cumartesi, Temmuz 27, 2024
Yaban'ın erotizmi (2)
Cuma, Temmuz 26, 2024
Yaban'ın erotizmi (1)
Perşembe, Temmuz 25, 2024
Çekme lan!! fotoğrafları
Çarşamba, Temmuz 24, 2024
Kilise Direği
Ailede uzun boylu çok olunca, bu "boy" muhabbetine küçük yaştan alışıyorsunuz. Sizi her gören bir şeyler söylüyor, hele ergenlikte hızla boy atınca "aaa" ya da "ooo" diyen çok çıkıyor, "basket oynuyor musun" şu bu... Büyük gösteriyorsunuz, hemen fark ediliyorsunuz, kolay hatırlanıyorsunuz, kolay kolay gizlenemiyorsunuz filan...Ölçüleriniz farklı olduğundan giyimden kuşama, tavan yüksekliğine kadar her yerde sorun yaşıyorsunuz.
Azınlıksınız çünkü...Normal değilsiniz. Ben kendimce ironi yaparak "insana göre yapmışlar" derim üstüme göre, ayağıma göre bir şey bulamayınca...
Kilise direği o sebeple hoşuma gitti, ortalamanın dışında olanı mimleyen, onu ürkütücü ve garip bulan bir aklın-zihniyetin yakıştırması...
Not: Fotoğraf, 2.72 boyundaki dünyanın kayıtlı en uzun boylu adamına ait...Henüz 22 yaşındayken ölmüş...
Salı, Temmuz 23, 2024
Ferit Bey
Pazartesi, Temmuz 22, 2024
Kaligrafi
Blogu takip edenler rastlıyordur, bir süredir Altan Erbulak-Cafer ile Hürmüz orijinalleri topluyorum. Erbulak bantlarında kaligrafiyle ilgili ilginç vurgulara rastlıyordum. Kendisi mi yazıyor-tasarlıyor yoksa bir başkası mı yapıyor bilmiyordum. Sonunda öğrendim.
Yukarıdaki bantta Hattat Etem Çalışkan imzasını görünce mesele benim için aydınlandı. Bantın kaligrafisini her zaman Etem Çalışkan yapmasa da bir ara bunu denemiş, Altan Erbulak için dostane bir katkıda bulunmuş, öyle anlaşılıyor.
Çalışkan, benim çocukluğunda gazetelerde belirli günlerde yayınlanan Atatürk portreleri çizerdi. Yoğun emek gösterdiği hemen anlaşılan işlerdi. Sonra Kuran'ı Kerim'in Türkçesini elle yazmış, gazeteler de kuponla vermişlerdi. Gösterdiği hattatlık çabası haberlere konu olurdu. Görmedim ama Nutuk metnini de yazmış...Kendisine "milli ve manevi" hedefler koyuyor, incelikle uğraşıyordu diyelim, çalışkan insanlara zaafım olduğundan sohbet etmek, bir gününü nasıl geçirdiğini görmek isterdim.
Bugün balon yazıları bilgisayarda yazılıyor, kaligrafinin şahikasına-çok çok iyi örneklerine birkaç tuşla ulaşıyorsunuz. Etem Çalışkan'ın çabasını, Altan Erbulak'ın bir buluş olarak kullandığı-paylaştığı estetiğinin günümüzde bir karşılığı yok. Aa ilginçmiş denip geçileceğini hepimiz tahmin edebiliriz. Oysa hem bir meslekti, hem de bir zanaat olarak geliştirilmeye çalışılıyordu, üzerine kafa yoruluyordu.
Bilemiyorum, o çabalar, bir "müktesebat" olarak bilgisayar kaligrafisini ulaşmamızı sağlamış olabilir. Yol değil, yolculuktur önemli olan filan denir ya, o bakımdan önemli çabalardı bunlar. Diğer yandan e bu eziyet değil miydi diyenler çıkacaktır, çekenler dışında kimseyi ilgilendirmeyen bir enerji dolumu-boşalımı işte... Siz oflaya puflaya dağa tırmanıp, dağın öbür tarafına geçiyorsunuz, adamlar gelip dağın içinden geçen tünel yapıyorlar, yol kısalıveriyor...
Pazar, Temmuz 21, 2024
Yalancı Peygamber Tavsiyeleri
Muziplik ve ironi için dileyenler bana başvursunlar, onlara bir reçete yazabilirim (Hep doktorlar mı reçete yazacak?). Kıkırdamak için İhsan Oktay'a bakılmalı. Saat tamiri için Şule Gürbüz'e.
Tutku deyince Tomris Uyar, melankoli deyince Tezer Özlü, sokak deyince Orhan Kemal, heyecan deyince Sait Faik mırıldanmalı. Denize karşı bağırmalı, dağın sesini dinlemeli, saksağanları seyretmeli...
Betonu delmeli, betonu delmeli...
Cumartesi, Temmuz 20, 2024
Ölüler Cennete Gider (1984)
Korku dergisinin hastasıyım, yeni şeyler yapıcam, çığır açıcam filan öyle hayallerim var. Bu da o dönemden...iyi hissettirmişti bana...
Ölüler Cennete Gider, fena değildir yani :)
Tek bir öğretmene göstermedim tabi bu yazdıklarımı... Çizgi romana kimsenin değer verdiği yoktu...Göstersen, "niye bunlarla uğraşıyorsun" diyecekler... On bir yıl sonra üniversitede asistan oldum, o zaman dahi bunu söyleyen en az on profesörüm oldu...
Annemler zaten ilgilenmediler...Her kriz zamanı çizgi romanlarım yakılırdı. 2008 yılında Türkiye adına Frankfurt'a çizgi roman sergisi yapmaya giderken küçük bir özeleştiri yapmışlardı, "o zamanın doğrusu oydu" diye...
Üzülmüştüm, hatırlayınca yine üzülüyorum ama...bizi biz yapan hayal kırıklıklarımız değil mi? Bu kadar engel olmasa belki de sebat gösteremezdim... İyi tarafından bakıyorum.
Ha, kim ilgilendi derseniz, benim gibi bir kaç deli dışında kimsenin ilgisini çekmedi...Şöyle bir baktılar, "a güzel" filan derlerdi... Kenar mahallede büyüyorsan, ne ki bunlar... Boş bir hayal...
Hikayede asıl yük, çizer Sevfi Karademir'deydi... Yarı yaşındaydım, Amasya'da yok yoksul bir hayat yaşıyordu...Mektup arkadaşı olmuştuk. Amasya'ya hiç gitmedim ama o şehir, benim için Seyfi Abi demekti. Ortak imzamızla dört çalışma çıkarmıştık, o yılların mahir yayıncısı Ali Recan, çeşitli dergilerinde tek kuruş telif vermeden defaatla yayımlamıştı onları....
Cuma, Temmuz 19, 2024
Sistemde sıkıntı var
Cihan Kılıç, 1987 doğumlu; ilk albümü Ama Arkadaşlar İyidir, 2012’de çıkmıştı. Aşağı yukarı on yıldır dergilerde çalışıyor. Tarzı ve mizah anlayışı, bir ucu Tuncay Akgün’e bir diğeri Umut Sarıkaya’ya benzetilebilecek bir ayrıntıcılığa dayalı. Onlara kıyasla görsel dile, kareler arası akışkanlığa daha fazla önem veriyor. Çizgileri, frankofon havasında, mekanları fotoğraf ayrıntısında gerçekçi. En çok ilgi gören çalışmasına adını veren Sinem, orta üst sınıf diyebileceğimiz bir aileden gelen, Edinim (!) isimli bir vakıf üniversitesinde okuyan, biraz masum, biraz fettan, güzel bir zamane kızı. Hikaye, merkezinde Sinem’in olduğu ekseriyeti ona arzu duyan erkeklerden oluşan bir karakter kadrosuna sahip. Ve Sinem’in Amerikan sitkomlarından aşina olduğumuz yumuşak bir kötücüllüğü, espri yapmıyorum diyen bir espritüelliği var. Tiplemeler komik ve karikatürizeler, fonda gerçekçi İstanbul ayrıntıları resmediliyor. Aktüel siyasetle sınırlı bir ilgisi olmakla birlikte bu ilgi, orta sınıf mesafesi ve konuşkanlığını göstermesi bakımından ilginç.
Köşeye sıkışmalarının nedeni, arzunun sürekli kışkırtıldığı bir hayatı yaşıyor olmaları. Yetinemiyor, kabullenemiyorlar. Biliyorlar ki o kadar da ilgi çekici değiller; eksikler, önemsizler, çalışmak, rekabet etmek zorundalar. Vasatlıkları konuşmalarından, cahilce kestirimlerinden, özentiliklerinden anlaşılabiliyor. Bir hayalet gibi gezinen mutsuzluk, belki de en çok buralarda kendini gösteriyor. Kendini yetersiz hissetmek, sürekli artan rakipler, harcayacak kadar para kazanamamak ve güvensizlik, mıh gibi akıllarda duruyor. Baba otoritesi karşısında özgüvenli Alper bile titrekleşebiliyor; alt sınıflarla, yoksullarla, travesti ve tinercilerle karşılaşıldığında korku ve tedirginliğe kapılıyor, bir an evvel kaçmak, evlere ve birbirlerine sığınmak istiyorlar. Sığınakta sesler farklı yankılanıyor elbette, öfke patlamaları ve delikanlılık gösterileri, dönüp dolaşıp cinsel ilişkiye ve cinsel yeterliliğe indirgenen erkeklik halleri yaşanıyor. Kadınların bildiği, kullandığı, evirip çevirdiği hallenmeler bunlar. Alper, sırf Sinem rahatsız oldu diye göğüs kıllarını bir gösteriyle alev alev yakıyor. Utku, arkadaşı Özcan’a Sinem’i kastederek “kardeşin böyle manitalarla takılıyo…” diye yalan dolan böbürlenebiliyor. Sinem, eniştesinin tuhaf fotoğraflarını çekip ona karşı koz olarak kullanabiliyor.
Ve Sinem, ilginç ve başarılı bir çizgi roman, yarın da hatırlanacak. Orta sınıflara, metropole, şimdiki zamana bu kadar yakından bakan yerli bir çalışma konuşulmayı hak ediyor.
Perşembe, Temmuz 18, 2024
Altan Erbulak ve Gırgır
İlk kısım işin pratiğiyle ilgili... Gırgır'ı öne çıkartarak Aral'a hakkını teslim ederek dergi çalışanlarını "başka işe muhtaç etmeden" geçindirmesinin altını çizmiş...Bizatihi kendisi, o tarihte aşağı yukarı yirmi beş yıldır telifle geçinen bir çizer... Pek çok başka işi, örneğin oyunculuğu çizerlikle birlikte sürdürüyor, öyle ya da böyle, tek işle geçinememiş... Hele ki onun döneminde bir çizerin tek bir yerde çalışarak geçinmesi mümkün değil...Dergiler az satıyor ve az sattığı için telifler yeterli değil... Ta ki Gırgır'a kadar...
İkinci kısım, biraz espriyle anlatılmış... Tezgah denmiş, iş yetiştirmek denmiş, genç çizerlerin birlikte çalışırken, çizgilerinin birbirine (aslında Oğuz Aral'a) benzemesini "üzüm üzüme bakarak" deyimiyle betimlemiş... anlıyoruz ki Erbulak, gazetecilikten gelen bir refleksle "iş yetiştirmeyi" ve "iyi telif ödenmesini" yeterli görüyor... Benzemek (veya özgün olamamak) meselesini geçici bir durum olarak sayıyor. Dergi çıkarsa, telifler ödenirse o da düzelir diye bakıyor muhtemelen...
Gırgır'da, Aral'la birlikte çalışmasa ne derdi, nasıl bakardı bilemeyiz ama bence bu düşüncesi değişmezdi, ısrarla yinelerdi.
Çarşamba, Temmuz 17, 2024
1935 Model Maganda
Salı, Temmuz 16, 2024
Çetin Özkırım
Pazartesi, Temmuz 15, 2024
Bret Easton Ellis
Bilenler biliyor, doktora yaptım, o kadar okudum, herhangi bir mezuniyet törenine katılmış değilim, nedenleri bana kalsın, uzak dururum böyle şeylerden... Görüntüler balodan, "param yok" demiştim, geleyim diye arkadaşlar arasında öyle bir tazyik oldu ki, "para almadan" beni Hilton'a, o baloya soktular. Öküzlük de bir yere kadar, yalan yok rakı içtim, demlendim, güldüm eğlendim, geçti gitti... Üniversiteden arkadaşlarımla otuz yılı geçmiştir, bir kere bile biraraya gelmedim, zaten cemiyetçilik, dernekçilik, okulculuk hiç yoktur bende...
Bunlar bana dair mırıltılar, asıl şu sebeple yazdım bu yazıyı... Biri beni videoya çekmiş ve benim haberim yok... Otuz küsur yıl sonra karşıma çıkıyor. Kimse çekebilir miyiz diye sormamış, ben poz vermemişim... Yazılı izin vermemişim filan...
Malum, film ya da dizi çekiyorsanız, ekranda-perdede görünen herkes için yazılı izin almak zorundasınız...Bu durum o kadar sıkıcı ki, sokak insanlarla dolu olduğu için sokağı çekemiyorsunuz... Eskiden böyle bir özen etiği-hassasiyet ya da dava açılma korkusu yoktu...
Demem o ki, Bret Easton Ellis tadında bir "romana" meze edilmişim, farkında bile değilim, belki istemiyorum kardeşim...Alla alla...
Pazar, Temmuz 14, 2024
Oruç
Cumartesi, Temmuz 13, 2024
Etmeyesin kazanır
Etmeyesin-Etmiyesin ayrımı sizin de gözünüze çarpmıştır, dizgiyi yapan matbaa işçisinin hatası gibi görünüyor ama otuzlu yıllarda, gazete ve dergilerde, hatta akademik metinlerde dahi ikincisi lehine yoğun bir kullanım var, daha sonra "doğrusu bu değil" diyerek başka bir tercihte bulunuluyor.
Tercih diyorum çünkü sahiden de bir tercih bu...Mutlaka bir açıklaması yapılabilir ama doğrusu "etmiyesin" olmalıydı diyerek de bir tazyik yapılabilirdi, gel zaman git zaman müfredatta veya basında giderek kaybolur bu kullanım...
Biliyorsunuz, alfabemiz belirlenirken işte Q ve X gibi harfler dahil edilmez ve yıllar yılı, aralıklarla bu mesele konuşulur, üstelik bu konuşmalar mutlaka bir rejim tartışmasına evrilir. Ben o tartışmaya dahil olmadan şunu yazayım, benim soyadım, Q harfi kullanılıyor olsaydı "Canteq" diye yazılacaktı ve bence bugün kimseye tuhaf gelmezdi, çünkü dil sahiden de dinamik, savrulan, etkilere açık bir şey...Şimdi "etmiyesin"i görüyor ve aa yanlış diyoruz.