Perşembe, Temmuz 04, 2024

Özel bir ruh zerresi


Nereye gitseniz güvenlikçiler var. Çoğunun kıyafetleri polislere de benziyor. Hatırı sayılır bir iş sahası oldu. Gençlerle konuştuğunuzda anlıyorsunuz ki, bir meslek olarak özel güvenlikçilik pek gözde...Maaşı iyi, hem temiz iş, gideri var, olur yani neden olmasın filan diyorlar... Öyle adam akıllı şartı şurtu da yok. Niye bu kadar ilgi var diye sormanın gereği var mı? Açıklıyorlar işte.

Biliyorsunuz, Türkiye'nin hemen her yerinde, bağ bahçedeki, tarladaki mahsulü artık daha çok Kürtler ve kısmen de Türkiler topluyor. Karadeniz'de, Orta Anadolu'da, Akdeniz'de tütünü, çayı, fındığı, portakalı yerliler toplamıyor, hep dışarıdan birileri geliyor, çadırlarda kalıyor, mevsimlik çalışıyor, işlerini bitirip gidiyorlar. İnsan tabii şunu merak ediyor, oralılar, o mahsulün sahipleri, yakın köylerden birileri yok mu? Niye insanlar ta Urfa'dan, şurdan burdan geliyor, topluyor da, oralılar bu işlere yüz çeviriyor?

Sordum, yıllardır sorarım, parası mı az dedim? Çünkü, o paraya çalışacak adam bulamadığın için göçmenlere yönelirsin. Bir gün şahane bir cevap aldım, bana bu memleketi çok güzel anlatan bir açıklama gibi geldi hatta. Biri şöyle dedi, "parası iyi de iş ağır". Hakikaten şahane... Kimse, paraya az demiyor, o paraya o kadar çalışmak istemiyor.

Birkaç yıl önce bir matbaa sahibi, çalışacak ve iş öğretecek insan bulamadığından şikayet etmişti, geçtiğimiz ay, marangozluk yapan bir arkadaşım, vasıfsız birine en az iki bin lira vermesine rağmen insanların işi ağır bularak bin beş yüz liraya özel güvenlikçi olmayı tercih ettiğini anlattı. Zanaat öğrenmek, kendi işini yapmak, kazancını artırmak gibi öngörülerle ilgilenilmediğini söyledi.
İnsan, daha az para kazanacağı bir işi neden tercih eder?

Güvenlikçilerle konuştum, işin bir zorluğu yok, akşama kadar akıllı telefonla oynuyor, feyse bakıyor, binanın etrafında iki tur atıp gelenden geçenden kimlik soruyor, lak lak ediyorlarmış. Yerine göre değişiyor olabilir. Ben hep soruyorum, sohbet açıyorum. Bir ilgi yoğunlaşması olunca oldu olası merak ederim. İnsanlar neden bu kadar güvenlikçi olmak istiyor diye cidden bir cevap arıyorum.

Bir matbaacıyı ya da marangozu kimse görmüyor, sosyal olarak sınıflar arası, cinsiyetler arası karşılaşmanın olmadığı kapalı mekanlarda üretiliyor işler. Oysa bir güvenlikçi, avm girişinde her sınıftan insanı durdurabiliyor, üniformasıyla ayrıcalıklı ve "hoş" görünebiliyor. Bir performans sunabiliyor, suçlu arayabiliyor, filim çevirebiliyor, poz yapabiliyor.

Pembe İncili Kaftan'ı bilirsiniz, Muhsin Çelebi'den elçilik yapması istenir, iyi bir kıyafeti yoktur, gider tüm parasıyla bir kaftan alır. Sonra kendisine oturacak yer gösterilmeyince kaftanını yere serer,üzerine oturur. İşi bitip gideceği zaman da o kaftanı yerden almaz. Soranlara da "Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına (sırtına) koymaz... Bunu bilmiyor musunuz?" der.

Israr ediyorum, bu memleketin insanları tam tekmil gösteri insanı, performans sanatçısı... Kaftana para dökmek, o son sözün yaratacağı hayranlığı hayal etmek...

Türkiye'nin tuz ruhunu arıyorum diyeceğim matrak yapıyorum sanacaksınız.

[2017'de yazmışım, yineliyorum.]

Çarşamba, Temmuz 03, 2024

Dünyaya nasıl katlanırız?


Bizim çizgi roman üretimimiz, hele son kırk yılı hesap edersek, yoğun olarak mizah dergilerinde gelişti. Bugün, komik çizgili ve underground eğilimli hâkim bir üslubumuz varsa eğer, bunun asıl nedeni yazar-çizer tercihlerinden çok yayım mecrasının belirleyiciliğidir. Öte yandan dergide üretim yapmanın temel bir sıkıntısı varsa o da az kareyle (panel) anlatma zorunluluğudur. Dolayısıyla ister istemez hızlı ve o kısalık içinde ilgi çekmeyi amaçlayan, son karede -sürpriz sonda- odaklanan, tek etkiyle ilerleyen hikayeciliğimiz var demek gerekiyor. Mizah dergilerindeki üretimler bu yaklaşımın bugün dahi çok dışında değiller, bu tarzın eskidiğinin okur da farkında; yeni hikayeciler konuşulurken, onların ayrıntıcılığından söz ediliyor en çok. Hikayeden çok bir diyalog veya tahkiye içinde “ilgisiz” duran bir şey mesele edilebiliyor. Eskiden, okurun ilgisini dağıtacağı düşünülerek kahraman dışında kimseye, çevrede olup bitenlere, yan karakterlere neredeyse hiç bakılmazdı. Asıl olan kahramanın yolculuğuydu, yan hikayelerin ve teferruatların gereği yoktu. Eh, zaman değişti, beklentiler değişti, doğal olarak sadece hikayeler değil, çizgi roman da değişti. Çizgi romanlar hâlâ süratli, bol aksiyonlu şeyler anlatıyorlar ama sinema, televizyon ya da bilgisayar oyunlarının süratiyle baş edemeyeceklerini de biliyorlar. Grafik romanların daha fazla konuşulmasının bir nedeni de bu. Çok açık biçimde daha derin, daha insani ve mutlaka yavaş hikayeler anlatıyorlar. Grafik romanla çizgi romanın farkını anlamadıklarını söyleyenler oluyor, her defasında yineliyorum, anlamak için hikayeye bakılması gerekiyor, asıl farklılık tahkiyenin kuruluşunda çünkü. Yavaşlar, yavaş olmak zorundalar, ancak yavaş kalarak, karakter anlatarak “hayatta kalabilirler.”

Yakınlarda Sıradan Zaferler (Le Combat Ordinaire) isimli, Manu Larcenet imzalı bir Frankofon grafik roman yayımlandı. Türkçede yakın dönemde yayımlanmış en önemli on grafik romandan biri olabilir. İyi bir grafik romanda hemen dikkat çeken ve olması gereken bütün niteliklere sahip. İlk olarak, bir karakter ve onun psikolojisini; ikincisi, karakterin dönüşüm ve olgunlaşmasını içeriyor. Başkarakterin yolculuğu, bir şeyler öğrendiği, kendisini ve etrafını sorguladığı bir süreci anlatıyor. Sıradan Zaferler, 2003 ile 2008 yılları arasında yayımlanmış dört albümün bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Fransa’da önemli bir ilgi gören seri, ilk albümüyle 2004’te, Angouléme’de ödül kazanmıştı; sonra başka ödüller de aldı, 2014’te sinemaya uyarlandı. Manu (Emmanuel) Larcenet, 1969 doğumlu, yirmili yaşlarının sonundan itibaren yayımlanan elliye yakın albümün üreticisi, oldukça deneyimli ve ustalık dönemi işlerini çıkartıyor epeydir. Müzikle ilgilendiği, ilk gençliğinde punk kültüründen etkilendiğini belirtiyor. Siyasetle ve siyasetçilerle ilişkisinde, hazcılığı ve öfkesinde punk müziğin izdüşümleri kolaylıkla görülebiliyor zaten. Müziğe yaptığı atıflar, hikayelerini tamamlar nitelikte, doğru seçimler. 

Yazının girişinde bizim çizgi romanımızdan bilerek söz ettim, Larcenet bizim çizgi geleneğimizden çok uzak bir üsluba sahip değil. Ne ki biz bu yoğunlukta albümler çıkartamıyoruz. Telif getirisinin olmayışına veya azlığına bağlamak üreticilerimize haksızlık olur. Kastettiğim şey hikaye yavaşlığı, hayata ve olup bitenlere karşı bir eleştirel konuşkanlık. Hiç yapılmıyor demiyorum, Umut Sarıkaya’nın Naber dergisinde yaptığı edebiyat uyarlamalarını örnek olarak hatırlatacağım. Sarıkaya, o uyarlamalarda, sadakatli bir yorum yapmıyor, kimi yerleri ayıklıyor ve öne çıkartıyor, komik biçimde yerlileştiriyor vesaire ama edebi özgül ağırlığı bozmuyor, gidişatı bilerek hızlandırmıyor örneğin. Bir başka deyişle Larcenet ile birlikte aynı edebiyat bahçesinde geziniyorlar. Hatta yaptıklarını abartmamak için gösterdikleri ironik kayıtsızlık ve mizahi itirazlar bile bana göre benzer bir havadan nefes alıp veriyor.

Sıradan Zaferler, Marco isimli bir fotoğrafçının hikayesi. Seri, Marco’nun terapistiyle yaptığı konuşmayla açılıyor; tedavi gördüğünü, çeşitli anksiyeteleri olduğunu, panik ataklar yaşadığını, sakinleştirici ilaçlar aldığını öğreniyoruz. Bir terapistle konuşmaktan veya ilaçlarla yaşamaktan gocunmuyor. Çevresindekilerle uzun uzadıya konuşması, iç dökmesi ve anlamaya çalışması karakterinin tipik özellikleri. Kardeşiyle, annesiyle, sonradan kaybettiği babasıyla, çocukluğundan beri tanıdığı babasının iş arkadaşı Pablo’yla, sevgilisi Emilia ile derinlere dalarak sohbet ediyor. O konuştukça endişelerini, güvensizliğini, sorumluluktan kaçma arzusunu tartıştığını fark ediyor, sıkıntılarının bazen üstünü örttüğünü, bazen aşmaya çalıştığını anlıyoruz. Hikayenin çokkatmanlılığı en çok bu konuşmalarda kendini gösteriyor. Marco, ebeveynleriyle sorunları olan, babası gibi tersane işçisi olmaktansa Paris’e sanatçı olmaya giden orta sınıftan iyi eğitimli biri. Toplu taşıma araçlarından, arabalardan korkuyor, paniklemesine neden olan gerilimleri var, öfke ve neşe patlamaları yaşıyor, geçiştiriyor, yüzleşmekten kaçıyor, içine kapanıyor... Fotoğrafçılık işini tutkuyla seviyor ama çektiği fotoğrafları yetersiz ve başarısız buluyor. İnsanlardan olabildiğince uzak duruyor, önce kız arkadaşıyla birlikte yaşamak istemiyor, sonra baba olmaya yanaşmıyor, kızı doğduğunda işleri Emilia’ya bırakmak istiyor ama nevrotik kişiliği nedeniyle hiçbirinden uzak kalamıyor.

Albümün ilk bölümlerinde belli belirsiz kendini gösteren politik tutum, Marco’nun ilk gençliğinde çalıştığı, babasının emekli olduğu tersanenin kapatılacak olmasıyla birlikte belirginleşiyor. Marco, bir sergi için işçilerin portrelerini fotoğraflamaya başlıyor. Geçmişini inkar ettiği için iş gibi baktığı bu fotoğraflar giderek hayatının merkezine oturuyor ve babasından yadigar gibi gördüğü yaşlı işçilerle vakit geçirir oluyor. Albüm, 2002 Seçimleriyle, Sarkozy’nin başkan oluşuyla bittiği için siyasi bir yüzleşme de yaşanıyor. Marco’nun nevrotikliği gibi Paris’le taşra, sağla sol, sahicilikle pozculuk, mahalleyle büyük siyaset, göçmenlerle Fransızlar, Müslümanlarla Hıristiyanlar, Fransa’yla Cezayir de diyaloglarda karşı karşıya geliyorlar. Larcenet, o bölümlerde birbirleriyle çelişen pek çok görüşü farklı karakterlerin ağzından aktarıyor. Kah mırıldanarak, kah bağırarak, kahrederek…

İlginç ve önemli bir albüm Sıradan Zaferler. İyimserliği, gevezeliği ve mizahı başarıyla harmanlamış. İyimser çünkü her karakter şu ya da bu şekilde, birbirini dinliyor ve anlamaya çalışıyor. İnsanların birbirini dinlemediği bir çağda yaşadığımız için bu vurgu bile albümü iyimser kılabilir. Komik çizgileri olmasına ve mizahı kullanmayı sevmesine karşın çok da abartılı olmayan sakin ve mesafeli esprileri var. Mizaha, karakteri derinleştirmek için başvuruyor veya karakterleri espri yaptıklarının farkındalar. Mizahın kullanımı ve politik eleştirellik, o komik çizgileri ters köşe yaparak başka türlü gösteriyor. Laf uzamasın, grafik roman tutkunlarının kaçırmaması gereken bir güzellikle karşı karşıyayız.

Sabit Fikir, Şubat 2017

Salı, Temmuz 02, 2024

Faydalı Bilgiler Ansiklopedisi


1938 tarihli Akbaba kapaklarından biri. Dersim'de yaşananların nasıl algılandığını göstermesi bakımından ilginç elbette. O günlerde basın nasıl bir tutum aldıysa o yönde ve eğilimde bir kapak yapılmış. Kapağın çizeri Cemal Nadir...Nadir'in siyasi tutumlarına nedense pek değinilmiyor ya da hoşgörülüyor, bunu ilginç buluyorum.


1938 Baharında iki sevgili konuşuyor: "Dünya gözile biribirimizi görmek nasib olacak mı?"...Savaşın arifesindeler ama bana Gezi'yi hatırlattı...Maskeler, gaz ve durman vurgusu...


Öğretmen, sınıfta öğrencilere eski savaş silahlarını anlatıyor. İnsanlar o tarihlerde bir savaş çıkarsa topla tüfekle değil zehirli gazla öleceklerine inanıyordu. Beklendiği gibi olmadı. Soğuk savaşla birlikte bu zehirlenme korkusu misliyle artar, sıklıkla sivil tatbikatlar yapılır, evlere maskeler dağıtılır, okullarda özel dersler verilir. 1945-60 zaman aralığındaki global popüler kültür gaz maskesini çeşitli biçimlerde kullanmıştır ama asıl başlangıcı Büyük Savaş öncesidir demek istiyorum.

Pazartesi, Temmuz 01, 2024

Dört turist arkadaş...

Çok sevdiğim bir karikatür, Turhan Selçuk çizmiş, 1949 yılından, espriyi Refik Halid Karay vermiş olabilir, çünkü onun dergisinde çıkıyor ve o yılların başyazarları (yayının da sahipleri olduklarından), özellikle ilk sayfa karikatürlerinin esprisini de buluyorlar, bakmayın tek imzaya demek istiyorum...

Sınırdan giren dört arkadaşı tek tek sayalım:  Kaçakçılık, pahalılık, lüks ve verem... Birinin elinde gazete var, manşette şöyle yazılmış: "Turistlere müşkülat [zorluk] çıkarılıyor

Meğer bu dört arkadaş turistmiş... Espri altta yazılmış: "Turistler: Sen gel de şu gazetelerin yazdıklarına inan!" 

Turizler ve yabancılar ellerini kollarını sallaya sallaya gelip neler neler ediyorlar bize...denmek istenmiş...

Neden verem mikrobu yurt dışından geliyor ki diyen olmuş mudur mesela o yıllarda... Hani yoksulluk, iyi beslenememe, ısınamama filan değil doğrudan dışarıdan "inneyle" mi zerkedilmiş acaba bize... Vay vay... 

Sadece o mu? Bizde mesela sermaye yoktu, sermaye olmayınca sömürü yoktu, bunlar hep emperyal oyunlarla memleketimize şey edildiler... Biz ne biliriz efenim kapitalizmi, "bahalılığı", İngiliz sicimiyle bizi "oynattılar" işte... 

Yav he he mi diyordu genşler? Veya ne zaman "inanmamaya" başladılar...

Devam edelim, görür görmez dikkat çekiyor,  "lüks" neden kadınlarla özdeşleştirilmiş veya... Bugün olsa correct bulmaz ve kiliktivizmle madara ederiz değil mi? Eleştiren genç kadınlar çıkmış mıydı acaba? 

Dönemin ruhu diyoruz, o senelerde öyle bir siyasi iklim vardı diye açıklıyoruz filan... Oysa popüler kültür, tuhaf bir devamlılıkla yaşar, eskidi sanırız, geçti modası deriz, tabii ki eskir ve modası geçer ama o işin görünen tarafıdır, zihniyet ve o popüler inanış, bukalemun gibi başka başka kostümlerle hayatına devam eder. 

Yukarıdaki karikatürdeki espriyi iki önemli sanatçı akletmiş, kapağa taşımışlar, nanik yaparlar, akıntıya kapılmazlar filan sanıyorsun... Nerdee? 

Dış mihraklar denilen "öcü" geçti mi, geçer mi, biter mi? 

Bu karikatürü seviyorum, çünkü bön ve kıt kafalı şovenizminin nadide bir örneği...Yoksa gabi mi deseydim?