Perşembe, Eylül 29, 2022

Son okuduklarım 62

Mor Etekli Kadın, çeşitli biçimlerde tanımlanabilir ama galiba en çok kara mizaha yakın bir novella, küçük komik sürprizlere sahip, tahkiyeyi sürükleyen en önemli unsur saplantı ve o saplantının nereye varacağına dair merak. Bir kadını, isminden anlaşılacağı gibi mor etekli kadını marazi bir tutkuyla takip eden birinin (?) yaşadıklarını okuyoruz. Giderek mesleki bir deformasyon yaşıyorum, novella nasıl çekilir diye düşündüm, anlatıcının twistleri nedeniyle "görselleştiğinde" güç kaybeder gibi geldi bana. Demek istediğim, kendi üzerine kapanan, güzel sürüklenen "yazılı" bir tuhaflık kurulmuş. Blankets-Örtüler, çok çok ünlü bir grafik roman, hatta türle ilgili ne zaman konuşulsa güzel bir örnek olarak illa ki ismen zikredilir. Ben dahi blogta bir iki kez yazmış, özel olarak bahsetmiş olabilirim. Türkçesi çıkınca yeniden okudum, aklımda güzel bir büyüme hikayesi olarak kalmış, tekrar okuduğumda gücünü gerçekçi finalinden de aldığını hatırladım. Çizgiler enfes, Craig Thompson başka işler de yaptı ama bence "battaniyeleri" aşamadı...
 
Kaybeden Hepsini Alır, tatlı-esprili, mutlu son'lu bir novella, Graham Greene, sanki Holivut'u düşünmüş de yazmış. Aşk, kumar, para, kıskançlık şu bu... Diğer yandan holivut demek bir tür tüketilmişliği de işaret ediyor, yani hikayenin romantizmi inandırıcı değil artık. Geçen birisi yazmıştı, çoklu-flörtler devrindeymişiz, aşktan çok beğenilmek ve bir sonraki partnere geçmek normalleşmiş filan... Sanıyorum insanlar telefonlarından yaptıkları yazışmaları aşk macerasından sayıyorlar. Bu kadar çok karşılaşmanın olduğu bir yerde gerçek de değişiyor. Laf uzamasın,  okuduktan sonra baktım, roman en az iki kere de sinemaya uyarlanmış.... Kitabın arka kapağında yayınevi önemli bir hata yapmış, Greene yerine Orson Welles resmi kullanmışlar, komik olmuş... Aşk bahsinden devam edelim Moderato Cantabile, kısacık bir Duras romanı, okuyanlar bilir, hanımefendi bir his, bir durum, bir rutinle uğraşmayı sever, bir kadınla bir erkek karşılaşır ve konuşurlar, sonra da tekrar tekrar buluşurlar, farkına varma hali, beyhudelik, erotik bir çekim ve süregelen hayatın gürültüsünü katar için içine...Sevecen ve yumuşak bir dille, illa da bir yere varmaya gerek görmeden "fotoğrafını" çekip gider. 

Çarşamba, Eylül 28, 2022

Gafletten uyanın

El ilanı muhtemelen, altmışlı yıllardan, benim tahminim 1963 yılından... Milli Türk Talebe Birliği'nin düzenlediği bir mitingin duyurusu. Meraklısı bilecektir, sol karşıtı toplaşmalar, soğuk savaş koşullarında devlet eliyle hararetlendirilir, çeşitli dernekler ve yayınlar çıkar ortaya. Altmışlı yıllarda epeyce ayrışır, milliyetçiler çoğalır, çeşitlenir diyelim. 

Bu türden eylemlerde benim ilgimi çeken şeylerden söz edeceğim. İlk olarak, Balkan göçmenlerinin bu tür etkinliklerde faal olarak yer alması bana oldum olası ilginç gelir. İkincisi, demokrasiyi savunan çok satar gazeteler mutlaka komünistlikle suçlanırlar. İlk aklıma gelenler Akşam, Dünya, Vatan gibi gazeteler... Üçüncüsü, gazetelere reklam veren özel şirket sayısı az olduğu için onlara yönelik tehditlerle de karşılaşırız. İşte Koç şirketine, Burla Biraderlere siyah çelenk bırakılır filan... Reklam vermeyin korkutması-baskısı ilginçtir. Dördüncüsü, Atatürk'ün anti komünist olduğuna yapılan vurgulardır... Beşincisi, taşınan kimi dövizleri severim:  "Domuzdan post Moskof’tan dost olmaz" gibi bilinenleri geçiyorum, "Ananız Katerina mı?" beni halen güldürür, uzun zaman esprisini yapmışımdır.  

Soru şu, bu eylemler olmasaydı ne olurdu, bir "what if" edasıyla soruyu bırakıp çekiliyorum. 

Salı, Eylül 27, 2022

Eve sığamıyorum

Nijat Özön'ün bir mektubu, kime yazdığı belirsiz... Belki bir sahafa, belki kitapsever bir dosta...Eve sığamadığı için kitaplarını satmaya karar vermiş, arkadaşına duyuruyor, ya sen al ya da alacak birisini bulmam için bana yardım et... demiş.

Okurken içim burkuldu, eğer iddialı bir kütüphaneniz varsa, yaşınız da ilerliyorsa, ölümlü dünya, kaçınılmaz olarak arşiv ve kitapların akıbetini düşünüyorsunuz...

Pazartesi, Eylül 26, 2022

Pulp ve Erotik Savrulmalar


Bukowski seviyorsanız, hikâyelerinden çizgi romana uyarlanan Bütün Atlar Kaybetmeye Koşar albümünü mutlaka edinin diyeceğim. Yazının sonunda paylaşılacak bir yargıyı ya da tavsiyeyi peşinen açıkladığımı biliyorum. Sahiden yazara sadakat göstermiş, bunu yaparken de yazarının gerisinde kalmamış nitelikli bir çalışmayla karşılaşacağınıza inanıyorum. İhtimamla çizilmiş, yoğun emek harcanmış, işçilik ve zerafet içeren bir albüm bu. Mathlass Schultheiss, 1946 doğumlu Alman asıllı bir çizer. Endüstriyel üretimlere mesafeli duran, kahramanın değil yaratıcının-auteur'un çizgi romanın temeli olduğuna inanan Avrupalı öncülerden biri. Çizgi romanı sanat sayan, anaakım anlatıların ve geleneksel eğilimlerin dışına çıkarak yeni bir gerçeklik düzlemi kuran Avrupalı üreticilerden söz ediyorum. Schultheiss, çizgi romanın sanat çağında önemli avant-garde dergilerde çizdi, çizgi romanla edebiyatı bir arada düşünen sanatsal arayışların içindeydi. O yıllarda edebiyata yaklaşma arzusu, çizgi romanın küçümsenmesine, bir anlatım aracı olarak azımsanmasına yönelik bir tepkiden çıkıyordu. Ucuzluk, vasatlık, yavanlık ve basitlik, çizgi romanla eşleştiriliyordu. 1970'li yılların Fransa'sında pek çok genç çizgi romancı, bu algıyı kırmak (ve kendi isimlerini duyurmak) adına edebiyatın saygınlığına sığındılar. Çizgi romana göre daha yavaş gelişen hikâyeleri, karakter derinleşmesi ve dramatizasyonuyla edebiyat, onlar için verimli bir kaynaktı. 

Schultheis'in özel bir sempati gösterdiği muhakkak ama Bukowski tercihi, yetmişli yılların çizgi romancılarının edebiyatla kurdukları ilişkiyi açıklar nitelikte. Eğri oturup doğru konuşalım, Bukowski, büyük edebiyatın yetkin bir örneği sayılamaz, pulp aurasına yakın bir basitlikte yazıyor herşeyden önce. Dilinden çok hikâyesinin çarpıcılığına dayandırıyor yazarlığını. Argoya, cinselliğe, içkiye ve diğer yasak hazlara yükleniyor. Amerikan taşrası, beat kuşağının yolculuk fantezisi, underground edebiyatının ters-yüz edici edep teşhiri, erotik yazının cesur ve doğrudan dili var yazıp çizdiklerinde. Bukowski hepsini andırarak ve hepsinden beslenerek, erkek - ergen bir okura hitap ediyor. Onu farklı ve sahici kılansa, anti entelektüelist tutumu galiba. Taklit ettiği Henry Miller ile kıyaslamak bile farkı gösteriyor sanki. Hal bu olunca, Bukowski kolay anlaşılırlığı, pulp ve erotik savrulmaları, şehrin kenarını sağan ve abartan yönüyle, edebiyatla hemhal olmak isteyen gelenek-karşıtı çizgi roman ekolüne, ana akım anlatılarla didişen genç üreticilere ziyadesiyle uygun. Anlatabilmek için örneklendireyim, Tanpınar değil Ömer Seyfettin, Kafka değil O. Henry daha uygundur çizgi romana. Diyalogların çokluğu, kısa betimlemeler, hızlı değişen mekanlar uyarlamayı kolaylaştırır. Söz sanatlarını kullanıyor olması, çizgi romanı, roman ya da hikâye yapmaz. Görsellik ve ardışıklık ister istemez çizgi romanda daha önemlidir. 

Bukowski o kadar az sözcükle anlatır ki, yüksek edebiyattan tiksindiğini söyler; onun için aslolan harbi konuşan insanlar, yoksullar, orospular, ayyaşlar, barmenler ve diğer yoksullardır. Gerisi palavradır. Zenginler, entelektüeller, siyasetçiler, polisler, bürokratlar iki yüzlüdür vs. Siyasetle, sınıfla, yoksullukla ilişkisi diğer pek çok şey gibi yüzeyseldir, sempatiden öteye gitmez. Bu çerçeveden bakarsak, çizgi romanlar da siyaseten çok farklı değildir. Bukowski argosunun, erotizm ve coolluğunun çizgi romana çok uygun olduğunu düşünüyorum. Epeyce kez çizgi romana uyarlanmış olması tesadüf değil. Schultheiss, normalin dışında seyreden insan manzaralarını, marjinalliği, kendi kişisel hikâyeleri olan, aç ve arzu dolu kadın ve erkekleri, insanın insan sevmez doğasını iyi yansıtmış. Bekleyen, dikizleyen, konuşan ve konuşmayan tipleri iyi kullanmış. Moebius havasında çinisi, takdire şayan bir zanaatkarlık gerektiriyor. Özellikli bir çirkinlik ve koyuluk da istiflemiş. Bu yüzden iyi uyarlama-iyi albüm diyorum.

Son çeyrek yüzyılda hemen tüm dünyada koleksiyoncu ya da fan sahipleri olan, çizgi roman tutkunu butik yayınevleri ortaya çıktı. Flaneur de Türkiye'deki örneklerden biri, özellikle yabancı çizgi roman seçimleri ilginç ve tutarlı. İlerde ayrıca hatırlanacaklar.           



Radikal Kitap, 7.2.2014

Pazar, Eylül 25, 2022

Bir hayalet yazarın kıyamet senaryosu


Başlıktaki "hayalet yazar" nitelemesini mecazen kullanıyorum, Adam Smith'in "Görünmez Adam"ı gibi piyasayı yönlendiren, büyük bir korku hikayesinin anonim bir anlatıcısından söz ediyorum. Yaşadığımız dönemin krizlerinde, daha doğrusu bu krizi hikayeleştirirken-yaşarken birkaç ortak nokta hemen kendini gösteriyor.

Birincisi, popüler kültür hikayeleriyle reel hayat çok içiçe geçiyor ve haber, bilimsel veri ve yaşanan her şey bir film, bir bilgisayar oyunu ya da popüler bir anlatıyla benzeşiyor.

İkincisi, kapitalizm hepimiz üzerinde bir güvensizlik yarattığı için olup bitenlere "inanmıyoruz", yetkililere "güvenmiyoruz". Buna rağmen o kadar çok duyuyor ve o kadar maruz kalıyoruz ki, endişeleniyoruz. Her endişe de yeni bir hikaye üretimine sebep oluyor, hikayeler daha büyük (interaktif) bir korku senaryosuna hizmet ediyor.

Malumunuz, insanlar kıyamet hikayesi anlatıp kendi anlattıklarından korkarlar. Kıyamet hikayeleri, uygarlık tarihiyle yaşıttır, anlamlandıramadığımız şeylere karşı basiretimiz bağlanmıştır hep... Doğal felaketlerle, yeni hastalıklarla karşılaştığında insanlar "ölmeye yatarlar"

Yine ve yeni bir kıyamet hikayesinin içindeyiz... Hayalet yazarımızın bizi dehşete düşürdüğü, kendimiz ve yakınlarımız için korktuğumuz, ne yapacağımızı öğrenmeye çalıştığımız yeni bir sürecin faili ve mağduruyuz...

Anlatılan hikayeden korkuyoruz ama bu hikayenin bizim birbirimize anlata anlata büyüttüğümüz bir kıyamet senaryosu olduğunu çoktan unutmuş durumdayız. Tevatür, abartı, hakikat, manipülasyon, panik... hepsi var içinde...

Kimse sorsanız bunun kapitalizmin krizi, savaşı veya gürültüsü olduğunu söylüyor. Kimle konuşsanız herhangi bir gripten farkı olmadığını anlatabiliyor...Ama... aması...kimse sakinleşmiyor... Sakin kalmamızı isteyenler bile içten içe panikliyor çünkü...

Hepimiz bu kıyamet senaryosunun üreticileriyiz...Değil miyiz?

Bu hastalığı yeneceğiz ama senaryolarımız bitmeyecek...


Cuma, Eylül 23, 2022

Üçürdüm


İçki için kullanılır. Üç kadeh içilmelidir. Biri erlik, biri pirlik, biri aşk için içilir. Bu üçlemeye içkiyi
üçürdüm denir. Daha bilinen bir başka versiyonu ise “İçkinin biri yarar, ikincisi karar, üçü zarar,” deyişidir. Argoda aynı mantık cinsel ilişki için yinelenir.

Perşembe, Eylül 22, 2022

Temizlik


Beş altı yıl oluyor, Karadeniz kıyısında bir ilçedeyiz, maaile dolaşıyoruz. Bir iki kişiye pideci sordum, hemen herkes aynı yeri tarif etti. İyi dedik, madem ahali beğeniyor, gidip yiyelim.

Kaç zamandır, aklıma takıldı, herkese o lokantayı anlatıyorum. Lokanta, 1970'lerden kalma gibiydi, yerlere talaş dökülmüş, ıslatılmış, hemen her yerinde kir ve eprimişlik görebileceğiniz salaş bir mekandı. Böcekler, sinekler, lekeler...

Bana ders olduğu için başka türlü bir dikkat kesildim. Ahali benimle aynı fikirde değildi ki turiste, iyi bir yer sorana o lokantayı tavsiye ediyordu. Kimsenin o ortalamadan şikayeti yoktu. Benim sorun olarak gördüğüm şeyi orada yaşayanlar görmüyordu.

Bazen bir meseleye dışarıdan bakıyor ve eksiği, fazlayı hemmen görüyorsunuz. Ama size sorun olarak gelen şeyin sorun olarak anlaşılmadığını, aksine baştan ayağa normal sayıldığını anlıyorsunuz. Lokanta metaforunu kullanarak anlatayım. Lokanta sahipleri ve müşteriler, o lokanta konforunu yetersiz bulmuyorlar. Oradaki bir başka lokantayla kıyaslıyorlar ve ancak onlar arasında bir kıyasla, bir tanesini en iyisi sayıyorlar. "Misafirin gelse nereye götürürsün?". "İşte şuraya!".

O seyahat sırasında gayet güzel bir lokanta daha buldum ve böyle zamanlarda muhabbetçi olurum. Hemen gidip esnafla konuştum. Meğer oralı değilmiş sahipleri, biri Hataylı diğeri Ankaralı iki ortak açmış o temiz ve lezzetli işletmeyi...

İnandığım ve kendimce sınadığım bir şey bu... Yerliler değil ekseriyetle "yabancılar" kaliteyi yükseltiyorlar. Yabancılar derken yine bir mecaz kullandığımı belirteyim. O yerde, o işi yapan, onu tüketen birilerinin dışında birilerini kastediyorum... Yoksa kimseye o lokanta, o film, o roman, o oyunculuk, o müzik kötü gelmiyor. Böyle bir sorunları olmuyor... Aynı yere bakıyorsunuz ama onlara kirli ya da yetersiz gibi gelmiyor...Ancak yabancılar geliyor ve değiştiriyorlar.

Her işte dışarıdan gelenlere-bakanlara, arada kalanlara, yenilere, o alışkanlıkları bilmeyenlere ihtiyaç var. Ezber bozmak gerekiyor. Kulağa klişe geliyor biliyorum ama o lokantanın kirliliği başka türlü de fark edilmiyor. 

Çarşamba, Eylül 21, 2022

Sahil Boyu




Dedemin kartpostalları arasından çıktı, muhtemelen İstanbul'dan bir sahil görüntüsü. Tenhalık ilginç, kumsalın ferahlığı güzel. Fotoğrafı çeken odağı ayarlayamamış sanki...Tahmini olarak 1920'li yılların sonu olmalı, eldeki tek veri, sahilde yürüyen polisin kıyafetleri... Resmin 1933'ten sonraki bir tarihte çekildiğini sanmıyorum.

O tarihlerde bu türden yerlere plaj değil, banyo deniyor. Banyoya kimler gidiyor? Niye bilmiyorum, genellikle yerel-yerli halk değil, dışardan gelenler teşrif ediyor banyoya. Deyim yanlış kaçmasın, sonradan İstanbullu olanlar mesela. Ya da eğitimli insanlar, mayo hem her yerde satılmıyor hem de lüks harcamaya giriyor. Paraya kıyabilmek gerekiyor, ne bileyim belki kendini çıplak hissetmemek de var.

Bu türden tarihi plaj resimlerine bakarken mayoluları ararım, hatırlarsanız, denize donla uu gecelikle giriyorlardı diye şikayetler olur hep...Hani geçmiş hep nezahet, zerafet ve kibarlık doludur ya, öyle anlatılır ya... Öyle midir diye bakınırım, öyle olmadığını bilirim de yine de bakınıyorum işte.

İlgimi çeken şey şu, hepi topu otuz kişi filan var resimde, kalabalığın en yoğun olduğu yerde bir polis de yer alıyor. Fotoğrafçıdan bile işkillenmiş olabilir, neyi çekiyor bu beyfendi diye buluttan nem kapıp kıyıya kadar inmiş, voltaya başlamış olabilir. Mayolu kadın benim gördüğüm iki tane, gerisi elbiseli, kalabalık da mayoluların etrafına toplaşmış. Polis, asayiş berkemal mi diye, erkekler de kadınlar nerde-neresinde ne var diye bakıyorlar sanki.


Plaja gidenler hem ilgi çeker hem de yozlaşma numunesi olarak resmedilirler. Bizim istediğimiz ahlaklı-faziletli bir modernlik. 1938 tarihli Cemal Nadir karikatürü dün ve bugün kıyaslaması yapıyor. Dün'deki beyfendi şairane biçimde hanfendinin elini zerafetle tutmuş, "seni ölesiye seviyorum" derken...Bugün'deki mayolu çiftten Apaş kılıklı ham hamhalat, sigara içen sosyetik güzele "seni öldüresiye seviyorum" diyor. İkisinin de derdi başka. Güzel klişe bunlar, sarışın kadın ve bıyıklı erkek hotur hotur ahlaksızız biz diyorlar.

Oysa dün öyle miydi? Gel de içlenme!

Bu nostalji öyle kaypak bir şey ki... Ele avuca sığmıyor.

Salı, Eylül 20, 2022

Hayat, hikayeler olmasa...

"Bütün savaşlar, romanlardaki gibi hikayelerle doludur, değil mi?" Böyle bir sorunun o kadar çok cevabı var ki... Cercas'ın Salamina Askerleri kitabından (daha doğrusu çizgi roman uyarlamasından) bir alıntı yaptım.

İlk şunu düşünelim, bu hikayeyi bize kim anlatıyor? Çünkü o anlatıcı hikayemizin ilk aktörü ve kurucusu... Romanın yazarı bu soruyu sorduğunda karşısındaki yaşlı gazi kestirip atıyor: "savaşmak için değil savaşı anlatmak için savaşa gidenler" diyerek bir ayrım yapıyor, Hemingway'e de sallıyor. İnsanlar kesin konuşanları, muğlaklığı nihayetlendirenleri severler, onlara daha sahici, samimi ve dobra gelir çünkü. Hikayelerle dolu savaş mitini alaşağı ediyor, yapıbozumcu bir kestirimde bulunuyor. Oysa savaşın hikayelerle dolu olması da bir hikaye, romanlardaki olmaması da bir başka hikaye...

Askerdeyken, bir çocuk "savaşa" katılmak istiyordu, özel olarak "komutanlarla" gitti konuştu filan, merak edip sohbet ettim, İstanbulluydu, orta sınıftan ve iyi bir üniversiteden geliyordu, hayatıma bir anlam katmak istiyorum gibi bir şey söylemişti, milliyetçilik, intikam falan değildi derdi ya da bana öyle geldi, hikayesi benimle başka bir şeye dönüştü demek istiyorum. Onu ilk dinleyen yüzbaşı muhtemelen başka türlü hatırlıyordur bu bahsi. O İstanbullu çocuğun, arkadaşı-kardeşi "şehit" olmuş olsaydı, şahidi ya da anlatıcısı değişseydi, hikaye yine farklılaşırdı. Daha anlaşılır olurdu kuşkusuz, intikam daha kolay anlatılır çünkü...

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla seri katilleri konuştuk, ünlü katillerin biyografilerini okuyorum bir süredir, neden öldürdüklerini gerçekten anlayamıyoruz. Hep bir sebep-sonuç hikayesi anlatılıyor, katili de cinayetleri de birer hikayeye dönüştürülüyor ama aslında enikonu yok böyle bir şey... Muğlak kere muğlak cinayetlerle karşılaşıyoruz. Açıklayabilmek adına basitleştiriliyor, netleştiriliyor filan ama inanın değil...İntikam hikayesi gibi değil bunlar... Kriminoloji bunlarla uğraşıp duruyor...

Birbirimize anlattığımız her şey birer hikaye değil mi? Dünyayı ve yaşadığımız hayatı anlamak istiyoruz... O hikayelerle anlıyor ve yaşadıklarımızı anlamlı kılıyoruz. Hayat, hikayeler olmasa hiç anlaşılır bir şey değil... 

Pazartesi, Eylül 19, 2022

Ya Sabır

Eskişehir'de Bozkır için mekan gezerken rastladım bu duvar yazısına, şehrin en ünlü, sahiden  ilginç bir pavyonunun çalışanlara ait arka kapısının hemen yanına, binanın dışına yazılmış: "Ya Sabır Vella Kuvvet"... Haliyle doğru bir kullanım değil, "La Havle Vela Kuvvete" demek istenmiş ... Doğru olup olmaması çok önemli değil, içinde kahır ve isyan olduğu kadar, o kahır ve isyanın gösterisi var. Zaten o ilginç. 

Mekanı gündüz saatinde, yani kapalıyken gördüm, üç beş erkek ve kadın çalışan vardı, salıncakta sallanan yorgun bir konsomatris, karpuz kesen ve  "Gio benim arkadaşım" diyen bir bıçkın bir delikanlı, falan filan... Engels güzel güzel anlatırdı "serserileri", onlar işte...Küstah, yaralı, öfkeli, kendini üstün göstermeye çalışan vasıfsızlar... Ne kadar çok bağırırsa o kadar önemli olacak "istenmeyen" bir ses...Hem toplumdan korkan hem onu alaşağı etmek isteyen "ayak takımı"

Duvar yazıları nedense gençliğin dili olarak okunuyor, lümpenimizi de anlatıyor oysa.

Pazar, Eylül 18, 2022

Başıboş ve avare dolaşırken


Başıboş, Hollanda’da 2012’de yayınlanmış bir ilüstrasyon albümü (De Harmonie, Amsterdam). Anlaşıldığı kadarıyla, İstanbul’da bir dönem yaşamış, hatta kimi çalışmalarını sergileme imkânı da bulmuş, 1983 doğumlu genç bir çizerin Gijs Kast’ın üretimlerinden oluşuyor. Biz millet olarak diyelim, dışarıdan nasıl algılandığımızı merak eder, bir yabancının bizi nasıl anlattığına dikkat kesiliriz. Doğrusu, ekseriyetle Arap ve Ortadoğu hinterlandına ilişkin imge ve klişelerle niteleniriz. Dar sokaklar, tıkış tıkış pazar yerleri, çarşaflı kadınlar, ezan sesleri, biteviye pazarlık sahneleri ve erkek kalabalıklarıyla anlatılır İstanbul. Camii önünde pır pır uçuşan güvercinler, Galata Köprüsü balıkçıları ve sokak kedileri sık resmedilen manzaralardandır…

Son on yılda delice bir iştahla beşer beşer katlarını çoğalttığımız gökdelenlerimiz, oryantal kameranın ne aklına ne gönlüne girebiliyor demek ki. Turistler, Sultanahmet, Galata ve Eminönü civarında gezerek bilinen ve merak edilen İstanbul turlarını tamamlıyorlar. Kendi ülkelerinde görmedikleri teferruatlarla dolu bir açık hava müzesinde dolaşmak turistlere ziyadesiyle yetiyor. Bütün büyük şehirlerin birbirine benzediği dünyada eski halılar bulmak, fes satın almak, nargile fokurdatmak, göbek atmak, kebap yemek onlara büyük hatıra gibi geliyor. Oysa biz fes’e burun kıvırıyor, esnafın halıları döve döve eskittiğini, kebabın daha iyi yerlerde daha güzel pişirildiğini biliyoruz. Bizim İstanbul algımızsa ihtişam yaratmak üstüne, hayran bırakmak istiyoruz, turistin göz ucuyla bile bakmadığı büyük ve daha büyük şeyleri teşhir etmeyi arzuluyoruz, aklımızda hep bu var. Yarış ediyoruz, Ortadoğu ve Balkanların, Avrupa’nın en büyüğü, en gösterişlisi olmak istiyoruz. Onlarsa dönüp dolaşıp bize kirli, sakil ve çirkin gelen şeylere, otantiğe yöneliyorlar.

Gijs Kast, bu yabancı ilgisinin çok dışında kalan bir algıyla bakmamış İstanbul’a. Kediler, elektrik direkleri, simitçiler, pencereden aşağı sarkıtılan sepetler, klimalar, uydu antenleri, her yerde görülen bayraklar, bina desenleri, martılar, ahşap evler, pencerelerden bakan teyzeler, tek farklı aksesuarı renkli spor ayakkabıları olan çarşaflı kadınlar, baloncular, merdivenler, sünnet çocukları, düğün fotoğrafları, pembe çoraplı ağır abiler, büfeler, seyyarlar ilgisini çekmiş Kast’ın, tek tek çizmiş hepsini. Gerçi, bütüne bakıldığında, tamamı, telefonuyla, dijital makineleriyle, geniş objektifleriyle Galata’yı, gün batımını, simite pike yapan martıları, yan yana duran kediyle köpeği fotoğraflayan turistlerin “resim” tercihlerinden zerre farklı değil ama güzel çizilmişler.

Albüm belgeselvari bir tutumla hazırlandığından fotoğraf yardımı alındığı anlaşılıyor. Kast, önce şehri dolaşıp fotoğraflar çekmiş sonra da onları ilüstrasyona devşirmiş. Başıboş ismini seçmesi sanırım flaneur kavramını çağrıştırmasıyla ilgili. Sevmeden veya irrite olarak çevresine baktığını düşündürtmemiş, aksine böyle anlaşılmaktan çekinmiş, bu da çok belli. Gijs Kast, kendine has bir çiniye ve tipleştirmeye sahip. Vücutla oranlandığında tiplerindeki hafif büyük kafalar ve dar omuzlar ayrıca dikkat çekiyor. Ardışık desenler kullanmış, birbirini takip eden görseller albüme neşeli ve ironik bir hava katmış, bir müzik düşündüğünü hissettiren veya sayfalara bakana müziği hatırlatan bir devamlılık bu. Özetle ilginç, sevimli ama bildiğimiz türden oryantal bir auraya sahip Başıboş. Kast, devam ederse, çok daha iyi olacak bir çizer.

[2014]

Cumartesi, Eylül 17, 2022

Barbarella ve Safiye Sultan


Altmışlı yılların ikinci yarısında çıkan haftalık ABC gazetesinde yayınlanan Barbarella’yı okudum. Barbarella’yı ilk kez 80'li yıllarda Ankara’da ABC kitabevinde Fransızca albüm olarak görmüş, pahalı olduğu için alamamıştım. Yıllar sonra Türkiye’deki ilk yayınının G.Scognamillo aracılığıyla ABC gazetesinde gerçekleşeceğini öğrenecektim. Scognamillo, kendisiyle 1991 yılında yaptığım röportajda Jean-Claude Forest ile olan dostluğunu anlatmış, dizinin Türkiye’deki yayını sırasında yaşadıklarını aktarmıştı. O dönem çalıştığı gazeteye, Akşam’a önermiş örneğin, Forest telif de istemiyormuş filan ama gazetedekiler bu tutmaz diyerek ilgilenmemişler…

ABC, Kemal Uzan’ın gazetesi, tarz olarak (resimlerin kullanılışı, mizanpaj, fotoğraflar, spotlar, manşetler vs) Yeni İstanbul gazetesini andırıyor. Yeni İstanbul da Uzan ailesinin gazetesiydi. Popüler bir sol gazete olmak iddiasıyla ortaya çıkmış, transfer ettiği gazetecilerin kısa sürede ayrılmalarıyla (maaşları ödenmemişti) eski haline, klişe deyimiyle bulvar gazetesi biçimine geri dönmüştü. ABC, Yeni İstanbul’a benzer şeyler yaşıyor. Başlangıçta bir magazin gazetesi aslında ama edebiyat magazini de yapıyor. Ünlü edebiyatçılar, çizerler, eleştirmenler, çevirmenler yer alıyor gazetede. Sonra giderek skandal ve dedikodu gazetesine dönüşüyor. Barbarella gazetenin bu sürecinde “aralarda bir yerde yayınlanıyor”. Bir dönem çizgi romanlar yayınlayalım diye düşünülüyor muhtemelen. Barbarella tam sayfanın boydan yarısını kaplayarak yayınlanıyor. Hepinizin bildiği gibi Barbarella Frankofon kültüründe sansürle başı derde girmiş erotik bir çizgi roman. Filme  (elbette sansasyonelliği nedeniyle) uyarlanan dizide cinsel ilişkiye girmekten çekinmeyen, cinsel ilişkiyi bir tabu olarak görmeyen bir kadının serüvenleri anlatılır.

Barbarella’yı okurken, ilk olarak, ne kadar cesur, Fransa'da niye tartışılmış anlamak istedim, ikincisi bizde yayımlanırken nerelerde sansür edilmiş diye dikkat kesildim. Bazı kareler çıkarılmış, o anlaşılıyor çünkü… Peki erotizmi rahatsız edici mi derseniz eğer.. bir karşılaştırma yapayım. Yerli çizgi romanımız yaklaşım itibarıyla adult'turBarbarella ile kıyas götürmeyecek ölçüde "cesur", “açık” "tuhaf" sahneler içerir... Cinselliği imleyen sahneler o kadar çoktur ki... Daha bugün Azmi Nihad’ın yazdığı Şahap Ayhan’ın çizdiği Safiye Sultan’a (1953) baktım. Haremde cariyeler Safiye Sultan’ın ayaklarını o kadar beğeniyorlar ki ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını öpüyorlar. Bu sahne 1953 yılında Yeni Sabah gibi muhafazakâr bir gazetede yayınlanıyor. 

Şunu sorabilirsiniz, madem bu kadar çok var, alışığız, niye Barbarella sansürlenmiş? Onun üzerinde spotlar var, gazeteciler dikkat çekeceğini bilirler cevabını vereceğim.

[2006 yılında yazmışım]

Cuma, Eylül 16, 2022

Modern ve Amerikalı

Sahaflardan... 1938 yılında iki genç Baytekin (Flash Gordon) cildine bakarak-okur gibi yaparak poz vermişler, arkasında ebedi hatıra notu düşülmüş, ölmüşlere rahmet diyelim... Okuyan insanların fotoğraflarını topluyorum, resmi de o sebeple aldım. 

İlk çizgi roman okurları kimlerdi? Otuzlu yıllarda çocuk dergilerinde yoğunlaşıyorlar ama ebeveynler de okudular mı bilmiyoruz, ancak tahmin edebiliriz. Hep yazarım, bizim çizgi roman üreticilerimiz çocukları düşünerek iş üretmemişlerdir, ilk okurlar oldukları için bu önemli bir ayrım... Yani, Baytekin'i okuyanlardan bir kısmı ilk çizgi romancılarımız oldu. Turhan Selçuk, Şahap Ayhan, Suat Yalaz, Faruk Geç...liste çok uzun...Hepsiyle otuz yıl önce konuştuğumda ilk etkilendikleri çizgi roman olarak Baytekin ve Alex Raymond'tan hayranlıkla bahsetmişlerdi.

Fotoğraftaki gençlerin yaşları 16-18 arası gözüküyor, yukarısı olabilir ama aşağısı kesin değil...Üç dört yıl önce yayıma başlayan, filmleri seyredilen Baytekin'i okurken poz vermişler. Demek ki sadece çocuklar değil, ergenler de ilk çizgi romanların okurları olmuş. Ben büyürken, lisedeyken örneğin, çizgi roman da revaçta olmakla birlikte sınıfımda pek okuyan yoktu, "çocuk musun derlerdi"... 

Belki diyorum, bu fotoğrafın çekildiği yıllarda Baytekin çocuksu görülmüyordu, anlatı olarak modern ve Amerikalıydı, yeni (yeni olmasıyla itibarlı) geliyordu okurlarına.

Perşembe, Eylül 15, 2022

Milli Resimli Romanlar

Yetmişli yılların ortasında sağcı basın-yayıncılar, çizgi romanla ilgili millici iddialarda bulunmaya başlıyorlar, gördüğüm-okuduğum ilk örnek olduğu için paylaşayım istedim,  doksanlı yılların ilk yarısına kadar süren bir akım denebilir buna... Milli Sinema ya da Milli Edebiyat gibi, çizgi romanın millileştirilmesi, çizgi romanın mücadelenin bir aracı olarak yeniden konumlandırılması gibi bir niyetleri var. Geniş bir etkiden çok, arayışlardan, iddialardan, tek tük örneklerden söz edilmesi gerekiyor elbette.

İleride daha uzun ve detaylı yazmak istiyorum, kısmen değineceğim. Ülkenin politize olduğu bir dönem, hemen her şeye siyaset odaklı bakılıyor. Sadece sağcılar değil solcular arasında da çizgi romanı Amerikan emperyalizminin bir parçası olarak görme fikri tam o dönemde günbegün güçlenen bir klişeye dönüşüyor. Altmışlı yılların sonunda Refik Erduran ile Turhan Selçuk arasındaki bir polemiği hatırlıyorum mesela. Abdülcanbaz'ın ulusalcı bir kahramana dönüşmesi ve siyasi iddiaları falan yine o yıllarda başlar. Hakeza Dorfman ve Mattelart'ın Disney eleştirisinin popülerleşmesi...

Yukarıdaki önsöz Genç Osman-Han Buyruğu isimli iki çizgi romanı bir araya getiren kitaptan (1976?, Otağ Yayınları) ... Çizgi romanın nasıl anlaşıldığından söz edip, nasıl kullanılması gerektiğini anlatıyor. Sadi Yaver Ataman'ın yazdığı Genç Osman'ı Hamit Yüksek çizmiş, Mehmet Taşdiken'in yazdığı Han Buyruğu'nu ise Hasan Karal çizmiş... İkisi de erkekler arasında geçen tarihi savaş hikayeleri...Sert anlatılar, o sertlikleri nedeniyle bugün ancak +18 ibaresiyle yayımlanabilirler. 

Milli çizgi roman akımının çocuklar için örnekleri ise İleri YavruTürk (1977) dergisiyle denendi, Milli Eğitim'in, bakanlığın katkılarıyla çıkmış, enikonu başarılı bir denemeydi, CHP'nin iktidara gelmesiyle yayımının durdurulduğunu düşünüyorum. Doksanlı yılların başında Kültür Bakanlığı benzer nitelikte bir hamle yapmış, sağcı yazarların senaryoları reel çizgi roman çizerlerine çizdirilmişti. Kaba bir tahminle son otuz yılda yüzden fazla devlet yayını çizgi roman çıktı. 

Yarım asra yakın zaman geçti, Milli Çizgi Roman üretimlerine ve yoğunlaşmasına bakılınca  akla sadece Dede Korkut'un, Nasrettin Hoca'nın, Ömer Seyfettin'in, Oğuz Kağan'ın falan geldiği, özgün bir hikaye çıkarılamadığı, hele çizgilerin "arak" ve sevimsiz olduğu, okur nezdinde zerre ilgi yaratılamadığı görülebiliyor. Yani siyasetçi ve bürokratlar doğru bir iş yaptıklarını düşünerek para harcatmışlar, üreticileri hemşerilikten, sağcılıktan, hempalık ve yarenlikten girip iş üretip para kazanmışlar. Çıkan kitaplar da genellikle bedava dağıtılmış. 

İşin nereye vardığını bir kenara koyuyorum, başlangıçtaki iddia ve enerji bana ilginç geliyor. Genç Osman-Han Buyruğu örneğin, muhtemelen düşük telifle çizilmiş, daha önce hiç bu kadar yoğun çalışmamış iki genç çizerin elinden çıkmış, göz alıcı değil çizgileri, ardışıklık sorunları mevcut ama işin içindeki heyecan yüksek ve sırf o nedenle dikkat çekici. 

Salı, Eylül 13, 2022

Son okuduklarım 61

İki çizgi roman da edebiyat uyarlaması, büyük yayınevlerinin türle ilgili genel tercihi zaten bu yönde... Yayın listelerinde olan çok-satar ünlü bir yazarın çizgi roma uyarlamalarını bir yan ürün olarak yayımlamak gibi bir eğilimleri var. Cercas'ın ünlü romanı Salamina Askerleri, edebiyat ile akademik metin arasında salınan ilginç ve yeni bir romandır. İspanya İç Savaşına dair anlattığı hikaye gerçek mi değil mi bilmiyorum, o şüpheyle okumuştum, daha doğrusu gerçeklik iddiasıyla hiç ilgilenmemiştim. Çizgi romana uyarlandığını bilmiyordum, bilsem, görmek ve mümkünse okumak ister, bulmaya çalışırdım. Dilimizde çıkması güzel bir sürpriz oldu. İyi bir çizer elinden çıkmış ama nasıl desem, ilk bölümlerde bir akışkanlık kuramamış, metin ağırlıklı ve o metne vinyet çizer gibi ilerlemiş. Roman da ikinci kısım da açılırdı. Tatlı ve insani bir yoğunlaşma olur finale doğru.  Kütüphanedeki Ceset, en sevmediğim AG karakteri olan Miss Marple'ın bir serüveni, çocukken hiiç sevmez, nerde görsem oflayıp puflardım. Seksenli yıllarda çizilmiş gibi duruyor, sahiden ne zaman üretilmiş bakmadım, eski duruyor demek istiyorum, Milliyet Çocuk 'ta neşredilebilirmiş yani... Agatha Christie, malum, karakter çokluğunu, okurun kafasını karıştırmak ve şüpheli sayısını artırmak adına kullanır. Parlak bir hikaye değil ama fikir her zaman şahane: bir sabah uyanıyorsunuz, evinizde hiç tanımadığımız ve kim olduğunu bilmediğiniz bir ceset var. Nefis! 

Emanet Çocuk, konu seçiminden olabilir, anlatım biçiminden olabilir Dickens ritminde, o duyguyu veren bir novella. Kalabalık ve yoksul ailenin küçük kızı, çocuklarını kaybetmiş bir aileye kısa süreliğine emanet ediliyor. Bu kadar basit aslında, klişe bir tahkiyesi var, ama güzel, mesafeli, yalın bir diliyle insanı çarpıyor. Kendini okutan, okura saran ve meraklandıran bir yazarlık mahareti gösterilmiş... Şeytanın Çırağı ise yüz yıl kadar önce yazılmış iki novelladan oluşuyor, Japon polisiyesinin öncülerinden sayılıyormuş... Suç hikayesi demek daha doğru. Malum, roman anlatıcının kim olduğunu belirlemekle başlar, bir yazar için ilk roman karakteri anlatıcının kendisidir. İkisini de suçluları-suçun sorumluları anlatıyor, yaşanmış, olmuş bitmiş bir olayın hikayesini okuyoruz. Hemen anlaşılan bir eşcinsel romantizmi, melodramatik bir bayağılığı, olağandışılığı sevme hali var. Her iki novellanın en çok tempolarını sevdim, finali belirginleştirmek için yavaşlığa özel bir ihtimam gösteriyor yazar, "slow burn" snap ending'e çalışmış anlayacağınız. Güzel...

Pazartesi, Eylül 12, 2022

Çünkü biz

12 Eylül'den dokuz ay önce bir sol poster, "iyimseriz ve umutluyuz" demişler, ne desek az, askeri darbe ile memleketin, demokrasinin, ifade özgürlüğünün, sol siyasetin ve sivil düşüncenin üstünden silindir gibi geçildi...
 

Cumartesi, Eylül 10, 2022

Bozkır Kırıkhayıtlar

Bozkır ikinci sezon "Kırıkhayıtlar" için ekim ortasında motor diyoruz. Showrunner olarak bir ya da iki bölümün yönetmenliğini yapacağım. Yeni şeyler öğrenmeyi, mecra değiştirmeyi seviyorum. Deneyeceğim. Heyecan yok diyemem ama "kitaplardan biliyorum Allah sevenlerin ve serüvencilerin yanındadır." Bakalım göreceğiz... Meraklısına duyurmuş olayım.

 

Cuma, Eylül 09, 2022

Medyanın Palavra Cümleleri Bunlar...


Umberto Eco yaşadığımız dönemin en ilgi çekici entelektüellerinden biri. Son derece zeki, donanımlı, eğlenceli, sadece siyaset felsefesi ve sosyolojiye değil popüler kültüre de vakıf olan başka biri. Bu denli yoğun ve hızla değişen bir gündemde söz söylemek, sözünü dinletebilmek, etki yaratabilmek hiç kolay değil. Hem popüler olacaksın hem de derinlikli önerilerde bulunacaksın. Entelektüeller en az onun kadar okumak, yazmak ve eylemek zorundalar artık.

Eco'yu Türkçedeki ilk kitabı olan, 1985'te çıkan, Gülün Adı romanından beri tanıyoruz, neşeli ve iştahlı bir yazar oldu hep. Bütün eserlerini incelerseniz görülebiliyor: kolay anlaşılamayan koyu akademik kitapları da var, saçmalamayın diyen yüzlerce gazete yazısı da. Ve sanki her kitabında, hiç karamsar olmadı, okurken iki paragraf aşağıda fıkra anlatacak gibi durabiliyordu. Karamsarlıktan ziyade toplum ya da insanlar neden karamsarlaştılar diye sormayı tercih etti. Savaş çığlıkları atmadı, karşısındakini saldırganlıkla suçlayan saldırganlıkları olmadı. Metaforlarla konuşmadı, her defasında açıklamaya çalıştı. Bana hep yaşlı bir adam olan yazarlardan biri gibi gelir, bu bilmenin ve sakinliğinin sonucu. Şahane romanlar yazdı, meselelerini şahsileştirmedi, kolay kolay kimselere salak da demedi, demeye getirdi. Kendini tanrı katında saymadı. Eco'nun konuşkanlığı ve anlama çabası bazen onu orta sınıfın makbul ve mutedil feylesofu olarak da gösterdi. Bunu pek umursadığını sanmıyorum. Hayatın içinde kalmak istediği için gazete-dergi yazısı yazdığı veya hatiplik yaptığı anlaşılıyor. Bunu politik bir mücadele saydığı, ısrar ettiği, inatla hikayelerini sürdürdüğü çok açık . Gazeteciler günü yaşarlar. Eco ise hafızayı temsil ediyor, bize geçmişi ve kıyaslamayı hatırlatıyor. Eğitim kurumları ve yazılı kültür, teorik olarak okumayı teşvik eder ve eleştirel düşünmeyi öğretir. Pratikteyse bunun karşılığı klişelerdir, ne yazık ki tabu ve ezberdir. Eco zengin bir perspektiften yazıyor: kitaplar, filmler, mitler, dedikodular, hatıralar, kuramcılar...Üstelik gülerek anlatıyor, bazen kızarak da anlatıyor ama hayat o kadar çok bağırmazsam farkedilmeyeceğim diyen insanla dolu ki...O gürültüden olmalı, Eco kızıyormuş gibi gelmiyor okuyana.

Ne anlatıyor peki? Ekseriyetle basit ve dünyevi, sık rastlanır bir kirliliği diline dolayıp bizi satırlarında gezdiriyor. "Bu yazıda" zihin açıcı bir fikir var dedirtiyor okuyana. Gerisi merak edenlere kalmış...Örneğin diyor ki medya, bilim ve teknolojiyi karıştırıyor. Teknoloji bilimin bir uygulaması ve sonucudur ama asla temeli olamaz. Teknoloji size her şeyi hemen verir oysa bilim ağır ilerler. "Üzgünüm" diyor Eco: "günümüzde bilim yalnızca kitle iletişim araçlarının bize sunduğu biçimde, sihirli yanıyla ortaya çıkmaktadır ve bilimden ancak mucizevi bir teknoloji vaad ettiğinde söz edilmektedir." Bilim adamlarının sihirbazlar gibi sunulduğunu hatırlatıyor, nasıl değil ne yaptıklarıyla ilgilenildiğini anlatıyor. Sihirden, yüz elli yıllık bir şiirden, altı yüz yıllık şifreleme tekniklerinden, ilk bilgisayar kullanıcılarından, tarikatlardan, favelalardan, tıptan, tv dizilerinden, bilim kurgu hikayelerinden söz ediyor. Sonra yine aynı fikre dönüyor: "Madam Curie bir akşam evine döndüğünde bir kağıdın üzerindeki lekeyi görür ve radyoaktiviteyi keşfeder, Doktor Fleming dalgın bir şekilde bir küfe bakar ve penisilini bulur, Galileo bir lambanın sallandığını görür ve bir anda herşeyi, dünyanın döndüğünü bile anlar, çektiği efsanevi cefalar aklımıza gelince, dünyanın hangi eğriye göre döndüğünü bulamadığımızı unutuveririz". Medyanın palavra cümleleri bunlar. Geçerken de asıl meselenin dışında duran, bazen kendini kattığı bir yorum ekleyebilir: "Virilio günümüzden hızın egemenliği altında bir çağ olarak söz eder (...) hatta ben hızın insanları hipnotize ettiğini söyleyebilirim (...) hıza o kadar bağımlıyız ki elektronik postamızı açamadığımızda ya da uçak geciktiğinde öfkeleniriz". Eğer teknoloji tartışmalarına aşinaysanız (örnekler hariç) ana fikir size yabancı gelmeyecektir çünkü Eco insanı şaşırtmaz, sakinlikle meselesini özetler, toparlar, kendini katar, önerisini yapar ve yazısını bitirir.

Eco nasıl biri? Bir liberter mi demeliyiz? Onu siyaseten tanımlayan epey görüş var, bazıları öfkeyle ve küçümseyerek yapıyor bunu. Eco da seçim ya da referandum zamanlarında bunu yaptı, kendini anlattı, bir şeyden yana oldu. Bu ittifaklar ve bariz gibi duran tercihlerine karşın bana mevcut durumumuzu, nerden gelip nereye gittiğimizi yorumlayan biriymiş gibi geliyor. Onu bir akıma ya da eyleme dahil etmek de zor, dahil olduğunda eylem ya da akımla onu özdeşleştirmek de. Şöyle diyor: "Bütün biriktirdiğim parayı deniz kenarında küçük bir ev almak için harcarsam, önümdeki sahile insanların gelip gürültü yapmasını ve çöpleriyle birlikte Coca-Cola şişelerini bırakıp gitmelerini engelleme hakkım var mıdır? Bu sorunun yanıtı hayırdır, evimin önünde bir geçiş yeri bırakmak zorundayımdır, çünkü sahilin küçük bir şeridi herkese aittir. Yapabileceğim tek şey çevreyi kirletenleri polise ihbar etmektir." Bunun açıklaması şu: demokrasilerde herkes diğer insanların haklarına zarar vermemek kaydıyla özgürdür. Eco size faşist hukuk demez, yasaların faşistçe nasıl yorumlanıp uygulandığını uzun uzun anlatır, son kertede hukukun üstünlüğüne inanır. İnsanın beş önemli ihtiyacı olduğunu söylüyor, bunu da Aydınlanmaya bağlıyor. Ne de olsa o bir İtalyan, kendini kadim geleneğin parçası ve taşıyıcısı sayıyor. Sıralamış: beslenme, uyku, sevgi (cinsellik ve evcil hayvana olan bağlılık dahil buna), oyun oynamak (bir şeyi sırf zevk duymak için yapmak) ve soru sormak. İlk dört ihtiyaç hayvanlar için de geçerlidir "ama beşincisi yalnızca insanlara özgüdür ve dil kullanımı gerektirir". Eco, her yazısında soru sorar, okuyanları soru sormaya zorlar. Soru soran anlamak isteyendir. Soru soran konuşur ve dinler. Galiba dünyaya bakışını belirleyen en önemli karakteristik insancıllığı. Eco ne anlatıyor diye düşündüğümde kendimce bulduğum cevap ise şu: o bize insan insanın kurdudur (Homo homini lupus) tarihini anlatıyor. Ve galiba bunu yaparken de asıl "insan insana muhtaçtır" demek istiyor. Yengeç Adımlarıyla, çoğunluğu gazete-dergi yazılarından oluşan bir deneme kitabı. Teferruatı ve ironisi bol yazılar bunlar. Ab origine bir rönesans adamının değinmeleri demek daha doğru olur.

Radikal Kitap, 19.10.2012