Vakti zamanında kişiliği, bilgisi, ferasetiyle meşhur bir
Lütfi Efendi varmış. Akıl sormaya gelen olurmuş ama o hep “Ben cahilim,” dermiş.
“Kuru idim, ıslandım; sel beni neyler! Islandım, kurudum yel beni neyler! Mangırım
yok, pulum yok; el beni neyler! Dostu, düşmanı aradım, hepsini kitapta buldum. Yaz
günü çınar gölgesinde hem uyudum hemi okudum,” da dermiş. Yalan yok, bu nüktedan
efendiyi kim ne zaman görse elinde, dilinde, başucunda kitap olurmuş.
Günlerden bir gün yine böyle çınar gölgesinde kitabını okurken hangi rüzgâr estiyse artık, mahallenin haşarı bebeleri dolmuşlar yanı başına. Başka yer yokmuş gibi oracığa çöreklenmişler, ne durulmuşlar ne susmuşlar. Aman ne gürültü! Çın çın etmişler tepesinde. Bakmış olacak gibi değil, ne okuyabiliyor ne de uyuyabilecek, çağırmış çocukları yanına. “Yol başındaki harabe var ya! Orada kargalarla konuşan, koca sakalı yere, boyu arşa değen bir adam var, az evvel gördüm. Kalpleri görür, akılları okur. Zifiri siyahtır ama gecenin köründe dahi görünür, adına da ‘Deli Gücük’ derler," diye başlamış, allaya pullaya bir hikâye uydurmaya. Bebeler durur mu? Nefes almadan merakla koşmuşlar yol başındaki harabeye.
Tam dalmışken patır kütür sesler duymuş, bir bakmış, deli deli koşanlar var yanından geçip giden. Telaşla koşuyor ahali. Üç beş olunca meraklanmış, tutmuş birinin yakasından “Yahu hayırdır ne bu telaş emmioğlu?” Adamcağız iki soluklanıp “Sorma Lütfi Efendi, aşağıdaki harabeye bir evliya inmiş, koca sakalı yere, boyu arşa değen bir adam. Onu görmeye gidiyorum.” Lütfi Efendi, adamı salmış salmasına da, tutamamış kendini, önce kıkırdamış, sonra koyuvermiş kahkahayı. “Görüyor musun şu ahalideki cahilliği, bir taş attık kuyuya sökün ettiler çıkarmaya.” Aklına yatmayınca bir duralamış “Hah, bildim, bu bizim hınzır bebelerin işi muhakkak.”
Gelen geçen, kan ter içinde bayır aşağı koşan eksilmiyormuş doğrusu. Kitabını okuyamaz olmuş Lütfi Efendi, doğrulmuş, iki dolanmış, gölgeden çıkmaya gözü yemiyor, “Yok bre hepiciği tozutmuş bunların,” diyormuş. Oturmuş geleni geçeni seyre dalmış. Bir de ne görsün! O aklıselim Kadı Efendi de koşanların arasında değil mi? Çıkıvermiş önüne, “Hayrola Kadı Efendi, nereye koşuyorsunuz?” Boncuk boncuk terlemiş yaşlı adam, dalağını tutup fıslaya fıslaya “Nasıl duymadın Lütfi Efendi? Yol başındaki harabeye Deli Gücük adlı bir evliya inmiş, görmeye gidiyoruz. Bu nasıl lütuftur sen bilirsin değil mi ama?”
Derken, Deli Gücük namlı evliya yıkık dökük harabenin kerpiç duvarlarından yavaş yavaş yükselerek doğrulmuş, masallardaki dev misali büyümüş, aşağıdaki ahaliye bakıyormuş. Etrafında uçuşan kargalar... Varın meraklı kalabalığı siz düşünün! Ayılanı bayılanı, secdeye varanı, istavroz çıkaranı, dili tutulanı, toprağı öpeni, sular seller gibi ağlayanı.
Sonra ateşin dumanı gibi havaya karışıp görünmez olmuş Deli Gücük.
Lütfi Efendi dahi gördüğü manzaraya akıl sır erdiremeyip yanındaki uzun boylu, cüsseli, koca sakallı köylünün koluna yapışmış, “Söyle be adam, olmaz böyle bir iş de! Hayal bu de!” Köylü, yere çöken şaşkınlık içindeki Lütfi Efendi'nin kulağına eğilmiş, “Hayal elbet. Herkes hayal etti efendi, göze göründü.”
Kitaplarına dönmüş.
Çok güzel:)
YanıtlaSilNasrettin Hoca'nın çok sevdiğim bir fıkrasını hatırladım.
Nasrettin Hoca, ağustos sıcağında bir çınarın gölgesinde oturur "azıcık aşım kaygısız başım" niyetiyle tam yoğurduna ekmeğini bandıracakken, iki yolcu yanına gelir ve "çok açız" diyerek hocanın yemeğine ortak olmak isterler. Hoca bi yemeğine bakar bi aç yolculara...
O anda istemez az aşına ortak etmeyi. Lakin Nasrettin Hoca'dır, terslemek istemez kimsecikleri. Ne yapsa ki? Aklına bir fikir gelir. Der ki, "ne yapacaksınız bu fakir sofrasını canlar. Bakın, şu tepenin arkasında ağanın oğlunun düğünü var. Kuzular çevriliyor, dolmalar sarılıyor, börekler, baklavalar, çıtır çıtır ekmekler, fokur fokur et suyuna çorbalar, kuş sütü bile var diyorlar."
Hoca böyle iştahlı iştahlı anlatınca, iki yoksul yolcu dayanamaz, ağızlarının suları aka aka tepeye doğru koşmaya başlarlar. Hoca iki adamın arkalarına bakmadan koştuklarını görünce: "Yahu ne işim var benim bu zavallı sofranın başında. Ben de baklava börek yesem, kuzu tandırı mideme indirsem. Niye oturuyorum ki burada!"der. Hemen fırlar oturduğu yerden, ağzının suları aka aka tepeye doğru koşmaya başlar.
Derler ki: hayal et olur elbet:)