Senaristlerinden biri olduğum, yönetmenliğini Ömür
Atay'ın yaptığı 'Kardeşler', 29 Haziran'da başlayacak Karlovy Vary Film
Festivali'nde yarışacak.
Perşembe, Mayıs 31, 2018
Çarşamba, Mayıs 30, 2018
Nazım Yazmış Bu Çizgi Filmleri
Nazım Hikmet'in çok yönlü bir sanatçı olduğunu hepimiz
kabul etmekle birlikte, yazıp çizdiklerini iyi kötü bilen herkes teslim
edecektir ki şairliği kıyas götürmeyecek ölçüde başkadır. Diğer edebi türlerde
yaptığı çalışmalar şiirleri kadar başarılı değildir. Güzel diyaloglar ya da
ilginç bölümleri yok diyemem ama bütünlüklü olarak romanlarının iyi
olmadıklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim örneğin. Vakt-i zamanında
Nazım'ın çizgi filmle ilgilendiğini, Sovyetler Birliği'nde bu alanda senaryolar
yazdığını biliyordum. Yıllar önce filmlerine ulaşabilmek için küçük çaplı
araştırmalar, yazışmalar dahi yapmıştım. Nafile tabii. Melih Güneş de filmlerin
peşine düşmüş, Nazım'ın son eşi Vera Tulyakova'nın yardımlarıyla onları gün
yüzüne çıkarmış. YKY'den çıkan, iki ayrı çizgi filmin adını taşıyan Hanene Huzur Dolsun-Sevdalı Bulut kitabı,
animasyonları içeren dvd ve ilgili dokümanlardan oluşuyor. Tek kelimeyle güzel!
Çabayı ve sunumu takdir etmemek haksızlık olur.
Öte yandan, filmler nasıl derseniz, zamanını aşabilecek
nitelikte değiller dememiz gerekiyor. Döneme özgü Sovyet estetiği ve
siyasetiyle üretilmişler. Filmleri
niteliklerinden ziyade Nazım külliyatı için birer belge olarak görmek ve onunla
yetinmek belki daha doğru olur. Kitap, sadece filmlerden oluşmuyor dedik, film
ve senaryolar hakkında Sanat Sovyeti toplantı tutanakları da derlenmiş. Belgeselci
ağırlığı güçlendiren önemli bir katkı olmuş. Bu tür toplantılarda bürokratik
gereklere dayanarak, ideolojik tutarlılığın sorgulandığını başka örneklerden de
biliyoruz. Yıllar içinde farklı film ve
anlatılarla ilgili yayınlanan tutanakları incelediyseniz anlıyorsunuz ki Sanat
Sovyeti sadece filmlerin içeriğini değil üreticilerin geleceğini belirleyebilmiş.
Bu toplantılar, teorik olarak, estetik bir tutarlılık ve devamlılığı
sağlayabilmek adına başlamışsa da giderek siyasi sadakatin arandığı (ya da
bunun daha çok önem kazandığı) ve sorgulandığı yargılayıcı mecralar
olmuşlar. Resmi konuşmalara, ego
çatışmalarına, ideolojik hassasiyetlere, sansür ve manipülasyona ister istemez
sık rastlanılmış, çok başvurulmuş. Nazım nasıl değerlendirilmiş derseniz, genel
politik atmosfere bağlı olarak şaire yakınlaşılmış ya da uzaklaşılmış, Vera'nın
işine son verilmesi de bununla ilgili olmuş. Vera, Nazım'ın ardından anlatıyor:
'Başıma gelenleri sana anlatmadım (...) belki de beni düşürdükleri durumla seni
kışkırtmak, skandal çıkartmanı tetiklemek, dahası en basit gerçeklerin bile
fısıltıyla konuşulduğu ülkeden gitmeni sağlamaktı amaçları'. Nazım'a sempatiyle
yaklaşırken ne konuşulmuş peki? Doğrusu pek önemli gözükmüyor konuşulanlar.
İltifatlar, 'şurası şöyle olsa sanki daha iyi olacak' türü revizyonlar
denebilir bunlara.
Hanene Huzur Dolsun
iddialı bir film. Sovyet animasyon geleneğinde hatırı sayılır yeri olan
propaganda filmlerinden biri. Yarım asır öncesine ait olduğundan günümüz
seyircisi ayırdına varmayabilir, resmi Sovyet sanat politikası gereği barış
temalı sayısız animasyon üretilmiştir. Buna göre kapitalizmin ve emperyal
arzuların en önemli sonucu olarak savaş gösterilmiş; asker, silahlanma ya da
atom bombasına karşı işçiler, doğa ve zeytin ağacı-güvercin sembolleri öne
çıkartılmıştır. Daha doğrusu, demokratik dünyada yaygınlık kazanan savaş karşıtı
cepheye propagandif katkılar sağlamışlardır. Hatta öyle ki barış denildiğinde
komünizmi ve Sovyetler Birliği'ni anlayan radikal sağın refleksleri kısmen
doğrudur. Rus dilinin sınırlılıkları nedeniyle anti kapitalist simge ve
semboller film ve animasyonlarla
yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Nazım'ın senaryosu da bu amaçla yazılmış, söz
ya da diyalog kullanmadan kapitalizmi (onun emperyal büyümesini sağlayan
savaşı) eleştirmek istemişler. Sovyet animasyonlarının yetkin örnekleriyle
kıyaslandığında Hanene Huzur Dolsun için bunu başaramamış demeliyiz. Propaganda
anlatılarında olması şart olan tek etkiye yoğunlaşamamışlar, uzatarak ve
uzatırken dağılarak, güç kaybetmişler.
Sevdalı Bulut, daha serbest bir çalışma. İran
minyatürlerini modelleyerek bir masal anlatmayı denemişler. Kuklalar
kullanılmış, animasyon yine dönemine göre vasat (ile vasat altında) kalmış. Anlatım devamlılığı aralıklarla sekteye uğramış
örneğin. Yavaşlığı, teknik zafiyetlerle ilgili değil sadece. Naif bir dili var
ama finali güçlendiren bir seyir izleyememişler. Film çocuklar için mi
üretilmiş belirsiz, kötü adamın yenilgisi dahi aşikârlaşmıyor. Kederli, buruk ve
kötücül bir yönseme var film biterken kendini gösteren.
Filmlere niteliklerinden çok Nazım'la ilgili belge
sayarak bakmak lazım demiştim. Şunu da sormak gerekiyor tabii: bu çizgi filmler
Nazım'ı ne kadar yansıtıyorlar? Çok fazla insanın emeği var ama Nazım kendi o
coşkun tarzını ortaya koyabilmiş mi? Yazdıklarıyla kendini hissettirebilmiş mi?
Nazım, bu filmler sayesinde Sovyet Canlandırma Stüdyosunda (Soyuzmultfilm)
çalışan Vera ile tanışmış, arkadaşlığını ilerletmiş ve onunla evlenmiş.
Filmler, en çok buna vesile olmuş gibi geldi bana. Onun dışında ne Nazım
filmlere kendini katabilmiş ne de filmler Nazım'ın dilini taşımaya çalışmışlar.
Büyük şair Nazım Hikmet, bazı animasyonlara senaryo yazmış o kadar.
Radikal Kitap, 9.3.2013
Pazartesi, Mayıs 28, 2018
Pazar, Mayıs 27, 2018
Samanlık seyran olmuyor!
Son çeyrek yüzyılın en itibarlı çizgi romanlarından biri,
Charles Burns’un (d.1955) bol ödüllü grafik romanı Kara Delik (Black Hole, 1995-2005) nihayet Türkçede yayımlandı. Bu
kadar zaman popüler kalması, beğenilerek okunması ve konuşulması boşuna değildi.
Öncelikle Beat edebiyatından beslenen genç bir içeriğe sahipti. Bir ucu
Burroughs’a ve diğer ucu Cronenberg’e kadar çeşitlendirilebilecek muhalif bir
auradan etkileniyor, ölüm korkusunu, hastalık endişesini, iğrenmeyi, esrimeyi,
erotizmi iyi harmanlıyordu. Yetmiş yılları anlatıyor ve buna rağmen yeni
duruyordu. Underground edebiyatın, yeknesaklığa duyulan bıkkınlığın, yetişkin
olma iştahının farkındaydı. Kara Delik,
en yalın haliyle, ağır akan bir muamma hikâyesiydi. Muamma derken esrarlı bir
yavaşlıktan, gece geçen bir koyuluktan, ergen hallenmelerinden, ebeveynlere
katlanamayan darlanmalardan, şehvet patlamalarından, tedirgin edici
diyaloglardan söz ediyorum.
Kara Delik,
çizgi roman dünyasının alışık olmadığı türden hikâyelerden biriydi. Çiniyi
kullanma biçimi ve ürkütücü karakterleri nedeniyle korku türündeki çizgi
romanları andırıyordu. Amerikalıların “Weird Tales” dediği, Eerie veya Creepy gibi dergilerle özdeşleşen irrite edici, ürkünç ve sürpriz
sonlu hikâye geleneğinin bir parçası gibiydi. Sadece gençler arasında yayılan,
ölümcül ve sebebi bilinmez bir hastalık etrafında gelişen bir tahkiyesi vardı. Cinsel
yolla bulaşan-ne olduğu pek de açıklanmayan- hastalık, kurbanlarını her birini
farklı biçimlerde mutasyona uğratarak, bir yaratığa dönüştürüyordu.
Karakterlerin birinde kuyruk, diğerinin boynunda küçük bir ağız çıkıyordu
örneğin. Kesikler, yaralar, döküntüler, iltihaplar, irinler, korkutucu
deformasyonlar, cüzzamlıları hatırlatan garip insanlar görülüyordu. Mutasyonun
çeşitliliği gençlerin birbirlerinden farklı psikolojilerinin tezahürü gibiydi. “Mikrop”
veya “Ergen Vebası” denilen hastalık, enfekte olduğu hastaya özgü biçimlerde zuhur
ediyordu. Yukarıda yaratık dedim, yaratık derken “freak edebiyatının” referanslarının
ve görsel klişelerinin kullanıldığı belirtmeliyim. Yani Kara Delik, pulp evrenini her bakımdan hatırlatıyor, görsel
klişelerini akıllıca yineliyor ama başka bir şey anlatıyordu. Bir kıyamet
senaryosu değildi, yabancılar, kötü adamlar, hastalığı yayarak dünyayı ele
geçirmek isteyen uzaylılar yoktu.
Burns, kendi gençliğinin geçtiği yıllara, 1970’lerin
Seattle’ına bir gönderme yapıyor, ormanda toplanan gençlerden duyulan
hoşnutsuzluktan ilham alıyordu. Anlattıklarına bakılırsa gençler, geceleri
ormanda toplanıyor ve kendilerini iyi hissettikleri “etkinlikler” yapıyorlardı.
Yerel otoritelerin, ebeveynlerin, gazetelerin bu ergen toplaşmalarından
hoşlanmadığı, abartarak engellemeye çalıştığı tahmin edilebilir. Gençlerin
cinsel ilişkiye girdiği, alkol ve uyuşturucu kullanarak yoldan çıktığı mutlaka
konuşulmuştur. O yıllarda Türkiye’ye gelen, Sultanahmet’te toplaşan Hippiler de
benzer biçimde resmediliyordu. Burns, “Zeno Gezegeni” adını verdiği ormanı
gizemli bir biçimde şöyle niteliyor Kara
Delik’te: “Oraya varmak için sarp bir
dağ geçidini aşmalıydınız ve sonra çamurlarla ve yapışkan otlarla kaplı dar
parkurlardan geçmeliydiniz. Bir kere oraya vardınız mı her şey güzel olurdu.
Tepenizde sallanan kocaman ağaçlar, dallardan süzülen beyaz ışık… Bir kozanın
içinde olmak gibiydi… Yumuşak, yalıtılmış, yeşil bir dünya… Kafayı bulmak için
en mükemmel mekân.” Romantik ve masalsı ifadelerle bir genç sığınağı-cenneti
niteleniyor aslında. Yetişkinlerin, öğretmen baskısının, katı kurallarının
uzağında tecrit edilmiş modern bir Kaf
Dağı adresi veya. Burns, bu ormana, Kara Delik’i çizmeye başladığı yılların
dehşetli hastalığı, çağın yeni vebası Aids’i çağrıştıran bir hastalık katıyordu.
Asıl hikâye, bu atmosferi anlatıyor, Keith,
Chris ve Eliza gibi üç önemli karakteri temel alarak gençlerin hayatlarından
kesitler sunuyordu. Hastalığa kapılan gençler, insanlardan uzaklaşarak geceleri
yaşıyor, ormana, ıssız yerlere ve birbirlerine sığınmaya çalışıyorlardı. Kara Delik, gitgide karamsarlaşan, ölümle
sonuçlanacağı aşikâr olan karanlık bir yön içeriyor, aşkı ve cinsel arzuyu,
bile isteye soğuk bir mesafeyle betimliyordu. Toplumdan kaçan ve dışlanan,
dışlandığını bilerek acılaşan gençler ucubelikle-sapkınlıkla damgalanıyordu. Albümün
takdim cümlelerinde geçtiği gibi “Bir kez
etiketlendiğinizde, sonsuza dek ‘o şey’ oluyordunuz.” Kaçarak, saklanarak,
yalnızlığa alışarak veya ölümü kabullenerek yaşamak... Bu anlatı reçetesi,
sonraki yıllarda genç okur ilgisiyle global başarı kazanan mutant ve vampir
anlatılarında defaatle yinelendi.
Burns’ün benzersiz ve hemen ayırd edilebilir bir üslubu
var, yirmili yaşlardan itibaren çizgi roman üretse de Kara Delik, dile kolay, on yılda tamamlanmış, deyim yerindeyse el
emeği göz nuru ilk uzun soluklu çalışması. Hemen ilk sayfalardan kendini
gösteren bir tasarımı var kitabın. Bölüm başlarında sol sayfada yeralan görsel
imge, yandaki sayfayı imleyecek bir paralellikle kullanılıyor. Takip eden sol
ve sağ sayfalarda da kare/panel sayısı eşleniyor, açı ve perspektif devamlılığı
bakımından bu paralellik sürdürülüyor. Bir başka deyişle sol ve sağ sayfalar birebir
birbirine bakıyor ve tamamlıyor, üzerlerine kapanıyor. Albümün muammasını, esrarlı
ve hypnotic doğasını pekiştiren bir
sunum bu. Böylesi bir nakkaşlık, hummalı bir fedakârlık gerektiriyor ve yapılan
işi başka bir merhaleye taşıyor. Burns, metinlerarası göndermeler yapmayı, dâhil
olduğu hikâye evrenini doğru ve geleceğe kalacak biçimde anlatmayı deneyen
biri. Kareye öyle bir ayrıntı ekliyor ki, çizerken kurmayı çalıştığı estetik koşutluğun,
felsefi ve edebi olarak sürdüğünü fark ediyorsunuz. Kâbuslar, sanrılar veya
uyuşturucu tripleri arasında bir bakıyorsunuz Tom Wolfe’un (d.1938) The
Electric Kool Aid Acid Test (1967) kitabı duruyor bir köşede. Kitap, gerçek olaylara dayanır, bizde aynı
isimli romanından uyarlanan One Flew Over
The Cuckoo’s Nest (Guguk Kuşu, 1975,
yön. Milos Forman) filmiyle bilinen
yazar Ken Kesey’in (1935-2001) öncülük ettiği genç hippilerin bir otobüsle
Amerika’yı dolaşmasını anlatır. İçinde otoriteye meydan okuma, ahlakla çatışma,
konformize isyan, savaş karşıtlığı, rekabetçi toplumu reddiye gibi pek çok teferruat
yer alır. Hepsinden önemlisi, coşkulu ve bir o kadar da kederli genç bir bulamaç
kendini hissettirir. Kara Delik, içinde nefes alıp verdiğimiz, adına hayat
dediğimiz cendereyle ilgili bir mecaz. Dünya, gençlerin ormanda toplanmasını
istemiyor!
Cumartesi, Mayıs 26, 2018
Yeni Sinema
Daha doğrusu sinemadan geriye bir şey kalmamış, metruk bir halde... Sinemanın önünü değiştirmişler, duvar örmüşler filan... Bakıyorum ve nereye ne yapmışlar da bu hale nasıl gelmiş anlamıyorum...
Benim bildiğim, sinemanın olduğu bina Çocuk Esirgeme Kurumu'na ait... Melih Gökçek bir ara oraya başkan olmuş ve o fırsatla sinemayı kapatmıştı... O gün bu gündür sinema boş duruyor...
Burası Sümer Sineması olarak da bilinir, seriyal filmlerinin, "32 Kısım Tekmili Birden" filmler gösterilen, tek biletle tüm seansların izlenebildiği ucuz bir sinemadır. Çocukların rağbet ettiği bir yerdir... 1940'larda, 1950'lerde çocuk olup da buraya gelmemiş Ankaralı yok gibidir... Bir ara, önce mi sonra mı emin değilim, kapalı yüzme havuzu olarak da kullanılıyor... Daha da sonra Yeni Sinema oluyor... 70'lerde burada erotik filmler oynatılırdı.
İnsanların, şehirlerine geçmişlerine sahip çıkmamaları çok tuhaf...O kadar çok gelenek, o kadar çok tarih diyen var ki halbuki... Hep poz, hep iddia...
Resme tekrar bakın lütfen, gaddarca düzlenmiş bir neşe ve iştah göreceksiniz... Kıstırılmış, öldürülmüş, yok sayılan bir tarih...
Başka türlü olamaz mıydı?
Mesela, Keçiören'deki Cem Sineması yine bir işe yaramış, o muazzam sinema da düzlenmiş ama paraya çalışan piyasa aklı hiç olmazsa onu bir şeye dönüştürmüş...
Bakın kurtardık, bakın temizledik mi diyecekler...
[Bu yazıyı iki-üç yıl önce yazmıştım.]
Cuma, Mayıs 25, 2018
Uf!
Asistanlığımın ilk yılında karşıma çıkan bir dekan vardı ki sahiden inanılır gibi değildi... Gazetede yayınlanan resimlerin yüzde doksanında gözüküyordu mesela...
Neyse, yukarıdaki ufo resimlerinin altında üniversite hatıralarının işi ne diyeceksiniz?
Mesele şu: yine bir palavra gazete çıkaracağız, 90'ların ikinci yarısı, öğrencileri topladık konuşuyoruz... Çocuklar, Dekan Hoca'nın gazetesini bilmiyorlar, hepsi taze, birinci sınıfa yeni girmişler, heyecanlılar, gazeteci olacağız sanıyorlar... Neyi haber yapmak isterler, ne düşünürler anlamak için konuşuyoruz. Asistanlık ne ki, hele İletişim Fakültesi gibi gevezeliğin bol olduğu yerlerde...E abilik ablalık yapıyoruz altı üstü...
Biz konuşuyoruz, iki kız var sus pus oturuyor, saçlar mor, saçlar kavuniçi... O yıllarda öyle saç boyandığı filan yok, hele benim çalıştığım Gazi'de boyamak, akıllara ziyan inanılmaz bir şey...Neyse, öğrenciler tek tek anlatıp çıkıyorlar sınıftan, bunlara sıra geldi...
O kadar öğrenci konuşmuş, hepsi Türkiye'nin, Ankara'nın, Fakültenin, Bölümün, Sınıfın, Kantinin sorununu önemsemişler, iştahla anlatmışlar... Bakalım bunlar ne diyecekler derken çocuklar önce hık mık ettiler...Sonra dediler ki asıl önemli mesele Uzaylılar... Bu evrende bizim dışımızda yaşayan birileri var... Biz Ufo'ları araştırmak istiyoruz...
E güzel...
Hayatta hepimiz için hep daha önemli şeyler var. Biri bir şeyle lgilenirken, bir diğeri onun ilgilendiği şeyi küçümseyebiliyor, ekonomi, siyaset, ırkçılık, hapisaneler varken, bunları konuşmak ve görünür kılmak gerekirken...başka şeylerle uğraşırsan küçümseniyorsun...
Çocukları eğitimleri süresince izledim, ufo'ları, uzaylıları unuttular, ortama uydular, çocukca bir hatıra olarak unutmak istediler galiba...Saçlar normalleşti filan...
Doğrusu buydu demiyorum, normal olanı yaptılar demiyorum. Bu dünya bütün farklılık iddiasına rağmen herkesi birbirine benzetiyor.
Elinde bir fakülte gazetesi yoksa ve sen konuşulmak istiyorsan, anaakım değerlere oynamak zorundasın. Daha büyük acılar, daha büyük gerçekler, daha önemli meselelerle ilgilenmek zorundasın. Acıların, gerçeklerin hiyerarşisi, önem sırası olamaz, olmamalı..Ama oluyor, acılar, meraklar, gerçekler yarıştırılıyor...
Ufolar bize, bu topluma hep komik geldi... Karşısına bir köylü çıkarıp "N'örüyon" dedirterek gülmek istedik Ufo'lara... Ufolar da hep köylülere "görüküyor" malumunuz. O köylü anaakıma nasıl dahil olabilir, olağanüstü bir şey yaparsa elbette...
Uzaylılarla karşılaşan köylülerin saçları ne renkti ben biliyorum.
Perşembe, Mayıs 24, 2018
Salı, Mayıs 22, 2018
Cümbüşçü Karıncalar
Yolların, dehlizlerin, masalların, mavilerin garip ve
divane hikâyeleri... Ağaçların dili, kaçak aşklar ve tatlı gülüşler. Pınar
Selek, dünyayla savaşı, yediveren bencillikle uğraşı anlatıyor. Toprakla,
tohumla, şiirle, vicdanla, paylaşarak, tekere çomak, ana yollarda, ara
yollarda… Mafyaya, ırkçılara, çokuluslu şirketlere karşı; karıncalar misali
usul usul, ince ince çalışarak. Direnen ve meydan okuyan…
Cümbüşçü Karıncalar göçlerle, sürgünlerle başkalaşan bir Avrupa kentindeki
yeryüzü karıncalarının romanı; umudu ve mutluluğu pay etme kavgası.
Bouken
Epey zaman önce Serüven adlı bir dergi çıkarıyordum. Çizgi roman araştırmaları dergisiydi, bilenler bilir...Oğlak Yayınlarından 6 sayı çıktık, sonra arkadaşlarla birlikte para toparlayıp 4 sayı da kendimiz çıkardık. Güzel şeyler de oldu, of off diye hatırladığım saçma şeyler de... Dergi işlerini severim. Yarın bir gün, boşa çıksam, yine yeni dergi işlerine girerim. Dergicilik ölüyor filan da demem...
Yukarıdaki ilüstrasyon Elif Varol Ergen'e ait...Serüven'i çıkarırken bir manga-anime özel sayısı yapmaya karar vermiştim. Yoksa bağımsız bir dergi mi olacaktı, onu da tam hatırlamıyorum... Güzel kapakları hep sevdim...Daha derginin içeriği belli değilken kapağıyla uğraşmıştım. Elif' Varol Ergen'le tanışıklığımız bile bu vesileyle olmuş olabilir, güzel çizmişti...Bouken, Japonca serüven demek...Epeyce zaman sonra kapağı yeniden görünce hoşuma gitti, paylaşayım dedim. Linklerde eskizler ve Elif'in DA sayfasını bulabilirsiniz...
link1
link2
link3
çizeri
Yukarıdaki ilüstrasyon Elif Varol Ergen'e ait...Serüven'i çıkarırken bir manga-anime özel sayısı yapmaya karar vermiştim. Yoksa bağımsız bir dergi mi olacaktı, onu da tam hatırlamıyorum... Güzel kapakları hep sevdim...Daha derginin içeriği belli değilken kapağıyla uğraşmıştım. Elif' Varol Ergen'le tanışıklığımız bile bu vesileyle olmuş olabilir, güzel çizmişti...Bouken, Japonca serüven demek...Epeyce zaman sonra kapağı yeniden görünce hoşuma gitti, paylaşayım dedim. Linklerde eskizler ve Elif'in DA sayfasını bulabilirsiniz...
link1
link2
link3
çizeri
Pazartesi, Mayıs 21, 2018
Geçmiş Zaman...
Manifesto romantik ve abartılı, tutarsızlıklar da taşıyor...Ama nostaljik ve galiba inat ettiğimi bana hatırlattığı için değerli...Yoksa kimselerin aklına gelmeyen şeyler değildi, grafik roman da bu sıkıntıdan doğdu. Endüstrinin ve anaakımın dışına çıkıp bir şeyler yapma enerjisinden...
Pazar, Mayıs 20, 2018
Cuma, Mayıs 18, 2018
Yok Listesi (2)
Benim doğduğum köylerde / Buğday tarlaları yoktu, / Dağıt saçlarını bebek / Savur
biraz! (Cahit Külebi).
Dinsizler için mezar yeri yok. Bense Müslümanların "yatacak yeri yok" dediklerindenim (Aziz Nesin).
Manitanın yatakta güzel sevişip sevişmediğini anlamak
için ayak bileklerine bakmanız kâfidir. Eğer bilekleri inceyse mesele yok demektir. Sizi sabaha kadar zevkten
bayıltır (Metin Kaçan, Ağır Roman).
Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok / şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak (Ece
Ayhan).
Hangi mahallede imam yok,
/ Ben orada öleceğim (Fazıl Hüsnü Dağlarca).
Yok mu iç
açıcı bir haber? (Refik Halid Karay’ın 1946 tarihli bir yazısından)
Perşembe, Mayıs 17, 2018
K24
Pazar, Mayıs 13, 2018
Yaş dönümü-gün dönümü
Cuma, Mayıs 11, 2018
Perşembe, Mayıs 10, 2018
Aynada Aksetmeyen Edebiyatçılar
Mizah dergilerinin geçmişte yazı
ağırlıklı olduğu, kadrolarında edebiyatçılara daha geniş yer verdiği,
entelektüel bir derinlik taşıdıkları iddia edilir. Bu olumlu sayılagelen tablo yıllar
geçtikçe azalarak değişmiş, hatta Gırgır’la
büsbütün kaybolmuştur vs. Kapı Yayınları’ndan Said Coşar’ın hazırladığı Karikatürün Aynasında Edebiyatçılar adlı
bir çalışma yayınlandı. Coşar, sanırım hepsi daha evvel neşredilmiş
makalelerini biraraya getirmiş. Doğum tarihlerine göre en yaşlısı Abdülhak
Hamit, en genci Orhan Veli olan 14 edebiyatçıyı ekseriyetle mizah dergilerinden
izleyerek haklarında yazılıp çizilenleri derlemiş. Coşar, bir varsayım olarak yukarıda yazdığım
iddiayı yineliyor ve diyor ki, Gırgır
çıktıktan sonra edebiyatçılar mizah dergilerinde handiyse görülmez oldular. Ben
katılmıyorum bu iddiaya, edebiyatçıların mizah dergilerinden uzaklaştığını
düşünmüyor aksine çok sayıda yazar çıkarttıklarına inanıyorum. Onları
tipleştirmek, komikleştirmek yapılmaz olmuştu, dergicilik anlayışı değişmişti o
ayrı. Evet, ilk mizah dergilerimiz yazı ağırlıklıydılar, görsellik çok
sınırlıydı ama bu, mevcut matbaa teknolojilerinin bir sonucuydu, bütün gazete
ve dergiler yazı ağırlıklıydı. Gazete ressamları az bulunuyordu, fotoğrafçılar
hiç yok gibiydi. Gazete satışları düşük olduğu için görsellik maliyet
artırıyordu ve riskliydi, baskıda sorunlar çıkabiliyor, yayını geciktirebiliyordu.
Şunu demek istiyorum, ticari ve teknik şartlar, yayınların yazı ağırlıklı
olması sonucunu getiriyordu. Kaldı ki yazı, başlı başına entelektüel bir
derinliğin garantisi olamaz. Ne/nasıl yazdığın daha önemlidir.
Peki, edebiyatçılar eski mizah
dergilerinde daha çok mu görülüyordu sahiden? Mizah dergileri popüler olanla
ilgilidirler, haliyle popüler olan edebiyatçıları, kamusal bir tartışmaya dâhil
olan yazar ve şairleri konu etmişlerdir. Bunun dışında bir ilgileri olduğunu iddia
etmek çok doğru olmaz. Ha şu var, Türkiye’de mizah dergiciliğinin yaklaşık
yarım asır boyunca omurgası olan Akbaba’nın
sahibi-yöneticisi olan Yusuf Ziya Ortaç, kendisini mizahçıdan çok şair ve
başmuharrir, bir edebiyatçı olarak görüyordu. Onun edebiyatçılara ilgi
gösterdiğini söylemek mümkün ama bunu yaparken de çekince koymak gerekiyor.
Ortaç’ın hiç hatırlamadığı, hiç mühimsemediği veya ısrarla belirginleştirdiği
isimler var çünkü. Karikatüristlere esprileri verdiği, pek çok fıkra ve anekdotu
kendisi yazdığı için Ortaç nasıl bir edebiyat resmi çizdirmiş-çizmiş hayli
önemli. Bana göre mizah dergilerindeki edebiyatçıların temsilinde Ortaç’ın
keskin bir belirleyiciliği var.
Niyetim, Coşar’ın kitabını vesile
ederek Ortaç’ın edebiyatla ilgili tercihlerini tartışmak. Kitabı büsbütün
unutamıyorum çünkü kitaptaki edebiyatçılar, Ortaç’ın da edebiyatçı nitelemesine
giren isimler. Ayrıca söylemeden edemeyeceğim, yazar tercihidir diyemiyor, kitapta
yer verilen Hüseyin Cahit’i ve Falih Rıfkı’yı edebiyatçı sayamıyorum. Siyasal
romantizmleri, ajitatif dilleri, kimi zaman romanesk ve şairane görünebilir ama
bu onları “romancı” ya da “şair” yapmaz. Hele Falih Rıfkı, edebiyattan
hazzetmediğini defalarca yazmıştır da. Hüseyin Cahit’e hiç girmeyelim. Coşar’ın
seçtiği edebiyatçıları Ortaç’ın gözünden bakmaya çalışarak anlatayım. 1923’te
cumhuriyet ilan edildiğinde, Ortaç ve ortağı, bacanağı Orhan Seyfi Orhon, Refik
Halid’in Aydede’sini alıp Akbaba olarak sürdürürken, Babıali için
çok genç bir yaştaydılar. Ortaç 28, Orhon 33 yaşında, sonradan Beş Hececi olarak birlikte anılacakları
iki yakın arkadaşları, kitapta da yer verilen Faruk Nafiz 25, Halit Fahri ise
32 yaşındaydı. Bu yaşlar niye önemli? Bir kuşağı işaret ediyor; yaşıtlar var,
kendilerinden önceki itibarla anılan bir başka yaşlı kuşak var. Bugün
yaşamadıkları için hepsi aynı yaştalarmış gibi bir algı oluşabiliyor. 1923’te
mizah gazetelerinde de yazan Süleyman Nazif 53, Rıza Tevfik 54 ve Ahmet Rasim
59 yaşındalar. Büyük yaş farkı var değil mi? Cevdet Kudret’in yazdıklarına
göre, Ortaç, Kurtuluş Savaşı sorasında Anadolu hareketine katılmak istemiş,
seciyesiz (karaktersiz) sayılarak kabul edilmemiş. Dönemler ve insanlar
değişirler ama şurası kesin ki Akbaba’nın
ilk yıllarında Ortaç’ın itibarlı ya da popüler bir yazar ismi yok. Siyaset ve
edebiyatta bilinirliği yok. Bugünden bakıldığında edebiyat tarihimizde yeri
olan, hatırlanan bir eseri de yok. Deyim yerindeyse şair ve yazar, edebiyatçı
Ortaç, Akbaba olmasa akla gelmeyecek.
Ortaç’ın edebiyatçı seçimleri
işte bu yüzden ilginç… Arkadaşlarını ve değer verdiklerini, kendinden yaşlı
olan büyüklerini ve rahmetli olanları resmettiriyor ama bazılarını ya hiç
görmüyor ya da sadece eleştiriyor çünkü. Örneğin Halide Edip, Hüseyin Rahmi
veya Tanpınar’a hiç değinmiyor. O kadar çok isim var ki unutulan, hele
Ortaç’tan genç olanlar… Baş muharrir olarak Hüseyin Cahit’i hep takdir etmiş
biri, onun her devirde ayakta kalmayı başaran coşkun pragmatik kişiliğini
dikkatle ve imrenerek takip ettiği anlaşılıyor. Yaşıtı Nurullah Ataç’ı sevmiyor
çünkü Ataç onu edebiyatçı saymıyor. Orhan Veli’yi hiç sevmiyor, çünkü
kendisinden yirmi yaş küçük, popüler bir şair, çünkü Ataç’ın onu himaye
ettiğini düşünüyor. Orhan Veli meşhur olduğunda onu taklit ederek Nurullah
Ataç’a şiirler gönderiyor, “bu kadar kötü şiiri mutlaka beğenir” diye. Ataç da
şiirlerinden bir kaçını okur köşesinde yayınlıyor. Taklit ya da öykünme hali
bana kalırsa isimler değişse bile hep sürüyor. 1920’li yıllarda şiirleriyle
Süleyman Nazif’i düz yazılarıyla Ahmet Rasim’i taklit ettiğini düşünüyorum.
Kırklı yılların genç şairleri Ortaç’ın ümid vaad eden şair olarak anılmasından
sarakayla söz ediyorlar. 1895 doğumlu Ortaç istediği edebi başarıyı bir türlü elde
edemiyor, ne zamanı ne de genç okuru yakalayabiliyor. En iyi yazdığı metinler,
sanıyorum ki Akbaba’nın başyazıları. Doğal
olarak bu durum, Ortaç’a yetmiyor. O yazıların daha çok konuşulabilmesi için
ahlakçılık yapmaya, teşhir edici bir dil kullanmaya girişiyor. En önemlisi bir
“yaşlı adam” gibi konuşmaya yöneliyor. Tecrübeli, olgun bir bilen olarak
kendini tasarlayarak tarihten, gelenekten, eski adamlardan söz ediyor, Başbakanlara
hiç cevap alamadığı mektuplar yazıyor. Tasarlamak sözcüğünü boşuna seçmedim,
yazıp çizdiği onca şeyi bir kenara koyarak yarattığı en önemli edebi karakterin
bizatihi kendisi olduğunu iddia edeceğim. Ortaç’ın görmüş geçirmiş, hakbilir,
usta edebiyatçı, başyazar, cömert yayıncı ve tek kelimeyle seciyeli ve büyük yazarı
Yusuf Ziya Ortaç’tan başkası değil. Said Coşar’ın çalışması, keşke şu soruyu
tartışsaymış. Niye bu isimler, örneğin Faruk Nafiz ilgi çekmiş ve dergilerde
yer almış da başkaları örneğin gençler, 1923’te çocuk olan edebiyatçılar rağbet
görmemişler. Edebiyatın envayı çeşit yüzü var, sevilen-sevilmeyen, yok sayılan
ve göklere çıkartılan onca yazar ve kitap. Geçmişe bakarken bugüne aksedenlere
ve aksetmeyenlere biraz daha dikkat kesilmeliyiz.
Radikal Kitap, 17 Ocak 2015
Çarşamba, Mayıs 09, 2018
Anadolu Ağızlarından (5)
Hırthış: Kullanılmış, işe yaramaz hale gelmiş
Bayrambeyi olmak: Bayramda aşırı yemek yiyerek ishal
olmak, mide fesadı geçirmek
Fel fel esmek: (Kalp için söylenir) şiddetle çarpmak
Eli deli: Tutumsuz, savurgan
Nedisen: Ne yapıyorsun?
Bıcırgan: Ortalığı karıştıran kimse, fitneci
Modullamak: Homur homur söylenmek, kızgın kızgın
mırıldanmak
Ofun sofuk olmak: Şaşırıp kalmak, üzüntüyle donup kalmak
Ölükuyruğu: Akrep