Pazartesi, Nisan 30, 2018
Çizgilere Derkenar 10
Pazar, Nisan 29, 2018
Bir Yirminci Yüzyıl Klasiği
Malumunuz, çizgi roman çocuklar
için üretilmemiştir ama çocuklardan ilgi gördükçe çocuksulaştırılmış, ahlaki ve
pedagojik bir denetimle endüstriyel kodları belirlenmiş bir mecraya
dönüştürülmüştür. Hal bu olunca, yani çizgi romanlar, çok sattıkça, kârlı bir
sanayi koluna dönüştükçe, yetişkinlere, edebiyata ve sanata yönelik içerikten
yıl be yıl uzaklaşmıştır. 1950'lerde Amerika'da belirlenen yayıncılık
kurallarına göre örneğin çıplak bir kadın çizmek, küfürlü konuşmak, kanunun suç
saydığı edimleri olumlu ya da olumsuz resmetmek, hükümetleri, orduyu, eğitim
sistemini, aileyi eleştirmek yasaktır. Çizgi romanların iyi ya da kötü
arasında, iyinin kötüyü alt etmesiyle sonuçlanacak biçimde hikâyeleştirilmesi
yeterlidir. İyilik ve kötülüğün ne olduğunun tartışılması tehlikelidir. Çizgi
roman, her zaman, net, basit ve kolay anlaşılır olmalıdır vs. Herhangi bir
sanat ürününü endüstriyel kodlarla üretmeye kalkarsanız, yazarın veya çizerin
kim olduğu önemsizleşir. Sanatçılar değişebilir, aslolan dizinin devamlılığı ve
marka değeridir.
Böylesi bir tabloda üretici
olduğunuzu, kendi hikâyelerinizi anlatmak istediğinizi düşünün.
Çocuksulaştırılmış, sınırları belirlenmiş kahramanlardan oluşan bir yayın
dünyasının içindesiniz. Çok sıkı bir sansür var, o sansürü belirleyen büyük
firmalar yayın dağıtım ağlarını da kontrol ediyorlar. Hikâyenizin içeriği daha
en baştan kabul görmüyor, görse bile vitrine çıkamıyor, dağıtılamıyor,
dağıtılamadığı için satamıyor ve telif geliri elde edemiyor. El fatiha!
1960'lı yıllarda pek çok çizgi
romancı bu çıkışsızlıktan şikâyetçiydi, alternatif mecralar oluşturmaya
çalışıyordu. Bir on yıl içinde bunu başardılar da! Çok şükür başardılar da
çizgi roman yeniden sanata ve edebiyata göz kırpar oldu o tarihten sonra...Underground
Comics denilen akımın dünya çapında şöhret kazanmış ismi Robert Crumb tam da o
yıllarda çizgi romana başladı. Sadece bizim çizerlerimizi değil her kültürden
çizgi romancıları, karikatüristleri yarım asırdır etkileyen bir ustadan söz ediyorum.
Flaneur, underground çizgi romanın
sembollerinden olan iki Crumb tiplemesinin Fritz the Cat ve Mr.Natural'in
serüvenlerinden oluşan iki ayrı albüm yayınladı. O vesileyle yazıyorum bunları.
Hazır, 1960'lardan, yeraltı sanatlarından söz etmişken, yazıyı Fritz ile
bağlayalım isterim. Çünkü bu sarkastik kedinin ortaya çıkışı ve sonlanışı,
underground çizgi roman üretiminin trajikomik nitelikli tipik hikâyelerinden
birini içeriyor.
Crumb, 1943 doğumlu, kalabalık ve
epeyce sorunlu bir ailede büyüyor. Sonradan uyuşturucu nedeniyle hayatını
kaybedecek olan erkek kardeşiyle birlikte amatörce çizgi romanlar yapıyorlar.
Fritz adlı kedinin ilk çizimlerine henüz 16 yaşındayken başlıyor. Çeşitli
söyleşilerinde farklı biçimlerde hatırlasa da anlaşıldığı kadarıyla altı yıl
kadar aralıkla bu tiplemenin hikâyelerini çiziyor. 1965'te, Harvey Kurtzman'ın
editörlüğünde çıkan Help için çizerek
Fritz'i gün yüzüne çıkarıyor. Sonrası epey karışık. Kardeşi ölüyor, genç yaşta
evleniyor, LSD kullanmaya başlıyor ve neyi-nasıl yaptığını hatırlamadan
yaşadığı, mutsuz ve bulanık bir evreye giriyor. Ailesinden uzaklaşma telaşı,
yalnızlığı, anarşist akımlarla yaşadığı uyumsuzluk, maddi sıkıntılar, mutsuz
evliliği, hepsi peşi sıra geliyor. Gel gör ki, aynı hayhuy içinde, Fritz,
underground alemde popülerlik kazanıyor ve animasyona uyarlanıyor. Kazandığı
para ona iyi gelse de Crumb filmden hoşlanmıyor, karısı ondan habersiz, para
için ikinci filme de izin veriyor, sonra zaten boşanıyorlar. İlginç olan şu,
Crumb, kendisi için hayati bir gerekçeyle, mutsuz evliğini, uyuşturucuya
bulaşarak ölüme yaklaştığı günleri veya karısıyla paylaşmak istemediği telif
gelirini düşünerek olabilir, Fritz'i çizmeyi bırakıyor.
Burası biraz teferruat istiyor.
Crumb, piyasanın işleyişi nedeniyle düzenli ve iyi bir gelire sahip bir çizer
değil o yıllarda. Güçlü çizgisine, parlak zekasına rağmen anakım çizgi roman dergileri
için çalışmıyor. İşadamlarını, ticari ürünleri, kapitalist ahlakı, piyasa
etiğini, hiç bir zaman kabullenmiyor ama gel gör ki geçim sıkıntısıyla paraya
ihtiyacı var. Böyle bir durumda bile, markaya dönüşecek, altın yumurtlayan
tavuğunu, haşarı kedisini umursamıyor ve onu mezara gömer gibi sönümlendiriyor.
Crumb, sadece bu kararıyla bile büyük bir sanatçı.
Fritz'le ne yapmıştı? Hafif bohem ve beat, pozcu ve
palavracı, haz düşkünü, güvenilmez, sözde şair, saplantılı, bencil, müptela bir
kediyi kendine kahraman olarak seçmişti. Yayınlandığı dönem için ilginçliği
şuydu: hakim mizahın aksine diyelim, çizgiler ve tiplemeler komik çizilmekte
birlikte, anlatının dili söz komiği değildi; sakindi, gerçekçiydi, bağlamsız
sayıklamalar, tekrarlar, klişe sözler, gençlik alt kültürünü iyi tanımlayan
ifadeler, akıl yürütmeler içeriyordu. Sokağı, mahremi, bekar evini ilk kez birisi
başka bir gözle anlatıyordu. Bütün tiplemeler bir gösteri olarak mutsuzdu,
çabuk sıkılıyor, devrimci tiradlar atıyor, ot tüttürüyor, muhafazakarlara
küfrediyor, kolay savruluyor, tutarsız davranışlarda bulunuyordu. Kamerası
ilginçti, aynı açıyı kullanarak sayısız kare çiziyor, herkesin kıpırdamadan,
birbirini dinlemeden, uzun uzun nasıl gevezelik ettiğini neşeli bir havada
güzel resmediyordu. Fritz the Cat, 68
öncesini ve sonrasını, öğrencileri, gençleri, şehrin kenarlarını, hava
kararınca yaşananları anlatan bir yirminci yüzyıl klasiğidir, kaçırmayın.
Radikal Kitap, 3.10.2014
Cumartesi, Nisan 28, 2018
Cuma, Nisan 27, 2018
Salı, Nisan 24, 2018
Pazartesi, Nisan 23, 2018
Pazar, Nisan 22, 2018
Cumartesi, Nisan 21, 2018
Yeni baskı haberi
Perşembe, Nisan 19, 2018
Çarşamba, Nisan 18, 2018
Çizgi Roman Sevmeyen Don Kişot
Don Kişot, dünya tarihinde modern romanın ilk örneği
sayılır. Tahkiyesi, metinlerarasılığı, oyunbazlığı ve anlatım gücü sahiden de
aşılamayacak ölçüde farklı ve her bakımdan yeni bir romandır. Don Kişot
yazıldıktan sonra roman sanatı başka bir merhaleye geçmiştir. Ve sanıyorum, her
kültürde bilinen, pek az kitaba nasip olmuş bir popülerliğe sahiptir. Farklı
mecralarda defaatle uyarlanmış, taklit edilmiş, bir parodi unsuru olarak
sayısız kez kullanılmıştır. Ünlü Alman çizer Flix imzasıyla Don Kişot’un çizgi
roman uyarlaması yayınlandı geçenlerde.
Bir parantez açalım: çizgi romanlar, gazete bayilerinden
çok kitapçılarda görülmeye başladığından beri edebiyat uyarlaması çizgi
romanlar çeşitlendi, çoğaldı. Meraklısı, Flix’in çalışmasını pek de ilginç
bulmayacaktır o bakımdan. Yıllar içinde diyelim, Türkçede benim sayabildiğim
yirmiye yakın Don Kişot uyarlaması çizgi roman yayınlandı örneğin. Flix ne yapmış,
boncuk mu kondurmuş diyebilirsiniz. Üstelik bu tür uyarlamalar, çizgi roman
okurlarına değil çocuklarına okuma zevki vermek isteyen ebeveynlere yöneliktir.
Anneler-babalar, çocukları için satın alırlar bu uyarlamaları. Çocuk, edebiyat
uyarlamasını önce çizgi roman olarak okuyacak sonraki plana göre- giderek edebiyattan
zevk almaya başlayacaktır vs. Çizgi romana servis aracı, hatta ve hatta servis şoförü
muamelesi yapan bu anlayışa, orta sınıfların pedagojik patetikliğine
bayılıyorum. Çizgi roman, sanatlar hiyerarşisinde en tepede duran romana
ulaşmamızı sağlayan bir araç filan değil ama kimin umurunda?
Flix, çizgi romanın kendine özgü bir anlatım aracı
olduğunun öyle iyi biliyor ki… Bu farklı albümü okuyanlar Flix’in zekâsını, Don
Kişot’u başka bir bağlama taşıyan ironisini, romanın değil Don Kişot mitinin
uyarlandığını hemen fark edeceklerdir. Malumunuz, Don Kişot okuduğu romanların
etkisiyle hayaller görmeye, gerçekte olup bitenleri kendi algısıyla
anlamlandırmaya başlar, şövalye romanlarıyla bezenmiş bir hayali evrende
yaşıyordur. Gerçekle fantezi o kadar iç içe geçer ki romanın anlatı ekseni
giderek karmaşıklaşır. Don Kişot, dalgın, tafra-furuş, beceriksiz, kibirli,
sakar, vehimli biridir ve onun pozcu-palavracı halleri romandaki karmaşıklığı
daha da komikleştirir. Sayfalar ilerledikçe şövalyemizin içine düştüğü açmaza
üzülmeye başlarız, bu saf adam düpedüz deliriyor, alay konusu oluyor,
baştankara sonuna doğru sürükleniyordur. Flix, bu karakteri hiiç bozmamış, onu
uzak taşrada tek başına yaşayan yaşlı ve huysuz bir adama çevirmiş. Sağa sola
şikâyet dilekçeleri yazan, zabıtalık yapan, şanlı tarihimizi, cemiyet
terbiyesini diline dolayan amcaları düşünün ve Don Kişot’u onlardan biri sayın.
Kendi devranında dönen, kızı ve torunu olduğunu bilmeyen ya da unutan biri.
Flix, şahane bir tvist yapmış, Sancho Panza olarak sürekli Batman okuyan ve
dedesinden farkı olmayan torunu kullanmış. Bu eğlenceli tercihle, iki ayrı
yönde gelişen ve benzeşen Dede-torun Don Kişot hikâyesini anlatmaya başlamış. Çizgi
romana yönelik göndermeler, yaşlı Don Kişot’un türe duyduğu husumet, baştan
ayağa Cervantes ruhu taşıyan espriler olmuş. Düşünün, çizgi romanların
kaldırılması için gazetelere mektup yazan bir Don Kişot okuyoruz.
Oğlum beş yaşında falandı, üniversite kreşindeki doktora
öğrencisi rehber öğretmen, bizim küçük Örümcek
Adam’ın çizgi film seyretmemesini istemiş, gerçekle hayali karıştırmasının
büyük bir tehlike olduğunu filan söylemişti. Böylesi durumlarda Allah’ın beni
sınamak için karşıma birilerini çıkardığını düşünüyorum! Çıldırdım tabii,
verdim veriştirdim. Öyle bir dalmışım ki, hanım kaş göz ediyor, araya giriyor,
ben duramıyorum. En son öğretmenin doktora tezinin varsayımlarının
kifayetsizliğine kadar getirdim, gerisini siz düşünün. Eğitim sistemi,
kontrollerinde olmayan her hayalden tiril tiril korkuyor. Hayal kuran çocukları
da hamur gibi yoğurup kendine benzetiyor. Doğru eğitim ve rasyonel akıl diye
vaz’edilen şeye toslayıp duruyor, seri imalatla sıkıcı çocuklar üretiyoruz. Flix,
şövalye romanlarıyla çizgi romanları, hakikati, aklı, tahayyülü, normali,
halüsinasyonu, edebiyatı, deliliği, yaşlılığı, çocukluğu maharetle harmanlıyor.
Duvara tosladığımızın farkında ki dedeyle torunun nasıl sudan çıkmış balığa
döndüklerini anlatıyor. Hayal gören, hayalleriyle reel yaşamın dışına çıkan
insanlar, edebiyata ve sanata bakarak konuşuyorum, iyi ki varlar. Hani derler
ya, bu dünya dönüyorsa, bu insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor.
Flix, başarılı bir uyarlama yapmış, hayalcileri ve
yeryüzünün en ünlü hayalperestini dikkatle yenileyerek romanın mizahını tazelemiş,
insani bir meseleye, örneğin yaşlılığa, örneğin deliliğe getirmiş lafı.
Derinlikli bir senaryo çıkarmış, ironik alt metinler oluşturmuş, saçma
olduğunun farkında olan espriler yapmış. Şöyle anlatayım, bana göre, sadece
çizgi romanda değil, her alandaki en yenilikçi Don Kişot uyarlamalarından biri
olmuş yaptığı çalışma. Kaçırmayın diyorum.
Salı, Nisan 17, 2018
Çarpışmanın Teşhiri
İpek ve Burak, Oky’nin yazıp çizdiği bir ilişki hikâyesi,
genç bir çiftin aşk, tutku ve sadakatle ilgili savrulmaları melodram
kalıplarında anlatılıyor, Çarpışma
adıyla da biliniyor. Dizi, az değil, on küsur yıldır yayınlanıyor, günümüz
koşullarında tefrika edilen bir çizgi romanın ömür uzunluğu bile bir başarı
artık. Haftalık hikâyeler, eskilerin deyişiyle tefrikalar takip edilemez oldu. O
hafta başlayıp bitmeli, sürmemeli, okur illa ki ucunu kaçırıyor vs deniyor. Artık
okurun ilgisini çeken o kadar çok mesele, şayia, lakırdı, anlatı ve hadise var
ki diye ekleniyor…
Mizah dergileri azalan satışlarını tutabilmek için
başkalaşan hikâye ve espri evrenine yetişmeye, kendilerince cevap vermeye
çalışıyorlar. Büyük hikâyeleri ve iddialı yorumları daha popüler mecralara,
televizyon ve sosyal medyaya bırakmış görünüyorlar. Asıl yaptıkları, kabaca
televizyonda yer verilmeyen hikâyeleri televizyonun ve sosyal medyanın
yapageldiğinin aksine olabildiğince yavaş anlatmak. İpek ve Burak da bunu
yapıyor, melodramı olabildiğince yavaş anlatıyor. Yavaşlığı belirginleştiren
birkaç unsur vardır. Çizgi romanda sahne değişmezse, diyaloglar uzarsa, kafalar
çoğalırsa, genel gidişat ilerlemiyorsa o yavaşlığı hissederiz.
Oky, karakterlerini eylemle değil diyaloglarıyla tanıtmayı
seven biri. Gevezelik ölçüsünde çok konuşuyor kahramanları. Sinemada konuşmayan
ya da az konuşan karakterler ve onların anlatıldığı filmler seyredebilirsiniz. Buna
karşın televizyon dizisinde bunu yapamazsınız, seyirci konuşan insanlara
alışkındır, sessizlik ilgisini yitirmesine neden olur. Mizah dergileri de
konuşkan mecralardandır. Gündelik dilin, argonun ve genç eğilimlerin izlendiği
her mecra konuşkandır. Oky, televizyon kanallarının çoğaldığı, internet çağına
geçildiği bir dönemde popülerleşen çizerlerden. Mizah dergilerinin uzun
diyaloglara başvurduğu, büyük siyasetten uzaklaştığı, iddiasızlaşıp naifleştiği
bir evrede Oky popülerleşti demek istiyorum. İpek ve Burak da o evrenin
nitelikli bir ürünü. İlginç yönlere sahip, örneğin bütün hikâye çok az mekânda,
evde, yatak odasında ya da salonda geçebiliyor. Çok az karakter var ve hiç
birinin dış dünyayla adam akıllı bir bağı yok, komün gibi kendi aralarında yaşıyorlar.
Bu karakter azlığı ve mekânsızlık –evlere kapanma hali sosyal bir tercihi
yansıtıyor. Mizah dergileri, Gırgır’ın
temsil ettiği anaakım değerlerin yıllardır çok uzağındalar. İpek ve Burak,
metropol dışında yaşanması mümkün olmayan bir hayatı betimliyor. İkilinin kalabalıklardan
uzak durması, kendilerini kıstırılmış gibi hissetmeleri, muhafazakâr ahlâkla
ilgilenmemeleri okurlarına tuhaf gelmiyor elbette. Dikkat çekici bir yön daha:
cep telefonları hemen her zaman hikâyenin merkezinde duruyor, karakterler ya
mesaj atıyor ya uzun uzadıya konuşuyorlar. Nesi ilginç demeyin. Bütün
konuşmalar ikna ve itirafa dayanıyor, kendilerini ya da başkalarını ifşa
ediyorlar, bu da tanıdık değil mi? Sosyal medya bağıra çağıra sürekli bunu
yapmıyor mu?
Oky, yakınlarda başka bir meseleye yoğunlaştı bana
kalırsa. Sadakat gösterememe, aldatma, arzu duyma hikâyede anlatılıyordu,
melodramın temel motiflerinden şüphe duyma ve sınanma sıkça kullanılıyordu, hep
vardı ama Oky bu defa direksiyonu mahremle ilgili açmazlara kırdı. İleride
birileri yaşadığımız dönemi anlatırken selfielerden ve sextape skandallarından,
dolaşıma giren amatör cinsel ilişki kayıtlarından mutlaka söz etmek zorunda
kalacak. Hiçbir dönemle kıyaslanamayacak, hiçbir kültürün dışında kalamadığı
teşhirci bir zamanın içinde yaşıyoruz. İpek ve Burak, fantezilerini, partnerleri
konuşuyorlar, fotoğraflar, mesajlar, kayıtlar gırla gidiyor aralarında. Oky,
bunları erotizme başvurarak anlatmıyor. Hiç değinmiyor değil, derdinin o
olmadığını göstererek başka bir yoğunlaşmayı işaret ediyor. Karakterleri
giderek bozulan bir ilişkinin içindeler, geçmişi unutamıyor, bugünü
dengeleyebilmek için eksik kapatmaya çalışıyorlar. Yalan söylüyor, kandırıyor,
pişmanlık duyuyor, nedamet getiriyor, kendileri ve birbirleriyle cebelleşiyorlar.
Aşk, ayrılık, güvensizlik, kıskanma, barışma gibi okunabilecek
duygu izleğini Oky farklı bir gerçekçilikle oluşturuyor. İpek ve Burak’ın
arasında evliliği andıran bir bağımlılık mevcut… Onların birliktelikleri, ayrılıp birleşmeleri, hikâyenin dengesini-tanzimini
sağlıyor. Büyük aşk, en uzun süreli aşk, birlikte büyümek gibi daha derin bir
yakınlıkla her defasında birbirlerine dönüyorlar ve her defasında incinen,
yıpranan bir ilişki hafızasını sürekli hissettiriyorlar birbirlerine. Çaresiz
ve mutsuz gibiler. Birbirlerinden vazgeçemiyorlar ama cinsellik ve aşkla ilgili
yeni birini, bir başkasını, hep yedekte tutuyorlar. Küçük yalanlar, entrikalar,
ayarlamalar, sırlar okuyoruz… Yetinemiyor, doyamıyor ve duramıyorlar demek daha
doğru. Hem bir aşk hikâyesi anlatıp hem de aşka inanmamak İpek ve Burak’ın
ilginç çelişkisi; bu aynı zamanda dizinin gücünü, zaafiyet ve “modernliği”ni
yansıtıyor. Dizinin ayrıksılığı bu karmaşık halinden çıkıyor. Bence sanılanın
aksine, bunu edebiyatı da dâhil ediyorum, Türkiye’de televizyon dizileri ve
gişe filmleri dışında aşk hikâyesi pek anlatılmıyor. Hele ki klişelerin dışında
bir yerden, başka bir gözle hiç bakılmıyor aşka. İpek ve Burak, sadece bu
bakımdan bile ilgiyi hak ediyor.
Radikal Kitap, 9.1.2015