Pazartesi, Kasım 29, 2010

Halide Edib, Yeni Orta Sınıftan mı?

‘Yeni orta sınıflar’ olarak adlandırılan bir kavramsallaştırma var, yakın dönem analizi olarak geliştirilmiş, zihin açıcı tespitler içeriyor. Hınzırlıkla ‘eski orta sınıflar’ nasıldı diye sormuştum ilk duyduğumda. Bir oluşumdan mı yoksa bir kategoriden mi söz edildiğini anlayamamıştım. Yanlış anlaşılmasın, seviyorum bu tür tartışmaları ama hâlâ da çekincelerim var, ilginç bir Halide Edib romanını vesile ederek bu kavramın kullanımını tartışacağım. Hepimiz bir şeyi anlatabilmek için adlandırmalara başvururuz ya da süregelen bir nitelemeyi çok da tartışmadan kullanırız. Çoğu zaman mevcut kavramsallaştırma anlamını yitirip bütünüyle pejoratifleşir, açıklamaktan ziyade polemiğe hizmet eder. Derdim başka… Her şeyden önce yeni değil “yenilenen” orta sınıf demek daha uygun geliyor bana. Ki her sınıf yenilenir, başkalaşır ve evrilir, bir sabitleme saymak siyaseten (ve sosyolojik olarak) doğru olmaz.

Yeni Orta Sınıf derken iyi eğitim almış, nitelikli ve benzer eğitim süreçlerinden geçmiş, itibarlı lise ve üniversitelerden mezun olmuş bir zümre ve onların yaygınlaştırdığı bir zihniyet kastediliyor aslında. Yaptıkları, kültür temelli alt ve üst sınıf eleştirileri (tahkir ve tezyifi) de akla getiriyor. Beyaz çorap giyen, ter kokan, sümküren ve sağa sola çemkiren maganda ile Mercedes’e binen, salam arası sucuk yiyebilen, ‘kıroyum ama para bende’ diyebilen yeni zengin, kolay para harcayan medyatik isimler, onları taklit edenler benzer şekilde eleştiriyorlar örneğin. Yediveren magazin eleştirisine dayanan, aptallık teşhirinden keyif alan, ‘yurdum insanına’, siyasetçilere, caddelerde karşılaştıkları ‘dumur edici’ hayat enstantanelerine oflayıp puflayarak bakan, sinik ve sarkastik, ‘e ne bekliyorsun ki güzelim’ akıldaneliğiyle bezeli, genç ve kültürlü bir yönseme bu.

Peki, daha önce hiç duyulmamış bir eleştiri ya da benzeri olmayan bir zihniyetin tezahürü mü bu diskur? Genellikle yeni orta sınıflar, 24 Ocak kararları, 12 Eylül ve şimdilerde neo-liberalizmin tetiklediği bir sonuç olarak açıklanıyor. Öncesi yok mu? Var elbette ama hatırlanmıyor. Geçmişin bugüne faydası olmadığına inanılıyor; keşif iddiası ve yaşanan zamanın teşhirine dair aktüel siyasi arzu, tarihsel bağlamı gereksizleştiriyor. Gazeteciler, yaşanan zamanı en basit ve herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek biçimde özetleyecek adlandırmalar arar, seçer ve kullanır. Ben bu adlandırma ve açıklamaları sosyolojik bir tutuma değil gazetecilik tarzı polemikçiliğe benzetiyorum. Yeni orta sınıf(lar) denilen zümrenin zihniyetini bugün varolan iktisadi ve siyasi gelişmelerle betimlemek, sadece eksik değil yanlış da olur. Orta sınıfın eleştirileri ne öncesizdir ne de eskiyecektir. Örneğin magandaya yüz yıl önce ‘herif’, seksen yıl önce ‘apaş’ ve yarım asır önce ‘kazma’ ya da ‘Hıdır’ diyorduk. Bugün ‘concon’ ya da ‘tiki’ dediğimiz gençlere de ‘bobstil, hulahup, tango, rukınrol kızları-oğlanları’ diyorduk. Temizlikçi kadınları, dolmuşçuları, göbekli işadamlarını, zengin kızlarını, ecnebice konuşanları ilk kez yaşadığımız dönemde eleştirdiğimizi düşünmüyoruz umarım. Orta sınıf, Karagöz’ü de Hacivat’ı da eleştirir. Çünkü her ikisi de kültürlü değildir.

Halide Edib’in (Adıvar) Âkile Hanım Sokağı romanı bu yönüyle hayli zengin bir malzeme içeriyor. Edebi niteliğini tartışmayacağım, dağınık bir roman, başlangıçta önemsenen pek çok ayrıntı sonradan iki satırla geçiştirebiliyor. Dönem ve toplum analizi olarak kendini (tiplemeleri ve gelişimini) belirleyen bir tezi var romanın. Alt sınıflar, gençler, göçmenler, mazide yaşayanlar, vasıfsız işlerde çalışan kadınlar ve modalar eleştiriliyor. ‘Kılıklarından Ankara’dan geldikleri anlaşılıyor’ diyen bir İstanbullu var örneğin. ‘Bizim beyin daktilosu [sekreteri] kara, kuru, sakil’ diyen seçkin bir kadınla karşılaşıyoruz. Ten rengini ve giyimi, en baştan mimleyen bir dil bu. ‘Benden o kadar aşağı olan [amele] karıyı kıskanmaya tenezzül mü ederdim’ diyor bir başkası, sınıfını, zümresini ya da iddiasını göstererek. ‘Kadınlar şimdi o kadar Amerikanlaştı ki’ dedirten Halide Edip, Rock ‘n’ Roll’dan hazzetmediğinden meseleyi ahlaki bir düzleme çekiyor: ‘Dünyada her ferdin ve toplulukların, hatta milletlerin bir sallanma ve yuvarlanma buhranı içinde olduğuna inanıyorum’ veya ‘Doktor, hiç sallanmadan ve yuvarlanmadan mesleğinin istikametinde düpedüz yürüyüp giden nadir insanlardan biriydi’. Yeni zenginleri de diline doluyor: ‘başıaçık [şapkasız], boyunbağsız [kravatsız], sırtında en yüksek terzi elinden çıkmış paltosuyla’ Hacıağa, onsekizlik civan kızlarla dolaşıyor ama ‘o kızın halis muhlis İstanbullu olması şart’. Hemcinsleri de payını alıyor bu eleştiriden : ‘Anadolu evladı olan bir kadına çarıklı erkânıharp denilemezse de çarşaflı politikacı denebilir. Bir yerde elde edemedikleri şeyi başka bir yerde elde etmek ihtimalini gözden kaçırmazlar’. ‘Başka İstanbul yok’ diyerek kızan ‘Halk sahillere saldırdı Vatandaş denize giremedi’ şaşkınlığını yaşayan kültürel seçkinciliğin bir çeşitlemesi değil mi bunlar?

Tersi yok değil: Romanda olumlanan kültürlü kadınlar da anlatılıyor. Kanaatkâr, cinselliği ölçülü, mesleğini seven, kadınlık rolünü kabullenmiş, erkek gibi olmadığı hassaten belirtilmiş ve garip bir biçimde illa ki sigara içen, yaşlandığında etrafı çekip çevireceği şimdiden belli olan kadınlar bunlar. Kitaplardan, ilişkilerden, popüler eğlencelerden, ılımlı bir modadan söz ediyorlar. Mimar Serin Esen, ‘Hacıağa Estetiği’ binalarla doldurulan şehre alternatif olabilecek stüdyo tipi evleri model gösteriyor. Erken cumhuriyet dönemi yazarlarını baştan ayağa tedirgin eden (yozlaşmış bir modernliğin simgesi) apartmanlara ikame edilecek bir yapılaşma önerisi belki de bu. Serin Esen, sadece akıl yürütmüyor, çevresindeki kültürel erozyonun, taklit ve tahrifatın farkında. Görüyor, eleştiriyor ve son kertede uzak duruyor… Yabancı değil bize tutum, öyle değil mi?

Halide Edib, eleştirilerini taşralı orta sınıflara da yöneltiyor ama esasen ve adını koymadan kendini konumlandıran, üst-orta sınıf sayılabilecek eğitimli bir ‘biz’ adına konuşuyor. Modernden ve gelenekten hoşlanmadığını çeşitli biçimlerde betimliyor. Aşk ve ilişkilerden bahsederken ideal olanın ne olduğunu söylemekten geri kalmıyor. Romanda geçen bir cümle şöyle: ‘O ne eski ne de yeni zamana mensup, ideal bir kadın’. Orta Sınıfın, alt ve üst sınıflara yönelen eleştirelliği hiç bir biçimde yeni değildir ve kültür tartışmaları tarihinin anadamarını oluşturur. Miladı ne 12 Eylül ne de neoliberalizm diskuruna dayandırılabilir. Halide Edip, Âkile Hanım Sokağı’nı 1957-58’de yazmış, orta sınıfın eleştiriciliğini anlamak için ne kadar da yakın bir tarih…

Radikal Kitap, 27.11.2010

Perşembe, Kasım 25, 2010

Çarşamba, Kasım 24, 2010

İki Reis

-Bu kayığa iki reis fazla...

Salı, Kasım 23, 2010

Pazar, Kasım 21, 2010

Bedbin ve Kederli Gerçek Hayat Hikâyeleri

Faruk Geç, bugün hatırlanmamakla birlikte gazetelerimizin en önemli çizgicilerinden biriydi. Kısa bir süre önce kendi çalışmalarını yayınlamak üzere yayıncılığa girişmiş. 1985 yılında Güneş gazetesinde tefrika edilen Kumar-Uludağ’da Bir Gece adlı çalışmasını da ilk albüm olarak yayınlamış. Geç’in gazetelerde mesleğe başladığı ellili yıllarda, baskı teknolojilerinin yetersizliği nedeniyle pek fotoğraf kullanıl(a)mıyordu. Çizerler, fotoğraf yerine ikame edilen vinyet ve ilüstrasyonlarla gazetelerin görselliğini inşa ediyorlardı. Geç, ellili yıllarda İtalyan foto romanlarını çizgi olarak kopyalayarak ve uyarlayarak başladı çizerliğe. 1955-90 yılları arasında neredeyse her gün özellikle kadın okurlara hitap eden melodram çizgi romanları çizdi. 1967 yılından itibaren Hürriyet’te Gerçek Hayat Hikâyeleri üst başlığıyla sunduğu çizgi roman dizisi, yıllarca gazeteye tiraj getirdiğine inanılan, ilgi gören bir tefrika köşesi oldu. Gazeteler, Faruk Geç tarzında çizerler, benzer nitelikte hikâyeler anlatacak sanatçılar aradılar. Doksanlı yıllara kadar gazete tefrikaları, gündelik hayatın ilgi gören bir parçasıydı. Faruk Geç de bu tefrika döneminin long-seller yıldızlarındandı. Gerçi kimi meslektaşları kadar konuşkan değildi, bu uzun çalışma yılları içinde iki ya da üç kez röportaj verdi. Sadece işiyle ilgilendiği, fasılasız çizgi roman çizmekle geçen otuz beş yıldan söz ediyoruz, dile kolay.

Gazete çizgi romanları, genel eğilimin aksine yetişkin beğenilerine göre hazırlanırlar. Kadın okurlara yönelik çizgi romanlar da bu sebeple ve ahir ekseriyetle gazetelerde yayınlanır. Geç, kendi ifadesiyle gazetenin kadın okurları için çizdi yıllarca veya asıl okuyucusunun onlar olduğunu düşündü hep. Doksanlı yılların hemen başında artık çizgi roman üretmediği günlerde kendisiyle uzun bir röportaj yapmıştım. Yaptığı işi eczacılığa benzetiyor, kadınlar için hap hazırladığını söylüyordu. (Hap metaforu, genelde popüler kültür özelde soap operalar için mevcut anlatı içeriklerinin tektip ve manipülatif (aldatımcı) olduğunu vurgulamak adına kullanılır). Geç, hap derken belirgin bir bıkkınlıkla konuşuyor, kendine ve yaptığı işe karşı zekâ ve küçümseme içeren bir mesafe koyuyordu. ‘Sanat değil yaptığım’ ya da ‘şu ana dek güzel bir şey yazmadım’ diyen günümüzün dizi senaristlerine benzetilebilir tavrı. Doğrusu, yeni bir şey söylemeyen, popüler olan klişeleri biteviye tekrarlayan bir üretici olduğu fikrine pek katılmıyorum.

Melodramatik hikâyeler mutluluk dengesinin bozulup-düzeldiği bir mecrada gelişir. Oysa Geç, sanki ‘mutlu aşk yoktur’ düşüncesiyle hikâyelerini kurardı. Karakter dönüşümleri genellikle olumsuza doğru bir seyir gösterirdi. ‘Her mutlu evlilik bozulur ve her zenginlik tükenir’di. Şehirli, orta sınıftan erkekleri ve kadınları vardı. Önce bir masumluk dizgesi anlatırdı bize, çoğunlukla geçmişte yaşanmış, güzel günlerdi bunlar. Sonra her şey bozulur; bir kadın, haset, iftira, beklenmedik miras, eski sevgili vs. değiştiriverirdi o güzel hayatı. Asıl hikâye de o dengenin bozulmasıyla başlardı. Geç bu bakımdan tipik bir ‘hap’ hikâyecisi değildi veya eskilerin deyişiyle Yeşilçam mantığına dayandırmazdı anlatılarını. Mutlu son takıntısı olmamıştı örneğin. Başlayıp biten, her defasında yenilenen hikâyeler anlattığı için muktedir kahramanlara ihtiyaç duymamış veya okur baskısıyla mutluluğa (örneğin evlendirilmeye) zorlanan tiplemeleri de olmamıştı. ‘Gerçek Hayat’ ibaresi onu üçüncü sayfa haberlerini anımsatmaya, ekonomik sıkıntıların farkında olmaya zorluyordu muhtemelen. Tutarsız erkekler, huzursuz kadınlar ve sıkıntılı ilişkileri sevdi demek gerekiyor belki de.

Çizer, çizerin kurdudur; üreticiler birbirlerini eleştirmeyi severler. Faruk Geç, gazetelerde rağbet bulsa da, çizgi roman dünyamızda yıldız muamelesi görmedi. Hep aynı oyuncularla çalışan bir trup yönetmeni sayılır, tiplemelerinin fiziksel görünümlerini değiştirmemesi, onları çeşitlendirmemesi eleştirilirdi. Sahne seçimlerinin yeknesaklığı, kare içindeki kamera-gözün mesafesinin değişmezliği konuşulurdu. Oysa bu kare istifi, yakınlık-uzaklık mesafeleri Faruk Geç’e değil melodramatik çizgi romanlara özgüdür. Geç, bu kıstasları azaltıp çoğaltmıyor, aksine hikâyeye yoğunlaşıp görselliği yerel ve otantik manzaralarla pekiştirmeye çalışıyordu. Hemen her soap opera anlatısı yakın plan çizimler tercih eder; gözyaşının ya da kahırlanmanın eşiğinde duran insanların ifade ve jestlerini göstermek türün olmazsa olmazlarındandır. Bilemiyorum, belki de erkek kahramanların erkek yaratıcıları, küçümsüyordu Geç’in ‘kadınsı’ anlatılarını.

Faruk Geç asıl farklılığını hikâyelerinde göstermek istedi diye düşünüyorum. Yarım asır hiç aksatmadan titizlikle, bence milim sapmadan, ortalamasının hiçbir biçimde altına düşmeden üretti. Bunca sene gösterilen titizlik ve emek göz ardı edilemeyecek bir nitelikte, hatırlamak gerekiyor. Kaldı ki üretimleri, o önemsemese bile incelenmesi gereken bir içeriğe sahip. Yerli çizgi romanda onun kadar mutsuzluk anlatan bir başka isim olmadı örneğin. Daha da fazlasını iddia edeceğim, memleketin popüler kültüründe hiç kimse, bu kadar sene ve biteviye, böylesi koyu gri hikâyeler anlatmadı. Umarım Faruk Geç, çalışmalarını yayınlamaktan vazgeçmez de gazete sayfalarında kaybolmuş o bedbin ve kederli gerçek hayat hikâyeleri gün yüzüne çıkar…

Radikal Kitap, 20.11.2010

Perşembe, Kasım 18, 2010

Ya Konuşursa

The Talking Head (Le Bavard) için Paolo Baciliero’nun uluslararası başarı kazanmış tek albümüdür denilebilir. 1965 doğumlu Baciliero çizgi romana 1982 yılında başlamış, Manara’nın asistanlığını yapmış olması üretimlerinin ne yönde geliştiğinin de bir göstergesi elbette. İtalyan kökenli olmasına karşın çizgi roman anlayışı frankofon biçemine daha yakın. Adult kategorisinde çıkan The Talking Head albümü ise yetmişli yılların Türkiye’de de pek meşhur olan seks komedilerini andırıyor. Victor adlı genç bir adam bir sabah tuvalete gittiğinde erkeklik organının konuşmaya başladığını görüyor. Hikayeye adını veren mizah da buradan çıkıyor. Porno mafyasının (!) peşine düştüğü Victor ve konuşan penisinin başından geçen badireler, araya serpiştirilmiş bir aşk hikayesi ve sürekli aksiyon, hikayeyi okunur kılıyor. Baciliero'nun ustası Manara’yı andıran kare içi düzenlemeleri var, çiniyi kullanırken yine ustasına kıyasla daha kalın konturlar kullanıyor ama bütünlüklü olarak yumuşak, insanı çeken bir üslubu var. Çizgi olarak olağanüstü değil ama yumuşaklığı bunu örtüyor. Müstehcen ve rahatsız edici olabilecek hikâyeyi de aynı yumuşaklıkla anlatma mahareti gösteriyor, bu da önemli.

Çarşamba, Kasım 17, 2010

Labirent

Keşfetmek için Chow Hon Lam

Çarşamba, Kasım 10, 2010

Pazartesi, Kasım 08, 2010

Apolitik Siyaset Tabloları

Şöyle sokurdanmalar duymuş olmalısınız: ‘Hiçbir şeyin sanat olmadığı, evet hiçbir şeyin roman ya da müzik olmadığı ve her şeyin sadece ticaret olduğu bir noktadayız’. Güzel sanatlarla popüler sanatları birlikte düşünen pek yoktur ya da vardır da, ilki kadar esamisi okunmaz. Yıllarca önce Amerikalı eleştirmen Gilbert Seldes (öl.1970), çizgi roman ya da sinema gibi popüler sanatların Herriman ya da Chaplin gibi ustalar çıkarmasını örnek göstererek bu ayrımı gereksiz bulduğunu anlatmıştı örneğin. Ne desek boş, var işte böyle bir ayrım. Yüksek lisans ya da doktora öğrencilerine, en çok onlara, vakti zamanında bana da öğretilen şuydu: popüler sanat, karmaşık değil basittir, özgünlük derdi yoktur, başarılı olmuş ticari reçeteleri yineler. Eleştirellikten çok uyumluluğu içerir ve reel hayattan kaçışa tekabül eden bir yönelime sahiptir. Derslerde aksi istikametler anlatılmıyor demiyorum. İzleyicinin edilgen olmadığı, kuşkulanma ve yorum yapma potansiyeli taşıdığına da değinilir ama bu bana çok da inanılarak aktarılmıyor gibi gelir hep. Yüksek sanat övgüsünün, kitle sanatı eleştirisinin, itibarlandırıcı bir ciheti olduğuna inanıyorum. Dinsel bir aidiyeti hatırlattığını söylemeden edemeyeceğim.

Cem Dinlenmiş’in Penguen mizah dergisinde yayınlanan Her Şey Olur adlı köşesi kitaplaştı. Cem’in, yüksek sanatla popüler sanatları, kitsch ile avangard imgeleri, reel siyaset ile magazini, edebiyat ile sinemayı, internet ile sözlü kültürü harmanladığı bir köşe bu. Baştan yazayım: Her Şey Olur’un gerek estetik gerekse siyasi tavrıyla geleceğe kalacak ölçüde farklı olduğunu düşünüyorum. Sanatla ilgili ayrımdan bu nedenle söz ettim. Sanatın oyun ve eğiticiliğinin yanında en önemli katkısı sanıyorum hayata ilişkin yeni ve ayrımlı bir anlayış getiren dünya temsilleri sunabilmesidir. Her Şey Olur, tam da bu yüzden taze, sadece mizah dergilerinde değil basındaki politik karikatür geleneğinde öncesi olmayan bir başkalık taşıyor.

Mizah dergilerinde siyasi gündemin takibini genellikle 45-55 yaş arası yaşlı kuşak yapar. Gazetelerdeki ilk sayfa ya da manşet karikatürü geleneğini biçim ve içerik olarak sürdürürler demek daha doğru. Siyasi karikatürde sıkça kullanılan temalar ve klişeler vardır. Gazete haberleri, röportajlar ya da açıklamalardan faydalanılır. Tek cümlelik iktibaslarla bir mesele karikatürize edilir. Cem, 1985 doğumlu, ifade ve eğilimlerine bakarsak, siyasetle doğrudan ilgili değil, apolitik olduğunu açıkça söyleyebilecek birisi hatta. Bu tür siyasi panoramalar çizen karikatüristlerin siyaset merkezli ve bir tür perhizci hayat sürmesi beklenilir. Onlar da bu imgeye uygun biçimde davranırlar ya da bu ‘elbiseyi’ giyerler. Cem, ta en baştan, gazete karikatürcüleri ya da mizah dergilerinin politik espricilerini andırır bir tarza sahip olmadı hiç. Gerek yaş ve kuşak farkı, gerekse çizgi estetiği nedeniyle her ne yaparsa yapsın yeni bir köşe çıkaracaktı ama siyasi çıkarımları ve eleştirilerinin nasıl olacağı belirsizdi.

Hemen her çizeri etkilenmeler bağlamında bir önceki kuşağın ustalarına benzetebiliriz, özellikle başlangıç yıllarında. Çok az çizer bu esinlenme zincirinin dışına çıkabilir, öncesiz ve benzersiz bir üslup oluşturabilir. Cem, bunu daha ilk günden başarabilmiş bir azınlıktan. Türkiye’de çizen herhangi bir usta isimle aralarında illiyet kurmak doğru değil. Diğer yandan estetik vizyonu, alternatif Amerikan çizerlerine, özellikle Fantagraphics üreticilerine, Chris Ware, Steven Weisman gibi isimlere benzetilebilir, yakın sayılabilir. Hayatla otoriteyle, siyasetle ilişkisini anlatırken kurduğu görsel dil, başlangıçta buralardan besleniyor gibi görünüyordu. Özgün bir görsel dizge kurmak ve yerele odaklanmak, üslubu günbegün ilk esinden uzaklaştırır. İster istemez başka türlü bir yoğunlaşma yaşanır. Su akar mecrasını bulur…

İyi bir çizerin mutlaka siyasi bir bilinci veya entelektüel eğilimleri olması gerekmiyor. Üstelik Türkiye’de hükümetlere yönelik siyasi eleştiri yapmak sanıldığı kadar zor değil, süregelen bir zihniyet ekseni mevcut. Ona dâhil olarak karşıtlık kurmak, kültür temelinde siyasetçileri hicvetmek hayata dair espri yapmaktan kolay. Siyasi esprilerin komik olması da beklenmiyor. Cem’in yenilikçiliği en çok bu noktada kendini gösteriyor. “Comics” bir dünyası var, burada Hollywood’un, trash filmlerin, çizgi romanların, fantastik edebiyatın, global popüler kültürün ikonlarını kullanıyor. Star Wars’u, legoları, retro stil ilüstrasyonculuğu öne çıkartabiliyor. Ne anlatacaksa az yazıyla anlatmayı tercih ediyor. Eklektik bir görselliğe sahip, naif bir keskinlikle konuşuyor. Günümüz dünyasında benliğin sunumu mutlaka öfkeli ve hezeyanlı yaşanıyor, Cem ise sükûnetle resmediyor derdini. Siyaset söz konusu olduğunda hatipliğe soyunan, kıyametvari çıkarımlarda bulunan, daima eşik noktalarından söz eden, hainleri deşifre eden, yaftalayan ve hep kendini haklı sayanları düşünürsek çizdiği siyaset manzaraları gerçekten sağlam. Yaşanan zamanın siyah-beyaz karşıtlıklarıyla tarafgirlikle ilgilenmiyor, bağırmıyor. Mizah dergilerinden çıkan üretimler çabuk eskirler, Her Şey Olur, bu kadar kolay eskimeyecek ve bana kalırsa yıllar yıllar sonra bugünün genç ruhunu anlamak için başvurulacak referanslardan biri olacak.

Radikal Kitap, 6.11.2010

Cuma, Kasım 05, 2010

Esquire Ruhu

Davul kadar gergin. Bir Şii gibi göğsünü parçalamak isteyen komik. Hay Allahım bu kadar da olmazın müşterisi, satıcısı. Esquire ruhu. Televizyon balığı. Sevinçli bir Kustarica çığlığı. Besili kolejli kahkahası. Yediveren magazin eleştirisi ve en anlamsız yüzü esprinin. Okan Bayülgen, Teknikolor gökyüzünün çocuğu. Mizahın regl zamanı.

Perşembe, Kasım 04, 2010

Maus

Maus’u tanımlayan ilk şey ne dense diye sorulsa veya hikâye birine anlatılmak istense laf dönüp dolaşıp Soykırıma gelir. Soykırım ise tekrarlanıp duran her şey gibi o kadar uzaklaşıyor ki bize, Yahudilerin 2. Dünya savaşında yaşadıkları da sırf bu yüzden bizi etkilemez hale geliyor. İşin propaganda olduğu, Yahudi lobisinin varlığı ve saire Soykırımdan çok öne çıkıveriyor hatta. Maus’un Pulitzer kazanmasını da buna bağlıyanlar olacaktır muhtemelen. Oysa Maus’u Soykırım hikâyelerinden ayıran birkaç şey var ki, onu gerçekten farklı kılıyor. Kişisel bir not: ödüllere inanmam, ödüller söz konusu olduğunda nitelikten çok pazarlamanın önemli olduğunu biliyorum ama Maus gerçekten farklı olduğu için bu ödülü alabilmiş diyebilirim. Her şeyden önce mevcut çizgi roman olgusunu tanımlayan her ne varsa Maus buna uymuyor.

Böylelikle iki fark belirdi; ilki, Maus herkesin beklentilerinin dışında alışılmadık bir çizgi roman. İkincisi farklı bir soykırım hikâyesi. Üstelik bir fabl hikâyesi gibi dursa da güçlü bir ironi yapılmış, ters yüz edilmiş hemen her şey. Fare olarak resmedilen Yahudilerin farelerden korkması ilginç bir gönderme mesela. Maus'un atlanan bir özelliği daha var. O da azınlık edebiyatının kuşak çatışmasına odaklanan (Kafkaesk denilebilecek) anlatım eğilimine sahip olması. Art Spiegelman, sadece soykırımı değil (belki ondan daha çok) babasını anlatıyor. Hikâyeye katılan otobiyografik bölümler ve Spiegelman’ın bize hissettirdiği öfke Maus’u güçlü kılan özellikler. Okurdan taraf olmasını ya da sempati duymasını da istememiş. Geçen yüzyılın en beğenilen anlatılarına bakılırsa eğer Maus'un da aynı etkiye sahip olduğu görülebilir. Kendini konuşturan bir hikâye Maus, herkesi yorum yapmaya zorluyor.

Çarşamba, Kasım 03, 2010

Seyrüsefer Defteri 4

+ Volto Nascosto çıkmış, Manfredi sempati duyduğum bir yazar, başka bir kahraman-karakter denemesine girmiş, ilginç olduğu muhakkak. Baştan kısa bir dizi olarak düşünülerek buna göre mi biçimlendirilmiş onu merak ettim (31 Ekim). + Tartuffe çizgi roman uyarlaması hakkında bir yazı yazdım (30 Ekim). + Çizgili Pijama'yı okudum, ilginç bir çalışma. Epeydir gördüğüm en güzel otobiyografik çalışma diyebilirim (28 Ekim). + The American'ı seyrettim. Hemen farkedilir bir yavaşlık var. Garip bir şey, roman uyarlaması galiba diyorsunuz. Edebiyat sürat mi düşürüyor? İnsanlar birbirlerini niye öldürdüler anlamadım ama seyrettim (26 Ekim) + Luna Caliente'yi seyrettim, rahatsız edici bir erotik gerilim, ilginç...(24 Ekim) + Uzun zamandır bu kadar güzel bir çizgi roman okumamıştım. Vautrin'in romanından uyarlanmış Tardi klasiği Halkın Çığlığı, Versus'tan çıktı. Zihin açıcı, ilham verici... (23 Ekim). + Fantomas'ı (1964) seyrettim. Eski usul komedi avantür çıkmış filmden... Fantomas mitiyle uyumlu bir hikâye değil ama döneminde epeyce iş yapmış. Pembe Panter tarzı bir iş olması ilginç... (21 Ekim) + Faruk Geç, bana her zaman ilginç gelmiş bir çizer. Yıllarca aşk hikâyeleri çizdi. Şimdi kendi imkânlarıyla yayıncılığa da başlamış. Kumar adlı bir albüm çıkarmış, son sayfalardaki listeye göre daha da yayınlayacakmış. Umarım yayınlar (20 Ekim) + Cem Dinlenmiş'in Her Şey Olur albümüyle ilgili Radikal Kitap'a bir yazı gönderdim (18 Ekim). + Red filmini seyrettim. Eskiden hafif burun kıvırarak tam bir çizgi roman klişesi derlerdi böyle filmlere. Warren Elis'e selam gönderiyorum (16 Ekim). + Roman Polanski: Wanted and Desired adlı çok seyretmek istediğim bir belgesel vardı. Onu buldum, beklentilerimi karşılamadı aslında. Amerika'dan kaçmasına neden olan davaya odaklanmışlar. Davanın seyrini etkileyen hukuk komedisi anlatılıyor. Polanski belli bir noktadan sonra önemsizleşiyor. Yine de ilginçti, yetmişli yılların yıldızları ve sansasyonel isimlerine dair merakımı pekiştirdi (15 Ekim). + Boogie Woogie adlı bir komedi filmi seyrettim. Sanat dünyası ve galericilikle ilgili bir kara komedi diyebilirim. İyi oyuncular vardı. Gerilim iyi kurulmamış, bir seyir anlatılıyor, meselesi ne belirsiz, roman uyarlaması olduğu için çok karakterli. Buradan dizi de çıkarmış. (13 Ekim) + Gunless adlı bir western seyrettim. Kanada yapımıymış, bir iki oyuncu hariç ilk kez gördüğüm oyuncular vardı. Silahşörlük meselesine dair sarkastik bir tavır taşıyor. Eğlenceli bir yapım diyebilirim (12 Etkim) + İlki 78' yapımıymış, filmler o yıllarda geç geldiğine göre 10-12 yaşlarındaydım seyrettiğimde. Piranha'yı nostalji olsun diye seyrettim itiraf ediyorum. Gazetelerde Kelly Brook sebebiyle epey fotoğrafı çıkmıştı. Film bikinili kızlar ve kanlı sahnelerle dolu, başka bir numarası yok (11 Ekim). + Baykuş Krallığı Efsanesi'ne gittik Tuna'yla. Bir animasyon için fazla karanlık olmuş. Gereksiz bir karakter çokluğu var, çok tema var (10 Ekim). + Wild Target'i seyrettim. Başarılı bir komedi, karakterler iyi oturtulmuş, iyi oyunculuk var (9 Ekim). + Californication'u seyretmeye başladım (8 Ekim). + How To Train Your Dragon (2010) animasyonunu yeni seyredebildim. Devamlılık bakımından güzel sahnelere sahip, süratli bir anlatım ve dengeli gerilime sahip. İyi bir animasyon (7 Ekim). + Librianna (1979) Pulp ve B-Movie ile ilgili hemen her metinde göndermesi yapılan bir filmdi. Hep rastgeliyordum, ilk on dakikasında boşuna merak ettiğimi anladım. + Sovyet propaganda animasyonlarına bakıyorum, içlerinde sahiden ilginç çalışmalar var (6 Ekim). + Sintel'i seyrettim. Özel 3d programıyla hazırlanacağı uzun süre önce duyurulmuştu. 14 dakikalık bir animasyon, fena olmamış. Filmden çok projenin tasarım ve hazırlanmasıyla ilgili kolektif çalışma ilginçti (4 Ekim). + Avatar'ı seyrettim, çizgi filmdeki mizahi yön filme hiç yansıtılmamış, bu bana ilginç geldi. Efektler için seyredilen bir film... (3 Ekim). + Jonah Hex'i seyrettim. Efektlerin, özellikle ölülerin dirilme sahnelerinin iyi kotarıldığını söylemek gerekiyor. Hikâyeden çok sahne kurmaya odaklanıldığı anlaşılıyor, neredeyse filme o sahneleri çekmek için başlanmış. Kendine hayran aksiyonlardan biri. Filmden çok bir dizinin pilot bölümünü andırıyor (2 Ekim). + Knight and Day'i seyrettim. Komedi avantür demek gerekiyor. Cruise-Diaz iyi bir ikili değiller sanki ama film öyle bir yapılmış ki onlar dışında neredeyse hiç kimsenin beş dakikalık rolü yok. Dublörler, figüranlar ve bilgisayar var geride...Rollerine yüklenmişler bu yüzden... (1 Ekim).

Pazartesi, Kasım 01, 2010

Çizgilerle Gulyabani Entrikası

Yerli edebiyattan çizgi roman uyarlamaları yayınlanmaya başladı, bir yılı aşkın bir süredir devam eden çizgi roman modası böylelikle başka bir merhaleye ulaştı. Nasıl bir ilgiyle karşılanır, ne kadar sürer belirsiz ama Ayşe Kulin’in Veda romanından sonra bu kez de Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’si Oğuz Demir tarafından çizgi romana uyarlanmış biçimde çıktı. Gulyabani, söz oyunlarına dayalı, tek bir mekânda geçen, korku öğeleri içeren mizahi bir roman... Korkuyla mizahı yakınlaştırması ve mistik inançları deşifre etmesi bakımından kendi döneminin yazını içinde yenilikçi ve farklı bir çalışma. Sözlü kültürü ve hurafeyi edebiyata taşırken, ‘cin peri dediğin safsata, ardında insan eli ve çıkarı vardır mutlaka’ diyen bir mantığa dayanıyor.

Öyle sayılıyormuş, Gulyabani’yi (ilk) korku romanı(mız) saymak doğru değil... Gürpınar, in, cin ya da perileri değil, onlar karşısında korkuyla küçülen insanları, bu korkuyu çıkar için kullanma entrikasını anlatıyor, hurafeye inanan sıradan insanın korkusunun anlamsızlığını hicvediyor. Yakın zamanlara kadar bu yaklaşım pek değişmemiş, edebiyat dünyamızda, bugün korku türünde saydığımız biçem ve simgeler safsata sayılagelmiştir. Mizah edebiyatıysa, korkan-korkuları olan insanın komik yüzünü göstermeyi hep sevmiştir. Gürpınar, hayatı dönüştüren asıl gücün menfaat ve para olduğuna inanan, sahici saydığı bu ciheti tasvir edebilmek için gerçekten iyi tanıdığı kadın dünyasına başvuran bir yazar bana göre. En güçlü karakterleri, en akılda kalıcı sahneleri, kadınlardan ve kadınlar arasında yaşanan çekişmelerden çıkmıştır çoğunlukla.

Uyarlamanın Görsel Niteliği
Gulyabani, anlaşıldığı kadarıyla, 101 Temel Eserden biri olması sebebiyle çizgi romana uyarlanmış. Roman olarak söz oyunlarına kendini kaptıran, dolayısıyla kurgusu ve hikâye bütünlüğü dağılan bir yönü var Gulyabani’nin. Çizgi roman uyarlaması için uygun olup olmadığını düşündüm albümü ilk elime aldığımda. Kendime göre birkaç çekincem vardı, ister istemez o noktalardan baktım albüme. İlk çekincem, Gulyabani’nin klostrofobik, tek mekânlı ve neredeyse sadece gece geçen bir hikâye olmasıyla ilgiliydi. Bu hiç olmayacak şey değil elbette ama çizgi romanların korkutmakta başarılı olamadıklarını düşünüyorum. Oğuz Demir’in karikatürize çizgisi ve hikâyenin mizaha olan yakınlığı bu noktada bir avantaj olmuş. Gerçekçiliğin veya atmosferin belirginleşmesi veya korku öğesinin öne çıkması gerektiğindeyse bir handikaba dönüşmüş. Tek mekânda geçen bir roman olması nedeniyle mekânın bir aktörmüşçesine öne çıkması, ışık-gölge oyunlarının ziyadesiyle kendini hissettirmesi gerekiyor. Bahçeye çıkılıyor, dışarıda duruluyor vs ama mekânın tamamını sadece bir ya da iki kez, o da uzaktan görüyoruz. O korku mekânının dışarıdan nasıl gözüktüğü nedense resmedilmemiş. Renk seçimleri, karelerdeki açı-derinlik kıstasları her zaman anlamlı olmamış. Çok fazla yakın çizim yapılmış, o kadar çok baş ve göğüs açıları tercih edilmiş ki… Eski çizerler buna vesikalık ve grekoromen çalışılmış derdi… Diğer yandan görsel bir dizge kurulmaya da çalışılmış, bu epeyce olumlu, betimleyici anlatım kutularına olabildiğince az başvurulmuş. Kareler arası devamlılık konusunda sürati düşürecek müdahalelerde bulunulmamış, maharet gösterilmiş. İlk sayfalardaki sayfayı tasarım olarak görme arzusuysa kolay unutulmuş. En önemli görsellik eleştirisiyse karelerde bir arkaplan ayrıntısının, belgeselciğin olmaması. Sahne derinliği ya hiç yok ya da öylesine çalakalem kullanılıyor. Duvarlarda, koridorlarda resim ya da fotoğraf asılı örneğin. Hikâye, 19.yüzyılın ortasında geçiyor; cinli perili bir konaktayız, ne resmi ne fotoğrafı asılıyor duvara demek zorundayım. Fotoğraf ne zaman girdi evlere, ne zaman yağlı boya tablolar asılır oldu keşke düşünülseymiş. Üstelik resimden korkmak ta var işin ucunda, hurafeleri anlatmıyor muydu bu roman? Oğuz Demir ilk kez bu uzunlukta bir çalışma yapıyor. Nasıl çalışıldığı hakkında bir fikrim yok, yayınevi açısından seri üretimin parçası olan bir uyarlamadan söz ediyoruz. Ama en azından editöryal bir değerlendirme gerekiyormuş, bu çok açık.

Her Uyarlama Yenidenyazımdır
Uyarlama meselesiyle ilgili yaygın bir kanaati de bu vesileyle tartışabiliriz. Özellikle tv uyarlamalarındaki uzatma-sündürmelerden şikâyet ediliyor. Hemen herkes ise makul bir değişiklik olabileceğini kabul ediyor. Ama kimse o makulün ne olduğunu konuşmuyor. O makullük yeniden yazım, bugünün değerlerine uyarlama, ilaveler yapma ya da hiç hatırlanmıyor ama mantık hatalarını kapatma olabilir çünkü. Her ünlü romanın, hele ki 101 Temel Eser içindeki romanların anlatısal sorunları olmadığını düşünmek garip. Her uyarlama ister istemez yeniden yazım sürecini gerektirir. Gulyabani’nin senaryo uyarlamasını Oğuz Demir mi yaptı? Aksi yazmadığı sürece Demir’in hem yazıp hem çizdiğini düşüneceğiz. Eğer öyleyse yanlış bir seçim bu. Çizerin o hikâyeyi görsel olarak nasıl daha iyi anlatabilirim sorusuyla meşgul olması, daha doğru bir tercih olarak gözüküyor… Gulyabani’nin hikâye matematiği yeniden düzenlenmeliymiş… Genç kızın o eve neden getirildiği (ev ıssızlaştırılmaya çalışırken şahitlerin neden çoğaltıldığı), onu eve getiren (ve sonradan unutulan) kadının kim olduğu soruları cevapsız; Hasan ile Muhsine’nin ilk karşılaşması (ve sonraki konuşmaları ) finalde kahramanlaşan Hasan’a göre çok anlaşılır değil. Muhsine karşısında azgınlaşan, cin işlerine kendini kaptırmış görünen (ve okuryazar olmayan) Hasan’ın finaldeki Poirotvari cevvalliği hikâyeyi bitiriyor ama romanın kendi bütünlüğü içinde anlamlı durmuyor. Uyarlama bir yeniden yazımsa, hikâyeye akılcı rötuşlar atmak şartmış belli ki…