Perşembe, Nisan 30, 2009

Konuyla İlgili Söz Söyleyen İnsanların...

-->70'lerdeki çizgi roman tutkusunu neye/nelere bağlıyorsunuz? Televizyonun ve internetin olmaması mı sizce büyük bir etken miydi? Yoksa başka nedenleri var mıydı? Türkiye çizgi romanın altın döneminin 1955-1975 yılları arası olduğunu söylemek gerek. Yetmişlerdeki çizgi roman tutkusuna yönelik sadece siz değil pek çok kişi atıfta bulunuyor. Bunun temel nedeni bugün koleksiyoncu olan veya konuyla ilgili söz söyleyen insanların o tarihlerde çocuk olmasıyla ilgili. Bu da tahmin edebileceğiniz gibi nostaljiyle besleniyor. Yoksa o yıllarda yayınlanan çizgi romanların büyük çoğunluğu on yıllar önce de yayınlanıyordu. Çizgi roman, dünyada televizyonun yaygınlaşıp güçlenmesiyle, video oyunları, dvd ve internet pek çok yeni iletişim aracı çıkmasıyla geriledi. Türkiye’de de benzer bir sürecin yaşandığı su götürmez bir gerçek.

O dönemdeki çizgi roman tutkusunu neye bağlıyorsunuz peki?
Kahraman olgusu, muktedir olma, kötüleri yenme, özdeşleşme gibi pek çok şey sayılabilir. Ben şunu hatırlatmak isterim. Türkiye’de popüler olan İtalyan çizgi romanlarını temel alırsak, onların Hollywood’u modellediğini, hatta pek çok ünlü aktörün birebir çizgi romanlarda kullanıldığını görebilirsiniz. Türkiye’de çizgi romana otuzlu yıllarda “sinema romanı” dendiği de olmuştur. Bir başka deyişle çizgi roman, kâğıttan sinema işlevi görmüş. Söz konusu yetmişli yıllarda çocuklar eski çizgi romanlarını sinema önlerinde satar ya da takas ederlerdi. Tutkuyu konuşacaksak, çocuklar için sinema ile çizgi romanın el ele hayal körüklediğini söylememiz gerekiyor.
Çizgi roman tutkusunun çocukluktan kalma bir alışkanlık olarak mı görüyorsunuz?
Çizgi romanla çocuk yaşta karşılaştığımıza ve alışkanlığı o dönemde kazandığımıza göre evet diyebilirim…Bir genelleme yapacak olursak çizgi roman 8-15 yaş arası okura hitap eder. Endüstrisi olan ülkelerde üst yaş sınırını sürekli yukarıya çekmeye çalışmalar hep vardı. Bugün alt sınırın 15’e çıktığı söyleniyor. Bütün dünyada yaygınlaşan comicstore-çizgi roman sahaflarının müşterilerinin yaş ortalaması 30’un üzerinde. Pek çok ülkede okur yaşının yeniden aşağıya çekilmesi gerektiği tartışılıyor.

Yetmişli yıllardan sonra ortaya çıkan ya da Türkiye'ye daha geç tarihlerde gelmiş çizgi romanlar neden Tommiks, Teksas, Zagor ya da Kızılmaske kadar tutulmadı?
Yabancı çizgi romanları soruyorsunuz, öncelikle dönem değişmişti, satışlar düştü. Örneğin Zagor, yetmişli yıllarda haftada 50 bin civarında satıyordu. Bugün yayınlanan yabancı çizgi romanların aylık toplam satışı bunun üçte biri bile değildir. Ama bugünün çok satar çizgi romanları o dönemden çok daha sonra yayınlanan çizgi romanlar, örneğin Martin Mystere... Dönemleri ve koşulları karşılaştırmak çok doğru değil… Geçmişte yalan yanlış çeviriler yapılırdı, telif hakkı ödenmeyen çizgi romanlar olurdu, kopya çekilirdi, kötü basılırdı, hep tekrar yayınlar yapılırdı vs ama satışlar iyiydi. Şimdi karşılaştırılmayacak ölçüde kaliteli işler yayınlanıyor, o ölçüde satışlara ulaşılamıyor. Türkiye’de dergicilik büyük sıkıntı içinde, bunu da hesap ederek düşünmek lazım. Yoksa romantizmle geçmişe bakabiliriz elbet…
Günümüz çizgi romanlarının o dönemdekilerden farkı nedir?
Senaryo derinliği, devamlılık ve estetik açıdan günümüz çizgi romanları çok daha başarılılar. Ama mevcut okur oldukça muhafazakâr, çocukluğunu kovaladığı için yeni olanı okumaya pek yanaşmıyor. Sadece Türkiye’de değil pek çok ülkede benzer tepkiler verildiğini söylemek mümkün.

Çizgi romanlara yönelik ilgiyi azalmış olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Nasıl baktığımızla ilgili aslında... Satışları konuşacaksak karamsar olabiliriz. Ama çizgi roman geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde itibar da görüyor denebilir. Sanat dergilerinde çizgi romanla ilgili yazılar yayınlanabiliyor. Örneğin Frankfurt Kitap Fuarında Türkiye’de çizgi roman sergisi açıldı, etkinlikler yapıldı. Böylesi bir gelişme yetmişli yıllarda kimsenin aklına gelmezdi.

Genel olarak dünyada çizgi romanlara baktığımızda nasıl bir durum ve gidişat var?
Endüstrisi olan ülkelerde, örneğin Japonya, Fransa ya da Amerika’da yoğun ilgi halen sürüyor. Bu ülkelerde albüm satışları milyonu geçen onlarca çizgi roman var. Günümüzde özellikle Mangalara, Japon çizgi romanlarına yönelik büyük bir ilgi yaşanıyor. Öyle ki Frankfurt Kitap Fuarında yaptığımız çizgi roman etkinliklerinde bana Türkiye’deki manga yayıncılığı ve mangakalar hakkında çok sayıda soru soruldu. Büyük merak var. Fuarda kostümleriyle dolaşan manga fanlarının, özellikle genç kızların sayısı o kadar çoktu ki…Bu durum hep konuşuluyor, yeni okurlar arasında teenage girl oranı hayli yüksek…[Bilgi Üniversitesi, İletişim Fakültesi Gazetesi için yapılan bir röportaj, Kasım 2008]

Cumartesi, Nisan 25, 2009

Aziz Nesin

(…) Nesin, popüler bir yazar olduğundan kaçınılmaz olarak popülisttir: “Halkı bir yazı malzemesi olarak görmekten daha aşağılık ne olabilir! Ben halktan biri olduğum için hep halkın içindeyim, tıpkı balığın ancak suda yaşayabildiği gibi” (Nesin, 1982:1601). Oysa biliyoruz ki halk daima sadakat ve itaat bekler, zafer ister. Bir entelektüelin halkını mutlu etmesi mümkün değildir, yazıp eyledikleri, konuşmaları ve kabullenmedikleriyle keyif kaçırıcıdır. Böylesi bir çelişki içinde Nesin’in muhalifliğini tanımlamak gerekiyor. Uzun yazarlık ömrünün ilk yarısında hakim muhalif eğilimlere yakın durduğu ve pragmatik davrandığı söylenebilir. Örneğin Ellili yıllardaki DP karşıtlığını ancak yurt dışı ödüllerinden sonra alenileştirebilmiştir. Yıllarca İnönü eleştirisi yapmış, onun iktidardan çekilmesini Türkiye için bir umut saymış (Medet, 30.4.1950 vd) buna karşın bir on yıl sonra bu kez Demokratlara yükleyip İnönü’yü cumhuriyet ve tarihle özdeşleştirerek savunmuştur (Akşam, 5.5.1959). Bu noktada, sesini yükselten bir muhalefetten hoşlanan, fedakârlık yüklü her eyleme sempati duyan kişiliğini hatırlamak gerekiyor. Altmışlı yıllardaki toplumsal hareketlilikten ve sokak eylemlerinden mutlaka etkilenmiştir. Yirmi yıl önce Amerikan emperyalizmi karşıtı broşürü nedeniyle hapis cezası aldığı ülkesinde “6.Filo Defol” eylemleri yapılmaktadır. Nesin, bu hareketliliğin yanı başındadır, olmaması da düşünülemez zaten. Atatürkçü olmamasına rağmen Atatürkçü olduğunu düşündüren meydan konuşmaları yapar (Nesin, 1995a:127-132), TİP’e üye olmamasına ve aktif olarak katılmamasına rağmen toplantılarında ön sıralarda bulunur. Türk sosyalizmi iddialarını sonraları hicvedecektir ama iddia sahipleri ile bir arada görünmekten geri durmaz. Uzun yazarlık yaşamında birbirleriyle çelişkili ve hatta ters düşebilecek görüşleri olmuştur. Yukarıda değinmiştik, Aziz Nesin, mizahçı, edebiyatçı ve hatta siyasetçiliğinden önce gazetecidir. Güne uyarlanan sadece öyküleri değil siyasal görüşleri ve kendisidir. Aziz Nesin’i farklı kılan görüşleri değildir, davaya olan adanmışlığıdır, gösterdiği çaba ve göze aldığı risklerdir. Bu sadece hasımlarını değil birlikte yürüdüğü arkadaşlarını da etkilemiştir.(…)

[Dönemler ve Zihniyetler, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, 9.Cilt'te yer alan aynı başlıklı yazıdan bölüm]

Fotoğraf: Muammer Yanmaz

Salı, Nisan 21, 2009

Politik Düşünce Vasatı

İşte, medya, “ideolojilerin sonu” ideolojisinin yeniden üretildiği bir mecradır, bu ideolojinin biçimidir. Özellikle televizyonun gün be gün tekrarlanan, en “vahim” olayları bile olağan akışı içindeki vahamet efektleriyle sıradanlaştıran döngüsü, konformizmin en güçlü jeneratörüdür. O vahamet efektleriyle, çarpıcı sunumlarla, dramatizasyonlarla gün be gün tazelediği bir gündemle, heyecan ve merakı da canlı tutan bir rutini çevirir. Gündemin değişim hızındaki olağanüstü artış, rutin format içinde sürekli yeni içerik talebini kışkırtır; bu da belirli bir meseleye, bir soruya, giderek bir fikre konsantre ve angaje olmayı güçleştirir. Televizyonun esas itibarıyla bir eğlence mecrası olması, ister istemez “sulandırıcı” bir iğvanın kaynağıdır. Televizyonun zamansal yoğunluğunun ve hızının, sözün/düşüncenin kısa ve pratik formülasyonunu zorladığını eklemeliyiz buna. Bu vulgerizasyon veya popülarizasyon zorlaması, aynı zamanda konuların ve düşüncenin pratik hûlâsasını çekip çıkartmaya dönük bir zorlamadır, bu bakımdan politikleştirici bir etkisi olacağını düşünebiliriz. Yine, biçimin politik sözü yönlendirici, kısıtlayıcı etkisini görmezden gelmemek kaydıyla…

Medya, bir yanda enformasyon ile reklâmı (infomercials), enformasyon ile eğlenceyi (infotaintment) birbirine karışır hale getirdiği gibi diğer yanda toplumu kaotik ve istikrarsız bir yapıda resmeder, korku ve güvensizlik duygularını sürekli zinde tutarak otoriter zihniyetin yeniden üretimine katkı sağlar. Eğlence ve magazinin rasyonel nitelikli kamusal tartışmanın önüne geçmesi, herhangi bir kamusal meselenin iki görüş arasındaki münazaraya indirgenmesi, kişisel geçimsizlikle tanımlanır hale gelmesi, bu katkıyı pekiştiren bir karakteristiktir. Köşe yazarlarının bu dönemde gösterdikleri tepki ve refleksler çoğunlukla televizyon diliyle uyumlu hale gelir, hatta onunla yarışmaya kalkışır. Duygusal çıkışlar ve sansasyon, akılcı-mantıklı bir müzakereye galebe çalar. Televizyonda elini masaya vurarak konuşan, “dönekler, hainler” türünden ağır ithamlarda bulunan, handiyse ağlayacak kadar duygusallaşan, öfkelenen yorumcu-yazarlar, bu tarzın ustalarıdır. Sözgelimi Yalçın Küçük, bir keresinde, konuşurken elini masaya vurması için televizyoncuların telkinde bulunduğunu beyan ederken, medyanın dilini nasıl oluşturduğuna tanıklı etmektedir.

[MTSD, 9.Cilt, Dönemler ve Zihniyetler için Tanıl Bora ile birlikte yazdığımız yazıdan bölüm, Köşe yazarlığındaki değişim ve politik düşünce vasatı: Şu Köşeden Bu Köşeye]

Cumartesi, Nisan 18, 2009

Kuşkucu ve Özgürlükçü Bir Göçmen: Enki Bilal


[...] Bilal’in dünyasına aşinaysanız nasıl bir gelecekten geçtiğini, dün-bugün-yarın hattını nasıl istiflediğini bilirsiniz. Bilal’in geleceği derme çatmadır, kirlidir, salaştır. Sayfaları koksaydı eğer çöp ve rutubet kokardı. Anaakım bilim kurgunun hijyenik mekanlarına, iyi hesaplanmış şehir planlarına karşı duran, ters-yüz edici bir yorumdur Bilal’inki. Petrograd, Harlem, Paris, Cezayir ve belki İstanbul karışımı bir şehir gösterir bize. Kamerası sokağa indiğinde hep kirlilikle karşılaşırız, her yer eprimiştir, binaların sıvaları dökülmüş, boyaları matlaşmış, eskimiştir, üstelik etraftaki insanlar nedeniyle tekinsizdir. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra geleceğe ilişkin karamsarlığının derinleştiği görülebiliyor. 1980 yılında çıkan La Foire aux immortels’in faşist valisinin adı Choublanc, Fransızca kaybeden anlamında. Hikâyenin sonunda ne olacağını ta baştan haber veren bir klişe isim. Oysa sonraki albümlerde, iyiler ve kötülerin başkalaştığını, geçmişten çok daha farklı olarak ayrıştırılamaz bir hal aldığını anlatmak istiyor: “Dünya iki kampa ayrılmışken her şey çok basit hatta yalındı. Bizim taraf iyi karşı taraf şeytandı. Düşmanın nerede olduğunu biliyorduk. Bizim yetiştiğimiz dünya böyle bir yerdi. Onun içerisinde şekillendik. Sonra, ansızın, her şey çöküverdi. Değişim öylesine ani ve hızlı oldu ki farkına bile varamadık. Zihinlerimiz böylesi bir değişime hazır değildi.” Kaotik değişimlerin bellek yitimine neden olduğuna inanıyor ve ilerlemeyle ilgili iyimserliği olmadığı için kendisini çok etkileyen Bosna savaşını örneğin şöyle değerlendiriyor: “Neredeyse [her şey] bir on dokuzuncu yüzyıl savaşını andırıyordu. Son derece modası geçmiş bir savaştı. Zaten savaşın çıkmasına neden olanlar da ‘modası geçmiş’ insanlardı.” [...]

Enki Bilal İstanbul'da Sergisi (28 Mart- 2 Mayıs 2009) için yayınlanan katalog (YKY, 2009) için yazılan yazıdan bölüm.