Cumartesi, Mart 11, 2006

Frenk İllerinde Transfer Şimdi Başlar...

Avrupa’da Mart-Nisan ayları yeni sezon hazırlıkları ve transfer görüşmeleriyle geçer. Takımın ihtiyaçları ve maddi olanakları çerçevesinde izlenen futbolcularla görüşmeler yapılır, menajerlerle sözleşme şartları konuşulur. Bizde bu tarihlerde gelecek sezon için anlaşmalar yapılması oldukça nadirdir. Şampiyonluk şansını kaybetmiş üç büyükler için transfer konuşulması, “süper takım müjdeleri” ve yönetici açıklamaları spor sayfalarının konusu olmaz değil, ama daha geç bir tarihin çoğunlukla haziran-temmuz aylarının mezesidir.

Transfer denildiğinde ise neredeyse her zaman harcanan paralardan söz edilir. Harcanan para büyüdükçe yanlış futbolcu tercih edildiğine dair iddialar yükselecek, her kaybedilen puanda nüksedecek müzmin şikâyetler olacaktır. Futbolcunun kendisine harcanan parayı hakedip etmediği dünyanın her ülkesinde konuşulur, spekülasyonu yapılır. Bizde de lig şampiyonu olmuş takımların transfer harcamaları “müşterisi” olduğundan medya gündeminde kalır. Zira en çok harcamayı onlar yaparlar, gözde futbolcuların fiyatını rekabet ederek yükseltirler, bu sebeple yaptıkları yanlışın maliyeti oldukça yüklüdür. Abartı doğası gereği karşıtını da getirir: Maliyeti düşük, takıma faydalı futbolcular bulan takımlar ve yöneticiler övgüyle anılır. Transferde akılcılık, az ya da çok hesaplı davranmaktan geçer ama işin içine futbol kâhinliğini de sokar. Türkçesi risk kaçınılmazdır. Futbolcu alırken de satarken de bu risk vardır. Uzun süre izlenilen ya da ne oynadığı bilinen bir oyuncunun dahi takıma uyum sağlayacağını kimse garanti edemez. Transferler, hayal kırıklıkları hikâyeleri ile doludur. Ayrıca satılan oyuncunun yerinin nasıl doldurulacağı da iyi hesaplanmalıdır, ama dedik ya bunda da hesap tutmayabilir.

West Ham, gelecek on yılın en iyi defans oyuncuları arasında gösterilen Rio Ferdinand’ı satarken onun yerini dolduracak alternatifleri hazırlamıştı. Igor Stimac ve Stuart Pearce gibi yaşlı ama karizmatik oyunculuklarıyla onun açığını en azından o sezon için kapattılar. Bu yaşlı defans oyuncuları yoğun bir konsantrasyon gerektiren büyük maçlarda, hele savunma kurgusuyla oynuyorsa takım, az hata yaparak oynadılar; özgüvenleri, zamanlamaları, alan daraltmaları, yerinde müdahaleleri ve hakem üzerinde kurdukları baskı ile karizmalarını sahaya koydular. Birlikte oynadıkları defans oyuncularının şanslı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Biri 34 diğeri 39 yaşında bu iki emektarın, 23 yaşındaki bir gencin açığını kapatması kulübün menfaatleri gereğiydi. West Ham, gelecek sezon için aynı mevkiye yeni oyuncular takviye etti. Ve bu takviye, Rio Ferdinand ayarında olan Jamie Carragher, Wes Brown, Richard Wellens, Dyer ya da Woodgate gibi genç ve pahalı oyunculardan olmadı. Yüksek ihtimal ya kimsenin duymadığı bir genç ya da otuzuna yakın “sağlamcı” bir sweeper çıktı, “torbadan”. Kesin olan maliyetinin düşüklüğüydü.

Bazı oyuncular futbolculuk maharetleri kadar karizmaları ve seyirciyle oluşturdukları garip büyü yüzünden transfer edilirler. Herşeyin bittiği anda “pis” goller atarlar, kavga ederler, yenilgilere gözyaşı dökerler. Çocuklar gibi sevindikleri olur, unutulmaz gol sevinçleri vardır. Takıma uyum sağlayamama gibi sorunları yoktur, sıcakkanlıdırlar, çabuk sevilirler. Rakip takımın nefreti ve husumetini kaçınılmaz olarak çekerler: “pislik, terbiyesiz, anormaldirler”. Genellikle forvet oyuncusudurlar. Problemleri mi? Bir dokun bin ah işit türünden sayfalar dolusu problemleri sayılabilir. Duygusallıkları nedeniyle ya yöneticilerle ya da hocayla bir gerginlik yaşayarak, takımdan giderler. Sık takım değiştirdikleri için sözleşmeleri neredeyse arka ceplerindedir. Hep heyecan peşinde arzulu takımlara giderler, ters köşe: bu heyecanın içinde ligden düşme korkusu da vardır. Onları cezbeden serüven duygusudur, geç yaşlanıp kolay pes ederler. Yarına dair endişeleri yoktur, hep o anı yaşarlar. Bir ara Galatasaray’da oynayan Dean Saunders, bunlardan biriydi. Swansea, Cardif, Brighton ve Oxford gibi küçük takımlarda oynadığı ikişer yıllık sezonlardan sonra Derby, Liverpool ve Aston Villa gibi büyüklere terfi etti. Ama hikâyesi bitmedi, Galatasaray, Nottm Forest, Sheff Utd ve son olarak Benfica’da görüldü (!), gerisini bilmiyorum. Bir başkası Juan Eduardo Esnaider, Arjantin’den Real Madrid B takımına gelmişti. Ardından Zarogaza’ya transfer oldu, sonra yine Real Madrid ve birer yıl arayla Atletico Madrid, Espanyol ve Juventus. Hâlâ hırçın, tutkulu ve golcü olarak dolaşıyor gibi geliyor bana. Paolo Di Canio, Lazio, Juventus, Napoli ve Milan serüveninden sonra Ada’ya gitti. Celtic ve Sheff Wednesday’de birer yıl oynadıktan sonra West Ham’a geldi. Takımın kaptanı oldu, seyirci ona taptı, çizmeye de döndü tekrar. Bir başkası da bizde oynadı: Pascal Nouma. Parc des Princes’e kendini gösteremediğinden olacak, Lille, Caen, Strausborg ve Lens’e gitti. Lille ve Caen, ona küçük stadlardan ve sıradan maçlardan sıyrılabilme tecrübesini kazandırdı. Enerjisini bütün oyuna yayamıyordu, ama iştahlıydı; topla bir forvet oyuncusundan beklenmeyecek kadar çok buluşuyordu. İkili mücadeleyi seviyor, topla hızla hareket ediyordu. Pas yüzdesi ve ceza alanı dışından şut isabeti düşüktü. Ama yırtıcıydı, inatçıydı. Strasbourg’a geldiğinde yeniden kırk bin kişiye oynamaya başladı. İki yıl sonra Lens’e geldiğinde ise taraftar protestoları ile karşılandı. Nouma, Strasbourg maçlarından mimlenmiş istenmeyen bir adamdı. Kaldı ki takımın Smicer, Vairelles ve Moreira gibi golcülerinin yanında yer bulacağı bile şüpheliydi. Ama Nouma kazandı, seyircinin gönlünde yer alacağını biliyordu. Velâkin huysuzluğu, saldırganlığı ve uslanmazlığı nedeniyle buradan da ayrıldı. Türkiye’de yaşadığı hiçbir şey aslında sürpriz değildi.

Bazen takımlar kadar oyuncular da yanlış transfer tercihlerinde bulunurlar. Kulübün ismine, oynanan ligin cazibesine kapılarak bir vehme kurban olurlar. Kendi oyun stillerine uymayan takımlara giderler. Hakan Şükür’ün İtalyan ligini seçmesi ve İnter’i tercih etmesi akılcı bir tercihten ziyade duygusal nedenlerle açıklanabilir. Geç olgunlaşan duygusal bir futbolcu olması nedeniyle seyirciyle daha yakın olabileceği bir ligi seçmesi beklenebilirdi. İtalya ve İnter yanılgısını ilk o yaşamıyor. Hakan için Dennis Bergkamp iyi bir örnekti aslında, başarılı iki sezon geçirdikten sonra İnter’den Arsenal’e geçtiğini hatırlatalım. Kendisi tercih etmişti İngiltere’yi. Bugün futbol hayatının en verimli günlerini Londra’da geçirdiğini söylüyor. Bir başka Inter kurbanı -zamanında- Owen’den çok daha iyi olduğunu düşündüğümüz Robbie Keane oldu. Bu kadar çabuk İtalya’ya gitmemeliydi. Üç sezon içerisinde Wolves-Coventry-Inter çizgisi 21 yaşında bir futbolcu için tehlikeli bir süratti. Adaya döndü ama hâlâ geçmişini arıyor (2001).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder