![]() |
Yaşadığımız şeyi tarif etmek kolay değil. Siyaseti, kültürü, gündelik dili ve hatta zamanın akışını belirleyen bir şey var, ama adını kimse tam koyamıyor. Genel bir epistemik bulanıklık, güvensizlik, inançsızlık ve yönsüzlük hali… Çağdaş siyaset teorisinde ve kültür eleştirisinde sıkça tartışılan bu meseleye dair tek bir “isim-niteleme” yok; birkaç kavram bu tabloyu farklı açılardan yakalıyor.
Yanlış anlaşılmasın, epistemik muğlaklık otuz yıl önce de vardı; yönsüzlük, bütün iddiasına rağmen yetmişli yıllarda da yaşanıyordu. Fakat bugün tanık olduğumuz şey, failin ve mağdurun, sebep ve sonuçların sürekli yer değiştirdiği deveranlar silsilesi. Bir günün suçlusu ertesi günün kahramanı olabiliyor.
Bir tür epistemik kriz içindeyiz. Gerçeğin, bilginin ve otoritenin kaynağı belirsiz. Kimse kimseyi ikna edemiyor çünkü herkes kendi “hakikat rejimi” içinde yaşıyor. Kimse medyaya, akademiye ya da siyasete güvenmiyor. Ortada saf bir gerçek varsa bile insanlar buna kesin bir dille i-nan-mı-yor. Malumunuz, buna post-truth da deniyor. Artık insanlar doğruya değil, kendi duygusal gerçeklerine inanıyorlar. Bu yüzden tartışmaların kazananı olmuyor; herkes yankı odalarında dönüp duruyor. Kimse kimseyi dinlemiyor, herkes yalnızca kendi yankısını işitiyor.
Kendime yakın bulduğum bir başka kavram, Gramsci’nin interregnum dediği “ara dönem”. Eski düzenin ölmekte olduğu, yenisinin doğamadığı bir evreyi anlatıyor. Gramsci, Hapishane Defterleri’nde mealen şöyle yazar: “Kriz tam da şu gerçekte yatar: Eski olan ölüyor, yeni doğamıyor; bu ara dönemde çeşitli hastalıklı belirtileri ortaya çıkar.” Bugün yaşadığımız kafa karışıklığı, tam da bu ara dönemin belirtisi. Neyin meşru, neyin mümkün olduğunu anlayamıyoruz; hegemonik düzen dağılmış, yenisi henüz kurulamamış.
Fredric Jameson bu belirsizliği, “komplo düşüncesinin kültürel mantığı”yla açıklar. Her şeyin ardında gizli bir niyet, görünmeyen bir el aramak, aslında sistemin aşırı şeffaf hale gelmesinin sonucudur. Herkes bir tezgâh olduğuna emin, ne ki bu “bilme hali” hiçbir işe yaramıyor. Herkes biliyor, ama kimse değiştiremiyor.
Bu tartışmalarda iki adlandırma öne çıkıyor: kolektif şüphecilik ve nihilistik uzlaşma. Kimse kimseyi ikna edemiyor çünkü artık kimse ikna olmaya değer bir hakikat olduğuna inanmıyor. Siyaset, sanat, medya, popüler kültür hepsi “mış gibi yapma”nın teatral alanlarına dönüşmüş durumda.
Bir örnek: “Memlekette barış olacak mı?” diye soralım. Cevaplar saniyesinde çoğalıyor: “Olacak” demek de zor, “olmayacak” demek de. Tarafları dahil olmak üzere kimse ne olacağını bilmiyor. Bu sadece bize özgü bir durum değil. Her kültürde, her gerilimde, her tartışmada aynı tablo tekrarlanıyor. Belirsizlikler, istisnasız her meseleyi belirliyor. Artık insanlar neye inandıklarından çok, neden inanmadıklarıyla tanımlanıyor.
Şu soruyu sormadan geçmeyelim: Bu belirsizlik hali yalnızca bir kriz mi, yoksa yeni bir hegemonya biçimi mi? Yani Mıstık abi, kimse kimseyi ikna edemiyorsa, bu durumdan kim yararlanıyor?
Kişisel fikrim şu: Artık kimse “eskisi gibi” yararlanamıyor. Yerel ya da küresel muktedirler bile bu belirsizlikten korkuyor, neyin neye dönüşeceğini kestiremiyorlar. Gramsci’nin dediği gibi: “Eski olan ölüyor, yeni doğamıyor.” Bizse o doğamayan dünyanın canavarlarıyla yaşıyoruz.
![]() |


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder