Her türlü cangırtının dışında kalması, pozun, palavranın, temaşanın uzağında durması, memleketin bitimsiz asabiyetinin içinde bir derviş sabrı ve neşesiyle tatlı tatlı gezinmesi… Latif Demirci, tek kelimeyle benzersizdi, sakinliği, çalışkanlığı, yeniliğe açık olması, olağandışı üretkenliği hakkında ne söylense eksik kalır… O kadar üzücü ki kaybı, onun akıllı iyimserliğinin yokluğu bizi öyle yavanlaştıracak ki…
Latif, çok genç yaşlardan itibaren çizen, gazete ve dergilerde yaşayan, oralarda büyüyen ve olgunlaşan bir karikatürcüydü. Düşünün, bir ara Gırgır’dan ayrılarak Mikrop’a gitmişti, 1978’ti, henüz on yedi yaşındaydı, Canavar Koyun Orhan’ı çizmişti. Bu kadar erken yaşta hayata atılmak ve üreterek ayakta kalmak sahiden kolay değil. Tabii ki Gırgır’da genç üretici sayısı çoktu, Latif gibi başkaları da vardı ama onu özel kılan ve o yıllarda henüz anlaşılamayan bir başka derinliğe sahipti. Edebi bir tadı vardı esprilerinin, herkesin çok bağırdığı mizah dünyasında ironik bir mırıltıya sahipti. Siyasetle meşbuydu ama bunu belirginleştirmeden kullanabiliyordu, gücünü yumuşaklığından alan bir üslubu vardı.
Canavar Koyun Orhan’dan birazcık olsun bahsetmek bile o üslubu anlatabilir. Adından anlaşılacağı gibi Orhan insansı özellikler taşıyan, yaşadığı kenar mahallenin hatırı sayılır delikanlılarından olan bir koyundu. Sıradan bir insan gibi mahallede dolaşıyor, iş güç peşinde koşuyor, kafa çekiyor, kahvede muhabbete katılıyor, dertlenince şarkılar türküler söylüyordu. Dizinin ilginçliği, Orhan'ın koyunluk kaderine gösterdiği isyanda gizliydi. Yetmişli yıllarda olduğumuzu unutmayalım, Orhan, militan bir koyun hakları savunucusuydu. İnsanların duyarsızlığı, koyunların makûs talihi, onu kederden kedere sürüklüyordu. Kasaplara ve kasaptan et alan müşterilere saldırıyor, koyunlara yönelik ayrımcı ifadeleri eleştiriyor, insanları handiyse politically correct davranmaya zorluyordu. Latif, patetikliği gülünçleştirmekle birlikte bunu sevecenlikle esprileştiriyordu. 1980’de çizmeye başladığı, Behiç Pek’le birlikte yarattıkları Muhlis Bey de benzer bir naiflik taşıyordu. Muhlis, çapaçuldu ama beyefendi olduğunu sanıyordu, yazamıyordu ama büyük bir gazeteci olduğunu iddia ediyordu, irrasyonel çıkarım ve öngörüleriyle hemen her konu hakkında büyük laflar ediyordu ama mutlaka küçük ve sıradan açmazların figüranı oluyor, bitmeyen ve her defasında yenilenen bir hüsran yaşıyordu. Son dönemlerinde Hürriyet’te çizdiği Press Bey, hepimiz biliyoruz ki Muhlis Bey ile Ertuğrul Özkök karışımı bir tiplemeydi.
Latif, pozcu bir suskunluğu, kişisel memnuniyetsizlikleri, farklı görünme hallerini, hinlikleri, bir hava yaratma arzusunu ve o halleri alaşağı etmeyi hep sevdi, espri olarak daima aklındaydı bunlar. Takıntıları seviyordu, garip korkuları, gizli saklı arzuları narsistik büyüklenmelerle ahlaki ve babayani geçiştirmelerle birlikte tezat olarak istiflerdi. Sadece komik karakterler düşünürken değil, toplumu resmettiği, espri manzaraları sunduğu karikatürlerinde de şaşırtan zıtlıkları-çelişkileri anlatmak istedi. Nohut pilav satan seyyarın hamburger yemesinden, kotrasıyla sahile yanaşıp salaş çaycıdan çay isteyenlerden, safari cipiyle kenar mahalleden geçerken video çekim yapanlardan hep hoşlandı. Modern zamanların tuhaflıkları, rekabetçilik, sınıf atlama hırsı, olduğundan farklı görünme çabası, koşuşturma, yoksullardan uzaklaşma, zenginliğe pervane olma, markalar, gecekondular ve villalar Latif’in espri dünyasının parçalarıydı. Çeviren Latif Demirci (1996) isimli iddialı bir albümü vardır, Hopper, Lautrec gibi büyük ressamların ünlü resimlerini kendi tarzında karikatür olarak yorumladığı çalışmalarından oluşur. Ters yüz etme çabası Latif’e sadece komik gelmiyordu bence, estetize etmeye çalıştığı bir şeydi, gerçeği gösterme ve eleştirme yöntemiydi.
Mesleğe bu kadar genç yaşta başlamasına karşın neredeyse hiç bir dönem “genç karikatürist” sayılmadı, buna hiç ihtiyaç duymadı, yoluna çalışarak devam etti… Daha da önemlisi kendini sakınarak yoluna devam edebilme başarısı gösterdi. Seksenli yıllarda Kadınca’ya Behiç Pek ile birlikte bir röportaj vermişler, Behiç şöyle bir şey demiş: “İşimiz bizim adımızın duyulmasını gerektirmiyor (…) Amacımız bizim değil yaptığımız işin öne çıkması”. Bugün için garip duran bir alçakgönüllülük bu, ikili olarak doğru bir biçimde yanyana geldiklerini gösteriyor. Latif yıllarca ülkenin en ünlü karikatürcülerinden biri olmakla birlikte bunu tuhaflık ölçüsünde bir tevazuyla, neredeyse saklanırcasına yaşadı, sadece yaptığı işlerle hatırlanmak istiyordu, medyatik teşhir ve algının dışında kalmayı tercih etti. Sakınma olarak gözüken dahil olmama tercihinin bir sebebi, farklı siyasi ve kültürel kamusallıklarla karşılaşması, öğrenmeye açık olması, kendisini mizah dergileriyle ve yaptığı işle sınırlamaması da olabilir. Seksenli yıllarda, 12 Eylül’ün tazyikinden çıkmaya çalışan liberter dergi ve gazetelerde çizer olarak yer alması, Sokak, Yeni Gündem, Söz gibi yayınların içinde ya da çeperinde olması başka türden bir irade gösterdiğini anlatıyor. Belki o yıllarda eşi olan ve birlikte büyüdükleri anlaşılan Latife Tekin de onda başka bir tını bırakıyor… Ergönültaş’ın ve Oğuz Aral’ın teneke mahallesini sahici bir gecekonduya çeviren ayrıntıları tam da o zamanlarda çizmeye başlıyor, bir başka deyişle Sevgili Arsız Ölüm’ün (1983) yayımlandığı yıllarda...
Latif, tıpkı Sempé ve Erbulak gibi çocuk ruhuyla dünyaya bakanlardandı, hayret etmesi, büyük büyük kızmaması, hep o çocuksu merakla takılıp kalmamasından kaynaklanıyordu. Mizah dergilerinde mesleki ve tecrübe hiyerarşisinin bir sonucu olarak “abilik” bir makam olarak kullanılır ve yüceltilir. Latif, ruhen “abi” olmayanlardan biriydi, çünkü bütün o vahşi keşmekeş içinde sahiden çocuk kalanlardandı. Ağaran saçlarıyla neredeyse yarım asra yaklaşan işçiliğini bir pelerin gibi sırtında taşıyor, itibar görüyor ama işleri dışında “konuşmuyordu”. Abilik, mizah dergileri içinde iddialaşmalarda ön planda olmayı, geleneğin sahibi gibi konuşmayı gerektiriyordu. Hiç yapmadı. Onu Gırgır nostaljisi yaparken de göremezdiniz, çocuklar özlem duyarlar, güzel hatırlarlar ama nostaljiyi bilmezler… Gırgır’ı ya da mesleki sıkıntıları başka türlü ve eleştirel anlatabilecek bir donanıma sahipti ama yine o çocuk gözleriyle kimseyi dışlamıyor, anlamaya çalışarak konuşuyordu. Siyasetle ve dünyayla ilişkisindeki ayrıştırıcı olmayan ironisinin temelinde de o masumanelik (ve iyi kalabilme direnci) yatıyordu.
Herkesin had bildirdiği, sakinliğin sinsilik ve korkaklıkla nitelendirildiği bir “şimdiki zaman” yaşıyoruz, onun üretimleri, düşmanlaştırmayan, anlamaya çalışan, farklı hayatları hatırlatan güleç ve akıllı bir iyimserlik taşıyordu, çok fena eksildik…
[Yazıyı Oksijen için yazmıştım, 10-16 Haziran 2022]
çok güzel yazmışsınız. Elinize sağlık
YanıtlaSilÇok tesekkürler Hakan
YanıtlaSilCok cok iyi bir biyografi kaleme almişsiniz. Var olun...
YanıtlaSilEksik olmayın, teşekkür ederim
YanıtlaSil