Salı, Haziran 30, 2020

Güleryüzlü Doktor ile Feylesof...


Corinne Maier-Anne Simon ikilisinin imzasıyla iki biyografik çizgi roman çıktı yakınlarda: Biri Marx diğeri Freud hakkında. Maier, Türkçede de yayınlanan Merhaba Tembellik isimli çok-satar kitabın yazarı. Frankofon kültüründe ve Batı Avrupa'da popülerlik kazanan entelektüel yazarlardan. Psikanalist, iktisatçı ve bazen tarihçi olarak tanınıyor. Akıllı, nerede-nasıl yazması gerektiğini bilen bir pop-yazar, epeyce medyatik. Freud'u 2011'de, Marx'ı 2013'te yazmış. Albümlerde işbirliği yaptığı Anne Simon ise 1980 doğumlu genç bir çizer.

Biyografik çizgi romanların asıl meselesi hikâyeleştirmeyle ilgilidir. Ünlü birini, uzun ve mücadele dolu bir hayatı anlatmak, malzeme çokluğundan dolayı sanıldığı kadar kolay değildir. Bu türden biyografiler "basit ve anlaşılır" olma ilkesiyle kurulurlar. Gazetecilik ekseninde gelişen bir hikâye anlatma eğilimi vardır en çok. Kim anlatılıyorsa mutlaka çocukluğuna değinilir, daha o yaşta önemli biri olacağı gösterilir. Karakterli, büyümüş de küçülmüş biri karakterize edilir. Veya tahkiye başka türlü kurulur, çocukluktaki bir "eksiklik" bütün hayatı yönlendiren bir tutkunun anahtarı olur. Finalde veya yaşlılıkta, o eksiklik okura yeniden hatırlatılır. Biyografik çizgi romanlarda büyük şahsiyete yaraşır gerçekçi-tablo gibi "resimler" arandığından fotoğrafla yarışma, belgeye sadakat gösterme gibi güdükleştirici sorunlar ortaya çıkar. Marx'a, Che'ye, Atatürk'e, anlatılan kahramana benzemiş mi sorusu ister istemez sordurulur. Sayfa öyle bir istiflenir ki, okura ilk olarak o "resim" gösterilir. Tarihe "sadakat gösterdik" büyüklenmesi ve benzetme telaşı hikâyenin önüne geçer. Bol dipnot, bol kasvet ve bolca fotoğraf gibi kareler ağır aksak giden bir garabeti tamamlar.

Çok şükür ki, Maier ve Simon'un böyle bir kaygısı olmamış. Marx'ı ya da Freud'u anlatacağız derdiyle büyük hikâyenin peşine düşmemişler. Hafif tempolu, derli toplu bir fikri, bir tutkuyu resmetmişler. Maier, çok açık biçimde başka bir şey denemiş. İddiasız görünmek istemiş, büyük anlatı veya saklanan gerçek türünden sansasyoncu bir kalkışmaya ihtiyaç duymamış. Sarkastik bir dil tasarlamış. Bu baştan doğru bir tercih olmuş. Çünkü böyle hikâyelerde ansiklopedist olamazsınız, çok hatanızı çıkarırlar; metne yüklenemezsiniz çizgi roman mecrasındasınızdır, görsel bir dil tutturmanız gerekir vs. Ne yapmışlar derseniz... Marx ve Freud açık biçimde komik anlatılmışlar. Kendileriyle alay eden neşeli tiplemeler olmuşlar, komik biçimde öfkeleniyorlar örneğin. İşkolikler, takıntılı ve iddiacılar. Kendi meseleleri dışında hiç bir şeyle adam akıllı ilgilenmiyorlar. Anne Simon'un çizgileri de bu aurayı pekiştirmiş; ne yaptığını bilerek metni başarıyla tamamlıyor. Marx veya Freud'un komik hallerini iyi anlatan kare içi istiflemeleri yapmış. Sempe'yi hatırlatan bir "kıkırdaması" var çizgisinin, güleç.

Brechtvari biçimde kameraya-okur gözüne dönerek konuşan, oflayıp puflayan Marx ve Freud hikâye akışını gayet güzel hızlandırmış. Freud, penceresini açıp aşağıda kendisine küfretmek için bekleyen kalabalığa bağırıp çağırıyor; Marx, para derdiyle şikâyet ediyor, dönüp dolaşıp sinirleniyor vs. Hemen ardından her ikisinin de kendini anlatan ya da bir önceki karedeki eylemini ters köşeye yatıran sözlerini okuyoruz. Küçük fıkralar, eğlenceli anekdotlar hayat hikâyelerine maharetle yedirilmiş.

Handikap ya da zafiyet yok diyemem: Anne Simon, iddialı ilüstrasyonlar yapmak zorunda kaldığında, minimalist anlatımın dışına çıktığında hafiften aksıyor. İyi betimlenmemiş kareler görebiliyoruz ama çizgi romanın bütünündeki naiflik ve sarkastik atmosfer bize bunu önemsetmiyor. Bu da senaryonun başarısı bence. Marx ve Freud'u geveze kahramanlar olarak karakterize etmek yenilikçi bir yol. Onları zıvanadan çıkmış halde bağırırken, espri yaparken, hazcı yönlerini gizleyemezlerken, eleştirilere cevap yetiştirirken okumak-göstermek ilginç bir hikâye tercihi olmuş. Marx ve Freud'un hayatı her dönem farklı anlatıldı. Onların hangi dönemde nasıl anlatıldığını incelemek bile zamanın ruhunu niteleyebilir bence. Ekseriyetle perhizci, fedakar ve misyoner anlatıldılar çünkü.

Radikal Kitap, 4.4.2014



Pazartesi, Haziran 29, 2020

Son Okuduklarım 44




Genelevde Yas, adından tahmin edilebilir, Beyoğlu "yeraltısıyla" özdeşleşmiş romanlarımızdan biri. Kısa kısa bölümlerle, hayli sert ve trajik, eski erkeklerin argo ağzıyla "keraneden manzaralar" sunuyor İrfan Yalçın. El hak, gerçekçi ve dehşetli diyaloglar kurmuş. Hemen söyleyeyim, Arap, romanın en akılda kalıcı karakteri, kontrolden çıkan hoyratlığı iyi resmedilmiş. Manzaralar dedim, Genelevde 14 numarada çalışanların nasıl bir hayat sürdürdüklerini okuyoruz, o fasıl seyrelebilirmiş, kadınlar karakter olarak derinleşemeyince kimi zaman karikatür gibi gözükmüşler. Romanın vardığı yere bakarak kimi meseleler başka türlü istiflenebilirmiş, okurken o hissi taşıdım. Yalçın, romanı "gerçek hayata" yakın tutmak istediğinden o karakter kalabalığını da gündelikle ilgili kimi fazlalıkları da umursamamış... Diğer yandan edebiyatımızda fuhuş alemi pek anlatılmıyor ama anlatıldığında da bu tonda - benzer bir renkle anlatılıyor. Demek istediğim roman o dünyanın ilk sahici metinlerinden... Sonradan gelen yazarlara ilham olmuş, o çok belli... 

İshak, incecik bir öykü kitabı. İlk basımı 1960 yılında yapılmış,  ister istemez mukayese edeceğim, bir defa Onat Kutlar dil, üslup ve hikaye evreni bakımından çağının, çağdaşlarının ilerisindeymiş. O tarihte kolay kolay anlaşılamazmış, gün gibi gözüküyor. Kitabın on yedi yıl sonra yapılan baskısına yazdığı önsöz, az bulunur güzellikte "akıllı" ki o da baştan sona bir farklılık gösteriyor, o kadar yıl önce yazdıklarını beğenmiyor Kutlar, mesafeli durmuş "toyluğuna"... Bu türden bir mesafe ve eleştirellik memlekette alçakgönüllük gibi anlaşılmaz, sahi sayılarak, itiraf ediyor denerek "kabul görür". Yazardan biteviye  iddia ve gösteri beklenir çünkü. Kutlar'ın bir "arrogantlığı" yok değil, belki de o yüzden beğenmiyor veya "az yazmış"... Oysa keşke daha çok yazsaymış, benzeri bugün bile yok sanki... 

Tuş, Orhan Umut Gökçek'in grafik romanı, kıyametvari denilen türden karanlık bir anlatı. Tuş'un kapakta geçen açıklayıcı cümlesi-sorusu şöyle: "Karşınızda havada asılı duran bir tuş belirseydi ne yapardınız?" Gökçek, yakın gelecekte her yerde zuhur eden-havada asılı duran düğme-tuş mekanizmaları hayal etmiş. İnsanlar düğmeye bastıkça ölmeye başlıyorlar, daha önemlisi ölümler kadar karamsarlık yayılıyor ve hayat duruyor vs. O tuşların belirlemesinden sonra olanları kısa hikayelerle bir dönem panoraması anlatır gibi resmediyor. Sakin ve insani bir sesi, edebi bir yavaşlığı, serüvene özgü hararete bulaşmadan anlatma tercihi var Gökçek'in. Tuş'un ilginçliği de bu karışımdan çıkıyor. 

Kenan Hulusi Koray, genç yaşta ölen, fantastik ve korku edebiyatıyla ilgili kendisine öncülük atfedilen bir yazarımız. Daha önce okumamıştım, o nitelemeden haberdardım ama itiraf edeyim, iddia edildiği ölçüde bir öncülüğe ihtimal vermiyordum. Okuduğum Kavaklıkoz Hanı'nda Bir Vaka, kısacık bir şey, üç hikayesi seçilmiş...Bu azlıkla yanılıyor olabilirim ama önyargım geçmedi, pekişti... Evet, yazar olarak bir atmosfer oluşturuyor ve bu az şey değil, türe hakim olduğunu hissettiriyor, ne ki, auranın yanında güçlü bir hikayesi yok. Türün takipçisi iseniz, defaatle tüketilmiş o aurayı zaten aşinasınızdır. E bu da o auranın "yeni" olmadığını hemen anlamanızı sağlar, okuma zevkinizi tarumar eder. K.H.Koray adına şunu hissettim, pulp evreni için iyi bir okurmuş, evet yazabilirmiş, başka şeyler anlatabilirmiş ama sanıyorum o kadar "istememiş". Genç sayılabilecek bir yaşta, otuzlarının sonunda ölmüş ama Türkiye'de yazarlar, yirmili yaşlarda kendilerini göstermeye başlıyorlar, o bakımdan "istememiş" dedim. 


Kesik Baş Cinayeti, meğer yaşanmış bir olaymış, yüz yıl önce tefrika edilmiş, oradan bir proje kapsamında derlenip kitaplaştırılmış, bir türlü çözülemeyen kanlı bir cinayetin katillerinin yakalanma hikayesini okuyoruz. Tefrikanın yazarı sahiden bir polis hafiyesi mi veya metin ne kadar özgün kestiremiyorum ama kişisel fikrim gerçek bir "vaka" ve "hafiye" iddiasıyla okur nezdinde ayrıca bir alaka yaratılmaya çalışıldığı yönünde. Romanın polisiye aklı değil de araştırma süreci ilginç diyebilirim. Demek istediğim, katili yakalamakla ilgili bir zeka gösterisi okumuyoruz, hafiyemizin bilgiye (ve katile) ulaşabilmek için gösterdiği maharet ve kurnazlıkları takip ediyoruz. Yalan söylüyor, kılık değiştiriyor, suçlularla pazarlık ediyor vs. Bu bakımdan ilgi çekici, o dönem bütün Avrupa'da zuhur eden "true detective" akımının bir parçası ve alamode bir roman olmuş. Diğer yandan en baştan anlatılmayan teferruatlar var ki onlar da hikayenin zaafları, örneğin cinayetin hırsızlık amacıyla işlendiğini -çalınan mallarla ilgili dökümü- finalde öğreniyoruz. İlk sayfalarda ve künyede ayrıca bir bilgi-isim verilmemiş ama kullanılan illüstrasyon ve fotoğraflar güzel... Metne eşlik eden resimler realistik çizilmişler, maktul ve hafiyelerin fotoğrafları da verilmiş. Yaşanmış bir olay vurgusunun gazete-dergilere satış getirdiğini "Karındeşen Jack" cinayetlerini anlatan (ve sürdüren) Londra basınından ve medya tarihinden biliyoruz. 

Bulgakov'un Morfin'i iyi anlattığı taşra kırsalı ve doktorluk hikayelerinden biri. Bu aralar uyuşturucuya dair bir metinler inceliyorum, o sebeple yeniden okudum. Öykü, gerçekçi ve belgeselvari duruyor, o yıllarda bağımlılık pek anlatılabilen bir şey değil, arkaplandaki siyasi ve romantik deveranlar bir müptelanın yaşadıklarını güzel besliyor.

Gölde Akşam, Ajda Pekkan'ın oynadığı, onun dışında tek bir yerli oyuncunun yer almadığı, Paris'te geçen bir fotoroman. Kurgusu kötü, ardışıklığı zayıf bir çalışma. Ajda olmasa (hele bizim için) hiç "çekilecek-okunacak" şey değil. Ajda, hikayenin başında evli, kocası esrarengiz bir nedenle Fransa'ya gidiyor ve dönmüyor. Peşinden Paris'e giden Ajda, kocasını buluyor bulmasına ama ondan ne ilgi görüyor ne yüz buluyor.  Bu fasıl güzel, gurbette bi başına kalakalan mutsuz bir kadın, hah diyorsun bir şey olacak. Tıs tabii, olmuyor. Senaryoda muammalı bir taraf daha var, gel gör ki o da berhava oluyor. Hikayenin varla yok arası kötü adamı Ajda'ya bir manto hediye ediyor. Ceplerinden para çıkan bir manto bu. Mantodan ne zaman para çıksa gazetelerde televizyonda bir soygun haberi duyu(ru)luyor filan. İnsan vay diyor, melodram içinde fantastik bir memba. Neymiş, nasılmış, nereye varmış derseniz, bir cevabı yok, o manto gaiplere havale ediliyor, unutulup gidiyor...  Ajda, tekrar kocasına kavuşuyor diyerek bitirelim. Neymiş, aslolan hikayenin mutlu sonla bitmesiymiş, gerisi teferruatmış.

Sansür, Tan Oral'ın ödüllü ve sonradan yasaklanan çizgi filminin (1970) betimleyici yazılarla genişletilmiş kitabı. O yıllar için yenilikçi ve Doğu Avrupa'daki benzerlerinden geri kalmayan siyasi bir hiciv olan animasyon, kitap olunca sanki bir tık irtifa kaybetmiş. Masumluğu temsil ettiğinden hikayenin merkezinde bir çocuk olsa da anlatı çocuksu veya çocuklara yönelik değil. Grev sırasında polis şiddetine maruz kalan bir işçiye ait fotoğraflar ise medeniyet tarihimiz açısından trajik bir vesika. Hayat, tarih demişken, aslında bir yenilgiler tarihi, yaşayıp gidiyoruz. 

Cumartesi, Haziran 27, 2020

Suçlu Defteri


Sahaflardan tuhaf ve sevdiğim türden bir kitapçık buldum. Yıllar oldu, denk düştükçe, suçlu resimlerini cinayet tarihi faslından toplarım. Hadi gençken memleketin cinayetlerini "yazayım" filan derdim, şimdi öyle bir iştahım da yok, gel gör ki insan kolay vazgeçemiyor, halen alışkanlıkla topluyor, inceliyorum. 

Bulduğum kitapçık, İstanbul emniyetinin kendi içinde-hizmete özel bastırdığı, muhtemelen karakollara ve önemli devriyelere dağıttığı bir şey. Sayı olarak iki yüze yakın, tamamı erkek ve "aranan" suçluların vesikalık fotoğraflarını derlemişler. Küçücük, avuç içi büyüklüğünde hazırlanmış ki cebe sığsın, taşınması kolay olsun... 

Bendeki nüshanın sahibi, artık her kimse, işine titizlenen bir polismiş, resimlerin altına notlar düşmüş, düzeltmeler yapmış, ölenleri belirtmiş filan... Kitapçığın yayın tarihini -yazmadığı için - bilemiyorum ama lakaplardan ve suçluların görünümlerinden bana 1950'li yılların ilk yarısı gibi geldi. Örneğin resimlerdeki suçlu erkeklerin yüzde onu bile "bıyıksız" değil. Halbuki, bir on yıl sonra, bu oran değişir, genç suçlular modaya uyar, girip çıktıkları mekanlara göre "façalarını" değiştirirler. Kitapçıktaki fotoğraflar daha ağır ve eski usul kabadayıları andırıyor. Lakaplar hakeza öyle, arkaik duruyorlar. Arap Hayati, Kürt Abbas veya Arnavut Cafer gibi etnik vurguyla hatırlanan suçlu çok. 

İlginç geldiği için yazayım, sadece bir tane Rum (İstiradiyis) ve bir Ermeni'ye (Sarkis) rastladım. Gayri Müslim azınlıkların nüfus olarak azalmaları kadar orta sınıflara ve şehir hayatına uyum sağlamaları bunda bir etken olabilir. Karadenizli veya Laz nitelemesi yok denecek kadar az... Onun nedeni İstanbul'a ancak o yıllarda göç etmeye başlıyor olmaları belki de...

Hoşuma giden lakaplara rastladım. Örneğin Reşit Ayaz'a "Araba" diyorlarmış, Mehmet Durdurmaz'a ise "Hammet" ... E buna şaşırdım, hani "Papelci", "Pire" ve hatta "Fantoma" bile olabilir de Hammet sahiden baş döndürücü... Yoksa yanlış mı yazmışlar filan diyerek gülüyorum kendime...

Son not: kimsenin ne suç işlediğini bilmiyoruz ama Şükrü Arslan isimli suçlunun altına "Polis Katili" yazılmış... Vay onun haline! 

Cuma, Haziran 26, 2020

Erkekler


1930'lu yıllar İstanbul'undan bir fotoğraf. Bir kalabalık var, bir yerden bir yere gitmek isteyen birileri resmedilmiş. Bir ikisi kasketli, gerisi "fötür" şapkalı... Mevsim kış sonrası sanki... Paltolu çok...

Ama diyorum, fotoğrafa dair belki de tek söylenecek şey, iki çarşaflı kadın dışında herkesin erkek olması... Büyükşehrin sosyal hayatı şu bu... Koca İstanbul, gel gör ki kadın yok etrafta...

Hani, yok dersiniz de, sorarlar ya... Hiç mi yok diye... Hiç ölçüsünde yok...

Perşembe, Haziran 25, 2020

Kayıp Bir Ressamın Evrak-ı Metrukesi




Yüz yıl önce diyelim, matbaa teknolojisinin yetersizliği nedeniyle gazeteler-dergiler pek fotoğraf kullanamaz, basın ressamlarına başvurur, onların ürettiği görsellikten faydalanırlardı. Gazete-dergi dağıtımı ülke çapında yapılamadığından satışlar yüksek değildi ve bu durum ressamlara ödenen telifi doğrudan etkiliyordu. Hemen bütün ressamlar bir gazeteye ve birden fazla dergiye iş yetiştirmek durumundaydı. Seri üretim yapabilen, o disiplini gösterebilen ve o profesyonelliği başarabilen ressam sayısıysa çok fazla değildi. Yayıncılar, onlara mecbur kalmamak içim profesyonellerin alternatiflerini arıyor, yetenekli gençleri, akademiden öğrencileri, meraklıları devşirmeye çalışıyor, ucuz maliyetli isimler bulmaya uğraşıyordu. Bu çerçevede her dönem sürekli çalışan isimlerin yanında piyasaya girip çıkan pek çok ressam namzedi oluyor, çoğu sebat etmiyor, kaybolup gidiyordu. İzzet Ziya, geçen yüzyılın ilk yarısında çalışmış, sonradan kaybolup gitmiş basın ressamlarımızdan biri. Taha Toros ve Nüzhet İslimyeli'nin yazdıkları dışında hakkında doğru düzgün bir malumata dahi sahip değildik. Bahriye Çeri ve Ali Birinci, onun hakkında kıymetli bir albüm-kitap yapmışlar. Kitap, İzzet Ziya'nın dergilerde kalan ilüstrasyonlarını ve biyografik nitelikli ayrıntılı bir önsözü içeriyor.

Öğreniyoruz ki, bir dönem saray ressamlığına kadar yükselen İzzet Ziya, cumhuriyet'te de nitelikli bir devlet memuru olmaya devam etmiş; az çizmesinin, geniş aralıklarla üretmesinin gerekçesi böylelikle anlaşılıyor. Babıali'nin nekes patronlarından sıtkı sıyrıldığında kaçıp gidebiliyormuş, 'la havle' çekip devam etmek zorunda kalmıyormuş. İzzet Ziya'nın 1919-1936 yılları arasında çizdiği kimileri karikatür, çoğunluğu hikâye-roman resimlemelerinden oluşan albüm, basın ressamlığı bakımından zihin açıcı bir panorama oluşturuyor. İzzet Ziya, 1935'te, Yedigün'de yeniden çizmeye başladığında 52 yaşındaymış, o yaşta tazelenmek-iştahlanmak takdire şayan. Çizmeyince bileğiniz kütükleşir, eskisi gibi çizebilmek, kıvraklık kazanabilmek için tekrar ve tekrar çalışmanız gerekir. İzzet Ziya, bunu göze almış, üstelik yirmili yıllarda çizdiklerine göre daha olgun çalışmalar çıkartabilmiş. Vefatında Ankara'da yaşadığına göre, çizdiklerini İstanbul'a postayla gönderiyor olmalı.

Basın ressamlığı, endüstriyel üretim anlamına gelir, sanattan çok popüler beğeniye ve önemli ölçüde taklide dayanan bir tekrar içerir. Onar yıllık aralarla basındaki görsellik incelenirse popüler ve taklit edilen bir üslup olduğu, bunun tekrar edilerek yaygınlaştırıldığı görülebilir. Her yeni gelen çizerden o popüler-hâkim üsluba benzeyen üretimler istenir. Örneğin bizde 1920'li ve 30'lu yıllarda Fransız gazeteleri ve orada hâkim olan görsellik taklit edilir. Dergi ve gazetelerimizde imzaları farklı olmakla birlikte birbirine benzeyen ilüstrasyonlar görürüz. Benzeşme derken 'Parisienne' bir üslup, belirginleştirilmiş bir kibarlık, elegant kadın ve erkekler resmediliyor demek istiyorum. En fazla iki kişinin, ekseriyetle bir kadın ve bir erkeğin yan yana, göz göze, 'ruhen' yanak yanağa getirildiği mizansenler de denebilir çizilenlere. Arka plan ve bir iç derinlik yoktur. Sessiz sinema tasarımı kadın ve erkekler tek bir duyguya odaklanmış biçimde ağlamaklı ve endişeli ifadelerle bakınırlar... Az sonra büyük bir sır ifşa edilecek, ayrılık olacak, kavuşamayacaklar, hüsran, facia, bedbahtlık vs yaşanacaktır sanki.

İzzet Ziya, bu resimlerdeki imzalardan biri… En ünlüsü değil. Fransız çizerlerini andırıyor, o yılların pek çok karikatürist ve basın ressamı gibi özgün durmuyor çizdikleri. Neden diğer ressamlarımız kadar hatırlanmıyor sorusu az üretmesinden, mevcuda yeni bir yorum getirememesinden kaynaklanıyor bana kalırsa. İzzet Ziya, kendine özgü bir başkalık taşımadığından, kendisinden talep edileni yaparak, siparişi tamamlayan bir zanaatkâr gibi duruyor. Münif Fehim, İhap Hulusi veya Ramiz ölçüsünde bir basın ressamı değildi ama el hak, talebe cevap verebiliyordu. Örneğin elleri iyi çizemiyordu ama önemli olan eksajere edilmiş yüz ifadesiydi. İzzet Ziya bunu kotarabiliyordu.

Yirmili yıllarda basınımız için Fransızları modelliyor dedik, otuzlu yıllarda İzzet Ziya'nın daha olgun ve oturmuş çizgilerini yayınlayan Sedat Simavi'nin ünlü Yedigün dergisi frankofon etkiyi sürdürmekle birlikte, başka bir görsel iklimin ve modanın içindeydi. Amerikanlaşma yaşayan bir Fransa vardı artık, çizgiler de ona göre değişmişti. (Babıali, Amerikanlaşmayı uzun yıllar Fransa üzerinden takip etti.) Şevki ve Sururi gibi American Style ressamların giderek öne çıkması da bu yüzden oldu, tek etkiye değil arkaplan ayrıntısına dayanan, dekoratif unsurların azaldığı, çizgilerin berraklaştığı, kadınların ve erkeklerin vücut özelliklerinin daha fazla belirginleştirildiği yeni bir resim anlayışı oluşmuştu. 'Kamera' daha geriden kuruluyordu artık. Yüz ifadesi kadar mekân tasviri de önem kazanmıştı. İnsanlar o güzel kadınların nasıl bir mekânda yaşadığını görmek istiyordu. İzzet Ziya, otuzlu yıllarda daha iyi çiziyormuş ama yine yeni değilmiş demek istiyorum. Modern üslup, bir kez daha başkaları tarafından temsil ediliyormuş. İzzet Ziya, yaşasaydı, ne kadar değişirdi, yeni biçime nasıl uyum sağlardı, kestirmek güç. İyi eğitimli bir saray ressamının, çini mürekkebiyle ve ucuzcu gazetelerle serencamı hayli ilginç elbette. Çizme iştahı gösteren arzulu bir adam mıydı yoksa ilerleyen yaşlarında düşkünleşerek maddi imkânsızlıklar yüzünden, beklenmedik bir ihtiyaçla Babıali'ye mi gitmişti, bilmiyoruz. Kitaptaki bütün çizimleri incelediğimde bende kalan tortuyu, melodramatik bir keder olarak tarif edebilirim. Belki abartıyorum, İzzet Ziya, yalnız ölen ve hatırlanmayan biri, sanki öyle, fazlasıyla romanesk geliyor bana.

Radikal Kitap, 18.4.2014

Salı, Haziran 23, 2020

Tuhaf Kitaplar (2)


Cin Tutmuşluk, Mustafa Mecdi Boysan'ın (yazar olarak ilk kez rastgeldim ismine) yazdığı bir broşür kitapçık (1950). Eskiden gazete bayiilerinde dergi ile kitap arasında duran, genellikle sansasyonel içerikleri olan ucuz kitapçıklar (dergi fiyatına) satılırdı, bu da onlardan biri.

Doğrusu, ismi nedeniyle aldım, o bakımdan sizi de benim gibi yanıltmasın. Cin Tutmuşlar, yazarın kullandığı bir niteleme, insanları doğru yoldan ayıran "kötüleri" bu biçimde adlandırıyor. Fantastik edebiyatın "Kara Adamlarını" andıran ahlaki bir kategori de denebilir buna. Boysan üslubu  (siyasi romantizm) gereği sıklıkla sıralıyor Cin Tutmuşlar'ı: "Yüzsüzler, Allahsızlar, Hırsızlar, İmansızlar, Irzsızlar" diye başlayıp uzun uzun açıklıyor. Öyle ki puşt ile ibnenin arasındaki farkları dahi açıklamaya girişiyor: "her bir ibne puşttur ama her puşt ibne değildir (s.52)." 

Benim ilgimi çeken sokak ağzıyla metinlerarası gezinen, tasavvuftan girip psikolojiden çıkan bağırtılı dili. Okurken yazarın bağırdığını hissediyorsunuz, hissettiriyor çünkü. Kim olduğunu bilmediğimiz bilim adamlarına atıfta bulunması, ahlakçı yaftalamaları, vecizeler ve meseller anlatması... günümüzün medyatik bağnazlarını hatırlatmıyor değil. Suçlayıcı, tahkir edici, ayrımcı iddiaları bugün de yaşıyor kuşkusuz. Örneğin sevici dediği kadınları "tahtacı" olarak adlandırmakta bir mahsur görmemiş. Belki diyorum, erkek ve kadın eşcinselliğine dair iştahla anlattıkları (kahrettikleri), memleketteki yazıyı dökülmüş algıyı listelerken ilk örneklerden biri olarak hatırlanabilir. Enternasyonel akımları birer şer odağı olarak gördüğü için cinsel sapkınlıkların milliyet tanımamasıyla ilgili huzursuzluğunu epeyce dile getirmiş örneğin. Cin Tutmuşlar gibi bir niteleme yaparken asıl gayreti, düşman saydığı her şeyi birörnekleştirmek... 

Ejderhayı anlatırken ejderhaya dönüşen yazarlar vardır denir, coşkuyu ve yazdığıyla özdeşleşmeyi vurgulamak için kullanılır. Boysan'ı okurken bunu düşündüm, yazarken bir kanun koyucu cezalandırıcıya dönüşmek istemiş, ejderhanın kendisi olmuş yani... İmkanı olsa hatiplikle yetinmeyecek "yazarlardan"...

Pazartesi, Haziran 22, 2020

Meltem Rüzgarı Gibi


Meltem Rüzgarı Gibi'nin kendi içinde tutarlı ama bağlamın dışına çıkıldığında (hani birine anlatmaya kalktığınızda)  "saçma" olan bir hikaye mantığı var, bakmayın tabii, "pulp" dediğimiz şey tam da buralardan doğar ve gelişir. İnanarak yazanı oluyor, kanarak okuyanı...

Kadir (İnanır) ile Hülya (Darcan) bir sahil kenarında tanışıp kısa sürede (birkaç sayfada) evleniyorlar. E evlilik bu kadar erken olursa, melodram o dengenin bozulacağını müjdeler bize... Hülya'nın takıntısı büyük şehirden kaçmak, oralardan uzakta yaşamak filan... Kadir, işlerini yoluna koymak üzere İstanbul'a gidince melodramın şahane ve pembe dengesi tarumar oluyor. Kadir'in dönüşü gecikince Hülya kocasının peşinden İstanbul'a geliyor ve -buraya dikkat- kendini Hülya'nın kızkardeşi Rüya olarak tanıtıp -biz daha niye demeden- Kadir kardeşimizi baştan çıkarıyor. Öyle ki, Kadir, Hülya'dan boşanacak raddeye geliyor, hislerini anlatmak üzere karısının yanına, aşkın başladığı yere geri gidiyor ve çok şükür ki, pembe düzen yeniden tesis ediliyor. Moda deyişle, olaylar olaylar...

Ne ilginç derseniz, hikayenin kendine inanan zekası ilginç. Yetmişli yılların gündelikliği içinde kadın erkek ilişkileri, flörtözlük ve eğlence hayatına dair romantik yakınlıklar ilginç. Bir de ağdalı büyük laflar tabii... Kadir, Hülya'ya şöyle diyor: " Ev haliyle Hülya, cemiyet haliyle Rüya olmanı istiyorum" Cevap güzel: "Olmaz öyle şey. Ben neysem oyum. Değişemem."

Melodramın zaferi, erkeğin (sevgilinin) kadının istediği yönde değişim geçirmesidir. Kadının fendi.. oluyor yani

Pazar, Haziran 21, 2020

Nahid Sırrı


Kaçgöç devrinin, kafeslerin, Vizental Lügati’nin, Madam O’Kamelya Türkçesinin, Bodler’in, Malarme’nin, Pertev Paşa’nın damla tercümesinin ruhu ve nostaljisi… İğreti vakar, manidar sükût, tumturaklı öksürük, taklit ifade ve maskelerle kendilerini cemiyete pahalıya satanların ibretlik vesikaları… En çok da kadınlar, fiskosçu, pilancı, sinsi ve müfteri kadınlar… Nahid Sırrı Örik, entrika ve hiylenin, riya ve mübalağanın, tesadüf ve çileli kaderin yazarı. Ne bulsa eski devirden bulan, ne yazsa kadınlarla didişerek yazan romancı. Tersine giden yol. İnce tedirginliklerin mırıltısı… İstiskal edilen, dikkate alınmayan. Kıskanmak olmasaydı hatırlanır mıydı? Sözcükleri mi eskiydi yoksa erkek Babıâli, eşcinsel Nahid Sırrı’yı yazardan mı saymıyordu? Yusuf Ziya, habis bir dille, Nahid Sırrı’dan “pantolonlu ceketli bir kız” diye bahsetmiyor muydu?


Cumartesi, Haziran 20, 2020

Şapkaa


Hasan Hüseyin, "sen utanmaz mısın arlanmaz mısın / hele bir döndür başını da şu gidişe bak / hele bir döndür başını da şu düzene bak / hele bir döndür başını da şu haline bak" diye uzun uzun söyleyip bağırıyordu şiirinde: "ne tutarsın bu şapkayı başında / ne tutarsın bu başında şapkayı. "

Malumunuz, şapkalı siyasetçilerimiz vardı. 

Çocukken şapkalı adamları yaşlı ve kalantor sayardım. Artık pek kullanılmıyor ama kalantor diye kelli felli adamlara denirdi, şapka da onların mühim aksesuarıydı. Sadece kalantor değil şapka da kullanılmıyor artık, oysa erkek giyiminin en önemli parçasıydı, modası geçti, zamana ve zamanın modasına yenildi.

Düşünün devrim sayılacak kadar önemsenirdi, kavuğun yerine fes, fesin yerine şapka... Ne canlar gitti. İnsan tekinin deliliğine örnek çok tabii de bu faslı da akılda tutmak gerek. Türkiye'nin genç nesilleri, altmışlı yıllara geldiğinde şapkayı bıraktı. Daha doğrusu gençler "yaşlı" "alaturka" "amca işi" buluyordu şapkayı. Hollywood kahramanlarının şapkasızlığını atlamayalım, oralarda da ışığını kaybetti şapka. 

Bizde okullarda bile öğrenciler "subay" benzeri şapkaları giyerdi, onlar da birer birer lüzumsuzlaştılar o yıllarda. Demirel olmasa belki bu kadar da yaşamazdı. Öyle oldu ki, galiba sağcı siyasetçiler geleneği temsil ediyor diye şapkayı sahiplendiler. Solcular da onun karşısına köylü kasketiyle çıktılar. Kaypakkaya'nın o meşhur resmini hatırlayın ya da Ecevit'in meydanlarda salladığı siyah kasketini...


Şapka, Batı taklitçiliğinin ve/veya inceliğinin bir sembolüydü aslında. Şapka giymek Batılı olmak ve görünmek anlamına geliyordu. Erkekler, şapkalarını çıkararak selamlar veriyorlardı birbirlerine. Nostalji yapmıyorum ama bu hususiyetin şehir hayatından kaybolmasını nezaket kaybı saymalı. 

Ahmet Oktay, Nerval'le ilgili bir şiirinde onun morgtaki ölüm kaydını yazar, üzerinden çıkan eşyaları sıralar: "Siyah ceket, siyah yakalık, gömlek, flanel yelek, gri-yeşil pantolon, kızıl çoraplar, boyalı ayakkabılar ve siyah şapka..." Evet, siyah bir şapka...
                                            
Kantocu Peruz sahiden yaşadı mı patron?

Cuma, Haziran 19, 2020

Genç Görmek


İmam Nablusi'nin İslami Rüya Tabirleri Ansiklopedisi'nde (Cümle Neşriyat, 1983) geçiyor, rüyada "genç görmek" nerdeyse hiç mi hiç ölçüsünde hayra alamet değil. Rüyanızda genç görürseniz, bilin ki o sizin renk renk, cins cins düşmanınız : "Eğer o genç beyaz olursa gizli düşmandır. Esmer olursa zengin bir düşmandır, kırmızı olursa yaşlı bir düşmandır. Köylü olursa kaba ve hoyrat bir düşmandır."

Ne olsa fark etmiyor, genç adam düşman demek, hasım, hasmane, rakip demek... Rüyasında bunları görüp bir de bu referans kitaba baktıysak... yandığımızın resmi demek...Hele insan kafayı buna takarsa, uykusu haram olur, gündüzü geceye döner... Pıyy... İnsanı, insandan ve muhitinden soğutur... Olumlu düşünmek filan gibi yeni nitelemeler var ya... gelsinler de görsünler bunu... baştan sona karamsarlık...

Tabii şöyle bir şey de var... Genç derken "erkek" kastediliyor olmalı ki "genç kadın" diye ayrı bir başlık açılmış...

Genç kadın, ne renkte görülürse görülsün, yine kadınlar için kadın cinsinden bir düşman demek diye başlasa da... o biraz daha karışık... Örneğin görülen genç kadın eğer açık saçık ise, meşhur bir hayra delalet edermiş. Eğer görülen genç kadının yüzünde peçe varsa, hayırlı ve hayırsız olduğu şüpheliymiş, eğer peçeli olmayıp açık olursa hayır umumi olurmuş filan... Kadın görmekle ilgili, erkek bir okura, erkek bir çoğunluğa hitap edildiğinden daha "hoş" ve "iştah açıcı" yorumlara kalkışılmış... Mesela açık saçık erkek denmemiş, orası açık olursa burası kapalı olursa gibi teferruata girilmemiş... Ha, diyeceksiniz ki, e bu erkek gözü halen yaşıyor, yeni değil, eski değil, geçip gitmedi...Haklısınız.
İlgimi çeken, o "erkek gözü"nün başka erkeklerden korkması... rekabetten kaçması ya da hep tetikte olması... huzursuz olması... mutsuz olması... 

Popüler inançlar, gündelikten çıkan akıl yürütmeler, kolektif bilinçaltını resmedebilirler, o bakımdan dikkat çekicidirler. 

Çarşamba, Haziran 17, 2020

Tuhaf Kitaplar (1)


Kitaptan Abdülcanbaz sayesinde haberdardım ama görmüş ve incelemiş değildim. Turhan Selçuk'la 1991 yılında yaptığım söyleşide Alex Raymond ve Bilim kurgu sempatisinden bahsederken en az onlar kadar Küçükçekmece Camiisinin emekli hocası Etem Gedik'in yazdıklarından faydalandığını anlatmıştı. Ben kallavi bir kitap sanıyordum, hepi topu 20 sayfalık bir broşür-kitapçıkmış. Metnin sonunda yazılan tarihe göre Mayıs 1961'te yazımı bitmiş.

Gedik, anlaşılan o ki meraklı bir din adamı. Yer ve Gök İlimleri isimli kitabında yerin yedi ayrı katını, denizleri, ay, güneş ve yıldızları anlatan bir kılavuz hazırlamış. Türkçedeki bilim kurgu literatürüne ve memleketteki az ya da çok yerlici denemelere, çıkan dergilere aşinaysanız... Gedik'in anlattıkları size yabancı gelmeyecektir. Benzer anlatım ve "tefsirlerle" mutlaka karşılaşmışsınızdır. Metnin yine de öncü denemelerden biri olduğunu atlamayalım elbette. Üstelik Abdülcanbaz çizgi romanına ilham olmuş. 

Kitabı birkaç açıdan ilginç buldum. Bir defa Gedik uzun cümleler kuruyor, "ve" ile öyle uzatıyor ki karmaşık paragraflar okuyorsunuz, yalan yok, bu eziyetli "deneme" hoşuma gitti. İkincisi, buna mesafeli bir temkinlilik mi demeli emin değilim, Gedik, ayetlerle ilgili yorumlarının yanlış anlaşılmasından çekinmiş ve bunu açıkça belirtmiş. O ürkeklik de güzel... Ve son olarak yeraltına ve yerüstüne seyahat edecek olanlara "ne yapmamalı ve ne yapmalı" türünden tavsiyelerde bulunmuş. Ancak bir bilenin aktarabileceği öğütler gibi duruyor. E evet bu da eğlenceli. 

Bu tavsiyeleri ve okurken sevdiğim uzun bir paragrafı paylaşarak yazıyı bitireyim. 

Yolculuk için tavsiyeler: Sema bulutları su tabakasına benzer olduğundan suyun helak edemeyeceği tahtel bahire (denizaltı) benzer bir peyk (uydu) yapmak + semaya çıkacak insan için çelik, gümüş, altın, kurşundan elbise yapmak + semaya çıkacak insanı kuş eti ile beslemek ve madeni sular içirmek veya toprakta her maden mevcut olduğundan toprak kaynatılarak bundan husule gelen sudan içirilip havada yaşamak şartlarına alıştırmak + semaya çıkarken yanında üşüdüğü veya sıcaklık gördüğü zaman bunları önleyecek yeme maddesi bulundurmak.... 

Giriş paragrafı: Dünya yaradılış tarihi hakkında erbabı ilim (181758 sene) gibi bir tarih beyan buyurmuş isede ne Tevrat, ne Zebur, ve ne İncil ve ne de Kur'an'da hiç bir yaradılış başlangıcı gösterilmemiş yalnız bazı günlerde yer ve göğün yaradılışı hakkında kitaplarda tesadüf edilmiş isede insanların aslı maymun olmayub (Hazreti Adam S.L) hazretlerinin nesli olduğumuza dair inançlarımızı toplayan semavi kitablarda serahaten beyan buyrulmuş ve aklıselim bunu kabul etmiş olub dünyamızın nihayeti güneş, ay ve yıldızların sönmesiyle nihayet bulacağı süphesiz olub bazı erbabı ilim bu hususta tarih beyanile bir takım yazılar neşretmekte isede insanlar korkmamak için ihtiyaten uyandırılmış ve aydınlatılmak maksadiyle beyan eylediğimiz ciheti kat'i olarak bilememiz lazımdır.

Salı, Haziran 16, 2020

Halid Ziya



Halıcıların torunu. İzmirli. Çokdilli. Alafranga ve adab-ı İslamiye’ye aykırı. Hem meraklı hem çalışkan… Bitimsiz bir çıraklık, bitimsiz bir öğrenilecekler listesi. Bir Ölünün Defteri’yle başlayan cambazlık. Fransızca yazar gibi Mai ve Siyah. Yeni roman gemisi. Dârülfünun’da edebiyat dersleri, aşk katımı, uzak meyveler, gözlükler, aynalar. Başka türlü bir zembereği ailenin, sevdanın ve ihtimallerin... İntihar eden Bihter, yuvaya dönen Behiç. Kırık hayatların, arka odalarda olanların, gecenin bir yarısında konaktaki fısıltının yazarıydı Halid Ziya. Dörtnala, yazarın görevi diyerek... Evlat acısıyla ölmeye yatan büyük roman kahramanı. Göz yaşartan kelebek hafifliği... 


Pazartesi, Haziran 15, 2020

Rahatlamak (2)


Çocukken yattığım odanın hemen dışında tırnak büyüklüğünde bir gece lambası vardı, o ışığın varlığı beni rahatlatır, o güvenle daha kolay uyurdum. Sanıyorum her çocuğun böyle bir hikayesi vardır, küçük bebeklere, yastıklara ve türlü güzel şeylere sarılarak, "öcülerden" kurtuluruz...

Korktuğumuzda, endişeyle ne yapacağımızı bilmez olduğumuzda emniyetli bir şey istiyoruz, endişemizi azaltacak, acizliğimizi unutturacak, paniğimizi bastıracak...bir tutacak dal, bir sığınak... Şimdilerde insan kendini terapi etmeli filan deniyor, eskiden "kafayı dağıtmak" derdik, içki içerken "felekten bir gece çalmak" da denirdi, rutinin dışına çıkmak anlamında... kurtulmak!

Doksanlı yıllarda gündelik dile dahil olan "stres atmak" da bunun bir parçası... İşte insanlara büyük şehrin baskısından kaçın, yürüyüş yapın, hareket edin, oksijen alın türü küçük büyük reçeteler verilir olmuştu. Ben günlük tutan, dertleriyle yazarak hesaplaşan biri olarak galiba "streslerimle" yazarak başediyordum. Otuz yıl önce yazdıklarıma bakıyorum da ebeveynlerimle yazarak kavga etmişim, günlüğüm ve yazdıklarım benim yeni gece lambam olmuşlar.

Bazı insanlar alışveriş yaparak rahatladıklarını söylerlerdi, küçümserdim, şimdilerde az bulunur kitapların, orijinal çizimlerin peşine düşerken, garip fotoğrafları toplarken (satın alırken) rahatladığımı fark ederek, alışverişçilere karşı eskisi kadar zalim olamayacağımı anladım. Bir ara hiç yürümek istemezdim, bir yılı geçti, her gün bir beş kilometre yürüyorum, yok eğer yürümezsem korkunç bir mutsuzluk çekiyorum. Bana benzemeyen (benim işimi gücümü bilmeyen) insanlarla sohbet ederdim, küçük kaçamaklar gibi onlarla muhabbet açar, işim ve rutinimle ilgili gerginliği geçici olarak unutur, askıya alırdım. Bugün, hala sıkı bir muhabbetçi olsam da, eskisi kadar sarmayabiliyor insanlar beni... Çevremde çok sayıda geeker vardı, konudan konuya atlayan, siyaset ve edebiyat magazini bilen, "şunu duydun mu?" diyen birileri, hoşuma giderdi duymak, haberdar olmak... Şimdi o derece aktüel yaşayamıyorum. Geek muhabbeti bende kaçma isteği uyandırıyor. Televizyon izleyemiyorum, neler olup bittiğini takip edemiyorum filan...

Demek ki, insanın kendini tarif ederken söylediği pek çok şey değişiyormuş, bedensel ve zihinsel hazlarla, rahatlama yollarıyla ilgili takıntıları farklılaşıyormuş... 

Geçen şunu fark ettim, rahatlama biçimlerimi neden anlatma gereği duyuyorum diye kendime sordum. Bakın nasıl mutluyum demek için mi? Başardığımı göstermek için mi? İnsan, rahatsız bir hayvan olduğu için... ve bu mesele hepimizi kıstırdığı için mi? Hepsinden önemlisi, nasıl rahatladığımı anlatarak bir zafer gösterisi yapıyor olabilir miyim? Performatif bir şeyden söz ediyorum.

Hayat, galiba diyorum bir rahatlama arayışı...

Pazar, Haziran 14, 2020

Öpüşmenin şeysi (2)



Öpmek, doğal olarak sadece şehvetle ve erotizmle ilgili bir “eylem” değil, sevgiyi, merhameti ve anlayışı-sıcaklığı da içeriyor. bir önceki yazıda dedim ki, dudaktan öpüşme altmışlı yıllarda “görünür” oldu… Benzer biçimde annenin çocuğunu öpmesi, çocuğun annesini öpmesi (bunu gösterilmesi), arkadaşların dostlukla birbirini öpmesi filan da bu yıllarda yaygınlaşarak normalleşti… Anneler Günü etkinlikleri, aile vurgusuna yönelik pedagojik çalışmalar bu yıllarda armıştı. Bir ebeveynin çocuğunu öpmesi bile yenidir demek istiyorum. Kemalettin Tuğcu romanlarında üvey anneler, üvey babalar çocuklarını kesinlikle öpmezlerdi. Öpmek, bir merhamet, bir dostluk ve dayanışma göstergesiydi. Öpmek, aileye katkı sağlayacak biçimde revize ediliyordu. 

Damadın imzadan sonra gelini öpmesi, yine Hollywood etkisiyle günbegün değişti. Damatlar, gelinleri alınlarından öperse başka bir şey, hiç öpmezse yine başka bir şey, herkes içinde dudaktan öpüşürlerse başka bir şeydi. Gelin ve Damat, nikaha-düğüne gelen herkesi ne çok öpmek zorundaydı. 

Bence 1960 öncesinde, insanlar karşılaştıklarında birbirlerinin yanaklarını öpmüyorlardı. En fazla yaptıkları kollarının üst taraflarını patpatlamaktı. Gündelik hayatta erkeklerin de kadınların da dostane bir biçimde öpüşmeleri bile en fazla altmış yıllık bir tarih içeriyor. Eskilerle sözlü tarih yaparken, konuşurken bu meseleyi hep dikkat kesilmişimdir… Garip durduğunu biliyorum ama modern bir müdahale bu… 

Gülümsemek gibi… Ne kadar mutlu ve empati kurmaya hazır olduğumuzu göstermek için bizden güleryüzlü olmamız isteniyor. Fotoğraflara bakın, bir tarihe kadar kimsenin böyle bir sorunu yok, kimseler ayna karşısında gülümseme talimleri yapmıyormuş, fotoğraf makinesine mutlaka gülerek bakmıyormuş… ciddiyet ve vakurluk daha fazla önemseniyormuş… Gelenek dediğimiz şey tam da budur, sürekli değişir ama değişmediği vaz’edilir.

Bunları niye yazdım, pandemi ayarlarımızı bozdu, filmlerde ne zaman bir öpüşen görsem, “aha hasta olacaklar” diye gırgır yapıyorum. Televizyon tekelimizde öpüşme sahneleri, eskisi gibi gösterilemiyordu, kesiliyor, sansürleniyordu. Bu müdahele, toplumun muhafazakarlaşmasına katkı da sağlamış gibi görünebilir ama arzunun işleyişi ve yayılımı, pek de öyle kolay anlaşılır değildir. İnadına da çoğalabilir. Kolay bastırılır bir şey değildir. 

Halka dizisini yazarken kahramanlarımızı haliyle öpüşme ölçüsünde yakınlaştıramıyoruz, tuhaf bir biçimde kastırılıyor, kasıyoruz... Derken öyle bir sahne oldu ki, iki sevgili, biraz da göstere göstere aynı bardaktan su içtiler, bu seyirci nezdinde öyle bir erotik gerilim yarattı ki, fanlar bu sahneyi "öpüştüler" biçiminde yorumlayarak garip bir heyecan yaptı. Dolaylı da olsa öpüştürmeme baskısını konuştular ve tepki gösterdiler. Kendi adıma seyirci tepkisini görmek bakımından ilginç bir deneyimdi.

Ama… pandemi, görünen o ki, öpüşme ve dokunma kültürümüzü, yakınlık ve merhamet gösterme biçimlerimizi çok değiştirecek. Yeni bir gelenek kuracağız, kuruyoruz hatta…