Cuma, Kasım 22, 2019

Fahri Doktora




Hoca’ya Falanfilan Üniversitesinden Fahri Doktora verilecekti. Bir öğleden sonra telefonla aramışlar, teşrif etmesini rica edip, nezaketle konuşmuşlardı. Hoca hem hatırlandığına sevinmiş hem de üniversite makamından iltifat gördüğü için gururlanmıştı. Karısı ödül sonrası bir konuşma yapması gerektiğini hatırlatınca iki fıkra anlatıp teşekkür eder geçerim canım diyerek kestirip attı önce. Karısı “iyi peki” deyince bu defa huylandı, bu kadın ne zaman “iyi peki” dese aslında beğenmediğini, aklına yatmadığını anlıyordu. Bir keresinde “gençler bu fıkralara gülmüyor Nasrettin, anla artık” demişti. O dediği mıh gibi aklından çıkmıyordu. Hâlbuki göle yoğurt çaldılar, oturdukları dalı kestiler diyerek konuşmasını 15 Temmuz’a bağlayacaktı. Mahalle kahvesinde tanıştığı biri vermişti o aklı ona. Hoca diyordu fıkrayı anlat 15 Temmuz’a bağla… Öyle bir kere de değil, üç kere beş kere bağla! Bak göreceksin nasıl kıkırdayacaklar. İsterse kıkırdamasınlar! Şimdi karısı yüzünü düşürüp, burun kıvırınca planları berhava olmuştu. Ehh dedi oturduğu yerden kalkarak “fıkra da anlatamayacaksam ne anlatacağım ben bu adamlara?”. Düşün Nasrettin düşün! Odasına gidip kukumav kuşu gibi büzülüp düşünmeye başladı. İçinden çıkılır gibi değildi.

Güzel Allah’ım türlü türlü dert vermiş ama derman da vermiş. Hoca feysbuktan birilerine akıl sordu, kime danışayım dedi. Birisi Hocam bu mizah işindekiler silme solcu elitist, gitsen konuşsan, lafı ta Menderes’e getirir, İnönü’yü, 27 Mayıs’ı unuturlar. Astılar koca Başbakanı, daha ne olsun şu bu. Bir başkası, kürsüye yumruğu vurmasını, kavuğu kimseye devretmediğini söylemesini istedi. Hoca, peki dedi, tamam dedi ama saatlerce anlayamadığı şeyleri okuyup durdu. Tek anladığı ve yaparım, ben bunu anlatırım dediği şey, has hayranı olduğunu söyleyen, kendisine Hoca Reyis diye hitap eden kullanıcının yazdıklarıydı. “Hocam sen geleneksin! Bu geleneğin köklerini anlat cahillere”.

Hoca, başladı konuşmasını hazırlamaya. “Mesele” diyordu etli pilavı lüpletirken “kurumların sürekliliği.” Durup, düşündü, iyi bir başlangıç cümlesi olmuştu. “Biz bu mizahı yoktan devralmadık, evvela Bizans, ondan evvel Roma’yla, konuşa konuşa hasbihal ederek… di mi ama Hanım?” Karısı, pür dikkat onu dinliyordu diyemeyiz, “çok haklısın Nasrettin”i eksik etmiyordu ama asıl dizideki kötü adama öfkeleniyor, “şu çıyana bakar mısın, kandırdı yine kızı” diyerek hoşafını kaşıklıyordu. Hoca, tencereden bir kepçe daha aldı, mutluydu, bu doktorayı her bakımdan hak ediyordu.

Evvela Bizans, ondan evvel Roma, daha da evvel Antik Yunan” diyerek düşüncelere daldı. Her şeyi bütün teferruatıyla sarih bir dille açıklayacaktı. Alkışları hayal etti, salon kim bilir nasıl dolu olacaktı. Sadece güldürmeyecek, düşündürecek, gözleri nemlendirecekti. Esnedi. Ne zaman bu kadar düşünse uykusu geliyordu.

Üniversitedeki tören beklenen ilgiyi görmemişti. Salon bomboştu. Medya ve öğrenciler rağbet göstermeyince Rektör, “üç kişiye konuşamam ben, bütün memurları salona getirin” dedi yardımcılarına. Etrafındakiler, birisi tivitırda paylaşır, rezil oluruz diyerek bu fikirden vazgeçirdiler. “Erteleyin o zaman, sonrasına bakarız, nelerle uğraşıyorum” diyerek yürüyüp çıktı makam odasından. Hocanın olup bitenden haberi yoktu. Törenin yapılacağı salonun ön avlusunda bekliyor, kendisine eşlik eden bir asistan ve bir yardımcı doçent ile konuşuyordu. Buna konuşmak denirse tabii. Hoca, kurulu makara gibiydi, üç gündür hazırlandığı konuşmasının en çarpıcı bölümlerini, daha çok yardımcı doçente bakarak anlatıyor, arada duraklayarak, çalışılmış bir edayla sakalını sıvazlıyordu. “Evvela Bizans, daha da evvel Roma”. İşaret parmağını sallayarak “Romalı Perihan vardı, onu hiiç karıştırmayalım”. Adamlarda tık yoktu, varsa yok telefonları.

Hoca gençken benzer bir jestle “parayı veren düdüğü çalar” der kahvedekileri gülmekten işetirdi. Laf, Perihan’a gelince ikisinin de en azından sırtaracağını ummuş, garip bir biçimde hiçbir şey olmamıştı. İkisi de büyülenmişçesine telefonlarıyla oynamayı sürdürüyorlardı. Yardımcı Doçent,  oğlum git bi bak, bu tören olmayacak galiba” dedi. Asistan iç kısma, koridordan üst kata çıkmak üzere yanlarından ayrıldı. Hocanın aklı kurumlardaydı “Haksız mıyım, her kültür birbirinden besleniyor”. Yardımcı Doçent, donuk bir bıkkınlıkla başını kaldırdı “Hocam, mutlaka siz daha iyi bilirsiniz ama bu Bizans’ı karıştırmasanız sanki daha iyi olur”. Hoca, hiç anlamasa da şaşkınlıkla “sahi mi diyorsun?” diyebildi. “Valla öyle, şimdi Bizans dersek bu millet kumpas anlar, bu millet kâfiri, bu millet öyle deyince riyakârı anlar. Hocam sizin zamanınızda Timur vardı, nerden çıktı bu Bizans?”. Hoca ufalır gibi olmuştu, bacaklarının ağrıdığını hissetti. Adam saydırıyordu “Timur’un halktan kopuk, patrisyen, elistist, darbeci, camiilerde şarap içiren alçak bir millet düşmanı olduğunu anlatın Hocam” “Türk değil bir defa Allahsız haysiiiyetsiz. Yemişim ben onun çekik gözünü, sarkık bıyığını. Hepsi yalan. Düşün biz bu Fetö’yü Müslüman sandık. Ondan pay biç. ”

Asistan yanlarına döndüğünde Hoca bunalmıştı. “Sırf Müslüman olduğun için neler çektirdi bu Timur sana!” Bağırdıkça bağırıyordu: “Fil ne demek? Fil ne demek?” Yardımcı Doçent, birden o hararetli ruh halinden sıyırılıp asistana döndü “Ee” dedi “evladım konuşsana ne olmuş törene?”. Asistan kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı. Hoca tören düşünecek halde değildi. Kaç gündür çalıştığı konuşmayı halı silkeler gibi silkelemişti karşısındaki adam. Prostatı zorlamış, içi sıkılmıştı, küçük abdest diyerek kendini tuvalete zor attı.

Döndüğünde avluda kimseleri bulamadı. Yerleri paspaslayan çocuğa sordu, bilmiyordu, “Çankırılıyım ben” dedi çocuk, hiç duymadım estek köstek. Salona baktı, koridora çıktı, ne Yardımcı Doçent ne de asistan vardı. Aklı fikri “kurumların sürekliliği ve mizah” adını verdiği konuşmasındaydı, şu Yardımcı Doçent’i bulsa “hiiiç öyle değil bi defa” diyecekti. Adamın bağırır gibi söyledikleri kafasını karıştırmıştı ama aklettikleri yabana atılır gibi değildi yani. Koridorda yürürken asistan koşarak arkasından geldi. Törenin ileri bir tarihe ertelendiğini, Rektör Beyin acil bir işi çıktığını ve bir sürü ıvırı ve kıvırı dinledi ondan. Arabayla eve bıraktılar. Karısı her zaman olduğu gibi dizi seyrediyordu. Hoca bir süre hanımının karşısında oturdu. Evin içi havasız gibiydi, kalbi daraldı. Baktı, ocakta dünden kalan yemekler.

Reklamlar başlayınca karısı ona döndü “Aldın mı doktorayı Tontişim” dedi, yüzü gülüyordu. Hoca, daha büyük bir ontolojik sıkıntı içinde olduğu için cevap vermedi. Ne dese boştu! Hülyalı hülyalı salondaki vitrine bakmayı sürdürdü. Neden sonra “direneceğim, bir fikrim var, vazgeçmeyeceğim. Bugün olmazsa yarın, o da olmadı öbür gün ben bunu yazacağım” dedi. Karısı onu destekliyordu “Yaparsın tabii Nasrettin, senden iyi kim yazacak?”. Hoca iştah ve heyecanla ayağa kalktı: “Bunu kitap olarak yazacağım, kırk gün odamdan çıkmadan, hiç uyumadan yazacağım. Kıyamet kopsa masamdan kalkmayacağım”. Hoca içeriye, odasına giderken karısı çekirdek çitleyerek televizyonun sesini biraz daha açtı, “reklam almıyor bu dizi, yakında kaldırırlar

Hoca masasına oturdu, beyaz bir kâğıdı önüne çekip, kırmızı kalemle, ilk sözcüğünü sayfanın üst tarafına özenerek istifledi: “Giriş”, sonra onu karalayıp “önsöz” sonra onu da karalayıp “birinci bölüm” yazdı. En iyisi böyle başlamaktı. Kitaba daha çarpıcı bir isim koymaya karar verdi. “Doğuran Kazan” olabilirdi. Ya da “Kırpılan Yıldızlar.” Bir saat kadar sonra, yüzünden uyku akarak karısının yanına gitti: “Ben yatıyorum Hanım, çok uykum geldi. Şekeri fazla kaçırdım galiba”. Odasına geri dönerken “kitabı sonra yazarım” diye ancak kendisinin duyacağını bir sesle mırıldandı. Uyudu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder