Kenar mahallelerden birinde büyüdüm, üzerinden seneler
geçti; insan, insanın muallimi olmaya teşnedir, bir abimiz, biz çocuklara şöyle
demişti, sigarasını somurarak: “Aşkını anlatan yavşaktır.” Çocuksun,
dinliyorsun. Anlatmak istediği, kadının illa ki korunup kollanmasıydı. Erkek,
çapkın sayılır, maşuk olur ama iş sevdiceğine gelince ve olur ya vuslata
erilmezse, kadın "hoppa" sayılırdı. Delikanlı adam bile isteye
susacaktı. William Blake’in dizelerinde geçer; “aşkını anlatmaya yeltenme
sakın/ Ancak söylenmemiş aşklar aşktır!” Mahalleli abimizle Blake, aynı racon
havasını teneffüs etmiş olabilir mi? Bilerek abartıyorum ama aşkı sevgiyi
korumak için sessiz kalmak, nazardan, gıybetten uzak tutmak hiç de önemsiz
değildir. Aşkın gösteriye dönüşmesi, ele güne duyurulması, sevgililerin reçel
gibi birbirine akması, ilişkilerini göz önünde yaşaması bana da oldum olası
garip gelir. Büyüsü kaçar, kokusu çıkar, çabucak bozulur hissiyle bakarım
gördüklerime. Ne desek boş, aşk bu kadar konuşulunca, bu denli yazılıp çizilince
pozu ve palavrası, edebiyatı ve temaşası hiç eksilmiyor. Herkesin fikri olduğu
konularda hemfikir olmak kolay değildir, ondan galiba. Ana akım hikayeler mutlu
sonlarla sarmaş dolaşken, gişeye ve çoksatarlığa muhalefet edenler mutsuz
aşkları resmediyorlar filan.
Çizgi romanlar çocuksu saflıklarıyla aşk-meşk işlerine oldum olası mesafeli
dururlar. Çocuk okurların, büyüdükten sonra, var mı yok mu belli olmayan
çizgili aşkları sarkastik bir abartıyla esprileştirmesi sizi aldatmasın. Çizgi
roman kahramanları dünyayı kurtarmakla uğraştıkları için öyle “kızsal şeylerle”
hakkını vererek ilgilenemezler. Bizimkisi gibi ergen zekalı ve underground
eğilimli çizgi roman ekolleri ise aşktan çok cinselliği konuşur, kadın
hayranları olan erkekleri kahramanlaştırırlar. Karaoğlan’la sevişince
perperişan(!) olan kadını niteleyen tek bir cümle sanıyorum ne demek istediğimi
anlatacaktır: “Haşad olmuştu kadıncağız.” Grafik roman ise yine ayrı bir
merhale. Muktedir erkekleri, frapan bir erotizmi ya da piyasa romantizmini
öteledikleri için aşkı da farklı anlatmak istiyorlar haliyle. Gerçekçi,
mesafeli, daha minimal ve muğlak hikayelerle uğraşıyorlar. Çizgi romanların
süper kahramanları, olağanüstü yaratıkları, kıyametlerle dolu tahkiyelerine hiç
bulaşmadan sıradan olanın gücüne yoğunlaşmalarından söz ediyorum. Manuele
Fior’un Batı Avrupa’da hatırı sayılır ölçüde rağbet gören kült çalışması, Saniyede Beş Bin Kilometre (Cinq mille kilomètres par seconde, 2010) adıyla
Türkçede de yayımlandı yakın bir zaman önce. Söze aşktan girmemin sebebi de o.
Fior, zamana yenilmiş bir ergen aşkını anlatıyor bize.
Pek çok ilk aşk hikayesi gibi yarım kalmış, farklı yollara savrulmuş, başka
hayatlar yaşamış bir çifti resmediyor. İlk karşılaşmalarına gidiyoruz önce. Kız
(Lucy), apartmana yeni taşınan komşu teyzenin kızı. Oğlan (Piero), kızlarla
arası iyi olan yakışıklı yakın arkadaşıyla (Nicola) birlikte dikizliyor onu.
Nicola cıvıltılı, göz alıcı, neşe dolu biri. Piero ise akıllı uslu iyi bir
öğrenci; yaşadıkları taşra beldesinden kopup iyi bir üniversiteye gideceği,
itibarlı bir meslek sahibi olacağı aşikar. Nicola, onu kızla konuşması için
gaza getiriyor. İki arkadaş birbirlerini tamamlasalar da aralarında gizli bir
rekabet var kıza karşı. İki erkek bir kız, sahil kasabası, taşra yeknesaklığı…
Fior, nostaljik ve buruk bir tadı olan klişelerle dolu tipik bir gençlik
hikayesi anlatacak sanırken pıt diye direksiyonu başka tarafa büküyor. Fior,
klişeleri biliyor ama yinelemek gibi bir niyeti yok.
Birlikte yaşama hayali kurulan bütün ilişkiler, özellikle birlikte büyürken
öğrenilen aşklar, nihayete ermezse ki genellikle ermez, gün gelir hatırlanır.
Taraflar, birlikte nasıl bir hayat yaşardık diye merak eder, mutlaka gizli
saklı bir araya gelerek şimdiki hayatlarıyla kıyaslama yaparlar. Fior, finali o
safhayla yapıyor, o tatlı kızla oğlanı, yirmi yıl sonra bir masaya oturtuyor.
İlk karşılaştıkları beldede bir akşam yemeğinde buluşuyorlar. Şişmanlamış,
yaşlanmışlar, tazelik ve enerjilerini yitirmişler. Başka insanlar olmuşlar
aslında, tarihin bir anında yolları kesişmiş ve tam o zamanda, hayat donmuş
gibi o günleri tekrar ve tekrar konuşmak istemişler. “Eski defterleri
konuşmayalım,” deseler de küçük büyük itiraflar, hayıflanmalar, iltifatlar,
arsızlıklar, merak ve sakınmalar yaşanıyor aralarında. Başarılı sahneler, iyi
seçilmiş diyaloglar okuyoruz hep. Saniyede Beş
Bin Kilometre, kendini anlatma biçimi, yumuşaklığı ve zekasıyla az
bulunur nitelikte güzel bir hikaye.
Fior, 1975 doğumlu, Fransa’da yaşayan bir İtalyan çizgi romancı. Venedik’te
mimarlık eğitimi alıyor ve çizgi romana Berlin’de başlıyor. The New Yorker’dan Le Monde’a
kadar pek çok yerde eş zamanlı olarak illüstrasyonları yayımlanıyor. İlk
dönemlerinde bir başka İtalyan çizeri, Mattotti’yi andıran bir çizgisi, kare
istiflerinde arka planı önemsemeyen, “olduğu gibi” göstermeyen akışkan bir çini
kullanımı vardı. Son çalışmalarında mimarlığını hissettirir oldu. Senaryoya
göre düşünen-biçim değiştiren bir tarza sahip. Bu albümde suluboya-ekolin
kullanarak bir yumuşaklık katmak istemiş. Hikayenin insancıllığını pekiştiren
bir tercihte bulunmuş. Lucy ve Piero ya da aşkın kendisi hayatın rüzgarına
nasıl kapılıp gidiyorsa, renkler ve konturlar flu, eskizvari ve hatta ıslak
gibi duruyorlar. Arada ışıldıyor, bazen de finaldeki gibi mor bir karanlığa
gömülüyorlar. Saniyede Beş Bin Kilometre,
kaçırılmaması gereken bir grafik roman, abartmıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder