Kuşak çatışması,
geniş anlamıyla Yahudi edebiyatının sevdiği meselelerdendir, türü bilmeyenler
bile, en azından sinema ya da tv dizilerinde Yahudi ailesindeki baba-oğul
çatışmalarına aşinadırlar. Geleneksel aile, dindarlık ve modern şehir hayatı
uyuşmamakta, biteviye faş ederek kadükleşmektedir. Aynı eksenin Holokost
(Yahudi Soykırımı) yaşamış ebeveynler ile onların çocukları arasında
yaşandığını düşünün, aşikar olan kuşak farklılığı katmerlenir. Ebeveynler,
çocuklarını sofu birer Yahudi gibi yetiştirmek istemekte, her fırsatta
gelenekten söz etmekte, geçmişten gelen korkulara karşı tedirginliği
büyütmektedirler; asıl olarak kendi yaşadıklarını sürekli hatırlatıp aktüel
sorunları küçümsemektedirler. Çocuklar, Holokost'un simge ve hayaletleriyle
büyümek zorundadırlar. Daima "eksiktirler". Holokost yaşamamışlardır,
babalarının çabuk sinirlenmesine ve tutkulu dindarlığına hak vermektedirler
filan ama onların da kendi ölçeklerinde dertleri vardır işte: "[Babam]
başka bir zamanda yaşıyordu. Saati tutuklandığı gün durmuştu". Perhizci
babaya yaşadıkları dışında hiç bir şey önemli gelmemektedir, hayatta hiç bir
sıkıntının mukayese götürür yanı yoktur Holokost'la: "Benim kadar acı
çekmemiş" diye kestirip atar. Çocuklara bunun nasıl zor geldiğini tahmin
edebilirsiniz. Ergen dertleri düpedüz gereksizdir buna göre; üstelik cesaret
edip dillendirilecek bir sorun babaya karşı mahcubiyet yaratacaktır:
"Babamıza acı çektirmemek için isyanlarımızı hep bastırdık". Oysa
çocuklar, ebeveynlerinden farklı bir hayat yaşıyor, başka bir dil ve ırktan
insanlarla çalışıyor, eğitim alıyor ve ilişkiye giriyorlardır. Nazilerin
kınandığı bir dünyadır bu.
Michel Kichka,
İkinci Kuşak'ta bize babasını anlatıyor; temerküz kampından sağ salim,
direnerek kurtulmuş, yaşananlara ilişkin anlattıkları nedeniyle sonraları
uluslararası bir şöhret kazanmış, Holokost kurbanından Holokost kahramanına
dönüşmüş bir baba bu. Sadece babasını ve onun dramatik deneyimlerini değil,
annesini, kardeşlerini, ergenliğini, evlerini, gündelik hayatlarını, aile
hiyerarşilerini de resmediyor Kichka. Nasıl giyinmeli, nasıl konuşmalı, neyi
başarmalı, neyin yasak olduğunu bilmeli, neyi paylaşmamalı vs. "Evdeki
kural basitti: Babam her zaman haklıydı. Mutabık olmadığımızda ya da yanlış yaptığını
düşündüğümüzde bunu kendimize saklardık". Kichka'nın aile hikayesi elbette
biricik ve benzersiz değil ama anlattıkça bir terapiye dönüşmesi bakımından
ilginç. Kendi ifadesiyle ailenin medarı iftiharı olmuş bir çocukmuş, bu pek
değişmiyor: büyüme hikayesi de çok sorunlu geçmiyor. Anne-baba, "ideal
aile" iddiasına rağmen, görünen o ki, kendilerine vakit ayırmak
istediklerinden dört çocuğunu da farklı yerlerdeki yatılı okullara gönderiyor.
Kardeşlerden biri, gün gelip intihar ediyorsa hepsi çocukluk ve ergenliğini
Kichka kadar sorunsuz geçirmemiş demektir. Kardeşler o intihardan sonra
biraraya gelip geçmişlerini sorgulamaya başlıyorlar. Kichka'nın neşesi kaçıyor
ve o güleç adam acılaşıyor, içine kapanan, ağlamanın eşiğinde duran birine
dönüşüyor. Kızkardeşiyle ta geriye eski günlere dönüp çocukluklarını konuşuyor,
anlamlandırıyor, neden yatılı okullara gönderildiklerini tartışıyorlar.
Babalarının kendiyle dolu olmasına, büyük bir acının gölgesinde kendileri
olamamalarına hayıflanıyorlar: "Hitler onunkileri çaldı diye bizim
ergenlik krizi geçirmeye hiç hakkımız olmadı sanki" veya " [baba]
sevgimizin içinde ne çok merhamet vardı". Güzel ayrıntılar bunlar. Mahrem
olanın deşifre edilmesini okumaya başlıyoruz böylelikle.
Kichka, son
kertede, komik çizgili, realist arka planları olan tipik frankofon
sevimliliğine dayalı iyimser bir hikaye anlatıyor. Ne yapsa sevimli duran bir
üslubu var. Holokostu bile çirkinleştiremeden çiziyor. Çocuksu ve naif.
Kendisi de bunun farkında, tarzının hikayesine uymayacağını uzun süre kara kara
düşünmüş. Çizginiz böylesine sevimliyse hikayenizin rengini de belirliyor ister
istemez. Neşeli aura, Kichka'nın çocukluk dönemine oldukça uygun aslında. Ne
var ki kahır ve keder koyulaştıkça, Kichka anlatmakta zorlanmış, karelerinde
berraklığı bilerek azaltmış, çiniyi çoğaltıp koyulaştırmaya yönelmiş. İntihar
sonrasındaki travma sürecini, çizgiden çok diyalogları ve tasarımı öne
çıkartarak betimlemiş, en azından görsellik adına işlevsel olmuş bu. Aile
bireylerinin farklı ülkelerde yaşaması, seyrek görüşmeleri, mektuplar,
telefonlar, dramatik etkiyi pekiştirmeye yaramış. Kurgu, bu bölümlerde oldukça
başarılı.
İkinci Kuşak, Art
Spiegelman'ın Maus'unun etkisiyle üretilmiş çizgi romanlardan. Kichka bunu
saklamıyor, Maus'u okuduktan sonra babası ve ailesiyle ilgili bir albüm yapmaya
karar verdiğini söylüyor. Maus, Holokost'u anlatan politik bir hayatta kalma
hikayesidir. Spiegelman'ın babasının, o huysuz ihtiyarın nasıl ayakta
kaldığını, ne yapıp edip ölmediğini okuruz. Kichka, Maus'taki baba-oğul çatışmasından
etkilenmiş ama belli ki sempatik bir adamın nostaljik iyimserliğiyle bakmış
geçmişine, babasını özlem ve hayranlıkla anlatmış. Onun bencilliğini
geçiştirmiş, babasının kendini varettiği alanda gezinip geriye kalanlarla
ilgilenmemesini hoşgörebilmiş. Çok az eleştirmiş onu. Bir yerde "İki ayrı
Henri Kichka var. Halka açık olan harika...Ama özel olanı bazen çok huysuzluk
yapıyor" eleştirisinde bulunuyor. Sonra da babasının buna kırılmış
olmasına üzülüyor. Böyle yaparsanız sahici olamama riski taşırsınız. Geride
Maus gibi ilham verici sert bir anlatı ve intihar etmiş bir kardeş varken
üstelik. Ya da gerçekten böyle hissediyor olabilirsiniz ama sanat, hayatı
aşmıştır, başka bir gerçeklik düzlemi kurmuştur kendine. Dave Sim'in Judenhass,
Joe Kubert'in Yossel veya Bernice Eisenstein'in I Was a Child of
Holocaust Survivors çalışmaları Holokost'la ilgili hemen akla gelen sert
grafik romanlar. Elbette onlar daha doğrudan soykırıma odaklanmışlar ve Kichka,
bunu bilmiyor değil, çok açık biçimde bir tercihte bulunmuş, her ne yaparsa
yapsın babasını çok sevdiğini göstermek istemiş. Çekincelerimi söyledim, son
yargım yine de değişmeyecek: İkinci Kuşak harika çizgilere ve pedagojik
hassasiyetlere sahip, iyi anlatılmış, amacına uygun bir albüm.
Radikal Kitap, 14.9.2012
güzel bi özet geçmişsin, Yahudi filmlerinden az çok aklımda kalanlar aileye biz türkler kadar değer verdikleri, saldım çayıra mevlam kayıra durumu yok, biraz despotluk bile var.Ailenin yetişme tarzına etkisi muhakkak önemli, babalarımız da hiç bi zaman bizim istediğimiz kurallara uymayaçak bunu da biliyoruz..
YanıtlaSilKatkı ve yorum için teşekkürler
YanıtlaSil