Cuma, Temmuz 24, 2009

Osmanlı Taşrası ve Deli Gücük Miti


(...) Deli Gücük’ün iki payandası var, okudukça siz de fark edeceksiniz. Öncelikle, Osmanlı taşrası diye bir kavram kullanılıyor. Taşra vurgusu hikâyelerin içerdiği tür ve referanslar nedeniyle ziyadesiyle kullanışlı, verimli bir mecra. Anlatılan Osmanlılar ise ağır aksak oturup kalkan, ağdalı laflar eden, sefahat düşkünü divan adamları değiller. Bilirsiniz, cumhuriyet farklı nedenlerle Osmanlıyı olumsuzlar ve kendisine karşıt biçimde konumlandırır. Hikâyecilerin bu olguyla ilgilendiklerini söylemiyorum ama bu yargıya kapılmadıkları aşikâr. Vazedilen Osmanlı debdebesinden epeyce uzak insanlar ve hikâyeler anlatılıyor. Osmanlı taşrası olarak adlandırılan evren fantastik bir karakteristik taşıyor. Gotik öğeler, Anadolu masallarına, serüven külliyatına yapılan göndermeler ve edebi saymamız gereken nitelikler göze çarpıyor. Öfkeli eşkıyalar, yozlaşmış kanun adamları, patlayan silahlar, haşin diyaloglar, para hırsıyla dolu insanlar çıkıyor karşımıza. “Kötülük kalıcı, iyilik geçicidir” diyen bir tortu kalıyor hikâyelerden. Birbirlerine güvenmeyen, kendini tehdit altında hisseden erkeklerin dünyası bu… Bir anda çözülüyor, mantıksız biçimde ölüveriyorlar. Kemal Tahir, Marquez ya da Melville havasıyla karşılaşabiliyor, Japon kırsalına ya da westernlere hısım akraba olunabiliyor. Canavarlar ve tuhaf yaratıklar da var. Bir hayal, hiyle ya da can alıcı bir sahicilikle varoluyorlar. Uzak bir dağ köyünde, şehirlilerin, okumuşların ve türlü rasyonel adamın pek de inandırıcı bulmayarak dinledikleri hikâyelerde anlatılıyorlar. Taşra insanları canavarları, tekinsiz olayları, kargalarıyla dolaşan Deli Gücük’ü yok saymıyorlar. İşte diyorlar hikâyelere inanmayanlara, “o ormanın içinde, cesaretin varsa git oraya!...” Uçsuz bucaksız, ıssız ve soğuk bir vadide mantık bir başına kalıveriyor…

İkinci payanda daha ilginç ve konuşulur olmakla birlikte ilki kadar kolay anlaşılmıyor. Bu, Deli Gücük tiplemesinin özellikli bir muğlâklık içinde kullanılmasıyla ilgili… Yedi kargasıyla dolaşan –ki bunlar kimi hikâyelerde konuşuyorlar da- iyilikler yapan, kötülere aman vermeyen, yoksuldan yana duran tipik bir kahraman Deli Gücük. Anaakım çizgi roman kalıpları gereği farklı düşünmek de pek mümkün olmuyor. Ancak dikkatinizi çekmek isterim, Deli Gücük’ün çoğu zaman hiç varolmamışçasına, farklı anlatıcılar tarafından kahramanlaştırılan bir şayia olması ilginç. Şayia sözcüğünü bilerek seçtim. Herkesin farklı bir Deli Gücük hikâyesi olabiliyor. Kimi zaman bir evliya, bazen cezalandırıcı ya da kanun-koyucu olarak görünebiliyor, bazen de şiddet ve entrika bütünüyle onun dışında gelişip sonuçlanabiliyor. İnsanların kahraman ya da öcü yaratmaya ihtiyaç duyduğu, ahlâkı ve adaleti, sözlü kültürle, halk hikâyeleri ve mesellerle koruyup geliştirdikleri düşünülürse hikâyelerde varedilen Deli Gücük mitinin işlevi daha iyi anlaşılabilir. Büyük yazar Borges için söylenen, anlatıları ve hakkındaki miti besleyen o eğlenceli soru geliyor insanın aklına: “Yoksa Borges adlı kör kütüphaneci hiç mi yaşamadı?” veya “Borges, kimin tahayyülü?”

[Deli Gücük, Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikayeleri çizgi roman albümü için yazdığım önsözden...]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder